Human and Universe in terms of Economics

1- İktisat Nedir?

Çağdaş İslâm âlimi Bediüzzaman’ın fikirlerini incelediğimizde şu
gerçekle karşılaşırız: O, günü birlik gayeleri olan, ufku ve hedefi sınırlı bir
insan değildir. Bediüzzaman, geçmişin ilmî ve manevî birikimlerinden yola
çıkarak geleceğe yönelik görüşlerini metodik ve sistematik şekilde ortaya koyar.

O, her şeyden önce eşya ve hadisenin açıklamasını iman
mefhumunda aramış ve bunu yaşadığı asrın idrakine büyük bir başarı ile
kazandırmıştır. İman ile aklın telif ve terkibini yapmak Bediüzzaman’ın çağımıza
yönelik en belirgin misyonudur. O, her şeyden önce iktisadı, kâinatın en esaslı
kanunlarından birisi olarak görür. Ona göre, Allah’ın kâinattaki Hakîm isminin
tecellîleri hiçbir yerde israfa mahal bırakmaz. Kâinatı iktisat prensibi üzerine
yaratan Allah, insanın da o hikmet sırrına uygun hareket etmesini ister.

“İktisat”, Arapça’daki “kasd” masdarından türetilmiştir. Kasd,
fiil olarak, “Bir işi bilerek, isteyerek, niyet ederek yapmak; yolu doğru olmak”
gibi anlamlar içermektedir. “Kasdî”, “kasden”, “maksad”, “maksûd”, “iktisadiyat”
gibi kelimeler de bu kökten türetilmişlerdir. Bu çerçevede, “iktisat,” “kasda
uygun davranmak,” “maksada en uygun yolu bulmak,” “orta yolu benimsemek” gibi
anlamlar taşımaktadır.

Buna göre iktisatlı bir insan maksadını iyi tanıyan, sağa sola
yalpalamaksızın, ifrat ve tefritten uzak bir şekilde yaşayan insandır. Bu
sebeple iktisat “uygun davranış” manasında anlaşılır. İktisat, insanın
ihtiyacına göre harcama yapmasını, cimriliğe ve israfa sapmamasını
gerektirmektedir.

İhtiyaçların yerini sınırsız istekleri alınca, fertler iktisatlı
bir hayat yaşamaktan uzaklaşırlar. İktisadın zıddı olan israfa sürüklenirler. Bu
sebeple insan iktisada teşvik ediliyor ve israftan sakındırılıyor. Çünkü,
“Hâlık-ı Rahîm nev-i beşere (insanlara) verdiği nimetlerin mukabilinde şükür
istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimetlere karşı hasaretli bir istihfaftır
(hafife almaktır). İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır
(hürmettir).”1

İnsan şükür için yaratılmıştır. İnsan ihtiyaçlarını karşılarken
şükür içinde olmalıdır. Bu şükrün yolu da hayatın her safhasında iktisat
etmekten geçer. Kabiliyetlerin yerli yerince kullanılmasından, Allah’ın verdiği
her türlü nimetlerin gerçek ihtiyaçlara yetecek şekilde ölçülü olarak
kullanılmasına kadar. . . Şükür, böyle bir fıtratın, şuurla elde edilen bir
neticesidir.

Kâinatta da çok geniş bir iktisat kanunu hâkimdir. Bu kanun
gereğince bütün varlıklar maksada uygun ve sayısız hikmetlerle donatılmış olarak
yaratılmışlardır.

2- Kâinatta İktisat

İktisat kâinatın en esaslı kanunlarından biridir. Çünkü Allah
Hakîm’dir. Bu ismin kâinattaki tecellîleri hiçbir yerde israfa mahal bırakmaz.2
En ehemmiyetsiz gibi görünen unsurlar dahi sayısız vazifelerde çalıştırılmış ve
israf edilmelerine meydan verilmemiştir. Meselâ tek bir elma çekirdeğinin
minicik deposunda ne kadar çok hikmet ve vazifeler saklanmıştır. İçinde sayısız
elma ağacının, milyonlarca yaprağın, çiçeğin ve meyvenin özeti mevcuttur.

Kâinatın nizam ve intizamla devamına dikkat ettiğimizde, en
küçük varlıktan en büyük cisimlere kadar her şeyin iktisat kanununa uygun
yaratıldığını ve bu kanun gereğince de, bütün varlıkların maksada uygun ve
sayısız hikmetlerle donatılmış olduğunu görürüz.

Her şeye hakkını veren kudret ve hikmet, varlıkların yaratılış
ve ihtiyaçlarında ne fazla, ne de noksan bırakmamakla bu hakikati en açık bir
şekilde gözlere göstermektedir. Hakîm isminin en büyük cilvesi olan kâinatın
umumî hikmetleri, iktisat ve israfsızlık üzerine dönüyor. Aksi halde dünyamızın
sınırlı kaynakları bu kadar canlıya milyonlarca yıl değil, bir yıl bile
yetmezdi. Vücudun hücrelerinden kanın içindeki alyuvarlara ve akyuvarlara, vücut
organlarının birbiri ile olan alışverişlerine, denizlerin gelir ve giderlerine,
canlı ve cansız varlıklar arasındaki karşılıklı münasebetlere varıncaya kadar
iktisadın ve israfsızlığın dengesini her şeyde görürüz.

Allah’ın kâinattaki tasarrufu, iktisat prensibi üzerine bina
edilmektedir. İlâhî kudret asla israf etmemekte, her şeyde en kısa, en hafif, en
kolay yolu, en faydalı şekli takip etmektedir. Bu konuda kâinatta sayısız
misaller vardır.

Kâinata iktisat gözlüğü ile baktığımızda, canlılar arasında
yardımlaşma ve işbirliğinin söz konusu olduğunu görürüz. İsrafın diğer bir
manası olan abes, manasız, faydasız ve başıboş hiçbir şeyin kâinatta olmadığı
açıkça görülmektedir. Yaratılışta israf, abesiyet, faydasızlık yoktur. İsraf,
Hakîm ismine aykırı düştüğü gibi, iktisat da onun lâzımıdır. “İsm-i Hakîm’in
cilve-i âzamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisat ve israfsızlık üzerinde
hareket ediyor. İktisadı emrediyor.”3

Kâinat bir nizama tâbîdir. Dünyada milyonlarca canlı cinsinin
her bir ferdinin rızıkları mükemmel bir şekilde karşılanmaktadır.

Bu canlılar arasındaki münasebetler ve iaşe düzeni o kadar
mükemmeldir ki, küçük bir mizansızlık görmek mümkün değildir. Bir canlı diğer
bir canlının hukukunu kıl payı kadar ihlâl etmez. Hayat, mücadele ile değil,
yardımlaşma ile devam etmektedir.

Dünyadaki bütün canlıların ihtiyaçlarını karşılamalarının
iktidar ve hırs ile olmadığı, kanaatkâr olanların rızıklarının daha kolay
karşılandığı görülmektedir. Hırs ve kanaatin tesirleri, canlılar âleminde gayet
geniş bir düstur ile cereyan ediyor. Meselâ, rızka muhtaç ağaçların fıtrî
kanaatleri, onların rızkını onlara koşturduğu gibi, hayvanların hırs ile
meşakkat ve noksaniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını, kanaatin
azîm menfaatini gösterir.4

Bütün zayıf yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt gibi
lâtif bir gıdanın ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırs ile
noksan ve kirli rızıklarına saldırması, bu hakikati parlak bir surette ispat
ediyor. Bir tilki olanca kurnazlığıyla günlerce dolaşıyor; bakıyorsunuz, bir
deri bir kemik kalmış. Semiz balıkların kanaatkâr durumları, mükemmel
rızıklarına medar olması da buna örnek verilebilir. Tilki ve maymun gibi zeki
hayvanların rızıklarının peşinde hırs ile dolaşmalarına karşın kâfi derecede
rızkı bulamamaları ve cılız kalmaları hırsın ne derece meşakkat sebebi, kanaatin
de ne derece rahatlık sebebi olduğunu gösterir.

Rızık temin etmede hırs göstermek sıkıntının, zahmetin
sebebidir. Kanaatli olmak ise rahat olmanın sebebidir. Yine helâl rızık, iktidar
ve ihtiyar ile ters orantılıdır. Çocukların durumu buna misal olarak
verilebilir. Bebekken bütün rızkını kolayca elde eden çocuk, büyüdükçe bunu elde
etmede zorlanmaktadır. “Rızk-ı helâl, acz ve iftikâra göre gelir; iktidar ve
ihtiyar ile değil. Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile makusen
mütenasiptir.”5

Ekoloji gözlüğüyle tabiata baktığımızda şu hadiselerle
karşılaşırız: Tabiatta geri devir, geri kazanma mekanizmaları çalışmaktadır.
Hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde ölçüsüzlük de yoktur. Tabiatta
geri devir mekanizması işlemesiyle geride en küçük bir artık, kir, pislik ve çöp
kalmamaktadır. Tabiatı çevre kirliliğinden korumak üzere bütün tedbirler
alınmış, bunun için hayat faaliyetlerine bağlı olarak otomatik bir şekilde
çalışan devamlı bir adaptasyon sistemi kurulmuştur. Canlı, cansız her varlığın
bu sistem içinde vazifesi vardır.6

Kâinat iktisat, temizlik ve israfsızlık esası üzerine
kurulmuştur. Yaratıldığı andan beri de bu esasa uygun şekilde işletilmektedir.
Her şeyde en hafif suret, en kısa yol, en kolay tarz ve en faydalı şekil takip
edilmiştir. İnsana düşen vazife, bu esasları ihmal ederek ve reddederek intizamı
bozmak değil, o nizama ayak uydurmaktır.7

Aksi halde, insan kendini sonsuz saadete götürebilecek
kabiliyetteki fıtratını israf etmiş olur. Bu israfın neticesi hayatın diğer
bütün safhalarını da istilâ eder. Böylece insan bütünüyle hikmetin sırlarına
ters düşmüş olur. Çünkü böyle bir insan, kendisine verilen eşsiz kabiliyetleri
tam aksi istikamette kullanarak kıymetten düşürmekte, değersiz ve aşağılık
heveslerinin hizmetinde çalıştırmaktadır. Nimetleri “nimet” olmaktan çıkarıp,
Yaratıcıya olan şükür vazifesinden uzaklaşmak gibi, benzersiz bir nankörlük
içine girmektedir. Bundan da anlaşılır ki, gerçek manada bir iktisat imanın
neticesidir.

a) Dünyada Denge

Yeryüzünde her gün, yüz binlerce, belki milyonlarca canlı
doğmakta ve ölmektedir. Bu büyük yapım ve yıkım hadisesine rağmen yeryüzünde
binlerce senedir devam eden hassas denge devam edip gidiyor. Meselâ bazı
balıklar vardır ki, bir defasında 7-8 milyon yumurta yumurtlamaktadırlar. Şayet
bu 7-8 milyon yumurtanın her biri 7-8 milyon yumurtlasa ve onlar da balık olsa
ne olacaktı? Çok uzun olmayan bir zamanda deniz ve göller balıklarla dolacak,
çoğu çürüyecek ve etrafa pis gazlar yayacaktı.8

Yeryüzünün bir diğer özelliği de denizlerde ve karada, devamlı
olarak bitkiler ve hayvanlar öldüğü halde herhangi bir pislik veya atığın
görülmemesidir. Her baharda milyarlarca bitki âdeta yeniden yaratılıyor. Bu
bitkilerin yaprakları sonbaharda tamamen dökülüyor. Binlerce yıldır bu yaratma
ve öldürme hadisesi cereyan etmesine rağmen, yeryüzünde bir yığılma olmuyor. Bu
kadar çok miktarda canlının ölmesine karşılık, dünyamızda bir pislik, kirlilik
görülmüyor. Zahiren bir tarafta görülse bile, çabucak temizleniyor. Yeryüzünde
insan elinin değmediği yerler, insanın bulaştığı yerlere nispetle daha temizdir,
daha bulaşıksızdır. “Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde
hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor.”9

Hayvanlar, çevrenin iyi bir temizleyicisidirler. Mesela akbaba,
kilometrelerce uzaktaki bir hayvan leşinin bulunduğunu hissetmekte, hem o
bölgeye giderek karnını doyurmakta, hem de yeryüzünü pisliklerden
temizlemektedir. Karınca gibi ufak tefek hayvancıklar ise ufak tefek
parçacıkları, kırıntıları yemekte ve bu temizleme hadisesinde kendilerine düşen
vazifeyi yerine getirmektedirler. Sinekler de bu anlamda temizleme hadisesine
katılan küçük kuşçuklardır. Meselâ, nereye bir artık gıda maddesi bulaşmışsa,
hemen orada sinekler peyda olurlar. Söz konusu artık maddeleri yiyerek
karınlarını doyurdukları gibi o bölgeyi de temizlemiş olurlar. Martılar ve diğer
deniz kuşları da devamlı denizi ve sahili gözetleyerek, ölmüş ve karaya vurmuş
deniz hayvanlarını yerler. Böylece hem karınlarını doyururlar, hem sahilleri ve
denizleri temizlerler. Yeryüzündeki bu temizlik hadisesinde önemli yeri olan,
ancak çıplak gözle göremediğimiz diğer bir canlı türü de bakterilerdir.

