The Approach of Holy Koran and its Modern Commentary Risale-i Nur to the Concept of Environment

Giriş

20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren insanlığı tehdit eden
sorunlardan biri haline gelen çevre sorunları, kökü çok eskilere uzanmasına
rağmen, genelde Batı’da yaşanan sanayi devriminin sonucunda hissedilir hale
gelmiştir. O zamandan beri de sürekli artarak günümüzdeki tehlikeli ve büyük
boyutlara ulaşmıştır.

Çevre sorunları; çok sayıda insanı, bu kadar uzun süre meşgul
eden ender konulardan biridir. Günümüzde çevre mühendisliği gibi müstakil bir
bölümün yanında, diğer birçok okulda çevre problemleri ile ilgili dersler
okutulmakta, radyo ve televizyonlarda çevreyle ilgili programlar yayınlanmakta,
gazete ve dergilerde çevre sayfaları yer almaktadır. Kamuoyu ise; çevre
problemleri konusunda duyarlı davranmakta ve çevreyi korumak için kitlesel
eylemler yapmakta, çevreci vakıflar, dernekler ve partiler kurulmaktadır.
Çevreyle ilgili bakanlıklar oluşturulmakta, yasalar çıkarılmaktadır; hatta bu
konuda uluslararası toplantılar yapılmakta, sözleşmeler imzalanmakta ve
kuruluşlar oluşturulmaktadır. Bütün bunlarla yapılmaya çalışılan şey ise;
çevreyi maruz kaldığı bozulmalardan korumak ve insanoğlunun temiz bir çevrede
hayatını sürdürmesini sağlamaktır.

İnsanoğlunun gündemine bu kadar yoğun olarak girmiş bir konu ile
tabiî olarak çeşitli bilim dalları da ilgilenmektedir. Öncelikli olarak
“ekoloji” çevre sorunlarıyla ilgilenen bilim dallarının başında gelmektedir.
Ayrıca biyolojiden fiziğe, iktisattan hukuka kadar birçok bilim dalında da çevre
problemleriyle ilgili araştırmalar yapılmaktadır.1 Bununla beraber
dinin ve dini sahada yazılan eserlerin de böyle önemli bir problemden bigane
kalması elbette ki düşünülemez.

“Çevre Sorunları” kavramını doğru anlayabilmek için öncelikle
"Çevre" kavramını doğru tanımlamak gerekir:

Çevre Kavramı: Her ne kadar bu konuda birçok tanım yapılmışsa da
biz bir iki tanım vermekle iktifa edeceğiz. En güncel anlamıyla "bir canlının
yaşam ortamı" olarak tanımlanabilen “çevre”, çeşitli yönleriyle ele alınıp,
farklı biçimde tanımlanabilir. Meselâ: Coğrafi açıdan çevre, insanın çevresi
içindeki her türlü faaliyetinin incelenmesi, insanla çevresi arasındaki
karşılıklı etkileşimin kurallarının ortaya konması2 olarak ifade
edilirken, ekonomik açıdan çevre; tabiat ve insan tarafından şekillendirilen
elemanların tümü3 olarak görülmektedir. Toplumbilimciler çevreyi, bir
bireyin, bir toplumsal kümenin ya da bir toplumun biyolojik, toplumsal, kültürel
yaşamını etkileyebilecek dış etmenlerin tümü4 olarak tanımlarken,
ekonolijistler, kâinatta bireyle ilişkili canlı ya da cansız her şeyi ifade eden
bir kavram olarak kullanmaktadırlar.5 Bu son tanımın kapsamına, doğal
ve yapay çevre girmektedir.6 Bunlardan doğal çevre, insan müdahalesi
olmadığı için değişikliğe uğramamış çevre olarak tanımlanırken, yapay çevre,
insanlığın var oluşundan beri gelişen bir süreç içinde müdahalesi ile
oluşturduğu çevreye denilmektedir.7

“Canlı varlıkların, hayatî bağlarla bağlı oldukları,
etkiledikleri ve etkilendikleri mekân birimlerine o canlının veya canlılar
topluluğunun yaşam ortamı veya çevre denir”8 tanımı da, çevre ile
ilgili tanımlardan biridir.

Günümüzde “Ekoloji”, canlıların çevreleri ile uyum içinde
hayatlarını sürdürmelerini inceleyen bir bilim kolu olarak tanımlanmaktadır.9
Ekolojinin, Türkçede kullanıldığının aksine çevre anlamını taşımadığını söylemek
gerekir. Ekoloji, insanın içinde varlık kazandığı ve bir parçasını oluşturduğu
tabiî ortamla olan ilişkilerini ele alır ve günümüzde kullanıldığı anlamda
çevreden farklılık taşır.10

İnsanla çevresi arasındaki ve diğer canlılarla tabiî çevre
arasındaki ilişkiler, insanlığın ilk yıllarından sanayi devrimine kadar bazen
dengeleri bozulsa da bir uyum içinde devam etmiştir. Ancak sanayi devrimi ilk
defa insanın tabiata müdahale imkânlarını ve şartlarını hazırlamıştır. Ve bu
süreçte ekolojik denge insan tarafından tahrip edilmeye, bozulmaya, hatta
canlılar için tehlikeli olmaya başlamıştır.11

İnsanlığın tabiata hakim olma ve onu sınırsızca kullanma çabası
17.yy’dan sonra giderek artan bir hırsa dönüşmüş, sanayileşme ve teknolojik
gelişme sürecinde 1800’lü yıllarda önce Batı Avrupa ülkelerinde, daha sonraki
yıllarda da bütün dünyada pek çok sorun ortaya çıkmaya başlamıştır.

Bu noktada bir tanım yapmak gerekirse “Çevre Sorunları”
insanların sonradan oluşturduğu çevrenin doğal çevreye etkileri ile yapay
çevrede var olan olumsuzluklar ve her iki çevrede de görülen sorunlardır12
diyebiliriz.

Bu sorunlar dar anlamda hava, toprak, su, gürültü, nükleer ve
ısı kirlenmesi13 ve bu kirliliğin çevrede yaşayanlar için tehlike
meydana getirmeye başlaması olarak algılanırken günümüzde kirlenme dışında da
pek çok sorun çevre sorunu olarak sayılmaktadır.

Çoğu bilim dallarında olduğu gibi çevre koruma alanında da
fizikî olarak ortaya konulan konuların manevî yönden de değerlendirilmesi
gerekir. Çoğu kere konunun manevî yönü ile ele alınarak incelenmesi toplumun o
konuda şuurlaşmasına ve meselelerin çözümüne yardımcı olmaktadır. Aslında, çevre
koruma konusu bu yönden değerlendirildiğinde, meselenin yeni olmadığı, İslâm
Dini’nin bu meselelere çok eski zamanlarda sahip çıktığı, dinî sınırlar
içerisinde topluma uyulması gereken kurallar koyduğu görülmektedir.

Bu tebliğimizin gayesi, her canlıyı yakından ilgilendiren çevre
sorunları gibi önemli bir problem karşısında Kur’ân-ı Kerim’in görüşünü
belirtmek ve Kur’ân’ın çağdaş tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı’nda müellifin
çevreye ve çevre ile ilgili konulara verdiği önemi ve O’nun hayatından
tatbikatları göstermektir.

Hemen kaydedelim ki, “çevre sorunları” tâbiri her ne kadar son
devirlerde müstakil bir mevzu olarak ele alınmış ise de bunun muhtevasına giren
meselelere, dağınık şekilde de olsa, âyet ve hadislerde yer verilmiş, dikkatler
gereğince çekilmiştir. Bu tâbirin klasik kitaplarımızda bugünkü şekliyle yer
almamış olması konunun ihmal edildiği, meseleye ehemmiyet verilmediği manasına
gelmez. Aksine, insanı ilgilendiren her bir hususa, kıymeti nispetinde yer
vermiş olan İslâm Dini ve onun mukaddes kitabı Kur’ân-ı Kerim; ayrıca onun
çağdaş tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı bu konuya da yeterince eğilmiş ve açıklık
getirmiştir. Bizim yapacağımız iş, dağınık şekilde gelmiş olan açıklamaları
çevre sorunları tâbirinden bugün anlaşılan müfredâta göre tanzim etmek, onları
bir araya getirmek olacaktır.

I. Çevre Sorunlarının Çözümünde Dinin Önemi

Çevre problemleri ve bunların çözümleri söz konusu olduğunda
unutulmaması gereken bir olgu da din ve kültür olgusudur. Zira insanlar belli
bir kültür ve belli bir dinî atmosfer içerisinde dünyaya gelmekte, bu atmosfer
onun çevre ile ilişkilerini düzenlemektedir. Tarih bize gösteriyor ki,
insanların dinlerini ve kültürlerini hesaba katmayan eğitim ve kalkınma
programları hedefine ulaşamamakta ve insanlar bir nevi dayatma manası taşıyan bu
programlara direnmektedirler. Bunu hesaba katmayan bazı dayatmacı, totaliter ve
baskıcı rejimlerin yıkılışına hepimiz şahit olduk. Sosyolojik, antropolojik ve
psikolojik araştırmalarla da desteklenen bu gerçeği göz önünde bulunduran
Birleşmiş Milletler (BM) teşkilatı, çevre korumada her milletin kendi dinî ve
kültürel enginliklerinden yararlanmasını tavsiye etmiştir. Hedef ve gaye;
dünyayı ve eko sistemi korumak, daha sağlıklı bir gelecek olduğuna göre bu
hususta dinlerin yapacağı katkı elbette büyüktür.

Bu çerçevede, dünyanın en büyük çevre örgütlerinden birisi olan
World Wide Fund for Nature (Doğa İçin Dünya Fonu) 1989 yılında yaptığı bir
toplantıda dünyanın en büyük dinlerinin (İslâmiyet, Hıristiyanlık, Yahudilik,
Hinduizm ve Budizm) temsilcilerini bir araya getirerek çevre sorunlarına çözüm
bulmada dinlerin katkısını ve önemini tartışmışlardır.14

Yine konunun dinî boyutunu vurgulayan diğer önemli bir olay da
Şubat 1990 yılında Moskova’da meydana gelen; Astronom Carl Sagan ve tanınmış 22
bilim adamının Global çevreyi korumada kendilerine katılmak ve yardım etmek için
dünyanın tanınmış dinî liderlerine yaptıkları yardım çağrılarıdır. Bu bilim
adamları dinî liderlerle buluşma yeri olarak da beklenilenin tersine, Moskova’yı
tercih ettiler. Bilindiği gibi Moskova 70 yıldır dinsizliği resmen kabul eden ve
her türlü dinî faaliyeti yasaklayıp baskı altına alan totaliter bir rejimin
başkentliğini yapıyordu. Bu çağrıyı yapan bilim adamlarının vurguladıkları
gerçek şuydu: “Çevre koruma ve doğal güzelliklerini muhafazada kesinlikle dinin
önemli bir yeri vardır.”

Böylece modern bilim tarihinde ilk defa bir sorunun çözümü için
bilim adamlarının, dinden ve dinî liderlerden yardım istediklerine şahit
olunmaktadır. Aslında dünyamızın geleceği ve çevre sorunlarını arz ettiği
tehdidin boyutları düşünüldüğünde böyle bir çağrı için geç bile kalındığı
söylenebilir. Çevre sorunlarının üstesinden gelmede dinin oynayacağı role
İngiliz tarihçi ve düşünür A. Toynbee: “İnsanoğlunu maddî hırsın ilham ettiği
teknolojinin sonuçlarından korumak için bütün dinlerin ve felsefelerin
taraftarları arasında dünya çapında bir işbirliğine ihtiyacımız olduğunu
sanıyorum” diyerek işaret etmiştir.15

Geleneksel ve her türlü manevî, ahlâkî ve dinî değeri yok farz
eden anlayışla bu sorunların üstesinden gelinemeyeceği bugün her zamankinden
daha net olarak anlaşılmış bulunmaktadır. Konuyla ilgili olarak Dünya Çevre ve
Kalkınma Komisyonu’na görüşlerini açıklayan eski SSCB, Komünist Dergisi Baş
editörü T.T. Frolov şunları itiraf etmiştir:

“Global sorunların çözümünde başarıyla ilerlemek için yeni
düşünce yöntemleri geliştirmek, yeni ahlâk ve değer ölçüleri oluşturmak ve
kuşkusuz yeni davranış tarzları benimsemek zorundayız. Yalnızca (insanın)
maddesel, bilimsel ve teknik yanını geliştirmekle kalmayıp, daha önemlisi insan
psikolojisinde yeni değerlerin ve insanî beklentilerin oluşmasını sağlamalıyız.
Çünkü bilgelik ve insaniyet, insanlığın temelini oluşturan ebedî gerçeklerdir.
Yani sosyal, ahlâkî, bilimsel ve ekolojik kavramlara ihtiyacımız var.”16

Frolov’un işaret ettiği bu boşluğu, bugün din doldurmaya
başlamıştır. Bütün dünyada gözlemlenen dine yeniden dönüş ve dini değerlerin
yükselişinin nedenlerinden biri de budur.

Konunun dinî boyutunu vurgulayan ve yeni bakış açılarına
ihtiyacımız olduğuna işaret eden diğer bir çevreci ise Rudolf Bahro’dur. Alman
yeşillerinin öncü isimlerinden olan Bahro’ya göre sadece teknolojik ve kanunî
yöntemlerle çevrenin korunması ve kurtarılmasının zamanı geçmiştir. Yapılacak
tek şey: “Hz. İsa, Hz. Muhammed ve Buda’nın yaptığı gibi zihinsel bir devrim
yapmaktır.” İnsanların tabiat ve tabiattaki tüm varlıklarla olan ilişkilerini
yeniden tanımlamaktır. İnsanla doğa arasında daha dengeli ve sağlıklı bir ilişki
oluşturmaktır.

Bütün bu gerçekler göz önüne alınınca, gerek okullarda
okutulmakta olan çevre derslerinin işlenmesinde ve gerekse bunun bir sonucu
olarak çevreyi koruma ve gelecek nesillere daha sağlıklı bir çevre bırakmada
İslâm Dini’nin konuyla ilgili prensiplerinin bilinmesinin önemi açıktır.

Ayrıca konunun dinî boyutunu vurgulamakla, sanayici, işadamı,
yönetici ve diğer ilgililerle birlikte halkımızı daha duyarlı hareket etmeye
çağırıyoruz. Her türlü ticarî ve endüstriyel faaliyetlerin amacı sadece kâr
olmamalı. Bu faaliyetin başta insanlar olmak üzere, bütün ekosisteme getirdiği
zarar ve tahribat, mevzuat ve düzenlemelerin yaptırım gücünün yanında, insanlar
yaptıklarının vicdanî muhasebesini yaparak bu tahribat en aza indirilebilir.
Norveçli derin ekoloji hareketinin kurucularından Prof. Dr. Arne Naess de bu
gerçeğe işaret ederek; Hıristiyan ve Müslümanların İncil ve Kur’ân’ın insana
yüklediği sorumluluğu ekolojik bir bakış açısıyla yeniden yorumlayıp
vurgulamalarının gerektiğini belirterek çevre korumada dinin oynayacağı role
işaret etmiştir.17

II. Çevre Konusuna Kur’ân-ı Kerim ve Çağdaş Tefsiri Risale-i
Nur’un Yaklaşımı

Hiçbir kutsal kitap, Kur’ân-ı Kerim kadar, insana yakın
çevresinden, tabiattan, daha geniş manada kâinattan bahsetmez. Kur’ân, insana
kâinatın nasıl yaratıldığı, niçin yaratıldığı, ondaki çeşitli varlıkların yapısı
hakkında çok çeşitli genel bilgiler verdiği gibi insanın onunla nasıl bir
irtibat ve ilişki içerisinde olması gerektiği hakkında da bilgi vermektedir, ona
yol göstermektedir.

Çevrecilik tarihi açısından insanlık tarihinin çok erken bir
devrinde başlayan İslâm’daki ekolojik hareketin ortaya çıkmasına sebep, hiç
şüphesiz bizzat İslâm dinidir; daha açık bir ifadeyle, Kur’ân-ı Kerim’in
kendisidir. Kur’ân-ı Kerim onları hem küfrün karanlığından temizlemek, hem de
bedenlerini temizlemek ve dünya işlerini düzene sokmak için gelmiştir; bu
yönüyle Kur’an-ı Kerim kalp ve bedenler için şifadır. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim,
insanın manevî dünyası kadar maddî dünyası ile de ilgilenmiştir. Her konuda
olduğu gibi çevre konusunda da Kur’ân-ı Kerim Müslümanlara rehberlik etmiştir.
İşte bunun için İslâm’ın doğuşuyla birlikte, ona inananlar için çevre, üzerinde
önemle durulan bir konu olmuştur.

