The Relation Between Economic and Epistemic Depression of 21st Century

Modern dönemin bir bilim dalı olarak ekonomi bilimi,
üretim-gelir ile tüketim-gider arasındaki dengenin nasıl sağlanacağını ve üretim
faktörlerinin (toprak, emek, sermaye ve müteşebbis) nasıl kullanılması
gerektiğini inceler. Temel tezi, dünyadaki kaynakların kıt-sınırlı olduğunu;
insanların ihtiyaçlarının ise sınırsız olduğunu ve bunlar arasında mümkün olan
azami uygunluğu temin etmek gerektiğini savunmaktır.

Toplumların karşı karşıya kaldığı ekonomik olaylar ise; yani
üretim, tüketim, değişim ve bölüşüm olmak üzere dört gruba ayrılır. Ekonomi ilmi
ise, bu olguların birbiriyle olan ilişkilerini, dengelerini, teşkilatlanma ve
idari bakımdan şekillerini incelemekte ve bunların istatistik ve matematik
yardımıyla modellerini bulmaya çalışmaktadır.

Arapça “iktisad” kavramı ise lügatte, “amelde itidal” olarak
geçmektedir ve “kasd” dan türetilmiştir. Çünkü maksadını ve talep ettiği şeyi
iyi bilen kimse, doğrudan doğruya ona yönelir. Maksadının yerini ve anlamını
bilmeyen kimse ise, ifrat ve tefrit içinde kalır, sağa sola doğru bocalar durur.
İşte bu nedenle iktisad, maksada yönelik olan amel anlamındadır. Umur-u
maliyedeki iktisadın da esası budur.

Öncelikle bugün dünyanın karşı karşıya kaldığı ekonomik krizin,
hatta dahası ekolojik ve de jeo-politik krizin dayandığı “Batı medeniyeti’nin
krizidir. O nedenle bu krizin parça parça konular halinde incelenmesi yerine,
daha bütüncül bir perspektiften ele alınması gerekir. Buna göre ise, problemi
daha doğru olarak belirleyebilmek için, Batı medeniyetinin düşünce sisteminden
çıkarılan ve insanı, dünyayı ve hatta evreni ikiye bölen, çatışmacı dünya görüşü
ve felsefesini krizi olarak nitelendirmek daha doğru olacaktır.

Daha farklı kavramlar üzerinden hareket ederek ifade etmek
gerekirse, Batı medeniyetinin ürettiği bilimsel ve felsefi sistem başarısız
olmuştur. Ve bunun bir tezahürü olarak da, bu felsefeye dayanan ekonomik
sistemler de başarısız olmuştur.

Bugün gerek Avrupa, gerek Amerika ve benzeri “gelişmiş!” ülkeler
medeniyetlerini ve zenginliklerini, yüzyıllardır süren sömürü ve yıkımın üzerine
kurmuşlardır. Gözlerinin önündeki haksız katliamlara ve savaşlara göz
yumuyorlarsa, bunu medeniyet anlayışlarıyla telif edebiliyorlar demektir.
Adalet, hürriyet, eşitlik, hoşgörü gibi kavramlar, Asya ve Afrika milletlerinin
üzerinde bir baskı kurma aracı, sömürü için bir payanda olarak kullanılmıştır.
Adeta biyolojik, antropolojik ve tarihi çalışmalar, üçüncü dünya
sınıflandırmasına ve siyasi, ekonomik kolonileştirmeye haklılık kazandırmaya
yaramıştır.

20. yüzyılın başlarında bazı Batılı düşünür ve entelektüeller bu
epistemik sorunları dile getirmişlerdir, bazı popüler yayın yapan çevreler
tarafından, dünyanın geleceğine dair korkunç ve ürkütücü senaryo yazılmaya
başlanmıştır. Mesela Oswald Spengler’e göre, Batı medeniyetinin en önemli
ürünlerinden olan teknoloji ve demokrasi, aynı zamanda onun çözülmesinin de
gerekçesi olacaktır. Amerika, Asya ve Afrikalı “renkli ırkların beyazlara karşı
duyduğu saygının tükenmesi” ve “kendi kendisini yıkan demokrasi sayesinde” Batı
medeniyeti yıkılacaktır. “Para zekayı yıktıktan sonra, yine para yoluyla
demokrasi kendi kendisinin yıkıcısı olur.”