Toprakta bulunan bakteriler, ancak mikroskopla görülebilen
mantarları, hayvan atıklarını parçalarlar. Gübreleri, pisliklerini daha küçük
parçalara bölerler. Bazı bakteriler insan ve hayvan atıklarını, bitki köklerinin
emebileceği, istifade edebileceği hale getirmekte vasıta olurlar. Bu yeni
teşekkül eden parçalar da bitki kökleri tarafından emilir. Bitkiler tarafından
alınan bu gübreler, hayvan ve bitki atıkları o pisliklerin temizlenmesine vesile
olurlar. Pislikler ve gübreler ağaçlar vasıtasıyla ter temiz yaprak, çiçek ve
meyvelere intikal etmiş olurlar. Bu hadiseler biyolojide “azot devr-i daimi
(siklusu), karbondioksit devr-i daimi (siklusu)” olarak adlandırılmaktadır. Bu
devr-i daimlerde elementler hiç zayi edilmeden, bir şekilden diğer bir şekle
değişmektedirler. Burada son derece özenle plânlanmış, zerre kadar israfa yer
verilmeyen bir denge göze çarpar.

Bitkilerin en önemli rollerinden biri de havanın zararlı
gazlardan, bilhassa karbondioksitten temizlenmesindeki faydalarıdır. Bilindiği
gibi, karbondioksiti kullanarak, güneş ışığından istifade ile fotosentez
dediğimiz kimyasal olayın neticesinde havaya bol miktarda oksijen vermektedir.
Yani bitkiler yeryüzündeki temizleme hadisesinde önemli bir rol oynamaktadırlar.

Karalarda ve denizlerde vazifeli bu canlılardan başka, bulutlar
ve hava dahi bu temizleme vazifesinde paylarına düşeni yerine getirmektedirler.
Genellikle yağmur yağmadan önce rüzgâr eser. Bu rüzgâr yeryüzüne konmuş olan toz
toprak süprüntülerini kaldırır ve temizler. Ardından yağan yağmur, toz toprağı
yatıştırır. Dünyayı ve gökyüzünü temizler. Yağmurun ardından açan güneş, göğü
bize pırıl pırıl gösterir.10

Bu örnekleri artırmak mümkündür. Şimdi yeryüzünde insan
vücudunda ve hatta hücreleri içerisinde meydana gelen, yani en geniş daireden en
dar daireye kadar meydana gelen bu temizlenme hadisesini neye havale edebiliriz?
Bu işle vazifeli olan canlıların yaptıkları işleri düşünerek yapmadıkları
açıktır. Yani bir akbaba, yeryüzünü temizleyelim diye leşleri ortadan kaldırmaz.
Rüzgâr ve bulut da, yeryüzünü temizleyelim diye esmez. Yani yaptıkları işleri
düşünerek yapmadıkları açıktır. Bu onlara kâinatta biçilen rolle, mevcut dengeyi
koruma ve sürdürmede bizzat varoluşlarıyla birlikte onlara yüklenen gayr-i iradî
fiillerle açıklanabilecek bir şeydir.

Kâinatta atomlardan yıldızlara, karıncalardan kartallara kadar
her şey temizlik için seferber olmuş iken, insanların ekserisi bu kaidenin
dışına çıkıyor. Kendi dünyasını kendi kirleten varlık, insandan başkası
değildir. Böyle olunca da, dünyanın gündemini devamlı meşgul eden, ülke
idarecilerini devamlı düşündüren konuların başında çevre kirliliği olayı
gelmektedir. Çevre kirlenmesi insan kaynaklı bir problem olarak mütalâa
edilmelidir. İnsan atıkları, çöp, gübre, sanayide kullanılmış pis sular,
atıklar, hayvan leşleri “atık” ifadesi altında toplanabilmektedir. Çevre
kirliliği dediğimiz hadise, çoğu kere, bu atık maddelerin birikimiyle meydana
gelmektedir.

Bilhassa su, hava ve toprakta meydana gelen çevre problemleri,
“kâinat sarayını ter temiz tutan bu ulvi, umumî tanzif, elbette ism-i Kuddûs’ün
cilvesi ve muktezasıdır”11 gerçeğinden hareketle tabiatta mevcut olan
yaratılıştan verilmiş olan temizlenme hadisesinin yapısını bozmakta ve kirlilik
ortaya çıkmaktadır. Bugün “beşerin bulaşık elinin” karışmasıyla dünyadaki mevcut
dengenin bozulması çevre problemleri içinde mütalâa edilmektedir.

b) Ekolojik Denge ve İsmi Kuddüs

Bediüzzaman Said Nursi’nin Lem’alar adlı eserinin Otuzuncu
Lem’a’sının Birinci Nükte’si İsm-i Kuddûsün bir nüktesine dairdir. Bediüzzaman
Risale-i Nurların pek çok yerinde israf ve kanaatle ilgili fikirlerini dile
getirmekle birlikte burada

12 ayetinden hareketle “İsm-i Azamın altı nurundan bir nuru olan
Kuddus isminin bir cilvesi” aktarılmaktadır.

“Bu kâinat ve küre-i arz, daim işler ve büyük bir fabrika ve her
vakit dolar boşalır bir han, bir misafirhanedir. Halbuki böyle işlek fabrikalar,
hanlar ve misafirhaneler müzahrefatla, enkazlarla, süprüntülerle çok
kirleniyorlar, bulaşık oluyorlar ve ufunetli maddeler her tarafında teraküm
ediyorlar. Eğer pekçok dikkatle bakılmazsa ve tanzif edilmezse ve süpürülüp
temizlenmezse, içinde durulmaz; insan onda boğulur.

Halbuki bu fabrika-i kâinat ve misafirhane-i arz o derece pak,
temiz ve naziftir ve o kadar kirsiz ve bulaşıksızdır ve ufunetsizdir ki, bir
lüzumsuz şey ve bir menfaatsiz madde ve tesadüfi kir bulunmaz. Zahiri bulunsa
da, çabuk bir istihale makinesine atılır, temizlenir.

Demek bu fabrikaya bakan Zat, çok iyi bakıyor. Ve bu fabrikanın
öyle tanzifçi bir Sahibi var ki, o koca fabrikayı ve o büyük sarayı küçük bir
oda gibi süpürtür, temizler, tanzim ve tanzif eder. Ve o pek büyük fabrikanın
büyüklüğü nisbetinde muzahrafatı ve enkazından kalma kirli maddeleri,
süprüntüleri bulunmuyor. Belki büyüklüğü nispetinde temizliğine ve nezafetine
dikkat ediliyor…”13

Eserde, Bediüzzaman’ın bir saraya benzettiği alem ile bir
fabrikaya benzettiği kâinatta “ism-i Kuddûs’ün bir cilve-i âzamına mazhar”
olarak ortaya çıkan temizliğe dikkat çekilmektedir. Bediüzzaman, kâinattaki tüm
varlıkların sıhhiye memurları gibi çalışmalarıyla cereyan eden temizleme-tasfiye
hareketine dikkat çektiği bu “lem’a”da, çeşitli misallerle kâinat sarayının ter
temiz oluşunu ism-i Kuddûs’ün cilvesi ve muktezası olarak değerlendirmektedir.14

c) Küresel Isınma

Kulluk ve halifelik görevi bulunan insan, yaratılış amacından
uzaklaştıkça başta kendisi olmak üzere canlı cansız tüm varlıkları zora
sokmaktadır. Son yılların en büyük problemi olarak karşımıza çıkan “küresel
ısınma”yı da bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Aslına bakarsak, “küresel ısınma” bir neticedir. Şöyle ki: Her
şartta ve durumda kâr etmeyi ve elindekini sürekli artırmayı düşünen ve de
mutlak hale getiren bir ekonomi felsefesini içinde barındıran bir “medeniyet”
anlayışı günümüzde hüküm sürüyor. Hırsı aklın önüne geçiren bu zihniyet son
100-150 yılda akıl almaz ekolojik cinayetlere imza attı.

İklim değişiyor, dünya ısınıyor. Bilim adamları kuraklık, seller
ve olağanüstü hava şartları konusunda sürekli olarak uyarılarda bulunuyor.
Giderek artan etkilerin en büyük sebebi ise insan ve insanın yaptığı
yanlışlardır.

Dünyanın ısınmasına sebep, sera etkisidir. Nedir sera etkisi?
Sera etkisi, atmosferde oluşan bir tabakanın meydana getirdiği etkidir. Bu
tabaka Güneş’ten gelen ışınların dünyadan yansıdıktan sonra tekrar atmosferin
dışına çıkmasını engelliyor. Sera etkisi olmasaydı dünya son derece soğuk bir
gezegen haline gelirdi. Sera etkisini artırarak dünyanın normalden fazla
ısınmasına neden olan gazlardan bazıları karbondioksit, metan ve azotoksit. Bu
gazlar modern endüstride ve tarımda kullanılıyor, fosil yakıtların yanmasıyla
açığa çıkıyor. Atmosferin konsantrasyonu her geçen gün artıyor. Örneğin
atmosferdeki karbondioksit konstanstrasyonu 1800’lü yıllardan beri yüzden 30’dan
daha yüksek bir seviyede arttı. Dünyada sanayileşme ve ekonomik büyüme sonucu
atmosfere salınan sera etkisi meydana getiren gazlar, telâfi edilemez oranda
küresel ısınmaya neden olmaktadır.

Amerikan, İngiliz ve Avustralyalı bilim adamları ortak bir
raporla dünyanın 10 yıl sonra çevre felâketleri açısından geri dönülemez noktaya
geleceğini duyurdu. Çünkü, karbondioksit oranı artıyor, okyanuslar ısınıyor,
buzullar eriyor, deniz seviyesi yükseliyor, orman yangınları artıyor, buzul
tabakaları parçalanıyor, göller küçülüyor, kurak dönemler uzuyor, ırmaklar
kuruyor, kış sıcaklıkları artıyor, ilkbahar erken geliyor, sonbahar gecikiyor,
bitkiler erken çiçek açıyor, göç dönemleri değişiyor, yaşama alanları
farklılaşıyor, kıyı şeritleri erozyona uğruyor, mercan resifleri ağarıyor, kar
yığınları azalıyor, bulut ormanları kuruyor, hastalıklar yayılıyor, yüksek
enlemlerde sıcaklık artıyor. Dünyaya neler oluyor?