Tebliğimizde usûl olarak, önce -imkan nispetinde- Kur’ân-ı
Kerim’in konu hakkındaki hükmünü verecek ondan sonra da onun çağdaş tefsiri
Risale-i Nur’dan ve onun muhterem müellifi Bediüzzaman Said Nursî’nin görüş ve
tatbikatlarından bahsedeceğiz.

A. Allah’ın Varlığının En Büyük Delillerinden Birisi Olan
Kâinat Kitâbı

Allah, insanı kendisine inanması, O’nu bilmesi ve O’na kulluk
etmesi için yarattığını belirtir. İnsanın O’nun var ve gerçek olduğuna
inanabilmesi için çok çeşitli yol bulunduğunu, ancak en açık ve seçik yolun,
insanın kendi varlığı da dahil kâinattaki bütün varlıklara bakması, onlar
hakkında insanın düşünmesi olduğu üzerinde Kur’ân ısrarla durmaktadır: “Biz
ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi öz varlıklarında
göstereceğiz; ta ki Kur’ân’ın, Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu
onlar tarafından da iyice anlaşılacak. Rabbinin her şeye şahid olması yetmez
mi?”18 meâlindeki bu ayette belirtildiği gibi insanın bizzat kendi
varlığı ve diğer bütün varlıklar Allah’ın var olduğuna dair birer işaret ve
belgedir. Bu konuda Kur’ân-ı Kerim’de birçok ayet vardır.19

Bediüzzaman da bu konudaki birçok ayetin tefsirini yaparak, en
yakın çevreden başlayarak kâinattan ve içinde bulunanlardan ve bunların
intizamından bahsetmiş ve böylece, Allah’ın varlığını ispat etmede bunlardan
istifade etmiştir. Zira ona göre; Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî
muarrif (tanıtıcı) vardır. Birincisi şu Kitâb-ı Kâinat’tır.20

Bediüzzaman’a göre, kâinatı ve onun bir parçası olan ve içinde
yaşadığımız çevreyi kirletmek, zarar vermek veya yok etmek demek, Rabbimizi bize
tarif eden büyük küllî bir muarrifi yok etmek demektir.

Misal 1. “…Evet, her bir çiçek, her bir meyve, her bir ot,
hatta her bir hayvan, her bir ağaç, birer mühr-ü ehadiyet ve birer sikke-i
samediyet olduklarını ve bulundukları mekân ise, bir mektup sûretini alması
cihetiyle her biri bir imza şeklini alır, o mekanın kâtibini gösteriyor. Mesela,
bir bahçede bir sarıçiçek, o bahçe nakkaşının bir mührü hükmündedir. O çiçek
mührü kimin ise, bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, O zatın kelimeleri
hükmünde olduğuna ve o bahçe dahi O’nun yazısı olduğuna, açık bir sûrette
delalet ediyor.

Demek oluyor ki, her bir şey, umum eşyayı Hâlikına isnad edip
azamî bir tevhide işaret ediyor.21

Misal 2. Bediüzzaman, “Mirac’ın semerâtı ve faydası nedir?” diye
kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta, “…Şu kâinatı perişan ve fanî ve
karma karışık bir vaziyet-i mevhumun çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı
kudsî mektubat-ı samedâniye, güzel ayine-i cemâl-i ehadiye vaziyeti olan
hakikatini göstermiş, kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş22
diyerek, kâinatın, kudsî mektubat-ı Samedâniye, güzel âyine-i cemâl-i ehadiye”
olduğunu söylemiştir.

Misâl 3. Yine Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye’de Tevhid denizinden
isimli bölümde, kâinatın, elli beş lisanla Allah’ın vücûb-u vücûd ve vahdetine
şahâdet ve delâlet ettiğini belirtir: “Öyle bir Allah ki, vücûb-u vücûd ve
vahdetine, şu Kitab-ı Kebir denilen alem, bütün yazıları ve fasıllarıyla,
sayfalarıyla, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle şahadet ettiği gibi…
bütün envâıyla, erkanıyla azasıyla, eczasıyla, hüceyratıyla, zerratıyla,
esiriyle, elli beş lisanla vücûb-u vücûd ve vahdetine şahâdet ve delâlet eder.”23

B. Kâinatın Mânevîliği

Kâinattaki büyüklü-küçüklü her varlığın Allah’ın varlığını
gösteren apaçık delil olması ve bütün kâinatın insanın emrine verilmesi, bize
kâinata mânevî bir anlamın yüklenmiş olduğunu göstermektedir. Allah’ın, her
varlığı, inanan insan gibi kendisine ibadet edici olduğunu ve daimî sûrette
kendisinin varlıklarla ilişki içerisinde bulunduğunu bildirmesi, gerçekten
kâinatın mânevî yönünün olduğunu ispat etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de Allah, kâinatın mânevîliğine aşağıdaki ve
benzer âyetlerde şöyle işaret etmektedir:

“Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin
değişik olması O’nun işaretlerindendir.”24

“Yedi gök, yer ve onlarda bulunanlar Allah’ı tesbih ederler.
O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini
anlayamazsınız.”25

“Gövdesiz bitkiler (necm) ve ağaçlar da Allah’a secde ederler.”26

Yerlerdeki ve göklerdeki en küçük varlıktan en büyük varlığa
kadar her şey, düşünen ve inanan insan için alelâde bir şey değildir. Canlı
olsun cansız olsun, her şeyin fizikî kıymetinin ötesinde manevî bir değeri
vardır. Her şey, Allah’ın işareti, O’nu her an zikreden O’na dâimi sûrette
ibâdet eden “tabiî mü’minler”dir.

İşte bu bakımdan, varlıklar bir çeşit kutsaldır;27
onların rast gele öldürülmesi, yok edilmesi İslâm dinince yasaklanmıştır.
Varlıkları, mânevî yönden yaratılıştan kutsal görme, İslâm çevreciliğinin esas
metafizik temelini oluşturmaktadır. Bu temele dayanarak, Müslümanlar çevreye her
zaman sahip çıkagelmişlerdir. Çünkü çevreye yapılan bir kötülük, Allah’a karşı
yapılan bir kötülük olarak değerlendirilmiştir.28

Bu bağlamda Bediüzzaman da; kâinatta bulunan canlı-cansız en
küçük varlıktan en büyüğüne kadar hepsinin Allah’a ibâdet ettiklerini
bildirerek, kutsal olduklarını, onun için de rast gele öldürülmemeleri ve yok
edilmemeleri gerektiğini bildirir. Böylece insanlara, çevrelerine karşı daha
duyarlı davranmaları gerektiği şuurunu verir. Hac Sûresi 18. âyetin tefsiri
münasebetiyle şöyle demektedir:

Misâl 1. “Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar,
güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar ve insanların birçoğu
Allah’a secde eder…”29

Şu büyük ve geniş âyetin hazinesinden yalnız bir tek cevherini
göstereceğiz. Şöyle ki: Kur’ân-ı Hakîm tasrih ediyor ki, arştan ferşe,
yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyârattan zerrelere kadar her
şey Cenâb-ı Hakk’a secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri,
mazhar oldukları esmâlara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit
çeşittir…”30

Misâl 2. “Şu kâinatın mevcudatına nazar-ı dikkatle bakılsa
görünür ki, cüz’iyat gibi külliyatın dahi birer şahs-ı mânevisi vardır ki, birer
vazife-i külliyesi görünüyor, onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Meselâ, bir
çiçek kendince bir nakş-ı san’atı gösterip lisan-ı haliyle esmâ-i Fâtırı
zikrettiği gibi küre-i arz bahçesi dahi bir çiçek hükmündedir, gayet muntazam
küllî vazife-i tesbihiyesi vardır. Nasıl ki bir meyve, bir intizam içinde bir
ilânâtı, tesbihatı ifade ediyor. Öyle de, koca bir ağacın heyet-i umûmiyesiyle
gayet muntazam bir vazife-i fıtriyesi ve ubudiyeti vardır. Nasıl bir ağaç,
yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimâtıyla bir tesbihatı var. Öyle de, koca
semâvat denizi dahi, kelimâtı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve aylarıyla
Fâtır-ı Zülcelâline tesbihat yapar ve Sâni-i Zülcelâline hamd eder, ve
hâkezâ…”31

C. Kâinattaki Ekolojik Denge ve Korunması

Kur’ân-ı Kerim’in kâinatla ilgili olarak ısrarla üzerinde
durduğu konulardan birisi de, ekolojik denge meselesidir. Yaratılmış her şeyin
bir ölçü, düzen, adalet ve denge içinde yaratıldığını insana sık sık
hatırlatmaktadır. “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.”32
Hazinesi bizim katımızda olmayan hiç bir şey yoktur. Biz onu belli bir ölçüye
göre indiririz.”33

Modern insanın ancak çevre problemlerinin ortaya çıkması ve
Ekoloji Bilimi’nin yardımıyla farkına vardığı ve şimdilerde hepimizin korumaya
çalıştığı bu dengeye, Kur’ân dikkatlerimizi özellikle çekmektedir. Allah’ın
eseri olan bu dengenin korunmasında görev, Allah’ın ahsen-i takvim olarak (en
güzel şekilde) yarattığı ve kendisine vekil (halîfe) kıldığı insana aittir.
Günümüzde maalesef tabiattaki denge ve insanla tabiat arasındaki denge
bozulmuştur ve bu dengenin bozulduğunu pek çok kimse de kabul etmektedir. Ama
özellikle insanla tabiat arasındaki bu dengesizliğin, insanla Allah arasındaki
uyumun bozulmasından kaynaklandığını herkes fark etmiş değildir.34
Buna göre Allah ile arasındaki uyumu bozmayan veya en azından bozmamaya dikkat
eden bir Müslüman, kâinatın dengesini bozamaz ve bozulmasına seyirci kalamaz.
Zira bu tabiî denge aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerini de yansıtan
bir ayna gibidir.35

Bediüzzaman Said Nursî’ye göre de, kâinatta en küçük varlıktan
en büyüğüne kadar hepsinde bir denge vardır. Eğer bu denge olmasaydı ve
bozulsaydı; deniz karmakarışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti. Hava,
zararlı gazlar ile zehirlenecekti. Zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir
bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı. Şimdi, Bediüzzaman’ın ilgili ayetin
tefsirinde ne dediğine bakalım:

“Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın. Her
şeyi biz belirli bir miktarla indiririz.”36 âyetinin bir nüktesi ve
bir İsm-i Âzam veyahut İsm-i Âzamın altı nurundan bir nuru olan Adl isminin bir
cilvesi…

Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve
tamir içinde çalkalanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret
içinde kaynayan bir memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde
yuvarlanan bir âlem var.

Hâlbuki o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece
hayretengiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor; bilbedâhe ispat eder
ki bu hadsiz mevcudatta olan hadsiz tahavvülât ve vâridat ve masarif, her bir
anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir bir tek zâtın mizanıyla
ölçülür, tartılır. Yoksa balıklardan bir balık, bin yumurtacıkla ve nebâtattan
haşhaş gibi bir çiçek, yirmi bin tohumla ve sel gibi akan unsurların,
inkılâpların hücumuyla şiddetle muvazeneyi bozmaya çalışan ve istilâ etmek
isteyen esbap başıboş olsalardı veyahut maksatsız, serseri tesadüf ve mizansız,
kör kuvvete ve şuursuz, zulmetli tabiata havale edilseydi, o muvazene-i eşya ve
muvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki, bir senede, belki bir günde hercümerç
olurdu. Yani, deniz karmakarışık şeylerle dolacaktı, taaffün edecekti. Hava
gazât-ı muzırra ile zehirlenecekti. Zemin ise bir mezbele, bir mezbaha, bir
bataklığa dönecekti. Dünya boğulacaktı.

İşte, cesed-i hayvânînin hüceyrâtından ve kandaki küreyvât-ı
hamrâ ve beyzadan ve zerrâtın tahavvülâtından ve cihazât-ı bedeniyenin
tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarifine, tâ zemin altındaki
çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına, tâ hayvânat ve nebâtâtın tevellüdat ve
vefiyatlarına, tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına, tâ unsurların ve
yıldızların hidemât ve harekâtlarına, ta mevt ve hayatın ziya ve zulmetin ve
hararet ve bürûdetin değişmelerine ve dövüşmelerine ve çarpışmalarına kadar, o
derece hassas bir mizanla ve o kadar ince bir ölçüyle tanzim edilir ve tartılır
ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği
gibi, hikmet-i insaniye dahi her şeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir
mevzûniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmet-i insaniye, o intizam ve
mevzûniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır… Ve bilhassa zeminin yüzünde,
nebatî ve hayvanî dört yüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve
yaşayışça Rahimâne muvazeneleri, ziya güneşi gösterdiği gibi, bir tek Zat-ı Adl
ve Rahimi gösteriyor.”37

D. Yeryüzünün Halîfesi Olan İnsanın Tabiattaki Dengeyi
Bozması, Karada ve Denizde Fesat Çıkarması

“Düşünün o zamanı ki, Rabbin melâikeye hitaben, ‘Ben yerde bir
halîfe yaratacağım’ dedi…”38 âyetinde ifade edildiği gibi insan
yeryüzünde Allah’ın halîfesidir ve yeryüzünde her şey onun istifadesine
sunulmuştur. Fakat bazı insanlar halîfeliği suiistimal ederek, Allah’ın
yarattığı ve kendi varlığının ayetleri olarak bildirdiği ekolojik dengeleri,
tabiattaki nizamı, intizam ve düzeni yok etmişler ve bozmuşlardır. Halîfe demek
vekil demek, yani Allah’ın yeryüzünden sorumlu tuttuğu, yeryüzünün sorumluluk ve
korunmasını ona bıraktığı varlık demektir. Bu vekil,39 bu âlemi belli
bir düzen, denge ve ahenkle yaratan Zat’ın emanetine ihanet edemez. Bu düzeni ve
ahengi bozduğu ve tahrip ettiği anda, artık o kötü bir vekil olarak anılacaktır.40
Kur’ân-ı Kerim bu kötü vekiller için şöyle diyor:

“Yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye
çabalayan insanlar vardır. Allah bozgunculuğu (fesadı) sevmez.”41
Âyette de açıkça belirtildiği gibi, fesatçı olan kimseler, sadece insan ve
toplumlara zarar vermek ve kötülük etmekle kalmazlar, aynı zamanda tabiî çevreye
de zarar verirler. İşte bunun için, Allah insanların fesatçı olmalarını kınıyor.
Onların çevreye karşı olumsuz etki edebileceklerine dikkatimizi çekiyor. Ayrıca
Kur’ân-ı Kerim’de, inançsızlık, fesatçılık, israfçılık, nankörlük, itaatsızlık
ve bozgunculuk gibi gayri ahlâkî davranışları sebebiyle bazı milletlerin hem
kendilerine hem de çevrelerine zararları yüzünden kendi elleriyle yok olup
gitmeleri misal verilmektedir.42

Şu âyette ise, Allah insanların tabiî dengeyi bozmaları sonucu,
yeryüzünde fesat çıkacağını ve bunun zararını çekeceklerini haber veriyor:
“İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde bozulma (fesat)
çıkar; Allah da belki geri dönerler diye yaptıklarının bir kısmını kendilerine
tattırır.”43 Görüldüğü gibi, Allah, bu âyetlerde bize doğrudan
doğruya kâinatın tabiî dengesini bozmamamızı emrediyor ve bozduğumuz takdirde
de, zararını çekeceğimizi haber veriyor.

