Religion and Economics

Genel Çerçeve

İktisat, “orta yolu tutmak, itidal ile hareket etmek, tutumlu
olmak, gereğinden az veya çok harcamaktan kaçınmak” anlamlarına gelmektedir.
İktisadın karşıtı israftır. İsraf aşırı gitmek, gereğinden fazla yemek, içmek ve
harcamaktır. İktisatlı ve tutumlu olmak dinimiz tarafından önemle tavsiye
edilirken israf yasaklanmış, müsriflerin de Allah’ın sevgisinden mahrum
oldukları vurgulanmıştır.1

Eski zamanlardan beri, toplumsal hayatın gerekliliğinden
bahsedilirken insanın “medeni-i bi’t-tab” (tabiatı itibariyle medeni) olduğu
ifade edilmiştir. Bu yüzden insanlar tek tek bireysel hayatlarını devam
ettirebilmek için bir topluma, yani toplumsal organizasyona katılmak
mecburiyetindedirler. Kuşkusuz bu katılım, fertleri topluma karşı sorumlu hale
getirir. Başka bir deyimle, toplumun sağlıklı bir şekilde varlığını
sürdürebilmesi için fertlerin, kendilerinden oluşan topluma karşı sorumlulukları
vardır. Toplum varlığının sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi için de,
toplumsal denge ve barışın bir şekilde sağlanması ve fertler arasında duygusal
gerilime yol açabilecek etkenlerin giderilmesi şarttır.

İnsanın “medeni-i bi’t-tab” oluşu, yani yaratılışı itibariyle
toplumsal hayat içinde yaşamaya muhtaç olması, ekonomik ilişkiler bakımından da
büyük bir öneme sahiptir. Bediüzzaman insanın toplumsal hayattaki rolüne ve
sorumluluğuna işaret ederek özetle şöyle der: “İnsanın fıtratı medenîdir. Kendi
cinsinden olan insanları düşünmek zorundadır. İnsanın şahsî hayatı, ancak toplum
hayatıyla devam edebilir. Yediği bir lokma ekmeğin kaç elden çıktığını, giydiği
bir elbisenin kaç kişinin emeğiyle meydana geldiğini düşünmek mecburiyetindedir.
İnsanın, hayvan gibi bir posta kanaat edememesi ve diğer insanlarla alakadar
olması sebebiyle, onlara bir fiyat vermeye mecbur olduğundan, insan yaratılışı
itibariyle sosyal bir varlıktır.”2 Bu ifadeler, insanın toplum içinde
ekonomik bakımdan bazı temel kurallara tabi olması gerektiğini göstermektedir.

Denilebilir ki, toplumlarda ekonomik hayatın düzenini bozan iki
önemli unsur vardır. Bunlardan birincisi, maddi imkânların ihtiyaçlara göre
kullanılmamasından doğan israfın önlenememesidir. İkincisi de, her zaman
beraberinde potansiyel bir gerilim taşıyan sınıflar arasındaki ekonomik dengenin
muhafaza edilememesidir. Bediüzzaman, iktisadî hayatı altüst eden bu temel
unsurlara referans olarak Kur’an’ın önemle üzerinde durduğu üç esastan söz
etmektedir. Bunları sırayla ele alalım.

İsraf

Kuşkusuz iktisat ilminin ıslah ve tedavi etmek istediği
toplumsal hastalıklardan birisi de israftır. Fertlerin, maddi imkânlarını
ihtiyaçlarına uygun bir şekilde kullanmamaları israfın en belirgin özelliğini
ortaya koymaktadır.3 Kur’an “Müsrifun” diye nitelendirdiği
israfçıların, bu işi severek yaptıklarını ifade eder.4 Esasen
müsrifler, toplumun önemli bir kesimini maddî sıkıntılardan kurtaracak kadar
büyük imkânları boşa harcayan kişilerdir. Üstelik büyük bir değere dönüşebilecek
bu kadar kıymetli varlıkları heba eden müsriflere, israfçılık çok cazip görünür.

Kısacası, İslâmiyet; yeme, içme, giyim, kuşam ve eşya kullanımı
gibi hususlarda israftan (aşırılıktan) kaçınmayı, iktisadı ve orta yolu tutmayı
emretmiştir. Savurganlığı da, savurganlığın zıddı olan cimriliği de
yasaklamıştır. Bir ayet-i kerimede:
“Hayat
yürüyüşünde ölçülü ol ve sesini yükseltme (bağıra bağıra konuşma)”5
buyrulmuştur. Bir diğer ayette,
“Sen ne
ellerini boynuna bağlayıp cimrilik yap, ne de onları büsbütün açıp saçarak
tutumsuz ol”6 denilmiştir.