2007 yılı BM İklim Raporu’nda, küresel ısınmanın son 50 yılda
yüzde 90 oranında insan eliyle meydana getirildiği ve bunun asırlarca süreceği
belirtildi. Fransa’nın başkenti Paris’te düzenlenen İklim Değişikliği konulu
panelde, Hükümetler Arası İklim Değişikliği Uzmanlar Grubu tarafından 21
sayfalık bir rapor yayımlandı. Grubun başkanı Rajendra Pachauri, yaptığı
açıklamada, raporu, “daha önceki araştırmaların birkaç adım ötesine giden çok
etkileyici bir belge” olarak nitelendirdi. Raporda 2100’e kadar sıcaklığın 1,8
ilâ 4 derece artacağı ve okyanuslardaki su seviyesinin 18 ilâ 59 santimetre
yükseleceği kaydedildi. Raporda ayrıca daha şiddetli fırtınaların görüleceği ve
sıcaklık dalgalarının daha sık yaşanacağı ifade edildi. 2001 yılında hazırlanan
son BM raporunda insan sorumluluğu yüzde 70’ler civarında saptanmıştı. BM İklim
Değişikliği Paneli’nin 2001’deki son raporunda denizlerin düzeyinin bu yüzyılın
sonuna dek 140 santim yükseleceği tahmin edilmişti. Son derece kaygı verici bir
rakamdı bu. Yeni rapordaysa, “Denizler 18 ile 59 santim arasında yükselecek”
deniyor. Antarktika ve Grönland’daki buzulların erimesiyle oluşacak yükselmenin
de göz ardı edilmemesi gerektiği vurgulanıyor.

Rapora göre 1960’lardaki kirlenme, buzulların yüzde 20’sini
eritti. 300 bilim adamının yürüttüğü araştırma sonuçlarına göre, Kuzey
Kutbu’ndaki ısınma dünyanın geri kalanından iki kat daha hızlı. Bugünkü ise
2070’te dünyayı buzulsuz bırakacak, küresel çölleşme olacak, denizler
yükselecek.

Dünya küresel ısınma yüzünden 10 yıl içinde geri dönülmez bir
noktaya gelecek. Ormanların yok olması sonucu çölleşme yaşanacak, bu tarıma da
yansıyacak, deniz seviyesi yükselecek ve dünya salgın hastalıkların pençesine
düşecek. Bu felâket senaryoları “korkutucu” fakat “gerçek.” (Sabah 14.08.2006)

Endüstri devrimiyle birlikte son 200 yıldır, sera gazları olarak
adlandırılan su buharı, karbon dioksit, metan gazları, azot oksit ve
kloroflorokarbonların atmosferimizdeki konsantrasyonları önemli ölçüde artış
gösterdi. Bunların çeşitli sebepleri olmakla birlikte, en önemli nedenleri ise
özellikle taşımacılık sektöründe fosil yakıtlarının kullanılması ve ormanların
yok ediliyor olması. Ve tabii ki, kloroflorokarbonlar gibi insan yapımı
kimyasallarla, güneşten gelen zararlı mor ötesi ışınların dünyamıza girmesini
engelleyen ozon tabakasına zarar veriliyor olması. ”Hiç kuluna zulmeder mi
Mevlâsı? Kulun çektiği kendi cezasıdır cezası” diyen, ne güzel söylemiş. Bugün
yeryüzü ve insanlık bir yok oluş tehlikesiyle karşı karşıya ise, bunun müsebbibi
yine insandır. Her geçen gün bir başka doğal kaynağı yok eden ve kendi elleriyle
ürettikleri zararlı maddeleri yine kendi elleriyle tüketen insan, farkında
olmadan kendi sonunu kendisi hazırlamaktadır.

BM’nin yaptığı araştırmalara göre, atmosferde biriken karbon
kökenli gazların yüzde 80’i ulaşım, ısınma ve sanayide fosil yakıtların
kullanılmasından kaynaklanıyor. Eğer atmosferdeki gaz oranı sabitlenebilirse
küresel ısınma ile başa çıkılabilir. Ancak atmosferdeki gaz oranının
sabitlenebilmesi için ABD, Avustralya, Kanada ve diğer bütün ülkelerin derhal
karbondioksite dayalı endüstri ve üretim faaliyetlerine son vermesi gerekiyor.

Yaşadığımız dünyanın bugünkü durumuna gelmesinde en büyük etken
çevreyi kirleterek, dünyanın dengesini bozarak yapılan teknolojik gelişmeler ve
üretim sistemidir. Tüketmek için şuursuz bir üretim. İsrafa dayalı tüketim.
Çevreyi kirleten üretim ve tüketim. Suçlu insan, beşerin bulaşık eli… Dünya
toplumunun fertleri hükmündeki devletler… Çözüm, beşer bulaşık elini
temizlemeli.

Son söz, “Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde
hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görülmüyor.” “Ey israflı, iktisatsız, ey
zulümlü, adaletsiz, ey kirli, nezafetsiz, bedbaht insan! Bütün kâinatın ve bütün
mevcudatın düstur-u hareketi olan iktisat ve nezafet ve adaleti yapmadığından,
umum mevcudata muhalefetinle, mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine mazhar
oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki, umum mevcudatı zulmünle, mizansızlığınla,
israfınla, nezafetsizliğinle kızdırıyorsun?

Evet, ism-i Hakîmin cilve-i âzamından olan hikmet-i âmme-i
kâinat, iktisat ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor, iktisadı emrediyor.”15

d) İnsana Düşen Görev

Dünya da bir nefistir. Bir gün gelecek o da ölecek.

Enfüsî âlemimizi saran ülfet perdesinin kalınlığına bakmayın.
Onu da kevgire çeviren o kadar hadiseler cereyan ediyor ki, her gün
sarsıntılarla uyanmıyor muyuz? Buzlu suların beyaz ayılarının teneffüste
sıkıntıya düştüğü coğrafyalarda, buzdağlarının yuvalarından koparak gurbette
erimeleri, uykuları çoktan kaçırttı. Sahilleri mekân tutanlar, yaklaşmakta olan
tehlikeden henüz habersizler. Buzullar eridikçe, sahiller malikâneleriyle
birlikte kaybolacak. İnsanların yaklaşık iki yüz senedir kirletedurdukları
kıyılar yeniden yıkanacak. Fıtratı çiğneyenleri denizler tehdit ediyor ve
insanlar birbirlerine soruyorlar: Neler oluyor dünyamıza, neler?

Kirli, nezafetsiz, hırslı ve adaletsiz insanlar hâlâ Kyoto
Anlaşması’nda bir araya gelmeye çalışadursunlar; tüketim çılgınlarının havayı,
suyu ve toprağı zehirle yoğurmaya başlamalarının üzerinden yarım asırdan fazla
zaman geçti. Okyanuslar -Atlantik ve Pasifik- kıt’aların üzerine yürüdükçe ayık
olanlarda hayret nidaları yükseliyor:

Neler oluyor bu sulara? Bu istilâ nereye?

Haris insanların oluşturduğu tüketim çılgınları cemiyetinin
durumu ummanlardaki gemi farelerine o kadar benziyor ki… Kemirme arzusunu
yenemeyen hayvancıklar, geminin felâketini hazırlıyorlar. Fıtrat kanunlarından
ya habersiz veya başkaldırmış materyalist Avrupa’nın müsrif, hırslı ve akılsız
çılgınları “daha fazla üretim” için her yolu mübah görüyorlar. Şehirlerde büyük
bir çürüme: Su, hava ve toprak kokuşmuş. Dünya bir zibilhaneye dönerken,
atmosferimizde garip garip çöplükler oluşuyor. Ürettiği çöp yığınlarının altında
kalan akılsız, bedbaht ve aç gözlü insanın; Kur’ân medeniyetine itiraz eden
ikinci Avrupa’nın insanı olduğunu biliyor muydunuz? Onların, “Pisliklerimizi
dönüştürüyoruz!” iddialarına inanmada tereddüdümüz var. Katar katar çöplerin
insanların fakir coğrafyalarında defnedildiğini siz de biliyorsunuz.

Bu mezarlar Romalıların anıt mezarlarını ve hatta piramitleri de
geçti. Semavî dinlere inanmayan, gözlerini mal hırsı bürümüşlerin dünyamızın
hayat damarlarına şırıngalarını nasıl soktuklarını iyi biliyorsunuz.

Tepede güneş canlıları kavururken, ovalarda, bayır ve
beyabanlarda “susuzluk ağıtı” yankılanıyor.

Çocukluğumuzun birçok çiçeği görünmüyor artık. Kuş türleri
azalırken, bazı meyveler hayat sahnesinden çekiliyorlar. Bahçelerdeki bal
armutları, sarı incirler ve çobanlığımızın ahlatları gibi… Nereye kayboldular
bütün bunlar?

Esasında garip şeyler oluyor. Kur’ân’ın haber verdiği hâdiseleri
yazıyoruz. Allah’a imanı reddeden, gayr-ı meşru yollardan ele geçirdiği
teknoloji ile ahlâksızlığını globalleştiren ve zulmünü atom külleriyle
okyanuslardaki balıklara ulaştıran serkeş insanla gariplikler hız kazanacak.

Tıkanan yalnızca âb-ı hayat damarları değil, toprak da Rezzak,
Rahman ve Hannan’a dikleşen serkeş insana kapıcılık yapmamaya direniyor. Yakın
zamanlarda çiftçilerle hiç konuştunuz mu? Bir kilo sebzeye karşılık tarlaya ne
kadar zehir döktüklerini sordunuz mu? Zehirle terbiyelenmiş tohumların ekildiği
tarlalarda ot yeşermiyor ve insanoğlu da bunu bir başarı kabul ediyor. Zira
çapasız tarlalar… Ecdadımıza sevine sevine bağrını açan toprakların zamanımıza
direnmesi sizi de ürkütmüyor mu? Kimyasal katkıların, zehirlerin kullanıldığı
tarlalar tohumlarını bile çıkaramıyorlar. Şaşkın ve mütehayyir insan,
olan-bitenin hikmetini başka yerlerde arıyor. Fen ve felsefeden doğan tuğyanın
toprağın başına açtığı felâketlerden habersizce hâlâ sebepler sahrasında cehl-i
mürekkep içinde pusulasızca nedenini ve niçinini arıyor insan.

Ana rahmindeki hemcinsini zalimce katleden insan, çekirdeklerin
embriyosuna çoktan saldırdı. İnsanoğlu Nemrut ve Firavun olmayagörsün, her şeyi
avucuna alarak kâinattaki her nesneye hâkim olacağını sanıyor. Günümüzün aydın
geçinen dinsiz insanı, hâkimiyetini fen ve felsefe ile kurmaya çalışıyor; ana
rahmindeki insandan tarladaki sebze ve meyveye kadar. Onlar, peyklerden
yeryüzünü gözlüyorlar. Güya hâkimiyetlerini pekiştirme uğruna “Allah’a inanan”
toplum ve coğrafyalara saldırıyorlar. Medenî geçinen dinsiz, tahripkâr ve
ahlâksız insan, zulüm ve bolşevikliğini “medeniyet ve modernizm” perdelerine
sarmış. Maalesef, bizdeki cehalet de onlara yardım ediyor. Sonra bizler de
dünyamızın eski sağlığına dönmesini, hazinelerinin kapısını cömertçe açmasını ve
bizi, Cemâl, Rahman ve Rezzak adına kucaklamasını bekliyoruz.