Allah insandan tabiî çevresini ve kâinatı korumasını, onların
tabiî ve ekolojik dengelerini bozmamasını istemektedir. Aksi takdirde, bizzat
insanın kendisinin bundan zarar göreceğini de ifâde etmektedir. Allah, aşağıdaki
âyetlerde görüleceği üzere kâinatta bir tabiî ve ekolojik dengenin var olduğuna
dikkatlerimizi çekerek, arkasından bunu koruyunuz demekle; aksi halde insanlığın
istenmeyen durumlarla karşılaşabileceğini belirtmektedir. “Göğü bu âhenkle O
yükseltti ve bu mîzanı koydu ki, siz de ders alıp ölçü dışına taşmayasınız.
Tartıyı adaletle yapın, sakın teraziyi eksik tartmayın.”44

Seyyid Hüseyin Nasr’a göre de çağdaş insan, tabiatı sorumsuzca
kullanarak onu ifsat etmektedir: “Çağdaş insan için tabiatın hiçbir kutsal
tarafı kalmamıştır… Üstelik tabiat, ulaşılması mümkün son noktasına kadar
kullanılacak ve istismâr edilecek bir ‘şey’ gibi görülmektedir. Çağdaş insan
tabiatı, kendisinden yararlandığı, ama kendisine karşı ayrıca sorumlu da olduğu
bir eş gibi değil, bir ortamalı gibi görmektedir. Bir ortamalı gibi ‘kullanılan’
tabiatın durumu, günden güne, daha fazla gönül eğlendirmeyi imkânsız
kılmaktadır. Aslında pek çok kişinin, onun durumundan kaygı duymaya başlamasının
sebebi de budur…”45

Bediüzzaman Said Nursî de, insanın yeryüzünde halîfe olduğunu,
yeryüzünün ve içindekilerin onun emrine verildiğini, ilgili âyetlerin tefsirinde
şöyle açıklar:

“Yeryüzünde ne varsa sizin için O yarattı…”46 ve
“Düşün o zamanı ki, Rabbin melâikeye hitaben ‘Ben yerde bir halîfe yaratacağım’
dedi…”47 Bu âyetler, beşere verilen büyük nimetleri sayıyor.
Birinci ayette en büyük nimete işaret edilmiştir ki, beşer, hilkatin neticesidir
ve arzın müştemilatı ona teshir edilmiştir. İstediği gibi tasarruf eder. Bu âyet
ile de, beşerin arza hâkim ve halîfe kılınmış olduğuna işaret edilmiştir.”48

Başka bir yerde de aynı konu ile ilgili olarak şöyle der:

“…Koca kâinatı bir hanesi misilli insana musahhar ve müzeyyen
ve tefriş etmek ve o insanı halîfe-i zemin ederek ve dağ ve gök ve yer
tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrayı ona vermesi ve sair zîhayatlara bir
derece zabitlik mertebesiyle mükerrem etmesi ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve
sohbetine müşerref eylemesiyle fevkalade bir makam verdiği ve bütün semavî
fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi ve beka-i uhreviyeyi kat’î vaad ve ahdettiği
halde elbette ve hiçbir şüphe olmaz ki, bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı
saadeti o mükerrem ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve
kıyameti getirecek diye, Muhyî ve Mümît ve Hayy ve Kayyûm ve Kadîr ve Alîm
isimleri, Halikımızdan sormamıza cevap veriyorlar.”49

Bediüzzaman, yeryüzünün halîfesi olmakla beraber, halîfeliği
suiistimal ederek kötü bir vekil durumuna düşen, denizlerde ve yerde fesat
çıkaran insana, “Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü adaletsiz, ey kirli,
nezaketsiz, bedbaht insan!” diyerek, yaptığı işin ne kadar çirkin olduğunu
vurgulamaktadır:

“Ey israflı, iktisatsız, ey zulümlü, adaletsiz, ey kirli,
nezaketsiz, bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün mevcudatın düstur-u hareketi
olan iktisat ve nezafet ve adaleti yapmadığından umum mevcudata muhalefetinle,
mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine mahzar oluyorsun. Neye dayanıyorsun
ki, umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla, israfınla, nezaketsizliğinle
kızdırıyorsun?

Evet, ismi-i Hakîmin cilve-i azamından olan hikmet-i amme-i
kâinat, iktisat ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor, iktisadı emrediyor.

Ve ism-i Adlin cilve-i azamından gelen kâinattaki adalet-i
tamme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor.
Sûre-i Rahman’da, ‘Gökyüzünü yükseltip nizam ve ölçü verdi. Tâ ki ölçüde sınırı
aşmayın ölçüyü ve tartıyı adâletle yerine getirin ve âhiretteki mizanınızı
ziyana düşürmeyin.’50 âyetindeki, dört mertebe, dört nevi mizana
işaret eden, dört defa mizan zikretmesi, kâinatta mizanın derece-i azametini ve
fevkalade, pek büyük ehemmiyetini gösteriyor. Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı
gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur. Ve ism-i Kuddusün
cilve-i azamından gelen tanzif ve nezafet bütün kâinatın mevcudatını temizliyor,
güzelleştiriyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî
nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.

İşte, hakaik-i Kur’âniyeden ve desatir-i İslâmiyeden olan
adalet, iktisat, nezafet, hayat-ı beşeriyete ne derece esaslı birer düstur
olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’âniye ne derece kâinatla alakadar ve kâinat içine
kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakâiki bozmak, kâinatı bozmak ve sûretini
değiştirmek gibi, mümkün olmadığını bil.”51

E. İktisadı Emir, İsraftan Men

Bugün, tüm çevre kirliliği ve tabiî dengenin bozulmasının ana
sebeplerinden birisi hiç şüphesiz israftır. İsraf, bugünkü ev ekonomisinde var,
üretim ve tüketimde var, sanayi ve teknolojide var. Âdeta insanlık israf için
yarışıyor gibi. Sun’î ihtiyaçlar meydana getiriliyor ve sun’î yere tabiî
kaynaklar tüketiliyor. Neticede tabiî denge bozuluyor, hava ve sular
kirletiliyor. O halde sağlıklı bir çevre için, her türlü israftan kaçınmak
gerekiyor; insanlığın ihtiyaçlarla orantılı bir üretim ve tüketim içinde olması
lüzumu vardır. Onun için Kur’ân-ı Kerim’de israfla ilgili olarak şöyle
buyurulmaktadır: “Yiyiniz, içiniz; fakat israf etmeyiniz. Allah israf edenleri
sevmez.”,52 “Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olurlar;
şeytan ise Rabb’ine karşı pek nankördür.”53

İsrafı yasaklayan, her şeyde ölçülü olmayı emreden, ihtiyaç
fazlasını infak ettirerek bencilliği ortadan kaldıran, insanı maddî çıkarların
kölesi değil, kâinatın efendisi ve en şereflisi sayan insana, hayvanlara,
bitkilere ve bütün kâinat düzenine saygıyı öğreten İslâmî öğreti, bugünkü
çöküntüye karşı en güçlü alternatifi oluşturmaktadır.54

Çevreyi korumada “iktisad”ın önemi, zamanımızda iyice
anlaşılmıştır. Nüfus kesâfeti gittikçe artan dünyamızın mahdut olan tabiî
kaynakları, israf yüzünden çabucak bitme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Ayrıca
gerek enerji ve gerekse diğer ihtiyaç maddelerinin istihlaki sonucu hâsıl olan
kirletici artıklar, yeryüzündeki bütün canlıları toptan tehdit eder olmuştur. Bu
sıkıntıların pek çoğunun kaynağında çeşitli israflar yatmaktadır.

Bediüzzaman’ın hayatında iktisatla ilgili dikkat çekici çok
önemli örnekler vardır. Bediüzzaman, eserlerinde israftan men edip iktisadı
tavsiye ederken, kendi hayatında da hep iktisatlı yaşamış, böylece hem hâl dili,
hem de kâl diliyle ders vermiştir.

Bedîüzzaman Said Nursî’nin iktisatla ilgili olarak, hâl ve kâl
diliyle verdiği derslere geçmeden, dünyanın bugün içinde bulunduğu ekonomik
krize kısaca temas etmek istiyoruz:

F. İş Ahlakı ve Ekonomik Kriz

-Günümüzde inananlar İslam’ın vaz’ettiği iş ve ticaret ahlakına
göre yetiştirilmediğinden ve ona göre hareket etmediklerinden dolayı kardeşler
bile birbirleriyle yaka-paça oluyor ve kavga ediyorlar, neticede de kriz oluyor.
Mü’minlerin ceviz kabuğunu doldurmayacak şeylerden dolayı kavga etmelerinin ve
sermayelerini bölüp parçalamalarının altında yatan sebeplerden biri de şeytanın
ve nefs-i emmarenin inananları boş bırakmayıp birbirine düşürmesidir. Ehl-i
dünya ise, şeytanın ve nefs-i emmarenin de sevkiyle dünyevî menfaatler etrafında
bir araya geliyor ve daha çok kazanıp ekonomik bir imparatorluk gerçekleştirmek
için her türlü fedakârlıkta (!) bulunabiliyorlar.

-Sebepler açısından, iktisadî hayatta başarılı olmanın önemli
bir vesilesi de; ehil birisini bulup işin başına koymak ve çalışma tüzüğünü
hazırladıktan sonra onu kendi inisiyatifiyle baş başa bırakıp -fevkalâde bir hâl
olmazsa- onun işlerine karışmamaktır. Müslümanlarda ise, her şeyin en iyisini
ben bilirim aldanmışlığı ile, krizlere davetiye çıkarmıştır.

-Ashab-ı Kiram efendilerimiz çok fakir olarak Medine’ye hicret
etmişlerdi; ama fazla zaman geçmeden bir anda beş yüz deve tasadduk edecek kadar
zengin olmuşlardı. Çünkü, onlar mü’min ferasetini çok iyi değerlendirmiş, eşsiz
bir iş ahlakı ve ticaret felsefesiyle dönemin en güçlü tüccarlarının bulunduğu
pazarlara bile hakim olmuşlardı.

-Müslümanlar, ellerindeki her şey gitse bile keşke birliklerini
ve kardeşliklerini muhafaza edebilselerdi!.. Keşke sermayelerini ve himmetlerini
bir araya getirse, dünya çapındaki büyük işlerin altına girecek kadar güçlü olsa
ve sonra da -Hazreti Osman ve Hazreti Abdurrahman b. Avf gibi- maddî imkanları
ulvî gayeler hesabına infak etme civanmertliğini ortaya koyabilseler!.. Onun
için iş ortaklığına girişen kimseler daha baştan sistemlerini sağlam kurmalılar;
şirket mukavelelerini çok iyi hazırlamalılar; vukû bulması muhtemel
anlaşmazlıkları başlangıçta hesap edip itirazların önünü iç tüzükle önceden
kesmeliler ve yapılacak işlerin fizibilitesini dikkatlice yapmalılar… Bunları
yaparken kazandıklarının gereğini Allah rızasıyla yerine getirme şuuru içinde
olmalılar. İnananlar, Rezzâk-ı âlem Cenâb-ı Hakk’ın taksimatına rıza
göstermeliler ama sebepler dünyasında yaşadıklarından dolayı zikredilen esbabı
yerine getirmede de kusur etmemeliler.

-Müslümanlık muameledir; yani, her meselede, bilhassa
alış-verişte helali ve haramı gözetmektir. Ekonomik krizin sebeplerinden birisi
de, bir Müslüman olarak helal ve harama dikkat etmedikleri için –Cenâb-ı Hak
tarafından bir ikaz olarak- şefkat tokadıdır.

-Dünyanın içinde bulunduğu kriz ve benzerlerine karşı
Müslümanlar; Zâtî değeri olmayan şeylerle muamelelere girmemeliler, yani kağıda,
borsaya, senede ve çeke bağlı bir kısım kazançlar peşine düşmemeliler. Tam
aksine ne zaman pazara sunulursa sunulsun dünyanın her yanında alıcı bulacak
olan ve zâtî değeri bulunan sermaye ile iş yapmalılar.

-Müslüman iş adamları ve müteşebbisleri bu dönemde çok tedbirli
olmalılar; belki meseleyi bir müddet rölantide götürmeliler; büyük kazanç
hülyalarını bırakmalılar. Kat’iyen hiç iş yapmayacak kadar ümitsizliğe
düşmemeliler; ama eskiye nazaran daha da tedbirli çalışmalılar.

Bediüzzaman’ın, israftan men edip iktisadı tavsiye ederken, hem
hâl dili, hem de kâl diliyle verdiği derslerden bazıları şunlardır:

a. Umûmî olarak israfın zararından bahsedip israftan
menetmesi ve iktisadı emretmesi:

Bediüzzaman, iktisadın lüzum ve faydalarına, israfın da haram
oluşu ve zararlarına dair müstakil bir risale telif etmiştir. Bu risale ile
iktisadın ne kadar faydalı ve israfın da ne kadar zararlı olduğunu gözler önüne
sermiştir. Özetle şöyledir:

“İktisat Risalesi: İktisat ve kanaate, israf ve tebzîre dairdir.

“Yiyin, için, fakat israf etmeyin.”55

Şu âyet-i kerime, iktisada kat’î emir ve israftan nehy-i sarih
sûretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor.

Hâlik-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür
istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat
ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır…

“İktisat eden maîşetçe aile belasını çekmez.”56
meâlindeki hadis-i şerifi sırrıyla, iktisat eden, maîşetçe aile zahmet ve
meşakkatini çok çekmez.

Evet, iktisat kat’î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet
olduğuna o kadar kat’î deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle, ben kendi
şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zâtların şahadetleriyle
diyorum ki:

İktisat vasıtasıyla bazen bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım
gördüler. Hattâ dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel benimle beraber Burdur’a
nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemem için,
zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi
param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha
zenginim.” Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir ki, iki
sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden
borçlandılar. Lillâhilhamd onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat
bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüzsuyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı
hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “insanlardan istiğnâ” mesleğini
bozmadı…

Eğer iktisat edip hacât-ı zarûriyeye iktisar ve ihtisar ve
hasretse, “Şüphesiz ki rızkı veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan
Allah’tır”57 sırrıyla, “Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur
ki, onun rızkını vermek Allah’a ait olmasın.”58 sarâhatiyle, ummadığı
tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacak…

Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise,
çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar.
Mütemadiyen şekvâ ettirir. Hem ihlâsı kırar, riya kapısını açar. Hem izzetini
kırar, dilencilik yolunu gösterir.

İktisat ise kanaati intaç eder. “Kanaat eden aziz olur: tamah
eden zillete düşer.”59 hadisinin sırrıyla, kanaat, izzeti intaç eder.
Hem sa’ye ve çalışmaya teşci eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü
meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırrıyla ikinci
gün yine çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz.
Çalışsa da şevksiz çalışır.

b. Az bir yemekle iktifa etmesi

Bediüzzaman, israftan men edip iktisadı tavsiye ederken,
kendisinin aksini yapması elbette ki doğru olmazdı. O, iktisat prensibi, aza
kanaat edip şükretmesi, israftan uzak durması ve Allah’ın onun yiyecek ve
içeceğine bereket vermesiyle hayatını devam ettirdiğini bildirmektedir. Buna
rağmen hakkında sû-i zanda bulunup değişik endişeleri olanlara ve ehl-i dünyanın
“Neyle yaşıyorsun?” sorularına karşılık, yemeğindeki bereket ve ikram-ı İlâhîyi,
iktisat prensibini ve az yemekle iktifa ettiğini bilmecburiye anlatmıştır.60

c. Elbise ve ayakkabısını temiz olmak şartıyla yamayarak ve
tamir ederek giymesi

Said Nursî, yiyeceğinde iktisatlı olduğu gibi, giyim-kuşamında
da aynı şekilde israftan uzak, iktisatlı bir hayat yaşamıştır:

“…Şu üstümdeki sako(palto)yu, yedi sene evvel eski olarak
almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile
idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlâhiye bana kâfi geldi….”61

d. Dünyalık adına çok az bir şey ile iktifa etmesi

Bediüzzaman Said Nursî, gösteriş ve alâyişten uzak, çok mütevazı
bir hayat yaşamıştır. Onun dünyalık adına yanında, ihtiyaçlarını göreceği çok az
eşyadan başka bir şey bulunmamıştır. Bu hâliyle o, günümüz müsrif insanlarına
çok önemli bir ders vermektedir.

Bediüzzaman Said Nursî’yi, değişik zaman ve değişik mekânlarda
ziyaret edenlerin görüp anlattıkları kadarıyla, kaldığı odası ve dünyalık adına
sahip olduğu eşyalar şöyledir:

Misal 1. “Bediüzzaman Said Nursî’nin odasında ince bir yer
yatağı, ince bir yorgan, bir cep saati, ibrik, çay takımı vardı. Başkaca göze
çarpan dünyalık bir şey görmedim”62

Misal 2. “… Yerde bir hasır vardı. Bütün evindeki eşyalar, o
günkü para ile yüz lira değerinden daha az ederdi. Bir de demirden soba
vardı…”63

Misal 3. “… Benim bildiğim ve gördüğüm kadarıyla,
Bediüzzaman’ın siyah kaput bezinden bir cübbesi, mestsiz bir gıslavet lastiği,
omuzunda bir seccadesi ve elinde bir ibriği vardı. Dünya malı bu, gittiği
yerlerde bunları peşinden taşırdı.”64

Misal 4 “… Arkadaşlar! Üstadımız bir yerde diyor ki: ‘Ben
dünya yükümü bir elimle kaldırabilirim’ (elindeki büyükçe bir bohçayı
göstererek). “İşte Üstadın dünyadaki malı mülkü, hepsi bu kadar” dedi.”65

G. Kuddûs İsminin Tefsiri ve Temizlikle İlgisi

Kuddûs; kusur ve noksanlıklardan müberrâ olan, en mukaddes, hiç
eksiği olmayan pak, temiz demektir.