Bediüzzaman israfın olumsuzluğunu üç açıdan ele almaktadır:

a) Yaratılış Açısından: Kâinatı bir saraya benzeten
Bediüzzaman’a göre bu sarayda sürekli çalkalanan bir şehir, bir memleket, hatta
bir âlem vardır. Hâlbuki bu sarayda, bu şehirde, bu memlekette ve bu âlemde
hayret verici bir denge, bir ölçü ve bir güzellik hükmediyor. Bu durum açıkça
gösteriyor ki, kâinatta egemen olan bu çalkantılar, bu girdiler ve çıktılar,
bütün kâinatı gören bir zatın ölçüsüyle tartılmakta ve idare edilmektedir. Aksi
takdirde denizler kokacak, hava zararlı gazlarla zehirlenecek ve yeryüzü bir
mezbeleye ve bir bataklığa dönecekti.7

O’na göre yaratılış kanunlarına dikkatle bakan herkes kâinatta
iktisadın egemen olduğunu görür. Şöyle der: “Allah’ın “Hakîm” ismi, iktisat ve
israfsızlık üzerine hareket ediyor; hatta iktisadı emrediyor. Sâni-i
Zülcelâl’in, ism-i Hakîmin muktezasıyla, her şeyde en hafif sureti, en kısa
yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli ehemmiyetle takip etmesi gösteriyor ki,
israf, abesiyet, faydasızlık, fıtratta yoktur. İsraf, ism-i Hakîmin zıddı olduğu
gibi, iktisat ism-i Hâkimin lâzımıdır ve düstur-u esasıdır.”8

Kâinatta israf ve lüzumsuzluğun olmaması, her şeyin
yaratılmasında, tedbir ve idaresinde iktisadın gözetilmiş olması, “Hakîm” ismi
gereği olarak her şeye değeri nispetinde yer verilmesi ve her şeyin yerli
yerinde yaratılmış olması iktisadın insan için ne kadar gerekli olduğunu,
israfın da ne kadar zararlı olduğunu açıkça göstermektedir.

b) İnsanın Benliği Açısından: İsrafın insan benliğinde
kötü alışkanlıklara sebep olması açısından düşünüldüğünde, ne kadar kötü bir
haslet olduğu açıkça görülür. Kur’ân-ı Kerim’de
“Amaçsızca
saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir”9 buyrularak israf ve
savurganlığın, günah sektörünü doğuran en büyük amil olduğu gerçeği
vurgulanmıştır. Günah sektörüne en büyük giriş kapılarından birisi sayılan
israf, insanı şeytanın tuzağına düşürür. Şeytanın tuzağına düşenler sonunda
zarar edecekleri için müsrifliğin sonu hüsrandır. Çünkü müsriflik kişinin sadece
malını değil, onur ve haysiyetini, kısacası tüm benliğini şeytana kaptırmakta,
böylece onu kişiliksiz hâle de getirmektedir. Benliği şeytan tarafından bu denli
rehin alınan bir insanın çalışma azmi de kalmaz. İktisatlı olmak ve tutumlu
hareket etmek ise bir onur, bir şeref ve bir haysiyettir. Zira tutumlu olanlar
kimseye muhtaç olmazlar, rahat ve huzur içinde, onurlarıyla yaşarlar.

“İktisat eden maişetçe fakirlik belasını çekmez”10 hadis-i şerifi,
tutumluluğun toplum ve aile hayatındaki yerine ve kişinin izzet-i nefsinin
korunmasına büyük önem atfediyor.

Bediüzzaman bu konuda şöyle der: “İsraf kanaatsizliği intaç
eder. Kanaatsizlik ise çalışmanın şevkini kırar, insanı tembelliğe atar;
hayatından şikâyet kapısını açar. Mütemadiyen şekva ettirir. Hem ihlâsı kırar,
riya kapısını açar, hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.”11

Diğer taraftan aşırı savurganlık ve amaçsız harcama, nimetin
kadrini bilmemek anlamına da geldiği için israf bir nankörlük ve bir şükürsüzlük
olarak değerlendirilmiştir. İktisat ise manevi bir şükür ve nimete karşı bir
hürmet olarak kabul edilmiştir. Gerçekten de israf, nimeti hafife almak anlamına
gelirken, iktisat, nimete karşı bir saygıdır. Bediüzzaman bu konuda şöyle der:

“Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde
şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır.
İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır. Evet, iktisat hem bir şükr-ü
manevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem katî bir
surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem manevî
dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti
hissetmesine ve zahiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına
kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan, vahim
neticeleri vardır.”12