Hayır, hayır! Biz Yaratıcıya dönmedikçe, inkâr ve tahripçilerine
karşı durmadıkça dünyamızın takati hızla tükenecek. Onun mevt emarelerini
hazince seyre mecbur kalacağız. Hele fıtratı seslendiren o Sevgililer
Sevgilisini tanıyıp ona biat etmedikçe, artık bizim iyilik beklemeye hakkımız
yok.16

İnsan, Yaratıcının kâinatta koyduğu ekolojik dengeleri,
ekosistemleri dikkate almak zorundadır. Kâinatın yaratılış amacı sadece insan
merkezli değildir. Kâinat her şeyden önce Yaratıcısını gösteren bir belge, bir
kitap olduğundan insanı aşan bir boyutu vardır. Tüm canlıların birer yaratılış
gayesi bulunmaktadır. İnsan öncelikle bunu iyi anlamalıdır. Evren-insan
ilişkisine dikkat etmemiz gerekiyor. İsm-i Kuddüs’ten gelen temizlik emrini, tüm
varlıklar dinlerken ve ona uyarlarken, insan da bu hitaba kulak vermek
zorundadır.

Kâinattaki bu evrensel ilkeden ders çıkarmalı; düzenli, amaçlı
ve iktisatlı (ekonomik) bir hayat sürmelidir. Sınırsız büyüme ve sınırsız
tüketme modelleri, Kur’ân’ın ruhuna tamamen aykırıdır. Halihazırda çevre
felâketleri olarak, bunların sonuçlarını bir bir görmekteyiz. Küresel ısınma
bunların en başında gelenidir.

Yaratılan bir çok şeye müdahale etme ve eşyanın mahiyetini
değiştirebilme yetkisini yalnızca bize, yani insanoğluna Rabbimiz (cc)
vermiştir. Biz bunu iyiye ya da kötüye kullanabiliriz. İnsanoğlu bunu kötüye
kullanmasının bugün cezasını çekmeye başlamıştır. Bu cezalardan birisi de,
küresel ısınma felâketidir. Atomu ve enerjisinin etkilerini keşfeden Einstein
diyor ki: “Üzgünüm, atomu canavara kaptırdım.” Atom bilgileri eline geçenler
bomba ürettiler ve insanlığa ve doğaya ne kadar çok zararlar verdiklerini
biliyoruz. Beşer bulaşık elinin cezasını dünyada çekeceği gibi, bir de bu
dünyada yaptıklarının hesabını ahirette verecektir.

3- İnsan ve İktisat

İnsan ve kâinat üzerine eğilen her aklın, karşısına çıkan ilk
soru, “insanın ne olduğu, nereden geldiği ve nereye gideceği”dir. İnsanlığın bu
muammalı sırrını açıklayıp, ikna edici cevap getiren yegâne kaynak Kur’ân’dır.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “İnsan bir yolcudur. Sabavetten (çocukluktan)
gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden
ebede kadar yolculuğu devam eder.”17

Dünyaya başıboş olarak gelmeyen ve İlâhî bir tasarrufa konu olan
insan, kâinatta kendisine has üstün bir mevkiin sahibi kılınmıştır. Onun bu
üstünlüğü maddî ve manevî yapısındaki özelliklerinden ileri gelmektedir. İstidat
ve kabiliyeti bakımından hiçbir varlık türü ile kıyaslanamayacak durumdaki
insan, varlık âleminde herşeyi idare ve düzenleme sorumluluğuna sahiptir. Bütün
eşya üzerinde gücü ve kabiliyeti nispetinde tasarrufa yetkili kılınmıştır.
Bediüzzaman, insanın varlık âlemindeki yeri ve özelliklerini şu ifadeyle nazara
vermektedir:

“İnsan şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok
ehemmiyetli istidat ona verilmiştir.”18

Konuyla ilgili şu ifadeler de dikkat çekicidir: “İnsan, vazife
ve mertebe noktasında, şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli
mevcudatın belâgatli bir lisan-ı natıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir
mütalâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hayretli bir nazırı ve şu ibadet eden
masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin.”19

Yine insan, “Nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî nefsi
itibarıyla, sağır bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir
hayvandır ki, bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkalanıp
gidiyor. Fakat muhabbet-i İlâhiyenin ziyasını tazammun eden iman nuruyla
münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde,
abdiyeti (Allah’a kulluğu) içinde bir sultan ve cüz’iyeti içinde bir külli,
küçüklüğü içinde bir âlem(dir). Ve hakareti (kıymetsizliği) içinde öyle makamı
büyük ve daire-i nezareti geniş bir nazır(dır ki), diyebilir: Benim Rabb-i
Rahimim, dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi, o haneme bir lamba, baharı
bir deste gül ve yazı, bir sofra-i nimet ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı. Ve
nebatatı, o hanenin ziynetli levazımatı yapmıştır.”20

İnsanı bu açıdan ele alarak tahlil eden Bediüzzaman şöyle
demektedir: “İnsan denilen şu sarayın cevherleri, bir kısmı âlem-i ervahtan, bir
kısmı âlem-i misalden ve levh-i mahfuzdan ve diğer bir kısmı da hava âleminden,
nur âleminden, anasır âleminden geldiği gibi, hâcâtı ebede uzanmış, emelleri
semavat ve arzın ektarında (her yerinde) intişar etmiş, rabıtaları dünya ve
ahiret edvarında dağılmış bir saray-ı acip ve bir kasr-ı gariptir.”21

İnsan yaratıklar içinde mümtaz bir mevkiye konulurken o makama
lâyık bir mahiyetin sahibi kılınmıştır. Buna göre insanın ruhu ruhlar âleminden,
hayal gücü misal âleminden, hafızası levh-i mahfuzdan, diğer kısımları da
gördüğümüz ve içinde yaşadığımız ışık, nur ve hava âleminden, meydana gelmiştir.
Böylece insan maddî ve manevî âlemlerin unsurlarının birleşmesinden meydana
gelmiş çok yönlü bir terkibin neticesidir.

“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi; …Ve
kâinat sarayının en mükemmel misafiri; … Ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin
bahçesinde ve tarlasında, varidat ve sarfiyatına ve zer ve ekilmesine nezarete
memur, yüzer fenler ve binler sanatlarla teçhiz edilmiş mes’uliyetli nazırı; …
hadsiz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları…”22 bulunan
bir varlıktır.

Böyle bir insan, muhakkak ki, kendiliğinden, irade dışı,
tesadüfî bir yaratılış hadisesinin sonucu olarak meydana gelmemiştir. İnsan icad
edilen, yani yaratılan bir varlıktır. Fakat yukarıda sayılan vasıflarıyla bütün
varlıklardan farklılık arz eden, maddî ve manevî yapısıyla mükemmel bir
varlıktır. İnsana bağlı yapılacak değerlendirmelerde, insanın maddî ve manevî
yapısı göz önünde bulundurulmalıdır. İnsanın bu iki cephesinden birinin dikkate
alınmaması, yapılacak değerlendirmelerin eksik kalmasına sebep olacaktır.

İnsana hâkim olan duygular aklî, gazabî ve şehevî olmak üzere üç
kısma ayrılmaktadır. Bunlardan üçüncüsü, her türlü ihtiyacın karşılanmasını gaye
edinen “kuvve-i şeheviye” diye ifade edilmektedir. Buna göre yemek, içmek,
uyumak, konuşmak gibi ihtiyaç ve duygular bu kısmın teferruatını teşkil
etmektedir.23 İnsanın organik yönünü ilgilendiren bütün ihtiyaçların
bir disiplin içinde ele alınması, iktisat ilminin önemli bir konusudur. Böylece
iktisat, bütün beşerî ihtiyaçların karşılanması ve düzenlenmesi vazifesini
üzerine almış olmaktadır.

İnsanın, ihtiyaçlarıyla mevcut imkânlar arasında bir dengeleme
yapması, ferdî iktisadın temelini teşkil eder. Her arzunun ihtiyaç olarak kabul
edilmesi mümkün olduğu halde, her birinin karşılanması da o derece zor ve
imkânsızdır. İnsanın, “âlemin her tarafına dağılmış” olan ihtiyaçları, hadsiz ve
sınırsızdır. İnsan, bu ihtiyaçlarını bütün hayatı boyunca en yüksek seviyede
karşılayabilmenin gayretini gösterir.

İnsan, his ve istidatları bakımından sınır konulmayacak kadar
zengin ve geniş bir his âleminin sahibidir. Ondaki bu his ve istidat zenginliği,
ihtiyaçlarının da o derece çok olmasını gerektirmektedir. Fakat maddî hayatın
dar şartları içinde yaşamak mecburiyeti, her arzunun karşılanmasını
engellemektedir. Mevcut gerçeklerle arzular arasındaki bu yetersizlik ve
dengesizlik, Bediüzzaman’da şu açık ifadelerle dile getirilmiştir:

“İhtiyaç dairesi nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir. Hatta
hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider… Elde olmayan ihtiyaç da
vardır. Elde bulunmayan ise, hadsizdir.”24
İhtiyaçları sonsuz, imkânları sınırlı olan dünyada yaşayan insan, toplum
atmosferi içinde iktisadî münasebetlerini, belli esaslara dayandırmak ve
yürütmek zorundadır. Çünkü, arzularla imkânların birbiri aleyhine olabilmesi
hâli, insanın yaşayışında büyük tesirler ve sonuçlar meydana getirmeye sebeptir.
Ferdin huzursuzluğu veya saadeti bu münasebetin dengelenmesine bağlı olduğu
gibi, toplumun saadet ve huzuru da bu dengede mevcuttur. Asıl mesele insanı
saadete, refaha ulaştıracak unsurların teminidir. Bunun ise, kişinin hiçbir
zorlamaya tâbi tutulmadan, inisiyatifi elinde tutacağı, bir iktisat düşüncesinin
kabulü ile mümkündür. Böyle bir statünün, yani iktisadî anlayışın tespitinde en
birinci rol, muhakkak ki, dine ve onun moral terbiye esaslarına düşmektedir.

İktisadî faaliyetlerin temelinde insan yatmaktadır. Bu
faaliyetlerin esas hedefi insanın maddeten doyurulması, yüceltilmesi ve sürekli
bir mutluluğa kavuşturulmasıdır. İnsanı, iktisadî faaliyetlerin bir vasıtası
olarak ele almak yerine, bu faaliyetlerin gayesi olarak değerlendirmek daha
doğru olacaktır. Ruhu, şuuru ve moral değerleri reddeden materyalist düşünce
için insan, büyük güçlere sahip mükemmel bir makinedir. Bu makinenin bakımı,
korunması ve verimli kılınması toplumun faydasına olacaktır. Materyalist
düşünce, insanın beynine, adalelerine ve güçlerine daima üretime katkısına göre
değer biçer. Bu düşüncede, düşünen, bilen ve inanan, iman eden insan (homo
sapi-ence) yerine, alet yapan insanı (homo faber) ve ekonomik insanı (homo
economicus) tercih ederler. Bu insan, bütün davranışlarında mantıkla, hesapla
hareket eder. Her şeyi hesaba göre vuran, bir robot gibi, ruh dünyası, kalp
dünyası olmayan, bir adım atarken dahi menfaati varsa atan, yoksa atmayan
insandır. Buradaki insanın davranışlarını tanzim eden, aşırılıklarını
sınırlayan, dengeleyen ölçülerde dinî düşüncelere yer verilmiyor.

a) Ferdî İktisat

Sınırsız ihtiyaçlarla, sınırlı olan tatmin araçları arasında
denge kurmaya çalışan iktisat ilminin ferde bakan yönü, şahsî iktisatla sıkı
sıkıya bağlıdır. Bu dengenin bozulması ruhî ve sosyal arızalar doğurarak
buhranlara yeşil ışık yakmaktadır.

