Frugality and contentment are in conformity with Divine wisdom.

Kur’an Medeniyeti kuvvet yerine hakka dayanır.

ÜÇÜNCÜ ESAS: Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’âniyenin hayat-ı
içtimâiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler.

Ammâ hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimâiyede nokta-i istinâdı
“kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidâl” tanır.
Cemaatlerin râbıtasını “unsuriyet, menfî milliyeti” tutar. Semerâtı ise,
“hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyiddir.”

Hâlbuki kuvvetin şe’ni tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, her arzuya
kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe’ni çarpışmaktır.
Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte bu
hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.

Ammâ hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinâdı, kuvvete bedel
“hakkı” kabul eder. Gâyede menfaate bedel “fazîlet ve rızâ-i İlâhîyi” kabul
eder. Hayatta düstur-u cidâl yerine “düstur-u teâvünü” esas tutar. Cemaatlerin
râbıtalarında unsuriyet, milliyet yerine “râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî”
kabul eder. Gâyâtı, hevesât-ı nefsâniyenin tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta
teşvik ve hissiyât-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk
edip insan eder.

Hakkın şe’ni ittifaktır. Fazîletin şe’ni tesânüddür. Düstur-u
teâvünün şe’ni birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni uhuvvettir,
incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest
bırakmanın şe’ni saadet-i dâreyndir.

(Sözler, s. 122)

İşte, medeniyet-i hâzıra, felsefesiyle hayat-ı içtimâiye-i
beşeriyede nokta-i istinâdı kuvvet kabul eder. Hedefi menfaat bilir. Düstur-u
hayatı cidâl tanır. Cemaatlerin râbıtasını unsuriyet ve menfî milliyet bilir.
Gàyesi hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bâzı
lehviyât’tır.

Halbuki, kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatin şe’ni, her arzuya
kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe’ni, çarpışmaktır.
Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu
medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehâsiniyle beraber, beşerin yüzde
ancak yirmisine bir nevi sûrî saadet verip, seksenini rahatsızlığa, sefâlete
atmıştır.

Ammâ hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinâdı kuvvet yerine
hak’kı kabul eder. Gàyede, menfaat yerine fazîlet ve rızâ-i İlâhî’yi kabul eder.
Hayatta, düstur-u cidâl yerine düstur-u teâvün’ü esas tutar. Cemaatlerin
râbıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî
kabul eder. Gàyâtı, hevesât-ı nefsâniyenin nâmeşrû tecavüzâtına sed çekip ruhu
maâliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı
insaniyeye sevk edip insan etmektir. Hakkın şe’ni ise, ittifaktır. Fazîletin
şe’ni, tesânüddür. Teâvünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni,
uhuvvettir, incizabdır. Nefs-i emmâreyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta
kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir.

İşte, medeniyet-i hâzıra, edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bâhusus
Kur’ân’ın irşâdâtından aldığı mehâsinle beraber, Kur’ân’a karşı, böyle hakikat
nazarında mağlûp düşmüştür.

Üçüncü derece: Binler mesâilinden, yalnız numûne olarak üç dört
meseleyi göstereceğiz.

Evet, Kur’ân’ın düsturları, kanunları ezelden geldiğinden, ebede
gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir; dâimâ
gençtir, kuvvetlidir.

Meselâ, medeniyetin bütün cem’iyât-ı hayriyeleri ile, bütün
cebbârâne şedid inzibat ve nizâmâtlarıyla, bütün ahlâkî terbiyegâhlarıyla,
Kur’ân-ı Hakîmin iki meselesine karşı muâraza edemeyip mağlûp düşmüşlerdir.

Meselâ,
1
Kur’ân’ın bu galebe-i i’câzkârânesini bir Mukaddeme ile beyân edeceğiz. Şöyle
ki:

 İşârâtü’l-İ’câz’da ispat edildiği gibi, bütün ihtilâlât-ı
beşeriyenin mâdeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi
bir kelimedir.

Birinci Kelime: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse,
bana ne.”