Görüldüğü gibi Bediüzzaman israfın, insan kişiliğini etkileyici
bu olumsuz sonuçlarını önlemek için insanın, onurunu zedelemeden, çalışma azmini
yitirmeden ve tembelliğe sapmadan, kanaat ve rıza ile hareket etmesi gerektiğini
ifade etmektedir. Bediüzzaman israfı önlemede en güçlü müeyyidenin yine iman
olduğuna işaret etmekle beraber her şeyin kader ile takdir edildiğini, rahat
etmek isteyen insanın kısmetine razı olması gerektiğini” dile getirmiştir.

c) Günümüz İktisat Teorileri Açısından: İsrafın olumsuz
sonuçları, günümüz iktisadî hayatında daha çok etkili olmaktadır. Eski
zamanların tarıma dayalı ekonomilerinde, refah da sefalet de bugünkü kadar
belirgin değildi. Günümüz bilgi toplumuna geçiş yapan sanayi toplumunda ise,
refah seviyesi çok yüksek olan kesimlerin yanında sefalet içinde hayatlarını
sürdüren kesimler de bulunmaktadır. Sömürgecilerin, ham madde temini konusunda
sınır tanımaz hırsları, aşırı sanayileşme ve silahlanma yarışı dünya üzerinde
hayatî öneme sahip tarım alanlarının zarar görmesine yol açmıştır. Bunun
sonucunda aşırı tüketim ve israf üzerine kurulu bulunan bugünkü Batı dünyasının
ekonomileri büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalmışlardır. Küreselleşen
dünyadaki bu sıkıntılar bütün dünya ekonomilerini de etkilemektedir. Batılı
toplumlar, ekonomik refah seviyelerini bugüne kadar sürdürmüşlerse de, artık
yeryüzünde insanlara sunulan nimetlerin sınırlı olduğunu, refahın temininde
hayatî öneme sahip olan su ve gıda gibi kaynakların bu güne kadar hep amaçsızca
israf edildiğini, bundan sonra insanlığın israf gibi bir lükse sahip
olamayacağını onlar da kabul ediyorlar.

Kur’an-ı Kerim’de yer alan

“Yiyiniz, içiniz, ancak israf etmeyiniz”13
ve

“İnsan başkasının değil, sadece kendi çabasının karşılığını görecektir”14
ayetleri, insanın dünya hayatındaki mutluluğunun, harcama yaparken iktisatlı
davranmaya ve disiplinli bir çalışma hayatına bağlı olduğunu açıkça ifade
etmektedir.15

Bediüzzaman, bir uygarlığın asıl amacının insanların istirahatı
ve dünya hayatının mutluluğu olduğunu, semavi kanunlara muhalif hareket eden
Batı uygarlığının ise bu iki önemli sonucu gerçekleştiremediğini, dolayısıyla
çirkinliklerinin güzelliklerine galip geldiğini ifade etmektedir. Ona göre Batı
uygarlığı, iktisat ve kanaat yerine israf ve sefahati, çalışmak ve hizmet etmek
yerine de tembellik ve istirahat meylini insanlığa aşılamakla, insanların
ekserisini hem fakir hem de tembel yapmıştır.

Zekât

Zekâtın kelime anlamı, “artma, çoğalma, arıtma ve berekettir.”16
“Doğru söylemek ve sözünü tutmak” anlamına gelen “sıdk” kökünden alınan ve
Kur’an ve Sünnet’te zekât anlamına da gelen“sadaka” kelimesi, daha sonraki
devirlerde gönüllü mali ödemeler için kullanılmaya başlanmıştır.17
Fıkıh terminolojisinde ise zekât, Allah’ın belirli yerlerde sarf edilmek üzere
dince zengin sayılan kişilerin, mallarından belli bir payın alınması işlemini
ifade eder.

Kuşkusuz bir toplumda “zengin” olarak bilinen varlıklı
insanların bulunması doğal olduğu gibi, bir türlü ihtiyaçlarını gideremeyen
yoksul insanların bulunması da doğaldır. Doğal olmayan şey ise, bu iki grubun
birbirilerinin haklarını gözetmemesi ve bu durumun toplumda gerilim ve gerginlik
sebebi olmasıdır. O halde zengin ve yoksul arasındaki farkın uçuruma dönüşmemesi
için tedbir alınmalıdır. Başka bir deyimle, zengini daha zengin ve fakiri daha
fakir hale getirmemek ve gerçekleşmesi muhtemel duygusal gerginlikleri ortadan
kaldırmak için ciddi önlemler alınmalıdır.