Esas yıkıcı güç ise, Ortegay Gasset’in deyimiyle,
kalabalıklar-yığınların her şeye hakim olmasıyla gerçekleşecektir. Gasset,
asrımızın ortalarında “yığınların” gelmekte olduğunu haber veriyordu. Artık
sağduyunun, ahlaki değerlere saygının, sevginin yerini yığınların hevesleri
alacak, onlar ne isterse o olacaktır. Yığınlar, gezmek, eğlenmek, tüketmek
istiyor; öyleyse bu duygularına hitap eden kim olursa, o kıymetlidir,
alkışlanmaya layıktır.

Özetle, Batı medeniyeti, felsefi temellerinden biri olan
diyalektik mantık gereği, kendi kovuğunu kemiren bir kurt gibi, medeniyetinin
payandalarını-dayanaklarını kemirerek, sonunu hazırlamaktadır. Sorokin’in,
Spengler’den esinlenerek söylediği gibi Batı medeniyeti açısından: “Toplumsal
tarih artık sona ermiştir!”

Risale-i Nur’da Batı Medeniyetinin Eleştirisi

Bediüzzaman, insanlığın çatışmalara düşmesine ve huzursuz
olmasına neden olan ekonomik sistemlerden kapitalizmin ve sosyalizmin ayrı ayrı
eleştirilerini yapmakla birlikte; özellikle daha genel olarak; bu sistemlerin
neden olduğu toplumsal sonuçları, Batı medeniyetinin bir eleştirisi biçiminde
ortaya koymaktadır.

20. asrın başlarında Batı medeniyetinin yol açtığı veya
gelecekte açacağı yıkıma işaret etmek için şu eleştiriyi yapmaktadır: “Küre-i
arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek
kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan
dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah’ın
lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.”1

Risale-i Nur’da, Batı medeniyetinin insan tabiatındaki zaafların
ve yıkıcı duyguların üzerine kurulu bir dünya anlayışı getirdiği ve bu anlayışın
Kur’an’ın söylemiyle uyuşmadığı sık sık dile getirilmiştir. Aşağıdaki kısa
metinden başka Risale-i Nur’da bu hususla ilgili birçok örnek bulmak mümkündür.

Mesela: “Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’âniyenin hayat-ı
içtimâiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler; Ammâ hikmet-i felsefe ise, hayat-ı
içtimâiyede nokta-i istinâdı “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir.
Düstur-u hayatı “cidâl” tanır. Cemaatlerin râbıtasını “unsuriyet, menfî
milliyeti” tutar. Semerâtı ise, “hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı
beşeriyeyi tezyiddir.”2 biçimindeki ifade bunlardan biridir. Bu
konuya tekrar değinilecektir.

Risale-i Nur’da Ekonomik Sistemlerin Eleştirisi

Konumuzla ilgili olarak ise; Batı medeniyetinin beslemiş olduğu
iki büyük ekonomik sistem kapitalizm ile sosyalizm vaat ettiklerinin tam aksine,
yeryüzünü insanoğlu için bir cehenneme çevirmişlerdir. Yani, insanoğlu 20.
asırda, iki büyük ideoloji ve ekonomik sistem ile karşı karşıya kalmıştır: 1-
Kapitalist Sistem 2- Sosyalist Sistem.

Bu iki sistemden birincisi, insan emeğini ferdi sermayeye,
ikincisi ise devletin kontrolüne bırakır. Her iki sistemde de azınlıktaki
belirli bir grup, çoğunluğun emeği üzerinde hâkimiyet kurmaktadır. Kapitalist
sistemde sermaye sahipleri, sosyalist sistemde ise, yönetimi elinde tutan bir
grup sistemi kont-rol eder. Her iki sistem de istismara (emeğin sömürüsüne) ve
tahakküme (baskıya) dayandığı için, toplum hayatında, barış ve huzuru
sağlayamamıştır.