İkinci Kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Evet, hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede havâs ve avâm, yani
zenginler ve fakirler, muvâzeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvâzenenin esâsı
ise, havâs tabakasında merhamet ve şefkat; aşağısında, hürmet ve itaattir.
Şimdi, birinci kelime havâs tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk
etmiştir; ikinci kelime avâmı kine, hasede, mübârezeye sevk edip, rahat-ı
beşeriyeyi birkaç asırdır selb ettiği gibi; şu asırda, sa’y, sermâye ile
mübâreze neticesi, herkesçe mâlûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi meydana geldi.

İşte, medeniyet, bütün cemiyât-ı hayriye ile ve ahlâkî
mektepleriyle ve şedid inzibat ve nizâmâtıyla, beşerin o iki tabakasını musâlâha
edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedâvi edememiştir. Kur’ân,
birinci kelimeyi esâsından vücûb-u zekât ile kal’ eder, tedâvi eder; ikinci
kelimenin esâsını hurmet-i ribâ ile kal’ edip, tedâvi eder. Evet, âyet-i
Kur’âniye, âlem kapısında durup, ribâya “Yasaktır!” der. “Kavga kapısını kapamak
için, ribâ kapısını kapayınız!” diyerek, insanlara ferman eder. Şâkirdlerine,
“Girmeyiniz!” emreder.

İkinci vecih şudur ki: Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i
efkârları ve muhassala-i mesâileri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve
edebiyat-ı ecnebiye, Kur’ân’ın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz
derekesindedirler, demektir; nasıl da, numûnesini gösterdik.

(Sözler, s. 371-373)

“İşte onun için bu medeniyet-i hâzıra; beşerin yüzde seksenini
meşakkate, şekavete atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne
beyne bırakmış. Saadet odur ki; külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i
kalilindir ki, nev’i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin
saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.

“Hem serbest hevanın tahakkümüyle, havaic-i gayr-i zaruriye
havaic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedavette bir adam dört şeye muhtaç
iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y, masrafa kâfi
gelmediğinden; hileye, harama sevk etmekle ahlâkın esasını şu noktadan ifsat
etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel ferdi, şahsı, fakir,
ahlâksız etmiştir.

“Kurun-i Ulânın mecmu vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!

“Âlem-i İslâmın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk
davranması ve kabulde ıztırabı cây-ı dikkattir. Zira istiğna ve istiklâliyet
hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla
aşılanmaz, imtizaç etmez, bel’ olunmaz, tâbi olmaz.

“Bir asıldan tev’em olarak neş’et eden eski Roma ve Yunan iki
dehaları, su ve yağ gibi mürur-i âsâr ve medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine
çalıştığı hâlde yine istiklâllerini muhafaza, âdeta tenasuhla o iki ruh şimdi de
başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temziç varken imtizaç
olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-i hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan
Roma dehasıyla hiç bir vakit mezç olunmaz, bel’ olunmaz.”

Dediler:

“Şeriat-ı garradaki medeniyet nasıldır?”

Dedim:

“Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği
medeniyet ise ki; medeniyet-i hâzıranın inkışaından inkişaf edecektir. Onun
menfi esasları yerine, müspet esaslar vazeder. İşte:

“Nokta-i istinat kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adalet ve
tevazündür. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecazüptür.
Cihetülvahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî vatanî, sınıfîdir
ki; şe’ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız
tedafüdür. Hayatta düsturu, cidal yerine düstur-i teavündür ki, şe’ni ittihat ve
tesanüttür. Heva yerine hüdadır ki, şe’ni insaniyetten terakki ve ruhen
tekâmüldür.

Hevayı tahdit eder, nefsin hevesat-ı süşiyesinin teshiline
bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.

“Demek biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların
ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa; İslâmdan
doksan belki doksan beştir.

“Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayt veya muarız
kalmakla; hem istinatsız, hem bütün emeğini heder, hem onun istilâsıyla
istihaleye maruz kalmaktan ise, âkılâne davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip,
kendine hadim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur; nasıl
ki; düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

“Şu iki cereyan birbirine zıt, hedefleri zıt, menfaatleri zıt
olduğundan; birincisi dese: ‘Öl’ diğeri diyecek ‘Diril!’

Birinin menfaati; zarar, ihtilâf, tedenni, zaaf uyumamızı
istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaati dahi kuvvetimizi, ittihadımızı bizzarure
iktiza eder.

“Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu, zail oldu ve olmalı.
Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir,
bâkî kalmalı.”

(Tarihçe-i Hayat, s. 119)

Aziz, Sıddık Kardeşlerim,

Evvelâ: Hem geçmiş, hem gelecek, hem maddî, hem manevî
bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi bütün ruh u canımla tebrik; ve ettiğiniz
ibadet ve duaların makbuliyetine rahmet-i İlâhiyeden bütün ruh u canımızla niyaz
edip, isteyip, o mübarek dualara âmin deriz.

Saniyen: Hem çok defa manevî, hem çok cihetlerden ehemmiyetli
iki suallerine mahremce cevap vermeye mecbur oldum.

Birinci Sualleri: Ne için eskide hürriyetin başında siyasetle
hararetli meşgul oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?

Elcevap: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-i esasîsi
olan “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas
kurban edilir. Vatan için her şey feda edilir” diye, bütün nev-i beşerdeki
şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun suistimalinden neş’et ettiğini
kat’iyen bildim. Bu kanun-i esasî-i beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı
için, çok suistimale yol açılmış. İki harb-i umumî bu gaddar kanun-i esasînin
suistimalinden çıkıp, bin sene beşerin terakkiyatını zirüzeber ettiği gibi, on
cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi
altında, şahsî garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harap etti. Risale-i Nur
bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatında ispat ettiği için onlara havale
ediyorum.

İşte, beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-i esasîsine
karşı, Arş-ı Azamdan gelen Kur’ân-ı Mu’cizülbeyan’daki bu gelen kanun-i esasîyi
buldum. O kanunu da şu ayet ifade ediyor:

2

Yani, bu iki ayet bu esası ders veriyor ki: “Bir adamın
cinayetiyle başkaları mes’ul olmaz. Hem bir masum rızası olmadan bütün insana da
feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse, o fedakârlık
bir şehadettir ki, o başka meseledir” diye hakikî adalet-i beşeriyeyi tesis
ediyor. Bunun tafsilâtını da Risale-i Nur’a havale ediyorum.

İkinci Sual: Sen eskide Şarktaki bedevî aşairde seyahat ettiğin
vakit onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye
yakındır medeniyet-i hâzıradan “mim”siz diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin,
inzivaya sokuldun?

Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i Garbiye, semavî kanun-i esasîlere
muhalif olarak hareket ettiği için, seyyiatı hasenatına, hataları, zararları
faydalarına racih geldi. Medeniyetteki maksud-i hakikî olan istirahat-i umumiye
ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahat;
ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçare
beşeri hem gayet fakir, hem gayet tembel eyledi. Semavî Kur’ân’ın kanun-i
esasîsi,
3
ferman-ı esasîsi ile beşerin saadet-i hayatiyesi iktisat ve sa’ye gayrette
olduğunu ve onunla beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barışabilir diye
Risale-i Nur bu esası izahına binaen kısa bir-iki nükte söyleyeceğim.

Birincisi: Bedevîlikte beşer üç-dört şeye muhtaç
oluyordu. O üç-dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisi idi. Şimdiki
Garb medeniyet-i zalime-i hâzırası, suistimalât ve israfat ve hevesatı tehyiç ve
havaic-i gayr-i zaruriyeyi zarurî hacatlar hükmüne getirip, görenek ve
tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hacatı
yerine yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hacatı tam helâl bir tarzda
tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır.

Demek, bu medeniyet-i hâzıra, insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç
cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçare avam ve havas
tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş.

Kur’ân’ın kanun-i esasîsi olan vücub-i zekât ve hurmet-i riba
vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve havassı n avama karşı şefkatini
temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk
etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zirüzeber etti.

İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hâzıranın harikaları beşere
birer ni’met-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat beşerde
istimali iktiza ettiği hâlde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı
tembelliğe ve sefahate sevk ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde
hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik
ve iktisatsızlık yolu ile sefahate, israfa, zulme, harama sevk ediyor. Meselâ:
Risale-i Nur’daki Nur Anahtarı’nın dediği gibi, radyo büyük bir nimet iken,
maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği hâlde;
beşte dördü hevesata, lüzumsuz malâyani şeylere sarf edildiğinden tembelliği
radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i
hakikiyesini bırakıyor. Hatta, çok menfaatli olan bir kısım harika vesait, sa’y
ve amel ve hakikî maslahat, ihtiyacat-ı beşeriyeye istimal lâzım gelirken –ben
kendim gördüm– ondan biri ikisi zarurî ihtiyacata sarf edilmeye mukabil, ondan
sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale
binler misaller var.