Kur’an-ı Kerim, sınıflar arasındaki gerilimin potansiyel
varlığına işaret ederek bunun engellemesi için ilk etapta yollar göstermiş, daha
sonra Medine döneminde zekâtı farz kılarak bu huzursuzluğu kökten çözmeyi
amaçlamıştır. Zariyat Suresinde Cennet ehli olan muttakiler tanıtılırken,
onların dünyada güzel işler yapan kimseler olduklarından söz ettikten sonra:

“…Ve mallarında muhtaç ve mahrumların hakkı vardır”18 buyrulmaktadır.
Aynı anlamda olmak üzere Kur’an’da birçok ayet vardır. Bu teşhisin gerek Mekkî
gerek Medenî surelerde yer alması, problemin sadece İslam toplumu için değil,
bütün toplumlar için geçerli olduğunu gösterir. Bu gerçekleri göz önünde
bulunduran Bediüzzaman zekâtın iki açıdan iktisadî hayata katkı sağladığını
ifade eder:

a) Zekâtın bir Yardım Vasıtası Olması Açısından: Kur’an-ı
Kerim’de zekât kelimesi terimsel anlamda otuz ayette kullanılmıştır. Bunların
yirmi yedisinde ise zekât namazla birlikte zikredilmiştir. Hz. Peygamber’in
(s.a.v) sünnetinde de zekât çoğunlukla namazla birlikte zikredilmiştir. Bu
husus, namazla zekât arasındaki kuvvetli bağlılığa, kişinin Müslümanlığının
ancak bu iki görevi yapmakla olgunluk derecesine ulaşacağına bir delildir. Namaz
bedenî, zekât ise malî bir ibadettir. Ancak bu iki ibadet türüne hâkim olan bir
ruh, Allah’a yaklaşmak ve onun rızasını kazanmak şerefine erişebilir.

Bediüzzaman zekâtın ilahi malî bir ibadet olduğunu, aynı zamanda
ibadet duygusuyla yerine getirilmesi gereken sosyal bir yardım müessesesi
olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre, biri bedenî, diğeri malî olan namaz ve zekât
arasında çok ciddi bir münasebet bulunmaktadır.

Nitekim
“O hidayete
erenler ki, idraki aşan hakikatlere bütünüyle iman ederler, namazı istikamet
üzere kılarlar ve kendilerine sürekli lutfettiğimiz şeylerden ihtiyaç
sahiplerine harcarlar”19 ayetini tefsir ederken namaz ve zekâtın
birbirileriyle olan sıkı irtibatını şöyle ifade eder:


kısmının
ile nazmını
icap ettiren münasebet ise; namaz
yani dinin
direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslam’ın kantarası, yani köprüsüdür.
Demek, birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahi iki esastırlar. Bunun
için birbiriyle bağlanmışlardır.”20 Bediüzzaman’a göre bir malî
ibadet olan zekât bütün muavenet ve yardım nevilerini içine almaktadır. Özetle
şöyle der:

“Sahih olarak Resul-i Ekrem’den (s.a.v)
‘Zekât
İslam’ın köprüsüdür’21 hadis-i şerifi rivayet edilmiştir. Yani,
Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü vasıtasıyla olur. Zira
İslam’da yardım vasıtası zekâttır. Başka bir deyimle, insanların sosyal
hayatında intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır. Diğer taraftan,
insanlık âleminin sosyal bünyesindeki hayatın temeli yine yardımlardır. Keza,
gelişmeye engel olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen
felaketlerin tiryakı ve ilacı yine yardımlardır.”

Ancak yardımların “zekât” adı altında verilmemesi halinde
meydana gelebilecek olumsuzluklara da işaret eden Bediüzzaman şunları kaydeder:

“Ey ehl-i kerem ve vicdan! Ve ey ehl-i sahavet ve ihsan!
İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazen da faydasız gider. Çünkü
Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet
esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem
hakikaten Cenâb-ı Hakk’ın malını ibâdına vermek için bir tevziat memuru olduğun
hâlde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun. Eğer zekât
namına versen, Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun, bir
şükran-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye mecbur
olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. Evet,
zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan yahut sair suretlerde verip riya
ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekât namına o
iyilikleri yapıp, hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlâsı, hem makbul bir
duayı kazanmak nerede? “22

b) Sınıflar Arasındaki Husumeti Yok Etmesi Açısından:
Bediüzzaman, servetin belirli ellerde birikmesinin ve zengin ile fakir
arasındaki sermaye dağılımında oluşan aşırı farklılığın insanlığın huzurunu
ortadan kaldırdığını dile getirerek özetle şöyle der:

“Bugünkü zalim Batı uygarlığının, israfçılık, su-i istimal ve
zaruri olmayan ihtiyaçları zaruri ihtiyaç haline getirmek suretiyle insanlığı
haram yemeye ve zulüm işlemeye, çaresiz işçileri ve halk tabakalarını zengin
tabakaya karşı düşmanca tavırlar sergilemeye sevk etmiştir. Batı uygarlığı,
fakirlerin zenginlere karşı saygılı olmalarını ve zenginlerin de fakirlere karşı
şefkatli olmalarını temin eden Kur’an’ın zekât emrini ve faiz yasağını kabul
etmediği için burjuvaları zulme ve fakirleri isyan etmeye mecbur etmiş,
insanlığın istirahatını alt üst etmiştir.”23

Görüldüğü gibi Bediüzzaman, zekâtı önemli bir yardım müessesesi
olarak kabul etmekte, yardımın daha etkili olabilmesi için zekâtın
kurumsallaştırması ve rast gele dağıtılmaması gerektiğine inanmaktadır. Zekâtın
fakir tabakalarla zengin tabakaları birbirine kavuşturan bir köprü vazifesini
gördüğünü ve Müslüman’ın bu köprü vasıtasıyla yardımlarını Müslüman kardeşine
ulaştırdığını dile getirmektedir. Ona göre zekât köprüsü, yardımlaşma yolu,
sosyal hayattaki nizam ve intizamın sıratü’l-müstakimi, insanlar arasındaki
hayatın akışına bir rabıta ve insanlığın gelişmelerindeki zehirlerin bir ilacı
hükmündedir.”24

Ancak Kur’an-ı Kerim, toplumdaki ekonomik dengesizliğin yol
açabileceği muhtemel olumsuz sonuçların azaltılabilmesi için zekâtı önemli bir
araç olarak sunmakla kalmıyor, aynı zamanda bunun işleyişinde son derece önemli
insanî meziyetlere, psikolojik faktörlere de işaret ediyor. Ayetlerden
anlaşıldığına göre, zengin adam malını verirken, gönülsüz davranmayacak ve başa
kakmayacak, aynı şekilde fakir de alırken ezilmeyecek, mahcubiyet duyması
gerekmeyecek. Çünkü biri borcunu ödüyor, diğeri hakkını alıyor, alacağını tahsil
ediyor. Dolayısıyla başa kakma veya mahcubiyet için bir neden kalmıyor.
Kur’an’ın bu düzenlemesi bir bakıma toplumsal gerilim sigortası görevini de
görüyor.

Bediüzzaman’a göre Kur’an’ın,
veya
ya da
gibi kısa
ifadeleri terk edip onların yerine
gibi uzun
sayılan bir ifadeyi tercih etmesinin sebebi, zekat ya da sadaka vermek
mecburiyetinde olan bir Müslüman’ın bu görevini yerine getirirken, bazı şartlara
riayet etmesi gerektiğini insanlığa ders vermek içindir. Bu şartları şu şekilde
sıralamaktadır:

1) Yapılan yardımlar zekât veya sadaka namına yapılmalıdır.
2) Yardım edilen kişi, minnet altında bırakılmamalıdır.
3) Yardım Allah namına verilmeli, başka herhangi bir niyet karışmamalıdır.
4) Yardımı muhtaç olana vermeye dikkat etmelidir.
5) Zekât ve sadaka gibi yardımlarda israf edilmemelidir.
6) Yardımı, başkasından alıp bir başkasına vermek değil, bizzat şahsi malından
vermek gerekir.
7) Fakirleşmek korkusuyla yardım terk edilmemelidir.
8) Yardım sadece mal ve paradan olmayıp ilim, fikir, kuvvet ve çalışma gibi
şeylerle de muhtaç olanlara yardım yapılabilir.
9) Yardım alan kimse, bu yardımı sefahatte sarf etmemeli, zaruri ihtiyaçlarına
sarf etmelidir.25

Bediüzzaman zekâtın, derd-i maişet belasına şifa verici bir ilaç
olduğunu şu şekilde dile getirir: “Acaba hakikat-i İslâmiyenin binler
mesailinden yalnız zekât meselesi düstur-u medeniyet ve muavenet olursa, bu
belâya ve yılanın yuvası olan maişetteki müthiş müsavatsızlığa deva-i şafi
olmayacak mıdır? Evet, en mükemmel ve bozulmaz bir deva olacaktır.”26