İslâmî düşüncenin bu noktadaki ölçüsü; ihtiyaçlarla, mevcut
imkânlar arasında, dengeli bir hayatı tesis ve kontrol mekanizmasının şahsî
iktisatla gerçekleşeceği ölçüsüdür.

İsrafı kesinlikle haram kılan, aşırı isteklere had çeken
İslâmiyet bu noktada sosyal sınıflar arasında bir dengeyi tesise çalışmaktadır.

Teknolojik ve sun’î sebeplerle arttırılan ihtiyaçlar maişet
derdini zorlaştırmakta ve gayrimeşru yollara geçişi hızlandırmaktadır. Buna
karşılık şuurlu Müslüman, dinin telkin ettiği iktisat şuuru ile sadece zarurî
ihtiyaçlarını temin faaliyetini gösterebilirse, mutlu bir hayata kavuşacaktır.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle “izzetle yaşayacağı rızkı bulacaktır.”

Bediüzzaman, ferdî iktisadın iktisadî buhranlara set çekecek en
mühim faktör olduğu noktasına dikkatleri çekerek İktisat Risalesi (Lem’alar’ın
On Dokuzuncu Lem’ası) namıyla yazdığı eserinde konuyu teferruatıyla
işlemektedir. Şahsî iktisat ve bunun zıddı israf noktasına ısrarla nazarları
çekmektedir. Bu açıdan yapılan değerlendirmelerde, iktisadî krizlerin menbaının
ortaya konulduğunu görmekteyiz. İnsanlığın buhrandan çıkışı için gerekli
reçetenin de, aynı satırlarda takdim edildiğini görmekteyiz.25

İnsanların en çok şikâyetçi oldukları hususlardan biri geçim
sıkıntısı ve maişet derdidir. Zaman zaman toplumların da fertler gibi iktisadî
durumları sarsıntı geçirir. Bu esnada şikâyetleri arttıran asıl sebep, gerçekte
pek büyük mahrumiyet ve sıkıntılar içinde olmak değildir. Alışılagelen hayat
tarzından biraz fedakârlık yapma mecburiyetinin doğmasıdır. Hâlbuki bolluk
zamanında iktisada alışmış kimse, darlıkta da sıkıntı çekmeyecektir. Şu halde,
geçim şikâyetlerinin esas kaynağı israf alışkanlığı ve iktisada riayetsizlikten
başka bir şey değildir.

Toplumun en küçük ünitesi olan ailenin iktisadî yönünü de
İktisat Risalesinin satırları arasında bulmaktayız. Mikro iktisadın temel objesi
olan aile iktisadı noktasında da enteresan tespitleri görmekteyiz.

“İktisat eden, maişetçe aile belâsını çok çekmez” mealindeki
hadis-i şerifin sırrıyla, iktisat eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok
çekmez. Evet, iktisat, kâfi bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet
olduğuna o kadar kâfi deliller var ki, had ve hesaba gelmez.

Evet, iktisat etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete
düşmeye namzettir.”26

Beşerî ihtiyaçların karşılanması, insanın toplumla doğrudan
doğruya bir ilişki halinde bulunmasını gerektirir. İnsanın “medeni-i bittab”
oluşu, yani yaratılıştan toplum halinde yaşamaya muhtaç oluşu iktisadî
münasebetler bakımından da kendisini gösterir. Bu hususu, Bediüzzaman şöyle dile
getirmiştir:

“İnsanın fıtratı medenîdir. Ebna-i cinsini mülâhazaya mecburdur.
Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ, bir ekmeği yese
kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç
fabrika ile alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla
yaşayamadığından, ebna-yı cinsiyle (kendi cinsiyle) fıtraten alâkadar olduğundan
ve onlara manevî bir fiyat vermeye mecbur bulunduğundan, fıtratıyla
medeniyetperverdir. Menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar eden insanlıktan çıkar,
masum olmayan cani bir hayvan olur.”27

İnsanlar farklı coğrafi bölgelerde bulunmaktadır. Her bölge de
değişik imkânlara sahip kılınmıştır. Mevsim, iklim ve coğrafî özellikler,
insanlara verilen nimetlerin mübadele edilmesini gerektirir. Bunun, tanışma,
yardımlaşma, birbiriyle teşrik-i mesai kurmak gibi sayısız faydaları da vardır.
Ne var ki, nimet derecelerindeki farklılık, insanlar arasında tahakküm ve
tuğyana da yol açmaktadır. Bu ise beşeri hayatta ahlâksızlığın ve keşmekeşin
sebebidir. Bediüzzaman yardımlaşmayı katleden, tahakkümü netice veren bu durumu,
“Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?” “Sen çalış, ben
yiyeyim,” tarzındaki iki yaklaşıma bağlar. Bu anlayışın kökünün kazınması ise
zekâtın umumi bir prensip olarak tatbiki ve faizin ortadan kaldırılması ile
mümkün olacaktır. Bu durum, sadece Müslümanlar için değil; bütün insanlık için
geçerlidir. Çünkü, dünyada, zengin ve fakir iki tabaka vardır. Zenginlerden
fakirlere merhamet ve ihsan; fakir tabakadan da zenginlere hürmet ve itaati
temin edecek sadece zekattır. Yoksa yukarıdan fakirlerin başına zulüm ve
tahakküm iner. Fakirlerden de zenginlere kin ve isyan çıkar. İki tabaka da,
sürekli bir mücadelede ve bir ayrılık kargaşasında bulunur. Bu durumda krizler
geçici olarak çözülse bile, insanlık huzuru yakalayamaz.

İnsanın toplum içinde, iktisadî bakımdan bazı sorumluluklara
tâbi tutulması ferdî iktisadın bir gerçeğidir. Bu açıdan toplumda ekonomik
eşitsizliğin kaldırılmasında yardımlaşma önemli bir yer arz etmektedir. Bunun
için de, Bediüzzaman’a göre, zekâtın umumi bir prensip olarak tatbiki ve faizin
ortadan kaldırılması gerekmektedir.

Bediüzzaman’a göre, insanda yaratılıştan mevcut olan toplum
halinde yaşama ihtiyacı ve duygusu, ahenkli bir sosyal düzeni gerektirmekte ve
ekonomik hayatın intizam altına alınmasını zarurî kılmaktadır. Bu durumda,
insanın iktisadî davranışlarını hangi değerler ışığında tespit ve tayin etmesi
gerektiği problemi karşımıza çıkmaktadır. İnsan psikolojisi ile yakından ilgili
olan bu konu, aynı zamanda iktisadî menfaat düşüncesiyle de yakından ilgilidir.
Bu bakımdan, insanın iktisadî tercihlerinde rol oynayan psikolojik unsurların
Bediüzzaman tarafından hassasiyetle ele alındığı görülmektedir. Bunlardan biri
ve belki de en önemlisi hırstır.

b) Hırs

Çok çeşitli duygularla bezenmiş olan insanın iktisadî
tercihlerinin en tesirli sebeplerinden biri hırstır. İktisadî açıdan
bakıldığında alışverişteki hilenin, ticarette görülen itimatsızlığın, aşırı ve
zararlı rekabetin kaynağı bu duyguda saklıdır.

Hırs, mahiyeti bakımından insanda tesis ettiği acelecilik
duygusuyla teşebbüslerin başarısız ve neticesiz kalmasına sebeptir. Bediüzzaman
bu konuda şöyle demektedir:

“Hırs ile aculiyet sebeb-i haybettir (mahrum olmanın sebebi).
Zira, müretteb (dizilmiş) basamaklar gibi fıtrattaki tertibe, teselsüle
(zincirleme) tatbik-i hareket etmediğinden, haris (hırslı olan), muvaffak
olamaz.”28

Allah’ın kâinatta koyduğu tabiat kanunlarından biri, varlıkların
meydana gelmesindeki hikmet mertebeleridir. Bir elmanın meydana gelmesi için
fidan dikmek, o fidanı sulamak ve ondan sonra elma verme zamanını beklemek, bu
kanunun gereğidir. Bu dünya hikmet yeridir. Onun için, bir şeyin meydana gelmesi
de hiç şüphesiz hikmet ile olur.

Hırsın verdiği acelecilik bir mahrumiyet sebebidir. Çünkü,
hırslı insan bir neticeyi elde etmek için riayet edilmesi gereken şartları
nazara almadığından, beklenen neticeden mahrum kalır.

Yediğimiz ekmeği düşünelim. Ekmek olup soframıza gelinceye kadar
kaç merhaleden geçer? Tarla, harman, değirmen ve fırından geçip her birindeki
muameleleri tamamladıktan sonra soframıza gelir. Diğer gıdalarımız da soframıza
gelmeden önce en az o kadar merhaleden geçer. Bediüzzaman’ın bu konuda şunları
söylemektedir:

“Bir ekmeğin vücudu, nasıl, tarla, harman, değirmen, fırına
terettüp eder. Öyle de tertib-i eşyada bir teenni-i hikmet (hikmetin yavaş yavaş
zuhuru) vardır. Hırs sebebiyle teenni ile hareket etmediği için, o tertipli
eşyadaki manevî basamaklara müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı
noksan bırakır, maksada çıkamaz.”29

Başka bir ifadede sosyal bakımdan hırs, şu şekilde
değerlendirilmektedir.

“Hayat-ı içtimaiyeye en müthiş bir maraz-ı muzır dahi, hırstır.
Hırs sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir ve mahrumiyet ve sefaleti getirir.
Evet, hırs, zîhayat âleminde en geniş bir daireden tut, tâ en cüz’i bir ferde
kadar su-i tesirini gösterir.”30

Bunun içindir ki, emellerine ve arzularına ulaşmak isteyen bir
kimsenin hırsla hareket etmeyip mevcut imkânlarını değerlendirerek hareket
etmesi gerekir. Bediüzzaman böyleleri için, “Eğer malı çok seversen hırs ile
değil, belki kanaat ile malı talep et, tâ çok gelsin” demektedir.

Bediüzzaman, fakirliğimizin sebeplerini tahlil ederken sadece
tembellik ve meslek seçimi üzerinde durmaz. Bilakis, fazla dünya hırsının da
fukaralığımıza yol açtığını söyler. “Zanneder misin ki, Müslümanlar dünyayı
sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki, fakr-u hâle düşmüşler ve ikaza
muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar, zannın yanlıştır, tahminin
hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş, onun için fakr-u hale düşüyorlar. Çünkü
mü’minde hırs, sebeb-i hasarettir ve sefalettir.”31

Hırs bir bakıma kirli kazançtır. Haram, helâl demeden daha çok
kazanç elde etmek, yorulmadan terlemeden köşeyi dönmek gayretidir. Bu havaya
giren kimse, sadece parasının artmasını düşünür, meşru veya gayrımeşru
vasıtalarla olmuş, onu aramaz. Aslında herkes parasının artmasını sever, din de
buna izin verir. Ancak bunun meşru ticarî kaideler içinde, emek karşılığı olması
gerekir.