Elhâsıl: Medeniyet-i Garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam
dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş; iktisat ve
kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamâı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama
yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahate teşvik etmekle; o bîçare beşeri tam
tembelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahate sevk edip
ömrünü faydasız zayi ediyor. Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş.
Suistimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarı na vesile
olmuş. Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahat ve ölümü her vakit hatıra
getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine
yayılması ile intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî
suretinde gösterip, her vakit beşeri tehdit ediyor. Bir nevi Cehennem azabı
veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîm’in
dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-i
esasîleriyle, bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi yine bu dört yüz milyonun
kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini;
ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini,
hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü idam-ı ebedîden
çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin
mehasini seyyiatına tam galebe edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu gibi, dinin
bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki
medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini,
Kur’ân-ı Mu’cizülbeyan’ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, rahmet-i
İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.

(Hutbe-i Şamiye, s.155 )

Zekât bir köprüdür

 
-3-

Bu kelamın makabliyle nazmını icab ettiren münasebet ise; namaz
yani dinin
direği ve kıvamı olduğu gibi, zekat da İslamın kantarası, yani köprüsüdür.
Demek, birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahi iki esastırlar. Bunun
için birbiriyle bağlanmışlardır.

Zekat ile sadakanın layık oldukları mevkilerini bulmak için
birkaç şart vardır:

1. Sadakayı vermekte israf olmaması.
2. Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından
olmayıp kendi malından olması.
3. Minnetle in’amın bozulmaması.
4. Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi.
5. Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı
bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara
sadakanın verilmesi.
6. Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hacat-ı
zaruriyesinde sarf etmesi lazımdır.

Kur’an-ı Kerim bu şartları, bu nükteleri insanlara sadaka olarak
ihsan ve ihsas etmek için
-1- veya
-2- veyahut
-3- gibi
icazlı bir ifadeyi terk edip,
-4- gibi
itnablı bir cümleyi ihtiyar etmiştir.

1. Teb’izi ifade eden
israfın
reddine;
2.
’nın takdimi,
sadakanın kendi malından olduğuna;
3.
minnetin
olmamasına (çünkü veren Allah’tır, kul ise bir vasıtadır);
4. Rızkın
’ya olan
isnadı, fakirlikten korkulmamasına;
5. Rızkın amm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve
fikir gibi şeylere de şamil olmasına;
6.
maddesi,
alanın sefahete değil, hacat-ı zaruriyesine sarf etmesine işaretlerdir.

Bütün muavenet ve yardım nevilerini havi olan zekat hakkında,
sahih olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamdan
-5- hadis-i
şerifi mervidir. Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekat köprüsü
üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekattır. İnsanların heyet-i
içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekattır. alem-i beşerde
hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel
olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen felaketlerin
tiryakı, ilacı, muavenettir.

Evet, zekatın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet,
yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.

Evet, eğer tarihi bir nazarla sahife-i aleme bakacak olursan ve
o sayfayı lekelendiren beşerin mesavisine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i
içtimaiyede görünen ihtilaller, fesatlar ve bütün ahlak-ı rezilenin iki
kelimeden doğduğunu görürsün.

Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün,
bana ne!”

İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve
lezzetler içinde rahat edeyim.”

Alem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya
yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekattır.

Nev-i beşeri umumi felaketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk
edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i
ribadır.

Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en
büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı
avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede
uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekat ve
muavenettir. Halbuki vücub-u zekat ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden,
tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim
kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat,
muhabbet yerine ihtilal sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları
yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif
yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef,
tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve
gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti
mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit
istersen alem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur.

Hülasa : Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin
tesisi, ancak ve ancak erkan-ı İslamiyeden olan zekat ve zekatın yavruları olan
sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle
olur.