Kapitalizm, insanın çalışma ve ihtiyaç duygularını yanlış ve
ifratkar bir şekilde; hırs ve israfa yol açacak tarzda kullanmasına neden
olmuştur. Ayrıca kapitalizmin dayanmış olduğu ekonomik sistem, kaynakların kıt
olduğunu, insanın ihtiyaçlarının ise sınırsız olduğunu savunmaktadır.

Sosyalizm ise, kapitalizme karşı bir tez geliştirmek, bireylerin
hırs ve israf duygularının önüne geçmek için, insanların devlet kurumu
aracılığıyla baskı altında tutulmasını savunmuştur. Böylece devlet kontrolüyle,
üretim ve tüketim arasındaki dengeyi sağlamaya çalışmıştır. Bununla da ifrat bir
biçimde, bireylerin duygularını baskı altında tutarak, çalışma şevklerini kırmış
ve onları tembelliğe itmiştir.

Sonuçları açısından bu iki ekonomik sisteme göre baktığımızda
görülüyor ki, insanın hem insan ile ilişkisi, hem de tabiatla arasındaki ilişki,
uyum ve uzlaşma yerine çatışma, mücadele, sömürü ve egemenlik olgularıyla
açıklanmaktadır. Yirminci yüzyılda kapitalizm ile sosyalizm ideolojileri
arasında yaşanan tartışmalarla ilintili olarak da aynı durumun geçerli olduğu
söylenebilir.

20. yüzyılın ekonomik, siyasal ve askeri tarihine bakıldığında,
yeryüzündeki çatışmaların ve savaşların, insanı sadece ekonomik bir varlık
seviyesine indirgeyen modern tüketim ve sömürü ideolojilerinden kaynaklandığını
görülmektedir. Sermaye birikimine dayalı sermayecilik ve faizcilik ile, fakir ve
zayıf olanın sırtından geçinmeyi ilke edinen, güçlüyü ve uyanık olanın her türlü
davranışını meşrulaştıran kapitalizm, kitleleri fakirleştirmiş, güçsüzleştirmiş
ve zengin tabakanın kölesi haline getirmiştir. Bu ideolojiye karşı çıkan
sosyalizm ise, insanı aynı şekilde ekonomik bir varlık olarak gördüğü için,
kişiler yerine devlete köle yapmıştır.

Oysa en küçük ve geleneksel toplumlardan en gelişmiş ve modern!
toplum hayatına kadar denge, düzen ve güvenin korunmasının temel şartı,
toplumsal tabakalar arasında boşluğun ve uçurumun olmamasıdır. İktisadi
deyimlerle ifade edilecek olursa, alt ve üst sınıf veya gelir seviyesindeki
insanların sayısının fazla olmaması ve bunların dışında orta tabakayı oluşturan
sınıfın daha fazla olması gerekir.

Bunun için de en dengeli toplumsal tabakalaşma biçimi, zengin ve
fakir sınıflar arsındaki gelir ve yaşam standardı arasındaki farkın en az olduğu
toplumsal yapıdır. Eğer zengin tabaka ile fakir tabaka arasında büyük bir uçurum
olursa, fakirlerden zenginlere doğru düşmanlık ve saldırılar artar. Zenginler de
fakirleri aşağılar ve onlara güven duymaz. Maalesef, bugün dünyanın en önemli
problemlerinden birisi de güven bunalımıdır.

Son olarak, modern Batı medeniyeti zenginliği olumlu, fakirliği
olumsuz bir değer olarak benimsemesine, hatta fakirliği ortadan kaldırıp,
dünyevi bir cennet kuracağı va’dine rağmen, fakirliği dünya insanlığının daha
derin, daha kronik ve altından kalkılması güç bir hastalığı haline getirmiştir.
Fakat hastalık sadece Batı medeniyeti mensuplarını etki altına almakla kalmamış,
dünyanın diğer kıtaları ve ülkeleriyle birlikte bütün yeryüzüne yayılmıştır.