Kanaat duygusunun sınırı aşılması halinde Bediüzzaman’a göre, şu
üç netice, hırsın eseri olarak kendini gösterecektir:

“Birincisi, kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa’ye, çalışmaya
şevki kırar. Şükür yerine şekva ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az
malı terk edip, gayrimeşru külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki
haysiyetini feda eder.”

“Hırsın ikinci neticesi, haybet ve hasarettir (mahrumiyet ve
ziyan). Maksudunu kaçırmak ve istiskale maruz kalıp teshilât ve muavenetten
mahrum kalmak”tır.

Buna göre, hırs hissinin şevkiyle hareket eden insan için
imkânları elden kaçırmak ve her türlü kolaylık ve yardımdan mahrum kalmak
ihtimali vardır. Hırsın zararlı ve menfî neticelerine dikkati çeken Bediüzzaman,
insandaki bu psikolojik özelliğin kötüye kullanılmamasını tavsiye etmiştir.

“Hırsın üçüncü neticesi ihlâsı kırmasıdır. Ahiret için yapılan
amellerin ruhunu zedelemesidir. Böylece riya kapısı açılır, mertlik kaybolur,
dilencilik yolu görünür.”32

İslâm terbiyesinde bir insanın kendi menfaatini düşündüğü kadar
diğergâm bir tutumla başkalarının arzu ve iradelerini de nazara alması ahlâkî
bir müeyyidedir. İnsanda bu şuuru geliştirecek manevî unsur ise ihlâstır. Bundan
maksat bir şeyde Allah’ın istediği şekilde ve Onun rızasını kazanmak gayesiyle
hareket etmektir. Bu duygunun en büyük düşmanı hırstır. Hırsın manevî sahadaki
zararı büyüktür. Çünkü hırs sahibi kimse, Allah’ın kendisine nasip ettiği ile
kanaat etmez. Hâlbuki kanaat, insanı başkalarına muhtaç etmeyen en büyük
zenginliktir. Bundan mahrum kalan kimse, başka insanların rıza ve teveccühlerini
aramaya kendisini mecbur bilir. Bu ise, hareketlerde sadece Allah’ın rızasını
hedef almak şeklinde tarif edilen ihlâs prensibine aykırı düşer. Oysa insanın
amellerindeki makbuliyet derecesi ve sevap nispeti, ihlâsına bağlıdır. İhlâsını
kaybeden, Allah’ın rızasından önce başkalarının hoşnutluğunu ve teveccühünü
arayan kimse, amellerinden fazla bir netice beklememelidir.

Bir insanda ihlâs denilen samimiyet ile hırs hissinin bir arada
bulunması imkânsız derecede güçtür. Hırslı adamda insaf olmamasına rağmen,
ihlâslı bir kimse, menfaatlerini koruma noktasında insaf ve itidal sahibidir. Bu
sebeple, ekonomik ilişkilerde de İslâmî meziyetlere uygun davranabilmek için
ferdin ihlâs meziyetini, ihtiras duygularına hâkim kılması gerekir. Ancak bu
takdirde, ferdin kendi hakları çerçevesinde bir iktisadî hayat yaşaması mümkün
olur. Aksi takdirde, insan için, Bediüzzaman’ın ifadesiyle sefalet sebebi teşkil
edecek vasat hazırlanmış olur. Bu bakımdan hırs hissi, her alanda olduğu gibi
iktisadî alanda da dengeli bir hayat için dinin kontrolünde tutulması gereken
bir unsurdur.

c) Kanaat

İslâmiyet’in, dünya hayatında huzur ve saadeti kazandıran
prensiplerinden birisi de kanaattir. Kişinin kendi nasibine razı olması manasını
taşıyan kanaat prensibini yerli yerinde kullanabilen bir kimse bütün ömrünü
huzur içinde geçirir, çevresindekiler için de bir huzur kaynağı olur.

Helâl kazançla iktifa etme, harama ve gayr-i meşru yollara
girmeme tarzında yorumladığımız kanaat, hırsın zıddı bir haslettir. Kanaatin
tembellikle alâkası olmadığı gibi, helâl ve meşru kazancın kaynağı olması
bakımından insan için büyük önemi vardır. Çünkü, kanaat izzetli yaşama şuurunu
netice verir.

Bediüzzaman’a göre, kanaat, “Semere-i sa’yine ve kısmetine
rızadır. Meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcutla iktifa dûnhimmetliktir
(gayretsizliktir).” Bu ifade ışığında denilebilir ki, kanaat, emek karşılığı
elde edilen hak ile yetinme ölçüsü olmaktadır. Bu ölçü insandaki çalışma meylini
kuvvetlendirici bir sebeptir.

İnsan, yaratılış itibarıyla kendisine verilen nimetlere karşı
kanaat etmekle mükellef olduğu için, emeğinin neticesi olarak nasibine düşen
neticeye de kanaat etmekle mükelleftir. İnsan çalışır, emek sarf eder, bir
neticeye ulaşmak için gerekli sebeplere başvurur. Bütün bunlar neticenin ortaya
çıkması için yapılacak bir fiilî duadır. Fakat neticeyi yaratacak ve takdir
edecek olan Allah’tır.

Sebeplere başvurmak, neticeye ulaşmak için her ne kadar şart ise
de, kâfi değildir. Netice, herşeye hükmü geçen Allah’ın emir ve takdiriyle
vücuda gelecektir. Öyleyse, emeğimizin karşılığında Allah’ın bize nasip ettiği
neticeye razı olmamak ve şikâyete sapmakla kazanılacak hiçbir şey yoktur. Bu
takdirde hükmümüzün geçmediği şeyleri kendimize dert edinmekten ve hayatımızı
zehir etmekten başka bir şey yapmış olmayız.

Burada kayda değer bir nokta, kanaatin neticeye karşı
gösterilmesi gerektiğidir, yoksa emeğe karşı değil. İnsan kendi emeğine ve
çalışmasına kanaat edemez ve etmemelidir. İster maddî sahada olsun, ister manevî
sahada olsun insandan beklenen, devamlı bir tekâmül gayreti içinde olmaktır. Bu
ise, mevcut durumuyla yetinmemeyi gerektirir. Her türlü çalışmasında insanın
gözü daima ileride olmalı, Allah’ın çizdiği sınırlar içinde her gün bir
evvelkinden daha ileriye gitmek için gayret göstermelidir. Eğer bu azim ve
gayreti kaybolur ve insan bulunduğu durumu kendisi için kâfi görürse, artık o
durumda da kalamaz, geriye doğru gidiş başlar.

Fakat bu azmi canlı tutacak olan yine kanaattir. Kendisi her
türlü çareye başvurduktan sonra eline geçen neticeye şükür ve kanaatle mukabele
eden bir kimse, “Bana bugün bu kadarını nasip eden rahmet sahibi Rabbim yarın
daha fazlasını da verir” düşüncesiyle, daha ileriye gitmek azmini devamlı olarak
canlı tutar.

Neticeye kanaatsizlik ise insanın azmini değil, yeis ve
ümitsizliğini kuvvetlendirir. Bunu da başka tehlikeler kolaylıkla takip eder.
Kendi eline geçmeyen nimetlere erişmiş olanlara karşı haset ve kıskançlık
duymaya başlar. Bu kıskançlık, hırs ve açıkgözlülük duygularıyla birleşince,
insanı yoldan çıkarabilir, hak hukuk tanımaz, helâl haram bilmez bir duruma
düşürebilir. Meşru kazancı ile yetinmeyen insanda, hırs kendini gösterir. Asıl
olan ise helâl yollardan kazanılan imkânlarla yetinmektir. Buna karşı kanaatteki
kanunlara riayet etmeyişin menfî neticesi ise, ihtikârdır (karaborsacılık).
Kıtlık ve piyasada istikrarsızlık olduğu zamanlarda malını fazla fiyatla satmak
arzusu, ihtikârı meydana getirmektedir. Bediüzzaman, ihtikârı toplumlar için
zararlı görmüş ve ihtikâr düşüncesine fert ve cemiyet bünyesinde yer
verilmemesini tavsiye etmiştir.33 İslâmın
en mühim iktisadî kanunlarından birisi, toplumu iktisaden zor şartlar altında
bırakan ihtikâr yasağıdır.

İş ve ticaret hayatında dürüst ve meşru yolda yürüyenler olduğu
gibi, zararlı yollara sapanlar da vardır. Toplumu en fazla tedirgin eden ve
halka zarar veren şeylerden biri, hiç şüphesiz ihtikârdır. Çok uzak yerlerden
tüketicinin ihtiyacı olan malları onun ayağına getirenler, kazançları bir
tarafa, aslında önemli bir hizmet görüyorlar. Malını piyasadan çekip halkın
ihtiyaç içinde kıvranmasına hiç aldırış etmeyen tüccarın ise halka hizmet yönü
yoktur. “Uzak yerden mal getiren (calib) rızıklanmıştır, karaborsacı ise
lânetlenmiştir” sözleriyle Peygamberimiz (asm) bu iki çeşit tüccarın
karşılaşacakları durumları dile getirmişlerdir. Peygamberimiz (asm), fiyatları
yükseltmek gayesiyle kırk gün gıda maddelerini piyasaya sürmeyenin Allah’tan
uzaklaştığını ve Allah’ın da ondan uzaklaştığını haber vermektedir.

Bediüzzaman iktisat kavramını, bir de tasarrufçu düşüncenin
karşılığı olarak kullanmıştır. Yani, iktisatlı insandan bahsedildiği zaman,
tutumlu insan anlaşılacaktır. Ona göre, bu manadaki iktisat şöyledir: “İktisat
ise kanaati intaç eder. Hadiste, ‘Kanaat, izzeti intaç eder’ denilmiştir. Hem
sa’y ve çalışmaya teşci eder, şevkini ziyadeleştirir. Çalıştırır. Çünkü, meselâ,
birgün çalıştı, akşam aldığı cüz’i bir ücrete kanaat sırrıyla ikinci gün yine
çalışır. Müsrif ise kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da
şevksiz çalışır. Hem iktisaden gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekva
(şikâyet) kapısını kapatır. Hayatında daima şakir olur. Hem kanaat vasıtasıyla
insanlardan istiğna etmek cihetiyle teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır.
Riya kapısı kapanır.”34

Bu ifadelerde iktisat terimi tasarrufu, yani tutumlu yaşama
manasını içinde taşımaktadır. Bu şekil yaşama tarzı, çalışma şevki vermesi
bakımından hem ferdin, hem toplumun iktisadî hayatına üretici bir özellik
getirmektedir. Böylece fert, hem üretici bir vasıf kazanmakta ve hem de toplum
hayatında iktisadî düzenin dengesini korumaktadır. Diğer taraftan şahsiyetinde
bir istikrar duygusunu geliştirmektedir. Bunun zıddı ise, israf olarak kendini
göstermektedir.

Şu bir gerçektir ki, insanlar gerektiği şekilde ve makul bir
ölçü içinde çalıştıktan sonra kazandıklarına kanaat etmezlerse neşeleri kaçar ve
mutlu olamazlar. Mutluluğumuz dış dünyamızdan kaynaklandığı gibi içimizden de
kaynaklanır ve hatta mutlu olmak için içimizdeki kaynaklar dışımızdakilerden çok
daha fazla etkilidirler. Servetimiz ne kadar çok ve dış dünyamız ne kadar güzel
olursa olsun, eğer iç kaynaklarımız, gönlümüzü doyuramıyorsa, gönül zenginliği
yoksa mutlu olamayız. Kanaatsizlik, iç kaynakları kurutan bir ruh halidir.
Manevî eğitimle bu olumsuz etkiden kurtuluruz ve meşru yoldan kazanılan mal
varlığımızla mutluluğumuza mutluluk katarız. Her şey kalbin sükûneti içindir.
Yalnız başına servet ise buna yeterli değildir.

d) İsraf

İktisat kâinatın en esaslı kanunlarından biridir. Çünkü Allah
Hakîm’dir. Hakîm isminin en büyük cilvesi olan kâinatın umumî hikmetleri,
iktisat ve israfsızlık üzerine dönüyor.