(İşaratü’l-İ’caz, s. 47-48-49)

İslâmiyetin bir rükn-i mühimmi olan zekât; beşerin hayat-ı
nev’iyesi için ehemmiyeti şudur:

Hadiste var:
Yani, zekât
bir köprüdür ki; Müslüman, kardeşi olan Müslümana muavenet için ondan geçer.
Zira, “memurünbih” olan teavün o vasıta iledir ve nev-i beşerin hey’et-i
içtimaiyedeki nizamın sıratü’l-müstakimi odur, insanlar içinde madde-i hayatın
cereyanına rabıta odur, terakkiyat-ı beşerdeki zehirlere tiryak odur.

Evet, zekâtın vücub-i kat’îsinde ve onun kabilesi olan sadakaya
ve karz-ı hasene davet-i Kur’ânîden ve ribanın vesailiyle beraber hurmet-i
şedidesinde azîm bir hikmet, âlî bir maslahat, vâsi bir rahmet vardır.

Eğer sahife-i âlemde tarihî bir nazarla dikkat ve cemiyet-i
beşeriyenin mesavisinin esasları teftiş edilse, görülecektir ki, bütün ihtilâlât
ve fesadın asıl ve madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menbaı tek iki
kelimedir. O iki kelimenin imtizacından, bomba gibi, küre-i arz patladı; ve
izdivacından, medenî insanlardan canavarlar doğdu.

Birinci Kelime: “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne?”

İkinci Kelime: “İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben
yiyeyim.”

Merhametsiz, nefisperest olan birinci kelime-i gaddaredir ki,
âlem-i insanı zelzeleye getirip, kıyameti kopmak üzeredir. Şu kelimenin ırkını
kesecek tek bir devası var ki, o da zekâttır ve zekâtın mütemmimi olan
sadakàttır ve onun mütemmimi olan karz-ı hasendir. Haris, hodgâm, zalim olan
ikinci kelimedir ki; beşerin terakkiyatını öyle sarsıyor ki, hercümerç ateşine
atmak üzeredir. Şu dâhiye-i dehyanın tek bir devası var; o da hurmet-i ribadır
ve faizin bütün vesailini hayat-ı içtimaiyeden ref etmektir. Hodgâm ellerde
servetin inhisarına vesile olan riba kapları bankaları seddir. Evet, bu kaplarla
servet ve temellük kalil adamlarda toplanır. Bu iki düsturla tevzi edilmezse,
gasp edilecektir.

Evet, hey’et-i içtimaiyedeki intizamın şartı, tabakat-ı beşer
birbirinden uzaklaşmamak, tabaka-i havas tabaka-i avamdan, taife-i ağniya
taife-i fukaradan ayrılmasın ki, sıla-i rahim kopmasın. Hâlbuki ribanın hayatı
ve zekâtın mevtiyle geniş bir mesafe açılmış, öyle bir uzaklık olmuş ki, hayt-ı
vasıl kopmuş. Tabaka-i süflâdan tabaka-i ulyaya karşı ihtiram, itaat, tahabbüp
yerine, yalnız ihtilâl sedası, haset sayhası, kin enini, nefret velvelesi,
intikam feryadı yükselip işitilir. Tabaka-i ulyadan tabaka-i süflâya merhamet,
ihsan ve taltife bedel, yalnız zulmün ateşi, tahakkümün saikası, tahkirin ra’dı
iniyor.

İşte bu hâlet-i ruhiyedendir ki, sebeb-i tevazu ve terahhum olan
havastaki meziyet, tekebbür ve gurura sebep olmuştur; şefkate, acımaya ve
yardıma sebep olan fukara aczi, avamın fakrı, esaretlerine, sefaletlerine sebep
olmuştur. Eğer şahit istersen, âlem-i medenînin fesat ve rezaletine bak; zaman
çok şahitleri gösterecektir.

Elhâsıl: Tabakatın musalâhası, birbirine yakınlaştırmasının
çare-i yegânesi; erkân-ı İslâmiyetten olan zekâtı hey’et-i içtimaiyenin
tedvirine vâsi, âlî düstur ittihaz etmektir, İslâmiyette en büyük kebire olan
ribayı vesailiyle ilga etmektir. Adalet-i Kur’âniye, âlem kapısında durup ribaya
“Yasaktır! Girmeye hakkın yoktur!” der.

Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor, rumuz-i tavazzuh
ediyor.

(İşaratü’l- İcaz, yeni s. 480-482)

Hayat-ı ihtilâl mevt-i zekât, hayat-ı ribâdan çıkmış

Bilcümle ihtilâlât, bütün herc ü fesadât, hem asıl, hem mâdeni,
rezâil ve seyyiât, bütün fâsid hasletler,

Muharrik ve menbaı iki kelimedir tek yahut iki kelâmdır.

Birincisi şudur ki: “Ben tok olsam, başkalar acından
ölse, neme lâzım.”

İkincisi: “Rahatım için zahmet çek. Sen çalış, ben
yiyeyim. Benden yemek, senden emekler.”

Birinci kelimede olan semm-i kâtili, hem kökünü kesecek, şâfi
devâ olacak tek bir devâsı vardır.

O da zekât-ı şer’î ki, bir rükn-ü İslâmdır. İkinci kelimede
zakkum-u şecer münderic. Onun ırkını kesecek, ribânın hurmetidir.

Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtı vaz’ etmeli,
ribâyı kaldırmalı.

Beşer, hayatını isterse enva-ı ribâyı öldürmeli

Tabaka-i havâstan tabaka-i avâma sıla-i rahm kopmuştur. Aşağıdan
fırlıyor

Sadâ-i ihtilâli, vâveylâ-i intikamı, kin ve hased enîni.
Yukarıdan iniyor

Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm sâikası.
Aşağıdan çıkmalı.

Tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisâl. Fakat merhamet ve
ihsan yukarıdan inmeli,

Hem şefkat ve terbiye. Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta,
ribâyı tard etmeli.

Kur’ân’ın adâleti bâb-ı âlemde durup, ribâya der: “Yasaktır;
hakkın yoktur, dönmeli.”

Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille.4 Müthişini
yemeden bu emri dinlemeli.

İsraf sefâhetin, sefâhet sefâletin kapısıdır

Ey müsrifli kardeşim! Tegaddî noktasında bir iken iki lokma; bir
lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.

Hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten, müsâvi bir olurlar.
Yalnız ağızda, o da kaç saniyede, bîhûşe verir nûşe.

Zevkî bir fark bulunur, dâim onu aldatır o kuvve-i zâika;
bedene, hem mideye kapıcı müfettişe.

Onun tesiri menfî, müsbet değil. Vazife yalnız kapıcıyı taltif
ve memnun etmek. Nûş verirsin o bîhûşa.

Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir
kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.

İsrafın en sefihi, tebzîrin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi.
Heves etme bu işe.

Zâika telgrafçıdır; telzîz ile baştan çıkarma

Rubûbiyet-i İlâh, hikmet ve inâyeti, ağızla hem burunla iki
merkezi teşkil eylemiştir içinde hudud karakolu.

Hem, muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sağîrde damarları telefon,
âsabları telgraf hükmüne vaz’ eylemiş.

Şâmme telefonu, hem telgrafa zâika inâyet memur etmiş o Rezzâk-ı
Hakiki, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife: taam ve levn ve hem râyiha.

İşte şu havâss-ı selâse, o erzak cânibinden birer ilânnâmesi,
birer dâvetnâmesi, bir izinnâmesi, hem

Bir dellâldır ki, muhtaç ve müşteriler hep onlarla celb olur.
Mürtezık hayvanlara zevk ve rü’yet ve şem, birer âlet vermiş.

Hem taamları muhtelif zînetlerle süsletmiş. Havâî gönülleri
avutup, lâkaydları teheyyüc ile cezb etmiş. Vaktâ, taam girse, hem ağıza, birden
bire zâika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktârına. Şâmme telefon
veriyor, gelen taam nevi, hem çeşitleri de söyler.

Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezık, ona göre davranır, ona
da hazırlanır ya cevab-ı red gelir; hem kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür.

İnâyet tarafından mâdem buna memurdur; zevkle baştan çıkarma,
hem telzîz ile aldatma.

Sonra o da unutur doğru iştihâ nedir. Bir iştihâ-i kâzib gelir,
başına çatar. Hatâsı, maraz ile, hem

İlletlerle cezalar gelir. Hakiki lezzet, hakiki iştihâdan çıkar;
doğru iştihâ, sâdık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide şah, hem gedâ beraber.