Kur’ân-ı Kerim Allah’ın “Esmâ-i Hüsnâ”sının, yani güzel
isimlerinin olduğundan bahseder: “En güzel isimler (Esmâ-i Hüsnâ) Allah’ındır.”66
Bu güzel isimlerden birisi de “Kuddûs” ismidir. bu isim Kur’ân-ı Kerim’de Haşr
Sûresi 23 ve Cuma Sûresi 1’nci âyetlerde zikredilmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî, Kuddûs isminin yorumunda; bu kâinatı ve
küre-i arzı büyük bir fabrika, han ve bir misafirhaneye benzetmekte, kâinattaki
temizliğe dikkat çekmekte ve yeryüzünün; bulutların, yağmurun, sineğin,
kargaların, kurtların, solucanların, karıncaların, böceklerin, insan vücudundaki
alyuvar ve akyuvarların, hepsinin Kuddûs isminin cilvesine mazhar olarak hareket
ettiklerini ve temizlik görevlerini yerine getirdiklerini anlatmaktadır.
Yeryüzünde meydana gelen kirliliğin, kendiliğinden temizlendiğini, bunun da
Allah’ın Kuddûs isminin gereği olduğunu bildirir. Zira, eğer yeryüzünde ve
denizde meydana gelen binler hayvanât milletlerinin cenazeleri ve bitki
tâifelerinin enkazları; denizlerin âkilüllahm (et yiyen) temizlikçileri ve
karaların kartalları, belki kurtlar ve karıncalar gibi, cenazeleri toplayan
sıhhiye memurları tarafından zamanında temizlenmeseydi yeryüzü yaşanmaz hâle
gelecekti.

Bu Kuddûs isminin sırrı münasebetiyle anlatılan şeyler, başlı
başına bir tebliğ konusu olacak mahiyettedir.67

H. Hayvanların Önemi

Ekolojik dengenin en önemli unsurlarından birisi, bütün
çeşitliliği ve canlılığıyla hayvanlardır. Yeryüzündeki binlerce çeşidiyle
ekosistemin devamının vazgeçilmez unsuru olan hayvan ve hayvan türleri, maalesef
büyük bir tehlikeyle, daha doğrusu yok olmayla karşı karşıyadır. Nesli tükenen
hayvanların sayısı hızla artmaktadır. Kurân’a şöyle bir baktığımızda ise,
ekosistemin önemli üyeleri olan hayvanlara verilen önem hemen fark edilir.
Meselâ Kur’ân’ın bazı sûrelerini adı hayvan adını taşımaktadır: Bakara (inek)
Sûresi, Nahl (arı) Sûresi, Ankebût (örümcek) Sûresi, Neml (karınca) Sûresi,
gibi.

Ayrıca, Kur’ân’da, çeşitli hayvanlardan bahsedilmektedir. Koyun,
deve, öküz, inek, at, katır, eşek, köpek, maymun, domuz, yılan, kurt, arı,
karınca, örümcek, sivrisinek, sinek.

Kurân’ın hayvanlarla ilgili dikkat çekici bir ifadesi de,
hayvanların da ümmet olduklarının ifade edilmesidir. İslâmî gelenek ve
literatürde özel ve önemli bir kavram olan ümmetin hayvanlar için de
kullanılması gerçekten dikkat çekicidir: “Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve
iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, onlar da sizin gibi birer ümmet
olmasınlar. Biz, Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır. Sonra onlar
Rablerinin huzuruna toplanacaktır.”68

Âyet, dikkatlerimizi hayvanlar alemine çekmekte, onların da
insanlar gibi sınıf sınıf olduğunu söylemekte, yürüyen ve sürünen hayvanlardan
her türün bir ümmet; kuşların bir ümmet, insanların bir ümmet olduğuna işaret
etmekte, insanların da yeryüzündeki canlılardan bir sınıf olduğunu
bildirmektedir: “Hayvanları da sizin için yarattı; onlarda sizin ısınmanızı
sağlayan ve daha nice yararlar vardır, hem onlardan kimini de yersiniz. Onları
ağıllarına sürüp getirdiğinizde ve otlaklara sürüp götürdüğünüzde, onlarda
içinizi açan güzellik ve çekicilik vardır.”69 Ağırlıklarınızı öyle
uzak şehirlere taşırlar ki, onlar olmasa siz canlarınızın yarısı tükenmeden
oraya varamazdınız, Doğrusu Rabbiniz çok şefkatli, çok merhametlidir.”70

Bu âyetlerde Allah, hayvanları sıralarken insanın ihtiyaçlarına
cevap verici yönlerini göz önünde bulundurmakta, hayvanların derisinden,
kıllarından, tüylerinden, etinden, sütünden ve benzeri verimlerinden insanların
faydalandıklarına dikkati çekmekte; ekonomik alanda önemli bir yer işgal
ettiklerini bildirmektedir. Ayrıca âyetlerde hayvanların insana, tabiata ve
çevreye güzellik sergileyen birer mutluluk sembolü oldukları haber verilmekte,
yeryüzünde Cenab-ı Hak’ın yaratıcı kudretinin en güzel ve en muazzam tezahürleri
(görüntüleri) olduğu ifade edilmektedir.71

Allah’ın kudreti ve hikmetiyle belli görevler ifa etmek üzere
insanlara hizmet için verilen hayvanlarda şüphesiz alınacak pek çok ibretler
vardır. İnsanoğlu hayvanlar olmadan hayatın olmayacağını, onlarsız hayatın çok
cılız, anlamsız ve beslenme bozukluklarına sebep olacağını maalesef çok geç
anlamıştır.72 Hayvanlarda ilâhî sanatın güzelliği tecelli etmiştir.
İşte bunun içindir ki, Allah’ın Kur’ân’da önemine binaen muhatabın dikkatini
çekmek üzere, üzerlerine yaptığı yeminlerden birisi de hayvanlardır.73

Bu kadar sayısız hayvanları ve bunların tâbi olduğu kanunları
Allah’ın yaratmasındaki hikmet, hiç şüphesiz insan hayatının sürekliliğini ve
güzelliğini sağlamak, tabiatı yaşanabilir sevilebilir ve ibret alınabilir
yaşanacak bir yer kılmaktır.

İşte Kur’ân, hayatın ve tabiatın güzelliğini sağlasınlar diye
her türden hayvan ve canlının yeryüzüne serpiştirildiğini ifade etmekte,
onlardan kiminin karnı üzerinde sürünerek, kiminin iki ayak, kiminin dört
ayaküstünde yürüdüğünü bildirmekte, böylece insanların en çok karşılaştıkları
hayvanların önemine işaret etmektedir.74

Kur’ân’ın hayvanlara verdiği öneme paralel olarak Bediüzzaman
Said Nursî de hayvanlara çok önem vermiştir. Risale-i Nur’da zikredilen hayvan
isimlerinin bazıları şunlardır: Arı, akrep, aslan, at, atmaca, balık, böcek,
bülbül, camus, ceylan, çekirge, deve, devekuşu, fil, gergedan, güvercin, horoz,
hüdhüd, ipekböceği, kaplan, karınca, kartal, keçi, kedi, keler, köpek, koyun,
kuddüs kuşu, kurt, kuş, maymun, öküz, örümcek, papağan, pire, serçe, sinek,
sivrisinek, sığırcık, tavuk, tavus, tilki, yarasa, yılan, yıldızböceği…

Şimdi de Bediüzzaman’ın hayvanlara verdiği önemi bir kaç
kategoride inceleyelim:

a. Hayvanların, Allah’ın memurları olduklarını, aynadarlık
yaptıklarını ve Allah’ı zikrettiklerini bildirmesi

Bediüzzaman, hayvanların Allah’ın memurları oldukları, O’na
aynadarlık yaptıkları ve O’nu tesbih edip zikrettikleri konusu üzerinde ısrarla
durarak, insanları lüzumsuz yere hayvanları öldürmekten ve onlara zarar
vermekten men ediyor veya en azından onlara bir hayvanı öldürürken ne kadar
büyük bir cinayet işlediklerini hatırlatıyor. Bediüzzaman’ın hayvanlara olan
merhametini, hayvanları sevenler derneği mensupları bilseler, herhalde onu
hayvanları en çok seven insan ilan ederler.

Misâl 1. “… Ve kâinat baştan başa gayet mânidar bir kitab-ı
Samedânî ve mevcûdat ferşten Arşa kadar gayet mu’cizâne bir mecmua-i mektubat-ı
Sübhaniye ve mahlûkatın bütün taifeleri gayet muntazam ve muhterem bir Rabbanî
ordu ve masnuatın bütün kabileleri, mikroptan, karıncadan tâ gergedana, tâ
kartallara, tâ seyyarata kadar Sultan-ı Ezelinin gayet vazifeperver memurları
olduğu bilinmesi ve her şey, aynadarlık ve intisap cihetiyle binler derece
kıymet-i şahsiyesinden daha yüksek kıymet almaları…”75

Misal 2. “Evet, her bir çiçek, her bir meyve, her bir ot, hatta
her bir hayvan, her bir ağaç, birer mühr-ü Ehadiyet ve birer sikke-i Samediyet
olduklarını ve bulundukları mekân ise, bir mektup sûretini alması cihetiyle her
biri bir imza şeklini alır, o mekânın kâtibini gösteriyor…”76

Misal 3. “… Kur’ân-ı Hakim tasrih ediyor ki, Arştan ferşe,
yıldızlardan sineklere, meleklerden semeklere, seyyarattan zerrelere kadar her
şey Cenâb-ı Hakk’a secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri,
mazhar oldukları esmalara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit
çeşittir…”77

Misâl 4. “Elhasıl: Kâinat sarayında hizmet eden hayvanat,
kemal-i itaatle evamir-i tekviniyeye imtisal edip, fıtratlarındaki gayeleri
güzel bir vecihle ve Cenab-ı Hakk’ın namıyla izhar ederek, hayatlarının
vazifelerini bediî bir tarzla, Cenâb-ı Hakk’ın kuvvetiyle işlemekle elde
ettikleri tesbihât ve ibadet, onların hedâyâ ve tahiyyatlarıdır ki, Fâtır-ı
Zülcelal ve Vâhib-i Hayat dergahına takdim ediyorlar.”78

Misâl 5. Bediüzzaman’a göre kediler de Allah’ı tesbih edip
zikreder. Zira o kendi müşahedelerini şöyle anlatır:

“…Bu bereketler, ya yanıma gelen halis dostlarıma ihsandır;
veya hizmet-i Kur’âniyeye bir ikramdır: veya iktisadın bereketli bir
menfaatidir; veyahut, ‘Yâ Rahîm, yâ Rahîm’ ile zikreden ve yanımda bulunan dört
kedinin rızıklarıdır ki, bereket sûretinde gelir, ben de ondan istifade ederim.
Evet, hazin mırmırlarını dinlesen, ‘Yâ Rahîm, yâ Rahîm’ çektiklerini
anlarsın…”79

b. Âkilüllahm (et, leş yiyen) hayvanlar; kartallar, kurtlar,
karıncalar vs. yeryüzünün ve denizin temizlik ve sıhhiye memurlarıdır.

Bediüzzaman’a göre âkilüllahm denilen kartal, kurt ve karınca
gibi hayvanlar her gün yeryüzünü ve denizi pisliklerden temizlemektedirler.
Onlar Allah tarafından görevlendirilmiş temizlik ve sıhhiye memurlarıdırlar.
Eğer onlar temizlemeseydiler, yeryüzü ve denizler pislikten geçilmez ve yaşanmaz
hale gelirdi:

“Evet, Cenâb-ı Hak, nasıl ki deniz yüzünü temizlemek ve her
günde milyarlarla vefiyat bulunan hayvanat-ı bahriye, cenazelerini toplamak ve
deniz yüzünü cenazelerle alude, müstekreh manzaradan kurtarmak için, sıhhiye
memurları nev’inden gayet muntazam âkilüllahm bir kısım hayvanatı halk etmiş.
Eğer o bahriye sıhhiye memurları gayet muntazam vazifelerini ifa etmeseydiler,
deniz yüzü ayna gibi parlamayacaktı. Belki hazin ve elim bir bulanıklık
gösterecekti.

Hem, her günde milyarlarla yabani hayvanlar ve kuşların
cenazelerini toplamakla rû-yi zemini o taaffünâttan temizlemek ve zîhayatları o
elim, hazin manzaralardan kurtarmak için nezafet ve sıhhiye memurları hükmünde
olan kartallar misilli, kerametkârâne, gizli ve uzak, beş altı saat mesafeden
bir sevk-i Rabbâni ile o cenazenin yerini hisseden, giden ve kaldıran âkilüllahm
kuşları ve vahşî hayvanları halk etmiş. Eğer bu berriye sıhhiyeleri gayet
mükemmel, intizamperver ve vazifedar olmasa idiler, zemin yüzü ağlanacak bir
şekil alacaktı… Hem küçücük hayvanların cenazelerini ve nimetin küçücük
parçalarını ve tanelerini toplamak vazifesiyle karıncaları nezafet memurları
olarak, hem nimet-i İlâhiyenin küçücük parçalarını teleften ve çiğnemekten ve
hakaretten ve abesiyetten sıyânet etmekle ve küçücük hayvanatın cenazelerini
toplamakla, sıhhiye memurları gibi tavzif olunmuşlar.”80

c. Âkilüllahm hayvanlar her istedikleri hayvanı avlayıp
yiyemezler.

Bediüzzaman’a göre âkilüllahm hayvanların her ne kadar temizlik
ve sıhhiye memuru olsalar da, önlerine çıkan her hayvanı yiyemezler. O’na göre
onların helâl rızkları vefat etmiş hayvanlardır. Sağlam hayvanlar onlara
haramdır:

“Evet, âkilüllahm hayvanların helâl rızkları, vefat etmiş
hayvanların etleridir. Hayatta olan hayvanların etleri onlara haramdır. Eğer
yeseler, ceza görürler. ‘Boynuzsuz olan hayvanın kısası kıyamette boynuzludan
alınır.’81 diye ifade-i hadisiye gösteriyor ki: Gerçi cesetleri fena
bulur; fakat ervahları bâkî kalan hayvanat mâbeyninde dahi, onlara münasip bir
tarzda, dar-ı bekada mücâzat ve mükâfatları vardır. Ona binaen canavarlara sağ
hayvanların etleri haramdır denilebilir.”82

d. Sineklerin öldürülmesine değil, rahatsız edilmelerine bile
izin vermemesi

Bediüzzaman, hayvanların öldürülmesine şiddetle karşıdır. Hatta
hayvanların en küçüklerinden olan ve zararlı zannedilen sineklerin bile
öldürülmesini kabul etmez. Bediüzzaman’ın ne kadar büyük bir çevreci olduğunu ve
hayvanları ne kadar çok sevdiğini anlamak için, sinekleri öldürmekten değil,
hatta rahatsız etmekten bile talebelerini menetmesi hadisesi yeter de artar
bile. Zira özellikle sıcak yaz günlerinde insanları rahatsız eden ve hastalık
mikrobu taşıdıklarına hükmederek değişik usûl ve ilaçlarla öldürülüp telef
edilen sinekler ona göre bilakis temizlik memurlarıdır. İnsanlara temizlik
öğretmekte, hem de insanları el ve yüzlerinde bulunan insanın gözüne görünmeyen
hastalıkların mikroplarını ve zehirli maddeleri temizlemekte, birçok bulaşıcı
hastalıkların önünü almakta, sivrisinek ve pireler de fıtrî hacamat
yapmaktadırlar (kan almaktadırlar).