İktisat ilminin tedavi ve ıslah etmek istediği beşerî davranış
şekillerinden birisi, hiç şüphesiz israftır. Ferdin, maddî imkânlarını
ihtiyaçlarına uygun olarak kullanmaması israfın en belirli özelliğini meydana
getirir. Zarurî olmayan isteklerin, ihtiyaçlar listesinde mütalâa edilmesi
tüketimi arttırmakta ve israfı teşvik etmektedir. Ferdin kazanç ve alım gücü ise
masrafa kâfi gelmediğinden, zarurî olsun veya olmasın, ihtiyaçlarını
karşılayamamanın ızdırabını çekmekte ve kendini gayrı meşru kazanç yollarına
başvurmaya mecbur bilmektedir. Bu şekilde lüks ve israf kapısı insanlığı rüşvet
ve suiistimal gibi kötü ahlâk yollarına sürüklemektedir.

Bediüzzaman israf mefhumunu, sadece iktisat ilminin sahası
içinde ele almakla kalmamış, onu teolojik açıdan da ele alarak yaratılışın
reddettiği bir husus olarak görmüştür. “İsraf, abesiyet, faidesizlik, fıtratta
yoktur. Bütün kâinatın en esaslı düsturu iktisattır.”35 ifadeleri
onun bu görüşünü belirtmektedir.

İsraf, iktisadı ilgilendiren bir mefhum olduğu kadar, insan
benliğinde kötü alışkanlıklara sebep olması bakımından da psikolojiyi
ilgilendirir. Bir kimsede israf şeklinde bir alışkanlığın kendini göstermesi,
beraberinde bazı olumsuz neticeleri de getirecektir. Bediüzzaman bunu şöyle izah
ediyor:

“İsraf kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise çalışmanın
şevkini kırar, tembelliğe atar. Hayatında şekva (şikâyet) kapısını açar,
mütemadiyen şekva ettirir. Hem ihlâsı kırar, riya kapısını açar. Hem izzetini
kırar, dilencilik yolunu gösterir.”36

İsrafın bu kötü neticelerini önlemek için, İslâmî bir şuurla
hareket edilmeli, kanaat ve rızaya alışılmalıdır. Buradaki “kanaat ve rızaya
alışmak” tabirini, halk dilindeki “bir lokma bir hırka” şeklinde ifadesini bulan
anlayışla değerlendirmemek gerekir. Çünkü, bu ifade ferdin dengeli bir iktisadî
hayat yaşaması lüzumunu telkin eden makul bir ölçüyü ortaya koymaktadır.
Kastedilen manadaki kanaat duygusunda insanın, tembelliğe sapmadan çalışma
şevkini muhafaza etmesi asıldır. Kanaatin ölçüsü, ancak bu çerçeve içinde
düşünülebilir.

İktisadî buhranların en önemli bir sebebi olarak ifade ettiğimiz
israf, alışkanlık halini aldığı takdirde tedavisi daha da güçleşmektedir. Bu
ancak dinî ve manevî nefis terbiyesi ile halledilebilir. Bu hususta
Bediüzzaman’ın görüşleri şöyledir:

“Hâlık-ı Rahim, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde
şükür istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasaretli bir istihfaftır.
İktisat hem bir şükr-ü manevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir
hürmet, hem kâfi bir sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi medar-ı sıhhat, hem
dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti
hissetmesine ve zahiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına
kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan vahim
neticeleri vardır.”37

Bu ifadeler, israfın ferdin hayatında ne gibi neticeleri davet
edebileceğini göstermesi bakımından önem arz etmektedir. Çünkü, aşırı harcama
arzusuyla israfa girmek, nimetlerin kıymetini bilmemektir. Bu noktadan gelişen
aşırı ve sorumsuz harcama alışkanlığının önlenmesi Bediüzzaman’a göre, önce
vücudun maddî sıhhatini temin eder. Ayrıca israfa karşı maddî ve manevî bir
sorumlulukla alınan tedbirler insanın fakirliğe ve zarurete düşmesini de önler,
kimseye muhtaç olmadan izzetli bir hayat yaşamasını mümkün kılar. İsraf ise,
vücut sıhhatine fikrî ve organik rahatsızlıklar verebildiği gibi, maddî bakımdan
da başkalarına karşı muhtaç kalmayı netice verir.

“Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah, israf
edenleri sevmez” (Araf Suresi, 31) ayeti yemede, içmede fayda ve maslahat olduğu
ölçülerde ileri gidilebileceğini, ama faydayı aşan bir yiyip içmenin ise israf
sayılacağını ifade etmektedir. Bu ayet-i kerime tıp ilminin en mühim esası olan
sıhhati korumak prensibinin bir ifadesidir.

Ekonomik hayatta kendini gösteren israfın, bilhassa, günümüz
İslâm âleminde örnekleri çokçadır. Önce, İslâm toplumlarında israfın görülmesi,
önemli bir problem teşkil etmektedir. Bu durum daha ziyade zengin çevrelerin,
fakir çevrelere ilgisiz kalışı şeklindedir. Çünkü, Müslüman zenginlerin,
toplumun iktisadî meselelerine ilgisiz kalamayacağı gerçeğinden hareket eden
Bediüzzaman, bu toplumlarda sosyal adaletin temini için şunları söylemektedir:
“Eskiden ekser İslâm aç değildi. Tereffühe (refaha) bir derece ihtiyaç vardı.
Şimdi açtır, telezzüze (lezzet almaya) ihtiyaç yoktur.”38

Bu cümleler, iktisat tarihi açısından ele alınırsa, eski
zamanların ticaret, sanat ve bilhassa ziraata dayalı İslâm toplumları kendi
bünyelerinde iktisadî bir yeterlilik içinde bulunmakta ve dengeli bir toplum
kurmakta hayli başarılı olmaktaydılar. Sosyal adalet uygulaması, devletin olduğu
kadar, ferdin vicdanındaki mesuliyetin dinamik ve şuurlu himayesindeydi. Böyle
bir toplumda, maddî bir sıkıntıdan bahsedilmesi mümkün değildi. Bediüzzaman’a
göre, bu durum günümüzde değişmiştir. İslâm toplumları iç ve dış siyasî
sebeplerle uzun bir müddet sömürgeciliğin istilâsı altında kalmışlar ve bu
yüzden büyük iktisadî problemlerle karşı karşıya gelmişlerdir. Bu durumla
günümüz İslâm devletlerinde mevcut kaynaklar israfa yol açan lüks harcamalara
tahsis edilemez. İslâm toplumlarını teşkil eden fertlerin ekseriyeti fakir
olması sebebiyle, lüks ve refah yaşayışı arz eden birer tüketim toplumu
olamazlar. Bu bakımdan, ferdin sahip olduğu maddî imkânlar toplumun faydası
yolunda kullanılarak, fakirliğin izleri kaldırılmaya çalışılmalıdır. Bunun için
ferdî imkânların toplum yararı yolunda değerlendirilmesi gerekir.

İsrafın bir başka açıdan arz ettiği özellik ise, Batılı
toplumlarda kendini göstermektedir. Batı dünyası sömürgeci dış politikanın
sağladığı iktisadî imkânlarla, refah toplumu olma vasfını, günümüze kadar
muhafaza etmiştir. Fakat Batı insanının alışık olduğu lüks ve israfa dayalı
yaşayış, bugün her bakımdan bunalıma doğru gitmektedir.

Batıya akan zenginlik kaynakları bir taraftan kurumakta, bir
yandan da kesilmektedir. Bunun sebebini Bediüzzaman’ın daha önceden müjdelediği,
İslâm âleminin uyanışında aramak gerekir. Bu uyanış, Batı ilim adamlarının da
gözünden kaçmamakta ve Batı toplumlarının geleceği hakkındaki hüküm, aleyhlerine
olacak şeklinde verilmektedir. Buna misal olarak Batılı bir ilim adamının şu
sözleri gösterilebilir: “Batılı toplumlar, bolluğun getirdiği dengesizlik ve
sapmalar içine gömülmeye devam ederlerse, yoksulluğu yenmek isteyen az gelişmiş
ülkeler birleşerek, zengin ülkeleri er geç alt edeceklerdir.”39 Bu
ifadelerin, bilhassa az gelişmiş, fakat hammadde kaynakları bakımından zengin
İslâm devletlerinin, bütün gelişmiş ülkeler karşısında kuracakları ekonomik bir
güç birliği şeklinde değerlendirilmesi mümkündür. Bugün bu görüşün gerçekleşmeye
doğru gittiğini gösteren birçok emare vardır. Temennimiz, İslâm ülkeleri
arasında yapılan siyasî ve ekonomik toplantıların, konferansların sonunda alınan
kararların hayata geçirilmesidir. Şurası bir gerçektir ki, şartlar, toplumların
tasarrufçu yaşama zaruretini büyük bir vecibe olarak ortaya koymaktadır. Çünkü,
tasarrufun tedbir fonksiyonu, dengeli toplum yapılarının muhtaç olduğu
şartlardan birini teşkil etmektedir.

Her sistem, kendi esaslarına uygun bir metodla israfa karşı
tedbir aramaktadır. Sosyalizm yıllardır israfa karşı tüketim kısıtlamasını zor
yoluyla temine çalışmıştır. Liberal ekonomiler, iktisadî tasarruf temenni eden
politik düşüncelerle, israfa karşı tedbirler aramaktadır. Bediüzzaman ise,
israfa karşı imanın müeyyidelerini harekete geçirerek yapılacak ferdî eğitimin,
israfın önlenmesinde en tesirli metod olduğuna işaret etmiştir.

Ferdin vicdanında tesir göstermeyen hiçbir tedbir, kanuna veya
kuvvete dayansa bile, tesirli olamaz ve olumlu bir sonuç veremez. Kişi, israfın
zararını bünyesinde idrak edebildiği ve bizzat israfa karşı vicdanında şahsî
insiyatifi ile tedbir almak lüzumunu duyduğu takdirde, gerçek bir tedbirden ve
tasarruftan bahsedilebilir. Böylece hem insana, hem hürriyet mefhumuna zarar
vermeden gerçekçi bir yol takip edilmiş olacaktır. İslâm’ın ve dolayısıyla
Bediüzzaman’ın bu noktadaki anlayışı böyle bir temele dayanmaktadır. Çağımız
düşünce sistemleri içinde Bediüzzaman tarafından tespit edilen bu görüş, İslâm’a
has orijinallik arz etmektedir. Dünyanın halen içinde bulunduğu iktisadî düşünce
ihtilâfları ve her görüşün kendi içinde aldığı tedbirlerin istenen neticeyi
vermemesi, İslâm’ın esas kabul ettiği görüşü benimsemeyi mecburiyet haline
getirmektedir.

e) İslamiyet’e göre israf neden yasak?

İhtiyaç fazlası tüketim kâinatın dengesinin bozulmasına yol
açmaktadır. Efendimiz’in (a.s.m.) lüks içinde yaşadığı için bir sahabenin
namazını kılmayacak kadar men ettiği israf, hem Kur’an’da hem de hadislerde katî
bir şekilde yasaklanmıştır.