Hem bâhemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened.
Eleme olur merhem.

Böyle zamanda tereffühte izn-i şer’î bizi muhtar bırakmaz

Lezâiz çağırdıkça, “Sanki yedim” demeli. “Sanki yedim” düstur
eden, bir mescidi yemedi.

Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tenâuma ihtiyâr bir
derece var idi.

Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyâr izn-i
şer’î kalmadı.

Sevâd-ı âzam, hem ekseriyet-i mâsumun maîşeti basittir. Tegaddî
besâtetiyle onlara tâbi olmak,

Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe
tegaddîde tereffüh noktasında benzemek.

(Sözler, Lemeat, s. 637-683)

(…) Veyahut, hırsa, hıssete alışmış tâğî, bâğî dünyaperestler
gibi, senin tekâlifini ağır mı buluyorlar ki, senden kaçıyorlar? Ve bilmiyorlar
mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah’tan istiyorsun? Ve onlara Cenâb-ı Hak
tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin hased ve bedduâlarından
kurtulmak için, ya ondan veya kırktan birisini kendi fakirlerine vermek ağır bir
şey midir ki, emr-i zekâtı ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların
tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır, cevap vermek değil.

(Sözler, s. 352)

(…) İşte, ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile
sarhoş olmuş kardeşler! Hırs bu kadar muzır ve belâlı birşey olduğu hâlde, nasıl
hırs yolunda her zilleti irtikâp ve haram helâl demeyip her malı kabul ve
hayat-ı uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz; hattâ erkân-ı İslâmiyenin
mühim bir rüknü olan zekâtı, hırs yolunda terk ediyorsunuz? Hâlbuki zekât, her
şahıs için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin, herhâlde
elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir
musibet gelip alacaktır.

(Mektubat, s. 262-263)

Hırs Sebeb-i Hasarettir

İkinci Mebhas


5

Ey Ehl-i İman! Sabıkan, adâvet ne kadar zararlı olduğunu
anladın. Hem anla ki, adâvet kadar hayat-ı İslâmiyeye en müthiş bir maraz-ı
muzır dahi, hırstır.

Hırs, sebeb-i haybettir ve illet ve zillettir; ve mahrumiyet ve
sefaleti getirir. Evet, her milletten ziyade hırsla dünyaya saldıran Yahudi
milletinin zillet ve sefaleti, bu hükme bir şahid-i kàtı’dır.

Evet, hırs, zîhayat âleminde en geniş bir daireden tut, tâ en
cüz’î bir ferde kadar sû-i tesirini gösterir. Tevekkülvâri taleb-i rızık ise,
bilâkis medar-ı rahattır ve her yerde hüsn-ü tesirini gösterir. İşte, bir nevi
zîhayat ve rızka muhtaç olan meyvedar ağaçlar ve nebatlar, tevekkülvâri,
kanaatkârâne yerlerinde durup hırs göstermediklerinden, rızıkları onlara koşup
geliyor. Hayvanlardan pek fazla evlât besliyorlar. Hayvânat ise, hırsla
rızıkları peşinde koştukları için, pek çok zahmet ve noksaniyetle rızıklarını
elde edebiliyorlar.

Hem hayvânat dairesi içinde zaaf ve acz lisan-ı hâliyle tevekkül
eden yavruların meşru ve mükemmel ve lâtif rızıkları hazine-i rahmetten
verilmesi; ve hırsla rızıklarına saldıran canavarların gayr-ı meşru ve pek çok
zahmetle kazandıkları nâhoş rızıkları gösteriyor ki, hırs sebeb-i mahrumiyettir;
tevekkül ve kanaat ise vesile-i rahmettir.

Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırsla dünyaya
yapışan ve aşk ile hayat-ı dünyeviyeye bağlanan Yahudi milleti, pek çok zahmetle
kazandığı, kendine faydası az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru bir
servet-i ribâ ile bütün milletlerden yedikleri sille-i zillet ve sefalet, katl
ve ihanet gösteriyor ki, hırs maden-i zillet ve hasârettir.