“(Sadâkatte namdar, safvet-i kalbde mümtaz Süleyman Rüştü ile
bir muhavere-i latife münasebetiyle) Büyük bir ayetin küçük bir nüktesidir.
Şöyle ki:

Güz mevsiminde, sineklerin terhisât zamanına yakın bir vakitte,
hodgam insanlar cüz’î tacizleri için sinekleri itlâf etmek üzere hapishanedeki
odamızda bir ilaç istimal ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuştu. Odamda
çamaşır ipi vardı. Bilahare, o insanların inadına, sinekler daha ziyade
çoğaldılar. Akşam vaktinde, o küçücük kuşlar, o ip üstünde gayet muntazam
diziliyorlardı. Çamaşırları sermek için Rüştü’ye dedim: ‘Bu küçücük kuşlara
ilişme; başka yere ser.’ O da, kemâl-i ciddiyetle, dedi ki: ‘Bu ip bize
lazımdır; sinekler başka yerde kendilerine yer bulsun.’

Her ne ise… Bu latife münasebetiyle, seher vaktinde, sinek ve
karınca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açıldı. Ona dedim ki:

Böyle nüshaları çoğalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve
kıymetleri vardır. Evet, bir kitap, kıymeti nispetinde nüshaları teksir edilir.
Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kıymeti var ki, Fâtır-ı
Hakîm o küçücük kaderî mektupları ve kudret kelimelerinin nüshalarını çok teksir
etmiş. Evet, Kur’ân-ı Hakîm’in: ‘Ey insanlar, size bir misal getirildi. Şimdi
onu dinleyin: Sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse,
bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapacak olsa, onu da geri
alamazlar. İsteyen de âciz, istenen de…’83 yani, “Cenâb-ı Hak’tan
başka, bütün esbap ve ulûhiyetleri ehl-i dalâlet tarafından dâvâ edilen âliheler
içtima etse, bir sineği halk edemezler. Yani, sineğin hilkati öyle bir mu’cize-i
rabbâniyedir ve bir âyet-i tekviniyedir ki, bütün esbap toplansa, onun mislini
yapamazlar, o âyet-i Rabbaniyeye muârıza edemezler, taklidini yapamazlar”
mealindeki ayetine ehemmiyetli bir mevzu teşkil eden ve Nemrut’u mağlup eden; ve
Hazret-i Mûsâ (a.s.) onların tacizlerine karşı müştekiyane, “Ya Rab, bu muacciz
mahlukları ne için bu kadar çoğaltmışsın?” deyince, ilhamen cevap gelmiş ki:
“Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki:
‘Ya Rab, bu koca kafalı beşer seni yalnız bir lisan ile zikrediyor. Bazı da
gaflet ediyor. Eğer yalnız kafasından bizleri halk etseydin, binler lisan ile
seni zikredecek bizim gibi mahluklar olurlardı” diye, Hazret-i Musa’nın (a.s)
şekvasına bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini müdafaa eden sineğin; hem
gayet nezafetperver, her vakit abdest alır gibi yüzünü, gözünü, kanatlarını
temizleyen bu taife, elbette mühim bir vazifesi vardır. Hikmet-i beşeriyenin
nazarı kâsıdır; daha o vazifeyi ihata edememiş…

Aynen onlardan da mühim sinekleri dahi, insanın gözüne
görünmeyen hastalıkların mikroplarını ve zehirli maddeleri temizlemekle,
sinekler muvazzaftırlar. Değil mikropların nâkıleleri, bilâkis, muzır mikropları
mass, yani, emmek ve yemekle o mikropları imhâ, o madde-i semmiyeyi istihâleye
uğratırlar, çok sâri hastalıkların önünü alırlar. Hem sıhhiye neferleri, hem
tanzifat memurları, hem kimyager olduklarına geniş bir hikmete mazhar
bulunduklarına delil ise onların gayet kesretidir. Çünkü kıymettar, menfaattar
şeyler teksir edilir.

Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden
başka, sana âit bu küçücük faydasına bak, sinek düşmanlığını bırak. Çünkü
gurbette, kimsesiz, yalnızlıkta sana ünsiyet verdiği gibi gaflete dalıp fikrini
dağıtmaktan seni ikaz eder. Ve lâtif vaziyeti ve abdest alması gibi yüzünü
gözünü temizlemesiyle sana abdest ve namaz, hareket ve nezafet gibi vazife-i
insaniyeti ihtar eden ve ders veren sineği görüyorsun.

Hem sineğin bir sınıfı olan arılar, nimetlerin en tatlısı, en
latifi olan balı sana yedirdikleri gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l- Beyânda, vahy-i
Rabbâniyeye mazhariyetle serfiraz olduğundan, onları sevmek lazım gelirken,
sinek düşmanlığı, belki insana daima muavenete dostâne koşan ve her belasını
çeken o hayvanata düşmanlığı gadirdir, haksızlıktır. Muzırların yalnız
zararlarını def için mücadele olabilir. Mesela koyunları kurtların tecavüzünden
korumak için onlara mukabele edilir. Acaba hararet zamanından vücudun
idaresinden fazla olan kanın çoğalması ve bulaşık ve bazı mevâdd-ı muzırrayı
hamil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek
ve pireler fıtrî hacamatlar olmasınlar mı? Muhtemel…”84

e. Sineklerin diğer faydaları

Birçok insanın zararlı zannedip ördürdüğü sineklerin yukarıda
sayılan faydalarına ilâveten, Bediüzzaman’a göre daha başka faydaları da vardır.
Evet, ona göre, sineklerin bazı taifeleri, muhtelif ve müteaffin maddeleri
yerler, mütemadiyen pislik yerine arılar gibi katre katre şurup damlatırlar.
Böylece sinekler küçücük istihale ve tasfiye makineleri hükmüne geçerler. Diğer
bir başka taifesi de nebâtatın çiçeklerinin ve incir gibi bir kısım ağaçların
telkihinde istihdam olunurlar:

“Sinek pisliği, tıp cihetiyle zararı yok bir maddedir ki, bazen
tatlı bir şuruptur. Fakat sinek, yediği binler muhtelif muzır maddelerin ve
mikropların ve semlerin menşei olmakla, sinekler küçücük istihale ve tasfiye
makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbaniyeden uzak değildir, belki
şe’nindendir. Evet, arıdan başka sineklerin bazı taifeleri var ki, muhtelif ve
müteaffin maddeleri yerler, mütemadiyen pislik yerine katre katre şurup
damlatırlar. O semli, müteaffin maddeleri ağaçların yapraklarına yağan kudret
helvası gibi tatlı, şifalı bir şuruba tebdil ederek, bir istihale makinesi
olduklarını ispat ederler. Bu küçücük fertlerin ne kadar büyük bir milleti bir
taifesi olduğunu göze gösterirler. ‘Küçüklüğümüze bakma. Taifemizin azametine
bak, ‘Sübhanallah’ de’ diye lisan-ı hal ile söylerler.”85

“Evet, sineğin küçücük bir taifesini baharın ahirinde, badem ve
zerdali ağaçlarını dallarında, siyah bir kütle halinde halk olunup, dala yapışık
olup kalırlar. Mütemadiyen, pislik yerine damlacıklar onlardan akıyor. O
katreler bal gibi, sair sinekler etrafına toplanırlar, emerler. Diğer bir başka
taifesi de nebâtatın çiçeklerinin ve incir gibi bir kısım ağaçların telkihinde
istihdam olunuyorlar. Sinek taifelerinden yıldızlı, mumlu, ışıklı olan yıldız
böceğinin şâyân-ı temâşâ olduğu gibi, sinek tâifelerinden yaldızlı altın gibi
parlak kısmı da şâyân-ı dikkattir. Mızraklı sinekle, eşkıyaları hükmünde olan
yabanî arıları da unutmamalıyız. Eğer Hâlik-ı Rahman onların dizginini
çekmeseydi, bu mızraklı taifeler, pireler gibi insanlara hücum etseydiler
Nemrud’u öldürdükleri gibi, nev-i insanı da hırpalayacak idiler;… Sinek
onlardan bir şey kapacak olsa, onu da geri alamazlar.’ âyetinin86
mânâ-yı işârîsini tefsir ederdi. İşte bunlar gibi yüz namdar hasiyetli taifeleri
bulunan sinek cinsinin büyük bir ehemmiyeti vardır ki, mezkûr azim ayet onu
mevzu yapmış; ‘Ey insanlar, size bir misal getirildi (ilâ âhir).’87
demiş.”88

f. Bülbülün yaratılmasının hikmetleri

Bediüzzaman, diğer hayvanlar gibi bülbülün de boşu boşuna
yaratılmadığını, birçok hikmetlere mebnî olarak yaratıldığını ve istimal
edildiğini söyler:

“Meselâ, meşhur bülbül kuşu, gülün aşkıyla maruf o hayvancılığı,
Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Beş gaye için onu istimal ediyor:

Birincisi: Hayvanat kabileleri namına, nebâtat taifelerine karşı
olan münasebât-ı şedideyi ilana memurdur.

İkincisi; Rahmân’ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan
hayvanat tarafından bir hatib-i Rabbanidir ki, Rezzak-ı Kerim tarafından
gönderilen hediyeleri alkışlamakla ve ilan-ı sürur etmekle muvazzaftır.

Üçüncüsü: Ebnâ-yı cinsine imdat için gönderilen nebâtata karşı
hüsn-ü istikbali herkesin başında izhar etmektir.

Dördüncüsü: Nev-i hayvanatın nebâtata derece-i aşka vasıl olan
şiddet-i ihtiyacını, nebâtatın güzel yüzlerine karşı mübarek başları üstünde
beyan etmektir.

Beşincisi: Mâlikü’l-Mülk-i Zü’l-Celâli ve’l-Cemâli ve’l-İkramın
bârgâh-ı merhametine en lâtif bir tesbihi, en lâtif bir şevk içinde, gül gibi en
lâtif bir yüzde takdim etmektir.

İşte, şu beş gayeler gibi başka manalar da vardır. Şu manalar ve
gayeler, bülbülün, Hak Sübhânehu ve Teâlanın hesabına ettiği amelin gayesidir.
Bülbül kendi diliyle konuşur; biz şu manaları onun hazin sözlerinden
fehmediyoruz. Melâike ve ruhaniyatın fehmettikleri gibi kendisi kendi
nağamâtının manasını tamamen bilmese fehmimize zarar vermez. ‘Dinleyen
söyleyenden daha iyi anlar’ meşhurdur. Hem bülbül şu gayeleri tafsilâtıyla
bilmemesinden, olmamasına delâlet etmiyor. Lâakal, saat gibi sana evkatını
bildirir. Kendisi bilmiyor, ne yapıyor. Bilmemesi, senin bildiğine zarar vermez.

Bülbüle nahli, fahli, ankebut ve nemli, yani arı ve vasıta-i
nesil erkek hayvan ve örümcek ve karınca ve hevâm ve küçük hayvanların
bülbüllerini kıyas et…”89

g. Hayvanlardan istifade etmek

Bediüzzaman, “Kuşlar da onun etrafında toplanırdı.”90
ve “Bize kuşların dili öğretildi.”91 âyetlerinin tefsiri
münasebetiyle, insanların hayvanlardan değişik sûretlerde istifade
edebileceklerini söyler. Ona göre; balarısı, ipekböceği, güvercin ve papağan
gibi hayvanlardan istifade edildiği gibi eğer kuşların ve diğer hayvanların dili
bilinebilirse mühim işlerde istihdam edilebilirler. Çekirge âfetinin istilâsına
karşı çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı
tanzim edilse, ne kadar faydalı bir hizmette ücretsiz olarak istihdam
edilebilir:

“Kuşlar da onun etrafında toplanırdı.” ve “Bize kuşların dili
öğretildi.” cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma, kuşlar
envâının lisanlarını, hem istidatlarının dillerini, hangi işe yaradıklarını
onlara Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği şu cümleler gösteriyorlar.

Evet, madem hakikattir. Madem rû-yi zemin bir sofra-ı Rahmândır;
insanın şerefine kurulmuştur. Öyleyse, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve
tuyurun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki, en küçüklerinden
balarısı ve ipekböceğini istihdam edip ilham-ı ilâhî ile azim bir istifade
yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misilli
kuşları konuşturarak medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve
etmiştir. Öyle de, başka kuş ve hayvanların istidat dili bilinirse, çok
taifeleri var ki kardeşleri, hayvanat-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam
edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden
mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar
faydalı bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte, kuşlardan şu
nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fotoğraf gibi câmidâtı konuşturmak ve
tuyurdan istifade etmek, en müntehâ hududunu şu âyet çiziyor, en uzak hedefini
tayin ediyor. En haşmetli sûretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik
eder.

İşte, Cenâb-ı Hak, şu âyetleri lisan-ı remziyle mânen diyor ki:
“Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve
saltanatının tam adaletine medar olmak için mülkümdeki muazzam mahlûkatı ona
musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvânâtımdan çoğunu ona hizmetkâr
veriyorum. Öyleyse, her birinize de madem gök ve yer ve dağlar, hamlinden
çekindiği bir emanet-i kübrayı tevdi etmişim, halîfe-i zemin olmak istidadını
vermişim. Şu mahlukâtın da dizginleri kimin elindeyse O’na râm olmanız lâzımdır,
tâ O’nun mülkündeki mahlûklar da size râm olabilsin ve onların dizginleri elinde
olan Zâtın namına elde edebilseniz ve istidatlarınıza lâyık makama çıksanız…”92

h. Hayvanlara şefkati

Hayvanlara karşı alabildiğine şefkatli olan Bediüzzaman Said
Nursî, kendisine getirilen yemeğin tanelerini hayvanlara olan şefkat ve
sevgisini açıkça göstermek için karıncalara verir:

Misâl 1. “…Bilâhare Siirt’e bağlı Tillo kasabasına gitti.
Meşhur bir türbeye kapandığı vakit küçük biraderi Mehmet yemeğini getiriyordu.
Yemek içindeki taneleri, kubbenin etrafında bulunan karıncalara vererek, kendisi
ekmeğini yemeğin suyuna batırarak kanaat ediyordu.

“Neden dolayı taneleri karıncalara veriyorsun?” denildiğinde.

“Bunlarda hayat-ı içtimaiyeye mâlikiyet ve fevkalâde
vazifeşinaslık ve çalışma bulunduğunu müşahede ettiğim için,
cumhuriyetperverliklerine mükâfaten kendilerine muavenet etmek istiyorum”
cevabında bulunmuştur.”93

Misâl 2. Bediüzzaman, yanına gelen kedilere ve güvercine, yine
hayvanlara olan sevgisinden dolayı, kendi yiyeceğinden veriyor ve bundan dolayı
da berekete nâil olduğunu söylüyor:

“… Hattâ değil yalnız ihtiyar akraba, belki insanlara arkadaş
verilen ve rızıkları insanların rızkları içinde gönderilen kedi gibi bazı
mahlukların rızıkları dahi bereket sûretinde geliyor. Bunu teyit eden ve kendim
gördüğüm bir misal: Benim yakın dostlarım bilirler ki, iki üç sene evvel her gün
yarım ekmek -o köyün ekmeği küçüktü- muayyen bir tayınım vardı ki, çok defa bana
kâfi gelmiyordu. Sonra dört kedi bana misafir geldiler. O aynı tayınım hem bana,
hem onlara kâfi geldi. Çok kere de fazla kalırdı.

İşte şu hâl o derece tekerrür edip bana kanaat verdi ki, ben
kedilerin bereketinden istifade ediyordum. Kat’î bir sûrette ilân ediyorum,
onlar bana bâr değil, hem onlar benden değil, ben onlardan minnet alırdım.”94

Misâl 3. “…Ben, Berât Gecesinden az evvel Asâ-yı Mûsâ
tashihiyle meşgulken, bir güvercin pencereye geldi bana baktı. Ben dedim: ‘Müjde
mi getirdin?’ İçeriye girdi, güya eskiden dost idik gibi, hiç ürkmedi. Asâ-yı
Mûsa üstüne çıktı, üç saat oturdu. Ekmek pirinç verdim, yemedi. Tâ akşama kaldı
sonra gitti, tekrar geldi. Berât gecesinde, tâ sabaha kadar yanımda kaldı. Ben
yatarken başıma geldi, Allahaısmarladık nevinden başımı okşadı, sonra çıktı
gitti. İkinci gün, ben teessüf ederken, yine geldi bir gece daha kaldı. Demek bu
mübarek kuş, hem Asâ-yı Mûsâ’yı, hem Berâtımızı tebrik etmek istedi.”95

Necmeddin Şahiner’in, “Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursî’yi
Anlatıyor” kitabında, Bediüzzaman’ın hayvanlara olan şefkatini görenlerin
anlattıkları dikkat çekicidir.