Bediüzzaman, siyasal ve ekonomik tarih aşamaları ile ilgili
olarak, insanlığın 20. asıra kadar geçirdiği dönemleri, genellikle bugünkü
siyasi tarih açıklamalarına benzer şekilde kabul etmektedir. Mesela:

“Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin
hayat-ı içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i
siyâsiye îtibâriyle, beşer, birkaç devri geçirmiş. Birinci devri vahşet ve
bedevîlik devri, ikinci devri memlûkiyet devri, üçüncü devri esir devri,
dördüncüsü ecir devri, beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir. Vahşet devri
dinlerle, hükümetlerle tebdil edilmiş; nimmedeniyet devri açılmış. Fakat, nev-i
beşerin zekîleri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip,
hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûkler dahi bir intibâha düşüp,
gayrete gelerek, o devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten kurtulup,
fakat
olan
zâlim düsturuyla yine insanların kavîleri zaiflerine esir muâmelesi yapmışlar.
Sonra, ihtilâl-i kebîr gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr devrine inkılâp
etmiş. Yani, zenginler olan havas tabakası, avâmı ve fukarâyı ücret mukâbilinde
hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa’yi ve ameleyi küçük
bir ücrete mukâbil istihdam etmeleridir. Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye
vardı ki, bir sermâyedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde
bir milyon kazandığı halde; bir bîçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz
mâdenlerde çalışıp, kùt-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor.”
Buna karşı, sosyalizmin tepkisini de aynı sürecin devamı olarak şöyle tasvir
etmektedir:

“Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası
havâssa îlân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik
sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip, geçen Harb-i Umûmiden istifade
ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizm perdesi altındaki kıyâm-ı avâm,
havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fıkrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa
âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesâret vermiş.”3

Bediüzzaman, ekonomik sistemler olarak zaman zaman kapitalizmin
ve sosyalizmin ayrı ayrı eleştirilerini yapmakla birlikte; daha genel olarak ise
bu sistemlerin neden olduğu toplumsal sonuçları, Batı medeniyetinin bir
eleştirisi biçiminde ortaya koymaktadır:

Ona göre, hem kapitalizm hem sosyalizm, insandaki duyguların
ifrat ve tefrite yol açacak şekilde kullanılmasına neden olmuştur. Böylece her
iki sistemde bazı grupların tahakküm ve sömürüsüne, bazı toplumsal sınıfların
ise ezilmesine ve sömürülmesine neden olmuşlardır.

Kur’an’ın ortaya koyduğu sistem ise, bu duyguların dengeli bir
şekilde kullanılmasını istemektedir. Böylece hırs ve israfın yerine, ibadet
duygusuyla çalışma ve şükür için tüketmeyi; tembellik ve cimrilik yerine ise,
ibadet niyetiyle çalışma ve kanaat etme duygularını geliştirmeyi hedef etmiştir.

Ayrıca Batı medeniyetinin dayandığı iktisat anlayışındaki,
kaynakların kıtlığı ile insan ihtiyaçlarının sınırsızlığı yerine, tam tersine
Allah’ın sonsuz bir hazinesinin olduğunu ve insanın yaşamak için tüketmesi
gereken ihtiyacının çok az olduğu tezini savunmaktadır. İnsanlar arasındaki
problem, kaynakların kıtlığından değil, insanların hırs ve kanaatsizliklerinden
ve çalışmasına göre adil olmayan bir pay kapma çabasından kaynaklanmaktadır. Bu
çatışmalar ise, toplumsal bütünleşmeyi engellemekte ve tersine çözülmeye ve
çatışmaya yol açmaktadır.

Bireyler ve toplumsal gruplar arasındaki bütünleşme, adalet ve
dengeyi ise, ancak zekât müessesi ile sağlamak mümkündür. Zekâtın toplumsal
denge ve düzen için taşıdığı anlam; İslam dininin şartlarından olan namazın fert
için taşıdığı temel anlam ile paralel bir öneme sahiptir. Zekât ile ribanın
engellenmesi ise birbirini tamamlayan iki temel unsurdur.

Bu iki kavram Bediüzzaman’a göre o kadar önemlidir ki, ilk
yazdığı eserlerinden son eserine kadar hemen hepsinde benzer ifadelere yer
vermiştir. O halde Bediüzzaman’ın bu konudaki düşüncesinin odak noktasında
bulunan zekât ve riba ile ilgili yazılarını tahlil etmek gerekir:

“Yani; namaz dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da
İslamın kantarası, yani köprüsüdür. Demek, birisi dini, diğeri asayişi muhafaza
eden İlahi iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.