İsraf, “yeme, içme, giyim kuşam, alış veriş, uyku ve istirahat,
hatta konuşup yazmak gibi her türlü hâl ve davranışta sınırı aşmaktır” diye
tarif ediliyor. Âyet ve hadislere baktığımızda, bütün israfların yasaklandığını,
bazılarının haram, bazılarının da mekruh sayıldığını görüyoruz.

İsraf neden yasaklanmıştır ve bu yasağın hikmetleri nelerdir?

İsraf, öncelikle kâinattaki hikmete zıttır. Çünkü kâinat tam bir
hikmetle yaratılmış ve hiçbir şeyde asla israfa yer verilmemiştir. Kâinatta
hiçbir şekilde israfa gidilmemiştir.

Bizden istenen de, kâinata konan bu hikmete uymaktır.

İsraf nimeti küçümsemektir. İsraf, şükre de zıttır. Bunu
vicdanımızla da hissedebiliriz. Meselâ, birine bir hediye verilse, o da verenin
gözü önünde onu çöpe atsa; hiç şüphesiz o hediyeyi küçümsemiş olur. Hatta
diliyle teşekkür etse bile, bu tavrıyla teşekküre zıt bir davranış sergilemiş
olur. Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz rahmetiyle verdiği nimetleri israf etmek de, o
nimetleri küçümsemek anlamını taşır. Hem israf kanaatsizliği doğurduğu için
çalışma şevkini kırar. İnsanı tembelliğe atar. Şükredeceği yerde devamlı
şikâyetçi olur.

Ayrıca israf, Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nimeti küçümseme
anlamını taşıdığı için de, o nimetten mahrum olmaya sebep olur. Sonra israf,
nimetlerdeki İlâhî rahmete karşı bir saygısızlıktır. Çünkü insanlar bile,
acıdığı muhtaç birisine bir miktar para verse, o da o parayı kumara verse,
elbette onlar bundan hoşlanmazlar. “Acıdık, para verdik. O da bizim
merhametimizi kötüye kullandı, saygısızlık etti” derler. İsraf, aynı zamanda
bereketsizliğin de sebebidir.

İsraf, beden ve çevre sağlığını da bozmaktadır. Nasıl ki, fazla
yiyip içmek, içki ve eroin gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını
bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de çevre dengesinin bozulmasına sebep olur.
Hem israf, manevî dilencilik zilletine düşüren bir sebeptir. Yani insan, gelenek
görenek gibi sebeplerle zorunlu ihtiyaç olmayan şeyleri alıp tüketmeye başlarsa,
gelir gider dengesi bozulur. Başkalarından borç para almaya kendini mecbur
hisseder ve manevî dilenciliğe ve sefalete düşer.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir süre, zorunlu ihtiyaçların
üstüne çıkarak tereffüh (lüks) için borç alan ve bu borçla ölen kimselerin
cenaze namazlarını kılmamış, Sahabelere “onun namazını siz kılın” buyurmuştur.
Özellikle bu zamanda israfta harcanan para çok pahalıdır. Karşılığında bazen
haysiyet, namus rüşvet olarak alınabiliyor. Bazen de dinin kutsal değerleri
alınıyor, sonra değersiz bir para veriliyor. Sırasıyla israf; sefahatin, sefahat
de sefaletin kapısıdır. İsraf, nimet içindeki lezzetleri hissedememenin,
nimetlerdeki lezzetin tadını alamamanın da sebebidir. Özetle, israf pek çok
alandan “sebeb-i hasaret”tir.

Sonuç

Çağımızın içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik meseleler,
krizler, beşeriyetin uğradığı hüsran, büyük ölçüde tek taraflı anlayışın sonucu
olarak ortaya çıkmıştır. 19. asırdan bu yana “Materyalizm” diye ifade edilen ve
hayatın sadece maddi cephesini ele alan tek yanlı görüş tarzı toplumların
ekonomik ve sosyal yapısında dengesizliklere ve manevi sahada çöküntülere yol
açmıştır. Çözüm, bilim ve bilgi toplumunda hakim olacak değerlerdir. “Elbette
nev’i beşer, ahir vakitte ulûm ve fünûna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden
alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilim eline geçecektir.”40
Çağımız, bilim çağıdır, herkes bilimin nimetlerinden faydalanmakta, bilimin
ürünleriyle karşı karşıya bulunmaktadır.

Bilimin hedefi, insanın maddi ve manevi refahını sağlamaktır.
Maddi refah, zenginlik ve teknoloji ile; manevi refah ise, ruh, kalp ve gönül
huzuru, estetik, sanat ve edebiyatla kazanılır. Bu yüzden, bilime her iki
cephesi ile sahip olmak gereklidir. Birini diğerine tercih etmek, insanlığın
gerçek medeniyet yarışında derin yaralar almasına yol açabilir. Çünkü insanın
maddi ve manevi olmak üzere iki cephesi vardır.

“Maddi değerlerden, bilgi ve insancıl değerlere olan yoğun
yönelim, bilgi toplumunun değer ve davranış kalıplarını şekillendirecektir.
Bilgi toplumunda, dini ve ahlaki değerlere yeni boyutların gelmesi söz konusu
olacaktır. Maddi değerler üzerine kurulan ahlak anlayışı ve normlardan maddi
olmayan değerlere yönelim gündeme gelecektir.”41

21. yüzyıl bilimin hakim olduğu bilgi toplumlarından meydana
gelen yüzyıl olacaktır. Toplumların ve insanların yalnız iktisadi konulara
eğilerek ve yalnız ekonomik yapıyı ele alarak gelişecekleri ve huzurlu
olacakları anlayışı geçerliliğini kaybetmiş durumdadır. Bilgi toplumunda,
bilimin ışığında insan gerçek tanımını buluyor. İnsan, maddi ve manevi olmak
üzere iki cephesi olan bir varlıktır. İnsanın bu iki yönünün de tatmin edilmesi
gerekmektedir. Bugüne kadar insanın hep maddi yönü tatmin edilmeye çalışıldı.
Fakat, insan gerçek huzur ve mutluluğu yakalayamadı. Bunun için, bilim adamları,
bilgi toplumunda “maddi olmayan değerlere yönelim gündeme gelecektir” diyorlar.

Bugün artık iktisadi açıdan kabul edilen husus, toplumların
iktisadi kalkınması, maddi ve manevi yönleriyle sosyal, kültürel, ahlaki ve
hukuki gelişmenin iktisadi bir sonucudur. Manevi ve ahlaki cephesi ile kültürel
ve sosyal cephesi gelişmemiş bir toplumu, yalnız iktisadi cephesini geliştirerek
kalkındırmak ve insanları huzurlu kılmak kabil değildir. İnsanların refahı,
mutluluğu, huzuru için bu yeterli değildir. Yaşanan bütün ekonomik krizlerin
temelinde bu gerçekler yatmaktadır. Kapitalizmin insanlığa yaşattığı kriz
ortadadır.

Hayatın yalnızca maddi cephesini ele alan iktisadi anlayışlar,
uygulamalar, insana ve toplumlara gerçek huzur ve refahı yaşatamadı. 21.
yüzyılda insanlar ve toplumlar, huzuru yaşatan iktisadın arayışı içinde
olacaklardır. Bu da insanlığı Kur’ân’ın ve Sünnet’in öngördüğü iktisat
anlayışına götürecektir. Dünya düzeninin yeni iktisat anlayışı bu olacaktır.

Öz

Kasda uygun davranmak, maksada en uygun yolu bulmak, orta yolu
benimsemek gibi anlamlar taşıyan iktisat, kâinatın en esaslı kanunlarından
biridir. İnsan açısından ele alındığında bu kanuna riayet eden insan; maksadını
iyi tanıyan, sağa sola yalpalamaksızın, ifrat ve tefritten uzak bir şekilde
yaşayan insandır. Bu durumda iktisat, insanın ihtiyacına göre harcama yapmasını,
cimriliğe ve israfa sapmamasını gerektirmektedir. Bugün yaşanılan ekonomik
krizin temel nedenlerinden biri, insanlığın bu temel kaideye uymamasıdır. Bu
çalışmada, Bediüzzaman’ın görüşleri ışığında “iktisat” kavramı ele alınmaktadır.
Bunun için öncelikle iktisat kavramı tarif edilecektir. Devamında kâinatta cari
bir kanun olan iktisadın uygulanış biçimine yer verilecek ve iktisadın insan ve
toplum hayatı için önemi, İslam’ın bu hususlardaki görüşleri incelenecektir.

Anahtar Kelimeler: İktisat, İktisat Risalesi, kâinat, insan,
küresel ısınma, hırs, kanaat, israf

Abstract

Economics mean to act properly suitable to the aim, to find the
rightest way for achieving the goal and to embrace the middle course and it is
also the most essential law of universe. In terms of humanity, the humanbeing
who obeyed this rule is the one who knows well his purposes and the one who act
straight ahead and far from excesses and imperfections. In such a case,
economics necessitate to spend as much as human need and keep away from
parsimony and dissipation. The one of the main reasons of the recent economic
crisis is not to act properly suitable to this main principle. In this article,
we tried to analyze the concept of economics in light of Bediuzzaman’s thought.
Thus, we will firstly explain the concept of economics. Later, we will analyze
the mechanism of law of economics in the universe and the importance of
economics for humanity and community and the views of Islam about these
subjects.

Keywords: Economics, Booklet of Economics, universe, human,
global warming, greed, satisfaction, dissipation

Dipnotlar:

1- Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 2008, s. 353.

2- a.g.e, s. 878

3- a.g.e, s. 878

4- a.g.e. s. 374

5- a.g.e, s. 365, 366

6- Muslu, Yılmaz, Prof. Dr., Ekoloji, İstanbul, 1983, s. 25

7- a.g.e, s. 26

8- Özyazıcı, Alparslan, Çevre ve İnsan Dergisi, Şubat 1994,
Ankara, s. 40

9- Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 2008, s. 878

10- a.g.e, s. 871

11- a.g.e., s. 874

12- “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla: Yeri de döşeyip
düzenledik. Biz ne güzel donatıcıyız!” Zâriyât Sûresi, 51:48.

13- a.g.e. s. 878

14- a.g.e., s. 864-868

15- a.g.e., s. 878

16- Yaşar, Abdullah, Genç Yaklaşım, 2007, sayı. 36.

17- Nursi, Bediüzzaman Said, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya
Neşriyat, 2008, s. 353

18- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat,
2008, s. 526

19- a.g.e, s. 525

20- a.g.e., s. 526

21- Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat,
2008, s. 328

22- Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, Yeni Asya Neşriyat,
2008, s. 342-343

23- Nursi, Bediüzzaman Said, İşarat’ül – İ’caz, Yeni Asya
Neşriyat, 2008, s. 45

24- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, s.
340

25- Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat,
İst., s. 353-364

26- Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat,
İst. 362

27- Nursi, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neş.,
1994, s. 65

28- a.g.e, s. 126

29- Nursi, Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya
Neşriyat, İst., 2008, s. 460

30- a.g.e., s. 459

31- Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat,
2008, s. 304

32- Nursi, Bediüzzaman Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat,
2008, s. 366

33- Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya
Neşriyat, İst., 2008, s. 319

34- Nursi, Bediüzzaman Said, Lemalar, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 2008, s. 366

35- a.g.e., s. 344

36- a.g.e., s. 364

37- a.g.e., s. 353

38- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 2008, s. 807

39- Albertini, J.M., Az Gelişmişliğin Mekanizması, İstanbul,
1974, s. 327

40- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 2008, s. 418

41- Erkan, Hüsnü, Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme, İş
Bankası Yay., 1994, s. 172