Misâl 4. “…Bediüzzaman Said Nursî’nin evi tahtaydı. Bazen
evindeki bir deliğin ağzına fare gelirdi. ‘Bak, yemek istiyor’ diye ne yiyorsa,
ondan bir parça da farenin deliğinin yanına kordu, fare onları yerdi. Ne yerse
fareye de illa ikram ederdi.”96

Misâl 5. “…Bazen karıncaları görse veyahut bizler bir taş
kaldırsak, altından karınca çıksa, taşları gelip koydurur. Hayvancıkların
rahatını bozmayın derdi…”97

Misâl 6 “…Fareler için, ayrıca komşu dükkânın çatısındaki
kuşlar ve kediler için, ulaşabilecekleri yerlere ekmek parçaları koyardı.
Fareler de kediler de ondan rızıklanırdı.”98

Misâl 7. “Bediüzzaman Said Nursî’nin iki kedisi vardı. Yemek
vakti gelince bunlara yemek verirdi, kendisi daha sonra yerdi. Ayrıca dolaplara
fareler için yemekler koyardı.”99

ı. Hayvanların avlanılmasını yasaklaması

Bediüzzaman Said Nursî, av hayvanlarının avlanılmasını iyi
görmemiş, bilakis onların yerine ehli hayvanlarla iktifa edilmesini tavsiye
etmiştir.

Misâl 1. “…Kırlarda avcıları gördüğünde, ‘Tavşanları ve
keklikleri vurmayın’ derdi. Ve ‘Diğer hayvanları incitmeyin’ der ve nasihatte
bulunurdu. Hatta çok kişileri avcılıktan menetti.”100

Misâl 2. Ziyaretine gelen birisinin anlattıkları: “…‘Ne iş
yaparsın?’ dedi. ‘Avcılık, efendim’ dedim. Sizin orada ne gibi hayvanlar
bulunur? dedi. Ceylan, tavşan, ördek ve keklik bulunur efendim, dedim. Her ava
çıktığınızda ne kadar para masraf edersiniz? Bazen olur ki 50 lira da masraf
yaparız dedim. Peki dedi, siz o parayla ehli hayvan alıp etini yeseniz, daha iyi
olmaz mı? Evet efendim, daha iyi olur muhakkak dedim.”101

I. Ağaç ve Yeşilin Önemi

Kur’ân-ı Kerim, sarîh bir ifade ile “ağaç dikin” diye emir
vermez ise de, ağacın beşer hayatındaki ehemmiyeti nispetinde, ona geniş yer
verir. Bir kısım âyetlerde açıktan açığa ağaçlara, meyvelere, bağ ve bahçelere
dikkat çekilip, bunların medenî hayattaki ehemmiyeti belirtilirken, bir kısım
ayetlerde de bir başka meseleyi belirtmek üzere, teşbih vasıtası olarak ağaç
zikredilmektedir. Her iki zikirde de ağaç mefhumunu zihinlerde canlı tutma
gayesi, âyet-i kerimelerin ana hedefleri arasında yer alır.

Ağaçla ilgili âyetler, ilk sûrelerden son sûrelere kadar
Kur’ân’ın her tarafına muvâzeneli bir şekilde serpiştirilmiştir. Pek sık olan bu
hatırlatmalar, Kur’ân-ı Kerim’i anlayarak okuyan bir kimsenin zihninde ağaç
imajını her an canlı tutar. Böylece ağacın içtimaî ve medenî hayattaki
ehemmiyetini canlı ve cazip bir şekilde görüp anlayan mü’min, ağaç dikimine
büyük bir şevk ve ihtiyaç duyar.

Bediüzzaman da yeşile büyük önem vermiştir? Yeşille, ağaç ve
ormanla imkân nispetinde hep iç içe yaşamıştır. Çünkü o, ağaçların boş yere
yaratılmadıklarını, onların da Allah’ı zikrettiklerini düşünür. Onları böyle
gören bir kimsenin ağaca kıyması, onları harap etmesi hiç düşünülebilir mi? Evet
o, ağaçların da diğer canlılar gibi kendilerine has dilleriyle yaratanını tesbih
ettiklerini bildirir:

Bediüzzaman’ın Risâle-i Nûr Külliyatı’nda ismini zikrettiği
sebze, meyve ve ağaçlardan bazılarının isimleri şunlardır: Ardıç ağacı, badem,
ceviz, çınar, çiçek, çam, elma, gül hardalı, haşhaş, Hindistan cevizi, hurma,
karaağaç, karakavak, katran ağacı, kavak, kavun, kayısı, nar, nebâtat, patlıcan,
sarı çiçek, semure, tûba ağacı, üzüm, yaktîn, zeytin, zerdali…

Onun ağaçlar ve yeşillikler hakkındaki görüşleri özetle
şöyledir:

a. Nebâtat sikke-i tevhîd ve Allah’ın tesbih edip zikreden
birer şâkirdirler:

Bediüzzaman’a göre -daha önce de söylediğimiz gibi- kâinatta
bulunan her şey Allah’ı tesbih ve zikrettiği gibi, nebâtat da kendilerine has
dilleriyle Allah’ı tesbih eder ve zikrederler:

Misâl 1. “Barla Yaylası, çam, katran, ardıç, karakavağın bir
meyvesidir… Bir vakit, esaretimde, dağ başında, azametli çam ve katran ve
ardıç ağaçlarının heybetnümâ sûretlerini, hayretfezâ vaziyetlerini temâşâ
ederken, pek lâtif bir rüzgâr esti. O vaziyeti, pek muhteşem ve şirin
velvele-âlûd bir zelzele-i raksnümâ, bir tesbihat-ı cezbe-edâ sûretine
çevirdiğinden, eğlence temâşası nazar-ı ibrete ve sem-i hikmete döndü. Birden,
Ahmet-i Cizrî’nin Kürtçe şu fıkrası hatırıma geldi. Kalbim, ibret manalarını
ifade için şöyle ağladı: … Rahmet-i İlâhiyenin âsârıyladır ki, her zîhayat,
kendine mahsus tesbih ve namazın dersini alıyorlar. Ders aldıktan sonra, her bir
ağaç yüksek bir taş üstünde arşa başını kaldırıp durmuşlar. Her birisi, yüzler
ellerini Şehbaz-ı kalender102 gibi dergâh-ı İlâhiyeye uzatıp muhteşem
bir ibadet vaziyetini almışlar. Oynattırıyorlar103 zülüfvâri küçük
dallarını; ve onunla, temaşa edenlere de, latif şevklerini ve ulvî zevklerini
ihtar ediyorlar. Aşktan “Hay Huy” perdelerinden en hassas tellere, damarlara
dokunuyor gibi sadâ veriyorlar… Ruh ise şu vaziyetten şöyle anladı ki: Eşya,
tesbihat ile Sâni-i Zülcelalin tecelliyât-ı esmâsına mukabele edip, bir
naz-niyaz zemzemesidir, geliyor. Kalb ise, şu her biri birer âyet-i mücesseme
hükmünde olan şu ağaçlardan sırr-ı tevhidi, bu i’cazın ulüvv-ü nazmından okuyor.
Yani hilkatlerinde o derece harika bir intizam, bir sanat, bir hikmet vardır ki,
bütün esbab-ı kâinat birer fâil-i muhtar farzedilse ve toplansalar, taklit
edemezler… Akıl ise, şu zemzeme-i hayvan ve eşcardan ve demdeme-i nebat ve
havadan gayet manidar bir intizam-ı hilkat, bir nakş-ı hikmet, bir hazine-i
esrar buluyor. Her şey çok cihetlerle Sâni-i Zülcelâli tesbih ettiğini
anlıyor… Madem ağaçlar birer ceset oldu, bütün yapraklar dahi diller oldu.
Demek her biri, binler dilleriyle, havanın dokunmasıyla, Hû Hû zikrini tekrar
ediyorlar. Hayatlarının tahiyyâtıyla, Sâniînin Hayy-ı Kayyûm olduğunu ilân
ediyorlar. Çünkü bütün eşya Lâ ilâhe illâ Hû deyip, kâinatın azîm halka-i
zikrinde beraber zikrederek çalışıyorlar…”104 “…Yani, güya çiçek
açmış her bir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasidedir ki, o kaside Fâtır-ı
Zülcelâlin medâyih-i bâhiresini inşad edip, şâirâne lisan-ı hal ile söylüyor.
Veyahut o çiçek açmış her bir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış, tâ
Sâni-i Zülcelâlin neşir ve teşhir olunan acaib-i san’atını bir iki gözle değil,
belki binler gözlerle baksın, tâ ehl-i dikkati öyle baktırsın…”105

Misâl 2. “…Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak. İşte bahar
mevsiminde yaprakların muntazam çıkması, çiçeklerin mevzunane açılması,
meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, masum çocuklar
gibi, nesimin esmesiyle oynaması içindeki latif ağzını gör. Nasıl bir dest-i
keremle yeşillenen yaprakların diliyle ve bir neş’e-i lütufla tebessüm eden
çiçeklerin lisanıyla ve bir cilve-i rahmetle gülen meyvelerin kelimâtıyla ifade
edilen hikmetli nizam içindeki âdilli mizan ve adli gösteren mizan içinde
bulunan dikkatli san’atlar, nakışlar; ve maharetli nakışlar ve ziynetler içinde
rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatmaklar; ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş
tatmaklar içinde birer mucize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zâhir
bir sûrette bir Sâni-i Hakîm, Kerîm, Rahîm, Muhsin, Mün’im, Mücemmil, Mufaddılin
vücub-u vücudunu ve vahdetini ve cemâl-i rahmetini ve kemâl-i rububiyetini
gösterir…”106

Misal 3. “Elhâsıl; her bir ağacın evveli, öyle bir sandukça ve
program ve âhiri, öyle bir târifename ve nümune; ve zahiri, öyle bir musannâ
hulle ve bir münakkaş libas; ve bâtını, öyle bir fabrika ve tezgâhtır ki, bu
dört cihet öyle birbirine bakıyorlar. Ve dördün mecmuundan öyle bir sikke-i
âzam, belki bir ism-i âzam tezahür eder ki, bilbedahe, bütün kâinatı idare eden
bir Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası o işleri yapamaz. Ve ağaç gibi her zîhayatın
evveli, âhiri, zâhiri, bâtını birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer
mühr-ü ehadiyet, birer turra-i vahdâniyet taşıyor.

İşte, bu üç misaldeki ağaca kıyasen, bahar dahi çok çiçekli bir
ağaçtır. Güz mevsiminin eline emanet edilen tohumlar, çekirdekler, kökler, ism-i
Evvelin sikkesini, ve yaz mevsiminin kucağına dökülen, eteğini dolduran
meyveler, hububat ve sebzevatlar ism-i Âhir’in hâtemini ve bahar mevsimi,
huri’l-în misilli birbiri üstüne giydiği sündüs-misal hulleler ve yüz bin
nakışlarla süslenmiş fıtrî libaslar ism-i Zâhirin mührünü ve baharın içinde ve
zeminin bâtınında işleyen Samedâni fabrikalar ve kaynayan rahmanî kazanlar ve
yemekleri pişirttiren Rabbanî matbahlar, ism-i Bâtının turrasını taşıyorlar.”107

b. Nebâtat ve ağaçlar güzel meyvelerini süsleyip insanlara
takdîm ederler ve bazı hayvanlara annelik yaparlar.

Bediüzzaman’a göre bitkiler sikke-i tevhid olmaları ve Allah’ı
zikretmelerinin yanı sıra; insanlar ve bazı hayvanlara hizmet de ederler:

Misâl 1. “… Tohuma işarettir. Meselâ, zerre gibi bir afyon
büzürü, bir dirhem gibi bir zerdali nüvatı, bir kavun çekirdeği, nasıl çuhadan
daha güzel dokunmuş yapraklar, patiskadan daha beyaz ve sarıçiçekler
şekerlemeden daha tatlı ve köftelerden ve konserve kutularından daha lâtif, daha
leziz, daha şirin meyveleri hazine-i rahmetten getiriyorlar, bize takdim
ediyorlar.”

Misâl 2. “…Meyvedar ağaçlara işarettir. Çünkü yüzer
tezgâhları, fabrikaları incecik dallarında taşıyor gibi, hayretnümâ yaprakları,
çiçekleri, meyveleri dokuyor, süslendiriyor, pişiriyor, bizlere uzatıyor.”

Misal 3. “…Hububata, tohumlara, sineklerin tohumcuklarına
işarettir. Meselâ, bir sinek bir karaağacın yaprağında yumurtasını bırakır.
Birden, o koca karaağaç yapraklarını o yumurtalara bir rahm-ı mâder bir beşik,
bal gibi bir gıda ile dolu bir mahzene çeviriyor. Adeta o meyvesiz ağaç, o
sûrette zîruh meyveler veriyor.”108

Misâl 4. “Meselâ bu tohumcuk bir incir ağacı oldu, Fâtır-ı
Hakîm’in nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının
elleriyle bizlere uzatıyor. İşte bu, ona sûreten benzeyen bu iki tohumcuk ise
gün âşıkı namındaki çiçekle, hercai menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için
süslendi. Yüzümüze gülüyorlar, kendilerini bizlere sevdiriyorlar…”109

c. Bediüzzaman Said Nursî’nin yeşilliklerle iç içe yaşaması
ve kırlarda gezmesi

Ağaca ve yeşile çok önem veren Bediüzzaman Said Nursî, özellikle
bahar ve yaz aylarında mutlaka kırlara çıkmak âdeti idi. Bazen Çam Dağı’na
çıkar, bir müddet yalnız olarak orada kalırdı. Talebelerinin anlattıklarına göre
onun yeşillikler ile iç içe yaşaması şöyledir:

Misâl 1. Bediüzzaman’ın Barla’daki ikametgahı, iki odadan ibaret
bir evdir… Altında, daimî akan bir çeşme vardır. Ve önünde, bitişik çok kalın
ve üç sütun halinde semaya yükselen gayet muhteşem bir çınar ağacı vardır. Çınar
ağacının dalları arasında bir kulübecik yapılmıştır. Burası, Bediüzzaman’ın
bahar ve yaz mevsimlerindeki istirahatı ve vazife-i tefekküriye ve ubudiyeti
için en münasip bir menzildir…

Said Nursî Barla’da iken, yaz aylarında bazen Çam Dağı’na çıkar,
bir müddet yalnız olarak orada kalırdı. Bulundukları dağ hayli yüksekti. Barla
Dershane-i Nuriyesinin önündeki çınar ağacının tepesindeki kulübeciği gibi, Çam
Dağı’nın en yüksek tepesinde olan iki büyük ağaç üzerinde Dershane-i Nuriye
mânâsında birer menzili vardı. Bu çam ve katran ağaçlarının tepelerinde Risale-i
Nur’la meşgul oluyordu. Hem ekser zamanlar, Barla’dan bu ormanlık havaliye gelip
giderdi. Ve derdi ki: “Ben bu menzilleri, Yıldız Sarayı’na değişmem.”110

Misâl 2. Bediüzzaman’ın Kastamonu Hayatını anlatan Feyzi ve Emin
isimli talebeleri şöyle demektedirler:

“Ekseriyetle, yaz zamanı şehre uzak ormanlık dağ vardı.
Üstadımızla oraya giderdik…”111

Misâl 3. Emirdağ talebeleri, Bediüzzaman’ın Emirdağ’ındaki
hayatına dair diyorlar ki:

“Bediüzzaman Emirdağ’ında daimî tarassut altında bulunuyordu.
Açık havalarda gezmeye çıkardı. Bediüzzaman, bahar ve yaz mevsimlerinde mutlaka
kırlara çıkmak âdeti idi. Yalnız başına gider, birkaç saat kalır, sonra evine
dönerdi…

Bediüzzaman’ın Emirdağ’daki hizmeti ve meşgalesi, başka yerlerde
olduğu gibi, yalnız bir vazifeye münhasır değildi… Hakâik-i Kur’âniye nurları
olan Sözler, Lem’alar gibi eserlerini telif, tashih ve neşirle meşgul olmakla
beraber, kelimat-ı kudret olan masnuat ve mevcudatı seyir ve temaşaya, kitab-ı
kâinatı mütalâaya çok müştak idi. Zemin yüzünde yazılan, bahar sayfasında teşhir
edilen rahmet ve hikmetin mu’cizeli eserlerini, eşcar ve nebâtat ve hayvanattaki
sanat-ı İlâhiyenin harikalarını, simalarında parıldayan tevhid sikkelerini
okumaya ziyadesiyle meftun idi. Böylece, hakaik-i imaniyenin, mârifetullahın
nihayetsiz ufuklarında hakkalyakîn mertebesinde kanaat açıp geziyordu…”112

J. Temizliğin Önemi

Temiz bir çevreye zarar veren sadece maddî etkenler değil, ruhî
ve psiko-sosyal sebepler de çevreyi kirletmektedir. Hatta denilebilir ki, çevre
için maddî olumsuzlukları meydana getiren şartları etkileyen önemli sebepler,
manevî ve ahlâkî durumlardır.