Aleyhissalatü Vesselamdan
hadis-i
şerifi mervidir. Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekat köprüsü
üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekattır. İnsanların heyet-i
içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekattır. Alem-i beşerde
hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel
olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen felaketlerin
tiryakı, ilacı, muavenettir.

Evet, zekatın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet,
yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.

Evet, eğer tarihi bir nazarla sahife-i aleme bakacak olursan ve
o sayfayı lekelendiren beşerin mesavisine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i
içtimaiyede görünen ihtilaller, fesatlar ve bütün ahlak-ı rezilenin iki
kelimeden doğduğunu görürsün.

Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün,
bana ne!”

İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve
lezzetler içinde rahat edeyim.”

Alem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya
yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekattır.

Nev-i beşeri umumi felaketlere sürükleyen ve Bolşevikliğe sevk
edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i
ribadır.

Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en
büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı
avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede
uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekat ve
muavenettir. Halbuki vücub-u zekat ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden,
tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim
kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat,
muhabbet yerine ihtilal sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları
yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif
yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef,
tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve
gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti
mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit
istersen alem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur.

Hülasa: Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin
tesisi, ancak ve ancak erkan-ı İslamiyeden olan zekat ve zekatın yavruları olan
sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle
olur.4

Bediüzzaman, ekonomik sistemler olarak zaman zaman kapitalizmin
ve sosyalizmin ayrı ayrı eleştirilerini yapmakla birlikte; yukarıda işaret
edildiği gibi, daha genel olarak; bu sistemlerin neden olduğu toplumsal
sonuçları, Batı medeniyetinin bir eleştirisi biçiminde ortaya koymaktadır.
Bediüzzaman Batı medeniyetine neden karşı olduğu konusunda asrın başında Hutbe-i
Şamiye’de yazdıklarını, daha sonra Emirdağ Lahikası’na da şu şekilde koymuştur:

“İkinci sual: Sen eskiden şarktaki bedevî aşâirde seyahat
ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk
seneye yakındır medeniyet-i hâzıradan “mim’siz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden
çekildin, inzivaya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i garbiye, semavî kanun-u esasîlere
muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına, hatâları, zararları,
faydalarına râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan istirahat-i umumiye
ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet;
ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, biçare
beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi. Semavî Kur’ân’ın kanun-u
esasîsi, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm Sûresi, 53:39.)
“Yiyin, için, fakat israf etmeyin.” (A’râf Sûresi, 7:31.) ferman-ı esasîsiyle,
“beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla
beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir” diye Risale-i Nur bu esası
izaha binaen, kısa bir iki nükte söyleyeceğim:

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç
dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisiydi. Şimdiki garp
medeniyet-i zâlime-i hâzırası, su-i istimâlât ve israfat ve hevesatı tehyiç ve
havâic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve
tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı
yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda
tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır.
Demek, bu medeniyet-i hâzıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri
zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Biçare avâm ve havas tabakasını daima
mübarezeye teşvik etmiş. Kur’ân’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i
riba” vasıtasıyla avâmın havassa karşı itaatini ve havassın avâma karşı
şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana
sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti.

İkinci nükte: Bu medeniyet-i hâzıranın harikaları, beşere birer
nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali
iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe
ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek
meylini verdiği için, sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık
yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.

Meselâ, Risale-i Nur’daki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo
büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmekle bir mânevî şükür
iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz, mâlâyâni şeylere sarf
edildiğinden, tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini
kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor.

Hattâ çok menfaatli olan bir kısım harika vesait, sa’y ve amel
ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben kendim
gördüm, ondan bir ikisi zarurî ihtiyâcâta sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi
keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler
misaller var.

Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam
dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve
kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama
yol açmış.

Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o biçare muhtaç
beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete
sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i istimal
ve israfatla yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit
hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin
içlerine yayılmasıyla intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı
ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor, bir nevi cehennem azâbı
veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin
dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u
esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun
kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini;
ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini,
hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebedîden
çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini; ve ondan çıkan
medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu
gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek
değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı
edeceğini, Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi,
rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.”5

İslam Dini’nin Fakiri Koruması

Bediüzzaman’a göre İslam dini, fakir sınıfı zengin sınıfa karşı
korumaktadır. Bu nedenle hem ilmi hem de iktisadi bakımdan İslam dininin ifrat
ve tefritten uzak tutacağını savunmaktadır. Bilindiği gibi Batı’da, Ortaçağda
Katolik mezhebi, skolastik bir zihniyetle aklı dışladı ve din adamları sınıfı
siyasi güçlerle uzlaşarak, fakir sınıfın sömürülmesine dini bir gerekçe
oluşturdu.

Bu anlayışa karşı gelişen Kalvinist ve Luteryen yorumlar ise, bu
haksızlıklara karşı çıkarak skolâstik anlayışın yıkılmasına yardım etti; ancak
bu sistemlerin hiç beklemedikleri bir şekilde gelişen iktisadi anlayış,
kapitalizmin doğmasına zemin hazırlamış oldu. Max Weber’in deyimiyle; “Protestan
ahlakı Kapitalizme giden yolu hazırlamış oldu.” İslam dini ise akıl ve ilim
ehline yer vererek böyle bir tehlikenin önüne geçmektedir:

“Hem İslâmiyet, havastan ziyade, avâmın tahassungâhı olmuştur.
Vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ ile, havassı, avâmın üstünde müstebit yapmak
değil, bir cihette hâdim yapıyor,
(Milletin efendisi, onlara hizmet edendir) diyor.

Hem Kur’ân-ı Hakîm lisanıyla
(Akıl etmiyor
musunuz? İyice düşünmüyorlar mı? Hiç tefekkür etmezler mi?) gibi kudsî havaleler
ile aklı istişhad ediyor ve ikaz ediyor ve akla havale ediyor, tahkike sevk
ediyor. Onunla, ehl-i ilim ve ashab-ı akla, din namına makam veriyor, ehemmiyet
veriyor. Katolik mezhebi gibi aklı azletmiyor, ehl-i tefekkürü susturmuyor, körü
körüne taklit istemiyor.”6

Bediüzzaman, sosyalist düşünürlerin iddia ettikleri iki sınıflı
toplum yapısının varlığını reddetmez. Ancak sosyalizmin çatışmacı yaklaşımını
reddeder. Hatta bütün ihtilalların ve savaşların sebebi olarak bu iki sınıf
arasındaki çatışmaları görmektedir:

“Çünkü beşerde, havas ve avam, iki tabaka var. Havastan avâma
merhamet ve ihsan ve avamdan havâssa karşı hürmet ve itaati temin edecek,
zekâttır. Yoksa, yukarıdan avâmın başına zulüm ve tahakküm iner; avamdan
zenginlere karşı kin ve isyan çıkar. İki tabaka-i beşer, daimî bir mücadele-i
mâneviyede, bir keşmekeş-i ihtilâfta bulunur. Gele gele, tâ Rusya’da olduğu
gibi, sa’y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.”7

Bediüzzaman, Rus ihtilali gibi, iki dünya savaşının hakiki
sebebi olarak da, sosyal adaleti bozan ribanın körüklediği, sınıflar arasındaki
çatışmayı görmektedir. Bütün insanlığın dünyada gerçekten huzurlu bir hayat
istiyorsa, bu çatışmanın sebeplerini ortadan kaldırmalıdır.

Sonuç

Bediüzzaman’ın konuya ilişkin örneklerini, meselenin çözümüne
yönelik önerilerini çoğaltmak mümkündür. Burada şu soruya yer verilebilir:
Risale-i Nur’da geliştirilen çözüm yolları yeterli midir?

Öncelikle belirtilmelidir ki, Bediüzzaman bütün ferdi ve
toplumsal problemlere karşı, öncelikle tek tek fertlerin bilinçlenmesi için
gereken temel ilkeleri açıklamaya çalışmaktadır. Yani öncelik, fertlerin “iman
dairesinde” gereken zihni ve kalbi donanıma kavuşmasıdır. Daha sonra “hayat
dairesinde” bu ilkeler doğrultusunda, toplumsal ilişkilerin nasıl kurulması
gerektiği problemi gelmektedir. Üçüncü aşamada ise, kurumsal seviyede alınacak
tedbirler ve kararlar ile problemlerin sürekli bir çözüm süreci içine
girilebilir. Bu da öncelikle yukarıda bütün insanlar için, huzursuzluğa ve
çatışmalara neden olmuş iktisadi sistemlerin yerine, yeni bir alternatif sistem
kurulmasını gerektirmektedir.