Faiz Yasağı

a) Emek ve Meşru Kazanç: İslamiyet fıtrî bir din olduğu
için insanların çalışıp kazanmalarını, ihtiyaçları doğrultusunda harcama
yapmalarını tabii karşılamakla birlikte bu konularda bazı temel ölçü ve ilkeler
getirmek suretiyle haksızlık ve su-i istimalleri engellemek istemiştir. Hatta
İslam’da kazanma, mülk edime tıpkı ilim gibi farz telakki edilmiş, kişinin meşru
yoldan çalışıp kazanması ibadet ve cihad ölçüsünde kutsal ve değerli bir
davranış olarak kabul edilmiştir. Ancak İslam’da aslî ve tabii kazanç yolu
emektir. Miras, vasiyet, zekât, nafaka ve hibe gibi istisnaî yollarla kazanılan
mallar da başlangıcı itibariyle emeğe dayalı kazançlar kabul edilmiştir.27
Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadisinde
“Hiç kimse
elinin emeğinden daha hayırlı bir şey kazanmamıştır”28 buyurarak
emeğin kutsallığına ve helal kazanca işaret etmektedir. İslamiyet, herhangi bir
zarara veya mağduriyete yol açmayan insan ilişkilerine, düzgün bir çizgide
seyreden hukuki ve ticari hayata kural olarak müdahale etmemiş, sadece yanlış ve
haksız uygulamalar konusunda insanları uyarmış, bu yönde bazı sınırlama ve
kısıtlamalar getirmiştir. İslam’ın temel ilkelerinden birisi olan faiz yasağı da
bu kapsamdadır.

Faizin karşılığı Arapçada “riba”dır. Riba lügatte, “herhangi bir
şeydeki artışı ve fazlalığı” ifade eder. Terim olarak ise riba, “borç verilen
bir parayı belli bir süre sonunda belirli bir fazlalıkla geri almanın ve bu
şekilde alınan fazlalığın” genel adıdır. Faiz ise taşan ve kabaran anlamlarına
gelmektedir. Türkçede faiz kelimesi riba ile eş anlamlı olarak kullanılır.

b) Faiz Yasağının Hikmeti: İslamiyet servetin atıl
bırakılmamasını, üretim ve yatırım dışında tutulmamasını istemiş ve faiz
ortamının doğuşunu engelleyici bazı tedbirler almıştır. Temel üretim faktörü
olarak emeği esas aldığı için, sermayenin risk ve zarara katlanmadan tek başına
kazanç aracı olması önlenmiştir. Zira bu risksizlik ortamı para ve sermayenin
giderek belli zümrelerin elinde toplanmasına, sonuçta insanların sınıflaşmasına
ve büyük bir kesimin de mağduriyetine yol açacaktır. İslamiyet, yardımlaşma ve
sosyal dayanışma ilkesi, emek ve sermayenin birlikte üretime ve yatırıma
yönelmesi gibi prensiplerle topluma ahlakî bir anlayışı egemen kılarak,
nimetleri ve külfetleri dengeli bir şekilde yaymayı hedeflemiştir.

Kur’an-ı Kerim faizle zekâtı ve Allah yolunda infakı
karşılaştırarak, zekât ve infakın değerli ve kalıcı, faizin ise değersiz ve
bereketsiz olduğunu bildirmektedir. Faizin yer aldığı ilk sure olan Rum
suresinde Allah şöyle buyuruyor:


“Başka insanların mal varlığı sayesinde artsın diye faiz karşılığı verdikleriniz
asla Allah katında size artış sağlamaz. Bir de Allah’ın rızasını dileyerek
verdiğiniz arındırıcı malî yükümlülük vardır. İşte böyle yapanlar ödüllerini kat
kat arttıranların ta kendileridir.”29 Bu ayet, sonu kesin bir yasakla
biten bir sürecin ilk halkasını teşkil etmektedir. Burada açık bir yasak yer
almamakta fakat faiz açıkça yerilmektedir. Bununla birlikte bu ayette faizle
zekâtın bir arada zikredilmiş olması tesadüfî değildir. Zira faiz karşılıksız
almak, zekât ise karşılıksız vermektir. Birincisi haram, ikincisi de farz
kılınacaktır. Nitekim daha sonra Medine’de nazil olan Nisa (4/160–161), Âl-i
İmran (3/130) ve en son Bakara surelerinde faiz kategorik olarak yasaklanmıştır.30
Faiz yasağının kesin olarak bildirildiği Bakara ayetlerinden ikisi şöyledir:
“Onlar,
alışveriş de faiz gibidir, derler. Oysaki Allah alışverişi helal, faizi de haram
kılmıştır.”31
“Allah faizin
bereketini alır ve emanete sadakat için yapılan hayrı, kattığı bereketle
arttırır.”