Dolayısıyla, canlıları ve uygarlığı tehdit eder hâle gelen ve
gittikçe artan çevre kirliliğine bir çözüm bulunamamasının sebeplerinden biri ve
en önemlisi, konunun sadece maddî boyutuyla ele alınmasıdır. Oysa göze
görünmeyen fakat psiko-sosyal etkisi bulunan “kötü huylar, bâtıl inanışlar,
günahlar ve bid’atlar” gibi manevî kirleri göz ardı ederek soruna çözüm getirmek
imkânsızdır. Nitekim Kur’ân’a baktığımız zaman, onun iki tür temizlikten söz
ettiğini görürüz. Biri maddî ve cismanî, diğeri ise nefsî ve manevî. Şimdi
bunları kısaca şöyle açıklayabiliriz:

a. Maddî temizlik

İslâm dini temizliği imanın şartlarından sayar. Böylece iman
etmeyle temiz olma arasında doğrudan bir ilişki kurar. Konuyla ilgili olarak Hz.
Peygamber’in (asm) bir hadîs-i şerifi şöyledir: “Temizlik îmanın yarısıdır.”113
İslâm’ın beden temizliğini bir kısım ibâdetlerin vazgeçilmez şartı, hattâ
namazın anahtarı olarak114 kabul etmesi de maddî temizliğin ne kadar
önemli bir şey olduğunu açıkça ifade eder. Yani dinin direği olarak kabul edilen
namazın anahtarı beden temizliğidir.

İslâm’ın tuvalet adâbından başlayarak, her namaz için abdesti,115
bazı haller için guslü farz kılması, en azından haftada bir banyo yapmayı,116
tırnak temizliğini, koltuk altı ve kasık kıllarının temizlenmesini, sünnet
olmayı, misvak kullanmayı,117 yemekten önce ve sonra, ayrıca sabah
kalkınca elleri yıkamayı,118 ağız ve burun temizliğini, süt içtikten
sonra119, yağlı veya başka bir şeyler yedikten sonra ağzın
yıkanmasını emretmesi,120 elbise ve saç temizliği vs. temizlik ile
ilgili emir ve tavsiyeleri İslâm’ın temizliğe verdiği önemi gösterir.

b. Manevî temizlik

Temizliği sadece beden temizliğiyle sınırlamak yanlış olur.
Beden temizliği kadar, hatta ondan çok daha önce “kalb temizliği”, “nefis
temizliği”, “niyet dürüstlüğü” ve “ahlâk güzelliği” gereklidir. İslâmiyet her
şeyde denge gözettiği gibi insanın madde ile manası arasında da dengeyi esas
almıştır. Bu itibarla, İslâm’daki maddî temizlikle manevî temizliği birbirinden
ayırmak imkânsızdır. Çoğu yerde manevî ve ruhî temizlik ağırlıklı olmakla
birlikte genelde ikisini iç içe görmekteyiz. Bediüzzaman’a göre de, kötü
hasletler, bâtıl itikatlar, günahlar, bid’atlar manevî kirlerdendir.121

İslâm dini insanın içinin ve dışının temiz olmasını emretmiştir.
Dışı temiz, içi kirli bir insan makbul sayılmadığı gibi, içi temiz dışı kirli
bir insan da makbul değildir. Kalp, insanın manevî cephesini oluşturan en önemli
organıdır. Bu itibarla temizlik dendiği zaman öncelikle iç temizlik (kalp ve
vicdan temizliği) akla gelmelidir. Günahlar, insanın manevî çevresini ve cemiyet
hayatını kirleten manevî kirlerdendir. Dolayısıyla, temiz bir insan ve temiz bir
toplum, günah kirlerinden arınmış insan ve günah kavramına inanmış ve nefis
muhasebesini yapan insanların hâkim olduğu bir toplumdur. Temiz bir çevre,
sadece maddî havası değil aynı zamanda manevî çevreciliğin ilk şartıdır.
Dolayısıyla İslâmî çevrecilik, manevî yönüyle her şeyden önce Allah ve insan
merkezli bir çevreciliktir.122

Bediüzzaman Said Nursî de, İslâm’da çok önemli bir yeri olduğunu
gördüğümüz temizlikle ilgili olarak bizlere örnek teşkil etmektedir. Onun, bütün
hayatında temizliğin her türlüsüne çok dikkat ettiği görülmektedir. Meselâ,
toplum huzuruna çıkarken veya yanına misafir geldiğinde dâima temiz ve güzel
elbise giyinmesi, güzel koku sürünmesi ve evini temiz tutması gibi. Ona göre
temizlik Allah’ın sevgisini kazanmanın bir sebebidir:

“… Evet, kâinat sarayını ter temiz tutan bu ulvî, umumî
tanzim, elbette ism-i Kuddûsün cilvesi ve muktezasıdır. Evet, nasıl ki bütün
mahlûkatın tesbihatları ism-i Kuddûs’e bakar; öyle de, bütün nezafetlerini de
Kuddûs ismi ister. (Kötü hasletler, bâtıl itikadlar günahlar, bid’atlar mânevî
kirlerden olduklarını unutmamalıyız.) Nezafetin bu kutsî intisabındandır ki,
“Temizlik îmândandır.” hadisi,123 nezafeti imanın nurundan saymış ve
“Allah, tövbe edip kendisine dönenleri ve temizlenenleri de sever”124
âyeti dahi, tahareti muhabbet-i İlâhiyenin bir medarı göstermiş…”125

Bediüzzaman’ın temizliği

Necmeddin Şahiner’in hazırladığı “Son Şahitler Bediüzzaman Said
Nursî’yi Anlatıyor” isimli eserde, Bediüzzaman’dan bahseden zatlar onun
temizliği hakkında şöyle diyorlar:

Misâl 1. “Bediüzzaman temizliğe çok dikkat ederdi. Her zaman,
bilhassa Barla’da iken üst üste iki çorap giyerdi. Namaza duracağı esnada
üstteki çorabı çıkarır, ondan sonra namaza dururdu…”126

Misâl 2. “…Bu ziyarette de unutamadığım aziz hatıralarım oldu.
Lâhutî bir hava kokladım. Her taraf nurdu. Hasta idi. Elbisesi kar gibi beyazdı.
Yatağı da elbisesi gibi tertemizdi.”127

Misâl 3. “Ekseri beyaz giyinirdi. Temizliğe çok riayet ederdi.
Bizler çamaşırının hangisi yıkanmış, hangisi yıkanacak olduğunu anlayamazdık.
Çoğu zaman tereddüde düşerdik. Haftada bir yıkanırdı. Çamaşırlarını sık sık
değiştirirdi…”128

Misâl 4. “… Ben inanıyorum ki, dünyada ondan daha temiz bir
insan yoktur. Ondan daha temiz bir insan görmedim ben. Dünyadaki miskler onun
gibi değildir, o daha güzel ve temizdi…”129

K. Hava Kirliliği ve Rüzgârların Temizlemesi

Dünya Sağlık Örgütünün tarifine göre hava kirliliği: “Canlıların
sağlığını olumsuz yönden etkileyen veya maddî zararlar meydana getiren havadaki
yabancı maddelerin, normalin üzerindeki yoğunluğudur.” Yeryüzündeki canlı
hayatın sürmesi için vazgeçilmez bir yere ve öneme sahip olan hava, tüm hayatı
etkileyecek biçimde endüstriyel artıklarla değişik yollardan kirleniyor.
Havanın, ekosistemdeki önemi bütün boyutlarıyla takdir edilemediğinden
sanayileşme sürecinde bu dengenin korunması düşünülmedi. Hâlbuki Kur’ân,
Müslümanları bu konuda asırlar öncesinden uyarmış ve havanın önemine dikkat
çekmiştir. Böylece Müslümanlar bütün yaşayışlarında ve teknolojik
gelişmelerinde, bu tabiî dengeyi korumak ve onu gözetmek zorundadırlar. Zira
Allah’ın yarattığı ekolojik denge de bunu bizden istemektedir.

Bu harika dengeye baktığımız zaman şunu görüyoruz: İnsanlar ve
hayvanlar oksijen teneffüs edip, dışarıya karbondioksit vererek tâ ilk günlerden
bu yana tabiatı kirletmektedirler. Bu süreç aynen devam etseydi, hayatın bir
noktadan sonra tükenmesi ve devam etmemesi gerekirdi. Ancak, İlahî hikmet ve
kudret bunun önemini en güzel şekilde alarak dengeyi sağlamıştır. İnsan ve
hayvanların dışarıya verdikleri karbondioksit gazını, yeşil, yani klorofilli
bitkiler almakta, bunu güneş enerjisi vasıtasıyla su ile birleştirerek glikoz
meydana getirmekte ve bununla da kendi beslenmelerini sağlamaktadırlar.
Bilindiği gibi bu olaya fotosentez denmektedir. Böylece canlıların dışarıya
verdikleri karbondioksiti alıp, dışarıya oksijen vererek dengenin devamını
sağlamaktadır. Zaten hava kirliliği denilen olay, bu doğal dengenin temizleme ve
geri döndürme, geri kazanma kapasitesinin aşılmasından başka bir şey değildir.
Endüstrileşme neticesinde, bir yandan dışarıya verilen karbondioksit miktarı çok
artmış, diğer yandan da bunu dönüştüren yeşil alanlar, özellikle de ormanlar yok
edilmiştir. Sonuç, hepimizin şikâyetçi olduğu hava kirliliği ve sebep olduğu
dramatik sonuçlardır.130

Daha önce de dediğimiz gibi Kur’ân dünyadaki ekolojik dengeyi
ısrarla vurgulayarak bizlerden bu dengeyi korumamızı istemektedir. Meselâ,
Kur’ân-ı Kerim rüzgârların, yer ile gök arasında ilahî emre hazır bekleyen
bulutların evirilip çevrilmesinde düşünen bir topluluk için Allah’ın varlığına
ve birliğine deliller olduğuna işaret etmekte, gezegenimiz olan dünyada sağlıklı
yaşamımızı sağlayan etkenlerden birinin de rüzgâr olduğunu açıkça
bildirmektedir.131

Bediüzzaman Said Nursî de, rüzgârın birçok hizmetlerinden; pis
havayı temizlenmesine, canlıların teneffüsüne bitkilerin telkihlerine,
bulutların sevk edilmesine ayrıca rüzgârın getirdiği bulutlardan gönderilen
yağmurun da çeşitli faydalarına temas etmektedir:

“…O kudsî temizlik emrini, koca hava ve bulut dahi dinler.
Hava zeminin sathına, yüzüne konan toz toprak süprüntülere üfler, tanzif eder.
Bulut süngeri, zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra
gökyüzünü çok zaman kirletmemek için çabuk süprüntülerini toplayıp kemâl-i
intizamla çekilir, gizlenir. Göğün güzel yüzünü ve gözünü, silinmiş ve
süpürülmüş, parıl parıl parlak gösteriyor.”132

Bakara Sûresi 164. âyetinin tefsiri münasebetiyle, rüzgâr ve
bulutların faydalarına şöyle temas ederek:

“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gecenin ve gündüzün
değişmesinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın
gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, her türlü
canlıyı yeryüzüne yaymasında, rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında
Allah’ın emrine boyun eğmiş bulutlarda, aklını kullanan bir topluluk için nice
deliller vardır.” “…ve rüzgârları, nebâtat ve hayvanatın teneffüs ve
telkihlerine hizmet gibi vezâif-i azîme ile tavzif edip tedbir ve teneffüse
sâlih vaziyete getirmek için tahrik ve idaresindeki tecellî-i rahmet ve hikmet;
ve zemin ve âsuman ortasında vâsıta-i rahmet olan bulutları bir mahşer-i acâib
gibi muallakta toplayıp dağıtmak, bir ordu gibi istirahat ettirip vazife başına
davet etmek gibi teshîrindeki tecellî-i Rubûbiyet gibi mensucat-ı sanatı tâdat
ettikten sonra aklı, onların hakâikına ve tafsîline sevk edip tefekkür ettirmek
için ‘aklını kullanan bir topluluk için nice deliller vardır.’133
der. Onunla ukûlü îkaz için akla havale eder.”134

Rüzgâr ve bulutların, Allah’ın kudret ve rahmetine şahadet
ettiklerini anlatırken, onların yaptığı faydalı işlere de temas eder:

“…Hem zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece
en kolayı ve nefesleri vermek nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile
tavzif edilen rüzgârlar dahi; cevvi (havayı) âdeta bir hikmete binaen “Levh-i
mahv ve ispat” ve “yazar, ifade eder sonra bozar tahtası” sûretine çevirmekle,
senin faaliyet-i kudretinde işaret ve senin vücuduna şehadet ettiği gibi, senin
merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi: mevzun,
muntazam katreleri kelimeleriyle senin vüsat-ı rahmetine ve geniş şefkatine
şahadet eder.”135

Sonuç

Çevre bilincine ulaşmanın; yani çevre eğitiminin kademeleri
Kuzey Amerika Çevre Eğitimi Birliği tarafından şöyle sıralanmaktadır:

1- Çevresel olaylara karşı ilgi duyulması.

2- Çevresel olaylar hakkında bilgi sahibi olmak.

3- Çevresel tutumun belirlenmesi.

4- Çevresel faaliyetlere katılım.

5- Çevrecilikte deneyim sahibi olunması.

Ayrıca çevreci olabilmek için kişinin sorumluluk bilincine sahip
olması, israftan kaçınması, her türlü aşırılıklardan kaçınarak dengeli tutum ve
davranış içinde bulunması, tabiatı sevmesi, tabiatla içice bir yaşayış tarzını
benimsemesi, kısaca çevreciliği bir ahlâk haline getirdikten sonra bir de bunu
etrafına yaymaya çalışması gereklidir.

Risâle-i Nûr Külliyatı’na ve müellifi Bediüzzaman Said Nursî’ye
burada sayılan özellikler açısından bakacak olursak; -yukarıda saydıklarımıza
ilaveten- Risâle-i Nûr Külliyatı’nda daha Birinci Söz’den itibaren verilen
misallerle tabiat olaylarına dikkat çekildiğini görürüz. Bu da Bediüzzaman Said
Nursî’nin konuya verdiği önemi göstermektedir.

Ekolojik dengenin korunmasına bütüncül bakış açısı da çok
önemlidir. Yani varlıklar bir zincirin halkaları gibi birbirleriyle
ilişkidedirler ve halkalardan birine bir zarar verilmesi bütün sistemi etkiler.
Risâle-i Nûr Külliyatı’nda kâinat (evren) üç büyük (küllî) tevhîd delilinden
biri olarak gösterilirken, “Kâinat Kitabı” olarak isimlendirilmekte ve bir anlam
ifade eden bütün olarak takdîm edilmektedir. Ayrıca bu bütünlüğü gösteren bütün
deliller teker teker incelenmektedir. Nizam, intizam, temizlik, yardımlaşma,
dayanışma vb. tabiat hakkında bu kadar derinlemesine malumat, Bediüzzaman Said
Nursî’nin konu hakkında ne derece bilgili ve ilgili olduğunu göstermektedir.

Yaşayışında israfa yer vermemesi, karıncaları beslemesi, kedi
vb. hayvanlara, kuşlara ilgi ve sevgisi, tabiatla içice bir hayat tarzını
benimsemesi, sık sık kırlara-dağlara çıkması Bediüzzaman Said Nursî’nin ne kadar
bir çevreci tutuma sahip olduğunu, bunu bir ahlâk haline getirdiğini ve
davranışlarına yansıttığını göstermektedir.

Sonuç olarak; Kur’ân-ı Kerim’i ve O’nun çağdaş bir tefsiri olan
Risâle-i Nûr Külliyatı’nı baştan sona anlayarak okuyan bir kişi, kâinattaki
varlıkların anlamlı olduğu (mana-yı harfî düşüncesi) şuuruna erecek ve her
birinin görevli olduğu inancı ile bu varlıklara zarar verici faaliyetlerden
sakınacaktır. Bu da çevre bilincine ulaşmış fertlerden beklenen bir davranıştır.
Bütün bunlardan sonra, Kur’ân-ı Kerim’in, İslâm Dini’nin ve Risâle-i Nûr
Külliyatı’nın bir yönüyle de insanlara çevre eğitimi verdiği rahatlıkla
söylenebilir.