Ancak Bediüzzaman bir iktisatçı olmadığı için, böyle bir sistemi
onun eserlerinden aynıyla çıkarmak veya çıkarmaya çalışmak doğru olur mu? Bana
göre, böyle bir yaklaşım, doğru olmaz. Ancak şöyle bir yol izlenebilir: Batı
medeniyetine karşı yapmış olduğu eleştirilerden, ona karşı Kur’an’dan ilhamla
getirmiş olduğu açıklamalardan ve risalelerde geçen bazı pratik örneklerden
yaralanarak, iktisadi, siyasi ve toplumsal bilimlerde uzmanlaşmış olan
kişilerden oluşan bir kurul bu sistem üzerinde çalışmalıdır. Mesela; “hem değil
yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev-i beşerin saadet-i hayatı
için en mühim bir rükün, belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk,
zekâttır.” ifadelerinin işaret ettiği hususlar bu kurul için ipucu
niteliğindedir.

Bununla birlikte, böyle bir sistemin kurulması yolunda sadece
bireylerin tutumlarının yetmeyeceği, toplumsal kurumların da bu prensipleri
kendilerine bir program olarak benimsemeleri gerekmektedir. Böyle bir programın
içerik ve kapsam ve şekli ise üzerinde geniş bir çalışma yapılmasını
gerektirmektedir.

Bu çalışmaları yaparken, sadece Müslümanların değil, tüm
insanlığın saadetini esas alan, hakiki terakkiyi temin eden İslami medeniyetin
tesisi için Kur’an hakikatleri esas tutulmalı, bunun yanında Avrupa
medeniyetinin terakkiyi sağlayan (semavi) müspet yanları alınmalı, israf ve
tüketime sevk eden menfi esasları terk edilmelidir.

Öz

Bugün dünyanın karşı karşıya kaldığı ekonomik, hatta ekolojik ve
de jeopolitik krizi “Batı medeniyeti”nin krizi olarak adlandırmak mümkündür. O
nedenle bu krizin parça parça konular halinde incelenmesi yerine, daha bütüncül
bir perspektiften ele alınması gerekir. Buna göre ise, problemi daha doğru
olarak belirleyebilmek için, Batı medeniyetinin düşünce sisteminden çıkarılan ve
insanı, dünyayı ve hatta evreni ikiye bölen, çatışmacı dünya görüşü ve
felsefesini krizi olarak nitelendirmek daha doğru olacaktır. Bu çalışmada bu
perspektiften yola çıkılarak öncelikle Batı medeniyetinin krize bakan yönleri
ele alınmış ve sonrasında Risale-i Nur’un bu medeniyete getirdiği eleştirilere
yer verilerek çözüm yolları sunulmuştur.

Anahtar Kelimeler: Ekonomik kriz, epistemik bunalım, Batı
Medeniyeti, Kur’an Medeniyeti

Abstract

It is possible to describe the recent economic, ecological and
geopolitical crisis as “the crisis of Western civilization”. For that reason,
this crisis must be analyzed with a holistic perspective. Accordingly, for
determining the problem more correctly, it is more correct to define this crisis
as the crisis of the confrontational world view and philosophy which seperate
the human, the world and even the universe and belong to the thinking system of
the Western civilization. In this article, according to that perspective,
firstly we discussed the position of Western civilization about the crisis and
later we tried to present some solutions by mentioning the critics of Risale-i
Nur about this civilization.

Keywords: Economic crisis, epistemic depression, the Western
Civilization, the Civilization of Koran

Dipnotlar

1- Nursi, Said, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neş., İst. 1991,
s. 105

2- Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş., İst. 2008, s.
218-219

3- Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 1994, s. 354.

4- Nursi, Said, İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neş., İst. 1994,
s. 47-49.

5- Nursi, Said, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neş, İst. 1994,
s. 334-335.

6- Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş, İst. 1994, s. 422.

7- Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neş, İst., 1994, s. 262