Gerçekten de zekât ve infak sosyal adaleti ve refahı arttırıcı
olduğundan değerli ve bereketli; faiz ise gelir akışını belli ellerde toplayıp
sosyal refahı önlediğinden, hatta bazen sosyal patlamalara sebep olduğundan
bereketsiz bir yoldur. Maddeci Batı toplumlarında ise, sermayenin belli ellerde
toplanması istenmekte, bu amaçla sermayenin daha organizeli şekilde üretim ve
yatırıma aktarılması, böylece geniş bir çalışan zümre oluşturulması
hedeflenmektedir. Buna göre faiz, Batı toplumlarındaki iktisadî hayatın
vazgeçilmez unsurlarından birini oluşturmaktadır.

Bununla birlikte, eskiden beri toplumbilimle ilgilenen
çevrelerde, varlıklı insanlarla yoksul insanlar arasındaki aşırı servet
farklılığının ortadan kaldırılmasını ön gören sosyal düşünceler ortaya
atılmıştır. Kuşkusuz ki bütün bu düşünceler, İslam’ın faiz yasağından mülhemdir.
Zira İslamiyet faizi, emek karşılığı olmayan haksız kazançlardan kabul ettiği
insanlığın baş belası olarak nitelendirmiştir. Bediüzzaman’a göre “başkasını
düşünmemek” ve “başkasının sırtından geçinmek” şeklinde ifade edilebilecek
insanlığın iki derin yarası vardır. İnsanlık tarihinde meydana gelen bütün
karışıklıklar ve ahlaksızlıklar bu iki temel düşünceden kaynaklanmaktadır.
Varlıklı insanlarla yoksul insanları birbirine düşman hâle getiren ve insanları
mutsuz eden de bu düşüncelerdir. İslam’ın faiz yasağı ve zekât emri, zengin ve
fakir tabakalarını birbirine yaklaştıran ve sermayenin belirli ellerde
birikmesinden dolayı ortaya çıkan farklılıkları yok eden birer emirdir. Bu
konuda şu ifadelere yer verir:

“Bütün ihtilâlât-ı beşeriyenin madeni bir kelime olduğu gibi,
bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir. Birinci Kelime: “Ben tok
olayım, başkası açlıktan ölse, bana ne.” İkinci Kelime: “Sen çalış, ben
yiyeyim.” Evet, hayat-ı içtimaîye-i beşeriyede havâs ve avam, yani zenginler ve
fakirler, muvâzeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise, havâs
tabakasında merhamet ve şefkat; aşağısında, hürmet ve itaattir. Şimdi, birinci
kelime havâs tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir;
ikinci kelime avamı kine, hasede, mübarezeye sevk edip, rahat-ı beşeriyeyi
birkaç asırdır selb ettiği gibi; şu asırda, sa’y, sermaye ile mübareze neticesi,
herkesçe malûm olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi. İşte, medeniyet,
bütün cemiyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedid inzibat ve
nizamatıyla, beşerin o iki tabakasını musâlâha edemediği gibi, hayat-ı beşerin
iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kur’ân, birinci kelimeyi esasından
vücûb-u zekât ile kal’ eder, tedavi eder; ikinci kelimenin esasını hurmet-i ribâ
ile kal’ edip, tedavi eder. Evet, ayet-i Kur’âniye, âlem kapısında durup, ribâya
“Yasaktır!” der. “Kavga kapısını kapamak için, ribâ kapısını kapayınız!”
diyerek, insanlara ferman eder. Şakirtlerine, “Girmeyiniz!” emreder. 32

Sonuç

Anlaşılıyor ki, sosyal hayatta dengeyi korumanın ve mutluluğu
idame ettirmenin tek şartı, sosyal sınıflar arasında aşırı derecede boşluk
bırakmamaktır. Zengin ile yoksullar birbirilerinden uzaklaşmamalıdırlar ki,
düşmanlığa ve husumete meydan verilmesin. Batı uygarlığı zekât emrine ve faiz
yasağına uymadığı için Batı’daki sınıflar arasında sıla-i rahim kalmamış,
gerginlik gittikçe artmış ve günümüzde toplumların istikrarı alt üst olmuştur.
Bunun sonucunda zengin insanlardaki meziyetler merhamete ve yardımlaşmaya sebep
teşkil edeceğine kibir ve gurura yol açmış, yoksul insanlar ise sefalete
terkedilmişlerdir. 33