Öz

Çevre sorunları, çok sayıda insanı, bu kadar uzun süre meşgul
eden ender konulardan biridir. Amaç, çevreyi maruz kaldığı bozulmalardan korumak
ve insanoğlunun temiz bir çevrede hayatını sürdürmesini sağlamaktır. Bunun için
de çeşitli çalışmalar yürütülmektedir. Risâle-i Nûr Külliyatı’nda kâinat (evren)
üç büyük (küllî) tevhîd delilinden biri olarak gösterilirken, “Kâinat Kitabı”
olarak isimlendirilmekte ve bir anlam ifade eden bütün olarak takdîm
edilmektedir. Bu tebliğimizin gayesi, her canlıyı yakından ilgilendiren çevre
sorunları gibi önemli bir problem karşısında Kur’ân-ı Kerim’in görüşünü
belirtmek ve Kur’ân’ın çağdaş tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı’nda müellifin
çevreye ve çevre ile ilgili konulara verdiği önemi ve O’nun hayatından konuyla
ilgili tatbikatları göstermektir.

Anahtar Kelimeler: Çevre, kainat kitabı, insan, ekolojik
denge, israf, iş ahlakı, ekonomik kriz

Abstract

Environmental pollution is one of the biggest problem which
obsessed the humanity for a long time. The purpose is to protect the environment
from pollutions and corruptions and to provide a clean and healthy environment
for humanbeing. There are several studies for achieving this purpose. The
universe is considered as one of the three big evidences of the oneness of God
(tavheed) in Risale-i Nur Collections and also it is named as “The book of
universe” and presented as a meaningful whole. The purpose of this article is to
reflect the views of Holy Koran about environmental problems which is an
important problem for humanity and to show the importance of the environment and
environmental problems in Risale-i Nur Collections which is a commentary of Holy
Koran with the examples from the life of the writer of the Collections.

Keywords: Environment, book of universe, human, ecological
balance, dissipation, business ethics, economic crisis

Dipnotlar:

1- İbrahim Uslu, Çevre Sorunları, İstanbul 1995, s.7-8.

2- Erol Oğuz, Coğrafya Açısından Çevre, Çevrebilim
Sempozyumu, TÜBİTAK Yayını, Ankara, 1982, s. 33.

3- Zeynep Arat, İktisat ve Çevre, Çevre İlim Sempozyumu,
TÜBİTAK Yayını, Ankara, 1982, s. 33.

4- Özer Ozankaya, Toplumbilim Terimler Sözlüğü, T.D.K.
Yayını, Ankara,1975.

5- Mine Kışlalı, Fikret Berkes, Ekoloji ve Çevre bilimleri
TÇSV. Yayını, Ankara, 1985, s. 18.

6- Şevket Özdemir, Türkiye’de Toplumsal değişme ve Çevre
Sorunların Duyarlılık, Palme Yayınları, Ankara, 1988, s.10.

7- Kemal Görmez, Çevre Sorunları ve Türkiye, Gazi Kitabevi,
Ankara, 1997, s. 1.

8- Sırır Erinç, Ortam Ekolojisi ve Degradasyonel Ekosistem
Değişimleri, İ.Ü. Denizbilimleri ve Coğrafya Enst. Yay. 1984, s. 3.

9- Ergün Gürpınar, Çevre Sorunları Ders Notları, İstanbul,
1989, s. 3

10- Kadir Cangızbay, ‘Habeas Corpus’üar ‘Habeas Qikos’a veya
‘Ekolojizmin Zorunlu Güzergahı’, Türkiye Günlüğü, sayı, 3, s. 39-40.

11- Kemal Görmez, Çevre, Çevre Sorunları ve Çevre
Politikaları Üzerine Bazı Mülahazalar, Türkiye Günlüğü, Haziran 1989, sayı 3, s.
6.

12- Öznur Özer, Çevre konusunda tanımlar ve Açıklamalar,
Çevre Sorunları Giriş, Mobil Yay., s. 4.

13- Zafer Ayvaz, Düşünce Hevenkleri, T.Ö.V. yay. 1993, s.
103

14- İbrahim Özdemir, Münir Yükselmiş, Çevre Sorunları ve
İslâm, Ankara 1995, s.26, “WWF bu tartışmaları bir seri olarak yayınlamış
bulunmaktadır. Islam and Ecology, ed., Fazlun Khalid-Joanne O’Brien, New York,
1992. Diğerlerinin adları ise; Budhism and Ecology, ed. M. Batchelor- K.Brown;
Christianity and Ecology, ed., E.Breuilly- M. Palmer; Hinduism and Ecology,
R.Prime; Judaism and Ecology; A.Rose.”den naklen.

15- Çevre Sorunları ve İslâm, s. 27, “Arnold Toynbee-Daisaku
İkeda. Yaşamı Seçin, (trcm. Umut Arık), Ankara Üniversitesi Basımevi, 1992, s.
46’dan naklen.

16- Çevre Sorunları ve İslâm, s. 28, “Komisyon, Ortak
Geleceğimiz Türkiye Çevre Sorunları Vakfı Yayını, s. 67’den naklen.

17- Çevre Sorunları ve İslâm, s.29, “Arne Naess, Ecoloji,
Community and lifestyle, Cambridge Press, 1992, s. 185’den naklen.

18- Fussilet, 53.

19- bkz. Nuh Sûresi 15; Yunus, 6; Bakara, 164; Yâsin, 37;
Kâf, 6-11; Hac, 5.

20- Risâle-i Nûr Külliyatı, On Dokuzuncu Söz, (s. 91)
Tebliğimizde istifade ettiğimiz Risâle-i Nur için kaynak olarak, değişik
baskılardan bulma zorluğuna binaen, Risâle-i Nûr’da ilgili kitabın ismi ve
bölümünü verdik. Ayrıca Külliyatın tamamının iki ciltte basıldığı baskının sayfa
numarasını verdik. Kaynak-İndeksli Risâle-i Nûr Külliyatı, Nesil yy. İstanbul,
1996

21- R.N.K., 30. Lem’a, 4. Nükte, 3. İşaret, (s. 807)
Kâinatın, mücessem bir kitab-ı Sübhânî ve cismanî bir Kur’ân-ı Rabbanî ve
Allah’ın kudretini bildirdiğine dair bkz. R.N.K., Şuâlar, Yedinci Şuâ. (s. 914),
(s. 917); On Birinci Şuâ, (s. 955).

22- R.N.K., Otuz Birinci Söz, Dördüncü Esas (264)
Kâinatın, Esmâ-i Hüsnâya mazhariyetle aynadarlık ettiğine dair bkz. Mesnevî-i
Nuriye, Onuncu Risale. (1352

23- R.N.K., Mesnevî-i Nuriye, Katre, (s. 1298-1302). Diğer
misaller için bkz.
Mesnevî-i Nuriye, Hubâb, (s.1314), Mesnevî-i Nuriye, Zeylü’l-Habbe, (s. 1337),
Mesnevî-i Nuriye, Nokta, (s. 1399).

24- Rûm, 22.

25- İsrâ, 44.

26- Rahmân, 6; Konu ile ilgili diğer âyetler için bkz. Hac,
18; Nûr, 41; Hadîd, 1; Ra’d, 15; Haşr, 1; Saff, 1; Cum’a, 1; Tegâbûn, 1.

27- Seyyid Hüseyin Nasr, İsna ve Tabiat, (trcm. Nabi Avcı),
İstanbul, 1991, s. 15.

28- Bayraktar, İslâm ve Ekoloji, s. 35-38.

29- Hac Sûresi, 18.

30- R.N.K., Yirmidördüncü Söz, Dördüncü Dal, (s. 153-156).

31- R.N.K., Yirmi Dokuzuncu Söz, Dördüncü Esas (229), Diğer
misaller için bkz. R.N.K., Mesnevî-i Nuriye, Katre, (1305); R.N.K., Dokuzuncu
Söz, Beşinci Nükte, (s. 18); Yirmi Üçüncü Söz, Beşinci Nokta, (135); R.N.K.,
Dokuzuncu Söz, Beşinci Nükte, (s.18); Yirmi Üçüncü Söz, Beşinci Nokta, (135);
R.N.K. Yirmi Üçüncü Lem’a Hâtime, (684); R.N.K.; On Beşinci Şuâ, Beşinci Kelime,
s.(1123); Lemaât, (319);

32- Kamer, 49.

33- Hicr, 21.

34- S.H. Nasr, age., s. 14.

35- Çevre Sorunları ve İslâm, s. 80.

36- Hicr, 21.

37- R.N.K. Otuzuncu Lem’anın İkinci Nüktesi (s. 800-801).

38- Bakara, 30.

39- S.H. Nasr, age., s. 91.

40- İbrahim Özdemir, Münir Yükselmiş, Çevre Sorunları ve
İslâm, s. 89.

41- Bakara, 2/205.

42- Sebe 15-16; Şu’arâ 134, 146, 148, 176.

43- Rum, 41.

44- Rahmân 7-9.

45- S.H. Nasr, age., b, 12.

46- Bakara, 29

47- Bakara, 205

48- R.N.K., İşârâtü’l-İ’câz, Nübüvvet hakkında Tetimme, (s.
1260-1266).

49- R.N.K., On birinci Şua, Yedinci Mesele, (s. 957).

50- Rahman, 7-9.

51- R.N.K., Otuzuncu Lem’a’nın İkinci Nüktesi (s. 800-801).

52- A’raf, 31.

53- İsra, 27.

54- Samastı, a.g.e., s.49.

55- A’raf, 31.

56- Müsned, I, 447; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 454, no:
7939; el-Hindi, Kenzü’l-Ummal, III, 36, VI, 49, 56,57.,

57- Zâriyat, 58.

58- Hud, 6.

59- Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb, I, 586; İman Gazzalî,
İhyâu Ulûmi’d-Dîn, III, 242; İman Ali, Nehcü’l-belâga, s. 508.

60- Bu konudaki değişik misaller için bkz. R.N.K., On
Dokuzuncu Lem’a, İktisat Risalesi, Beşinci Nükte, (s. 659); R.N.K., On Altıncı
Mektup, Dördüncü Nokta, (s. 376-7); R.N.K. Emirdağ Lahikası-1, (s. 1802)

61- R.N.K., On Altıncı Mektup, Dördüncü Nokta, (s. 376-7).

62- Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman Said
Nursî’yi Anlatıyor İstanbul 1993, IV, 104.

63- Şahiner, Son Şahitler, IV, 232.

64- Şahiner, Son Şahitler, IV, 270

65- Şahiner, Son Şahitler, IV, 390.

66- A’raf, 180.

67- R.N.K., Otuzuncu Lem’a, (s. 797-799).

68- En’am, 38.

69- Nahl, 5-6.

70- Nahl, 7.

71- M. Kemal Atik, Kur’ân ve Çevre, Kayseri 1992, s. 96.

72- Çevre Sorunları ve İslâm, s. 114-116.

73- Âdiyât, 1-5.

74- Nur, 45.

75- R.N.K., İkinci Şua (s. 851).

76- RN.K., 30. Lem’a, 4. Nükte, 3. İşaret, (s. 807)
Kâinatın, mücessem bir kitab,ı Sübbâni ve cismani bir Kur’ân-ı rabbanî ve
Allah’ın kudretini bildirdiğine dair bkz. R.N.K., Şuâlar, yedinci Şuâ u(s.914),
(s.917); On Birinci Şuâ, (s. 955) Aslında Yedinci Şuâ, ‘Âyetü’l-Kübrâ, Kâinattan
Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır”, tamamı itibariyle bu konu üzerinde
durmaktadır.

77- R.N.K. Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Dal, (s. 153-156).

78- R.N.K. Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Dal, (s. 155).

79- R.N.K. On Altıncı Mektup, Dördüncü Nokta, (s. 377).

80- R.N.K. Yirmi Sekizinci Lem’a, (s. 727-728).

81- Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 235.

82- R.N.K., Yirmi Sekizinci Lem’a, (s. 727-728).

83- Hac Sûresi, 73.

84- R.N.K. Yirmi Sekizinci Lem’a, (s. 727-728).

85- R.N.K. Yirmi Sekizinci Lem’a, (s. 727-728).

86- Âyetin tamamının meâli: “Ey insanlar! Bir misal
verilmektedir, şimdi onu dinleyin! Şüphe yok ki, sizin Allah’ı bırakıp
taptığınız putlar, bir sinek bile yaratamazlar. Velev ki hepsi bunun için
toplanmış olsunlar, şayet sinek onlardan bir şey kaparsa, putlar onu sinekten
kurtaramazlar. İsteyen de âciz, istenen de…” (Hac, 22/73).

87- Hac, 73.

88- R.N.K. Yirmi Sekizinci Lem’a, (s. 727-728).

89- R.N.K., Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Dal, (s. 154-155).

90- Sâd, 19.

91- Neml, 16.

92- R.N.K. Yirminci Söz, İkinci Makam, Mukaddime, (s. 105).

93- bkz. R.N.K., Tarihçe-i Hayat (s. 2126).

94- R.N.K., 21. Mektup, 468.

95- R.N.K., Emirdağ Lâhikası-I, (s. 1749).

96- Şahiner, Son Şahitler, II, 150.

97- Şahiner, Son Şahitler, III, 59.

98- Şahiner, Son Şahitler, III, 141.

99- Şahiner, Son Şahitler, III, 126.

100- Şahiner, Son Şahitler, III, 59.

101- Şahiner, Son Şahitler, IV, 174.

102- Şehbaz-ı Kalender meşhur bir kahramandır ki, Şeyh
Geylânî’nin irşadıyla dergâh-i İlâhîye iltica edip mertebe-i velâyete çıkmıştır.

103- Şehnaz-ı Çelkezi, kırk örme saç ile meşhur bir dünya
güzelidir.

104- R.N.K., On Yedinci Söz, (s. 86-88).

105- R.N.K., Otuz İkinci Söz, (s. 273).

106- R.N.K., Otuz Üçüncü Söz (s. 307), Diğer misaller için
bkz. R.N.K., Yirmi Altınca Lem’a, On Dördüncü rica, (s. 720); Yirmi Dokuzuncu
Lem’a, (s. 748); Otuzuncu Lem’a, (s. 802); R.N.K.; Üçüncü Şuâ, (s. 869 Yedinci
şuâ, (s. 902); On Beşinci Şuâ, (s.k. 1139).

107- R.N.K., İkinci Şua (s. 860-861).

108- Misal 1,2,3 için bkz. R.N.K., Yirmi İkinci Söz, Haşiye
1,4,5 (s. 115-116).

109- R.N.K., On Yedinci Lem’a, On Beşinci Nota, (s. 656).

110- R.N.K., Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Barla
Hayatı, (s. 2146-47).

111- R.N.K., Tarihçe-i Hayat, Kastamonu Hayatı, (s. 2179).

112- R.N.K., Tarihçe-i Hayat, Emirdağ Hayatı, (s. 2187).

113- Müslim, Taharet, 1.

114- Ebu Davud, Sünen, Salât 73, İst. 1982.

115- Maide, 6.

116- Ahmed b. Hanel, Müsned I, 304.

117- Buhâri, Cuma 8; Müslim, Taharet 42.

118- Polat Has, El temizliği ve Sağlığımız, Sızıntı, IX, 97.

119- Buhari, Vudu’ 52.

120- Buhari, Vudu’ 51.

121- R.N.K. Otuzuncu Lem’a, (s. 797-799).

122- M. Bayraktar, a.g.e, 64.

123- Bu hususta bir çok hadis rivâyet edilmiştir. Müslim,
Tahâret 1; Dârimî, Vudû 2; Müsned, V, 342, 344; el-Aclûnû, Keşfü’l-Hafâ, 291.

124- Bakara, 222. R.N.K. Otuzuncu Lem’a, (s. 797-799).

125- R.N.K. Otuzuncu Lem’a, (s. 797-799). Şahiner, Son
Şahitler, IV, 164

126- Şahiner, Son Şahitler, I, 325.

127- Şahiner, Son Şahitler, IV, 164.

128- Şahiner, Son Şahitler, III, 64.

129- Şahiner, Son Şahitler, III, 157.

130- Çevre Sorunları ve İslâm, s. 95-96.

131- bkz. Fussilet, 16; Kamer, 19; Rum, 46-48; Furkan, 48;
A’raf, 57.

132- R.N.K. Otuzuncu Lem’a, Birinci Nükte, (s. 798).

133- Bakara, 164.

134- R.N.K., Yirmi Beşinci Söz, İkinci Nükte-i Belâgat, (s.
189).

135- R.N.K., Üçüncü Şua, Münacat, (s. 866).