Bediüzzaman’a göre İslamiyet faizi yasaklamak ve zekâtı
emretmekle insanlık âlemindeki bütün halkları ve fakirleri himaye ettiği gibi,
“Hiç düşünmüyorlar mı, hiç akletmiyorlar mı, hiç tedebbür etmiyorlar mı?” gibi
ifadelerle aklı öne çıkararak ilim ehlini de himaye etmiştir. Bu itibarla
İslamiyet tarih boyunca fakirlerin ve ilim adamlarının kalesi ve sığınağı
olmuştur.34 Ona göre faiz çalışma şevkini kırıp işsizliği doğuran bir
afettir. Üstelik faizin kapıları olan bankalar, mağdur ve işsiz insanlara değil
gayri Müslimlerin en kötü kısmı olan zalimlere ve zalimlerin de en kötü kısmı
olan sefihlere fayda sağlamıştır. Faizin İslam dünyasına zararı açıktır. Faydası
ise hiç yoktur.35

Öz

Bir toplumun sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için,
fertlerin topluma karşı sorumlulukları vardır. Toplum varlığının sağlıklı bir
şekilde sürdürülebilmesi için de, toplumsal denge ve barışın bir şekilde
sağlanması ve fertler arasında duygusal gerilime yol açabilecek etkenlerin
giderilmesi şarttır. Toplumlarda ekonomik hayatın düzenini bozan iki önemli
unsur vardır. Bunlardan birincisi, maddi imkânların ihtiyaçlara göre
kullanılmamasından doğan israfın önlenememesidir. İkincisi de, her zaman
beraberinde potansiyel bir gerilim taşıyan sınıflar arasındaki ekonomik dengenin
muhafaza edilememesidir. Bediüzzaman, iktisadî hayatı altüst eden bu temel
unsurlara referans olarak Kur’an’ın önemle üzerinde durduğu üç esastan söz
etmektedir. Bunlar; israf, zekat ve faiz yasağıdır. Bu çalışmada bu esaslar
sırayla konu edilmekte, İslam’ın bu hususlardaki yaklaşımı Bediüzzaman’ın da
görüşleri ışığında ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Din, iktisat, israf, zekat, faiz, faiz
yasağı

Abstract

There are responsibilities of individuals to the society which
are very essential for the existence of the society. And for the existence of
the society, the social peace and balance is needed and the hypertension between
individuals must be controlled. There are two important reasons causing the
economic crisis in societies. First of them, the unpredictable dissipation
because of misusing of wealth. The second one is the lack of economic balance
between classes which have always a potential tension. Bediuzzaman mentions
about three principles which are offered in Holy Koran as reference to the basic
reasons which turn upside downs the economic balance. These are: Dissipation,
zakat (offering) and prohibition of interest. In this article, we will analyze
these principles and explain the approach of Islam with the light of opinions of
Bediuzzaman.

Keywords: Religion, economics, dissipation, zakat (offering),
interest, prohibiton of interest

Dipnotlar:

1- Enam, 6/131.

2- Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 52.

3- Safa Mürsel, Bediüzzaman ve Devlet Felsefesi, s. 537.

4- Yunus, 10/13.

5- Lokman, 31/19.

6- İsra, 17/29.

7- Lem’alar, s. 288.

8- Lem’alar, s. 291.

9- İsra, 17/27.

10- Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 447.

11- Lem’alar, s. 135.

12- Mesnevi-i Nuriye, s. 110.

13- Araf, 7/31.

14- Necm, 53/39.

15- Hutbe-i Şamiye, s. 156.

16- Lisanü’l-Arab, zekat maddesi.

17- İlmihal, TDV yayınları, I, 423, Ankara, 2005.

18- Zariyat, 51/19.

19- Bakara, 2/3.

20- İşaratü’l-‘İcaz, s. 47.

21- Et-Teğrib ve’t-Terhib, I, 517.

22- Mektubat (22. Mektub), s. 265.

23- Emirdağ Lahikası, s. 334.

24- İşaratü’l-İ’caz, s. 49.

25- İşaratü’l-İcaz, s. 47.

26- Muhakemat, s. 38.

27- İlmihal, TDV yayını, II, 409, Ankara, 2005.

28- Buhari, Buyu, 15; Enbiye, 37; İbnu Maceh, Ticarat, 1.

29- Rum, 30/39.

30- Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, s. 802; İst.,
2008.

31- Bakara, 2/275.

32- Sözler, s. 373.

33- İşaratü’l-İ’caz, 480 vd.

34- Mektubat, s. 313.

35- Sözler, Lemeat