Hem harîs bir insan her vakit hasârete düştüğüne dair o kadar
vakıalar var ki
6
darbımesel hükmüne geçmiş, umumun nazarında bir hakikat-i âmme olarak kabul
edilmiştir.

Madem öyledir. Eğer malı çok seversen, hırsla değil, belki
kanaatle malı talep et, tâ çok gelsin.

Ehl-i kanaat ile ehl-i hırs, iki şahsa benzer ki, büyük bir
zâtın divanhanesine giriyorlar. Birisi kalbinden der: “Beni yalnız kabul etsin;
dışarıdaki soğuktan kurtulsam bana kâfidir. En aşağıdaki iskemleyi de bana
verseler, lütuftur.”

İkinci adam, güya bir hakkı varmış gibi ve herkes ona hürmet
etmeye mecburmuş gibi, mağrurâne der ki: “Bana en yukarı iskemleyi vermeli.” O
hırsla girer, gözünü yukarı mevkilere diker, onlara gitmek ister. Fakat
divanhane sahibi onu geri döndürüp aşağı oturtur. Ona teşekkür lâzımken,
teşekküre bedel kalbinden kızıyor. Teşekkür değil, bilâkis hane sahibini tenkit
ediyor. Hane sahibi de ondan istiskal ediyor.

Birinci adam mütevaziâne giriyor, en aşağıdaki iskemleye oturmak
istiyor. Onun o kanaati, divanhane sahibinin hoşuna gidiyor. “Daha yukarı
iskemleye buyurun” der. O da gittikçe teşekkürâtını ziyadeleştirir; memnuniyeti
tezayüd eder.

İşte, dünya bir divanhane-i Rahmân’dır. Zemin yüzü bir sofra-i
rahmettir. Derecât-ı erzak ve merâtib-i nimet dahi iskemleler hükmündedir.

Hem, en cüz’î işlerde de herkes hırsın sû-i tesirini
hissedebilir.

Meselâ, iki dilenci birşey istedikleri vakit, hırsla ilhah eden
dilenciden istiskal edip vermemek, diğer sakin dilenciye merhamet edip vermek,
herkes kalbinde hisseder.

Hem meselâ, gecede uykun kaçmış; sen yatmak istesen, lâkayt
kalsan, uykun gelebilir. Eğer hırsla uyku istesen, “Aman yatayım, aman yatayım”
dersen, bütün bütün uykunu kaçırırsın.

Hem meselâ, mühim bir netice için birisini hırsla beklersin.
“Aman gelmedi, aman gelmedi” deyip, en nihayet hırs senin sabrını tüketip,
kalkar gidersin. Bir dakika sonra o adam gelir; fakat beklediğin o mühim netice
bozulur.

Şu hâdisâtın sırrı şudur ki: Nasıl ki bir ekmeğin vücudu, tarla,
harman, değirmen, fırına terettüp eder. Öyle de, tertib-i eşyada bir teennî-i
hikmet vardır. Hırs sebebiyle, teennî ile hareket edilmediği için, o tertipli
eşyadaki mânevî basamakları müraat etmez; ya atlar, düşer veyahut bir basamağı
noksan bırakır, maksada çıkamaz.

İşte, ey derd-i maişetle sersem olmuş ve hırs-ı dünya ile sarhoş
olmuş kardeşler! Hırs bu kadar muzır ve belâlı birşey olduğu hâlde, nasıl hırs
yolunda her zilleti irtikâp ve haram helâl demeyip her malı kabul ve hayat-ı
uhreviyeye lâzım çok şeyleri feda ediyorsunuz; hattâ erkân-ı İslâmiyenin mühim
bir rüknü olan zekâtı, hırs yolunda terk ediyorsunuz? Hâlbuki zekât, her şahıs
için sebeb-i bereket ve dâfi-i beliyyattır. Zekâtı vermeyenin, herhâlde elinden
zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet
gelip alacaktır.

Hakikatli bir rüya-i hayaliyede, Harb-i Umumînin beşinci
senesinde, bir acip rüyada benden soruldu:

“Müslümanlara gelen bu açlık, bu zayiat-ı maliye ve meşakkat-i
bedeniye nedendir?”

Rüyada demiştim: “Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir7
veya bir kısım maldan kırkta bir,8 kendi verdiği malından birisini
bizden istedi; tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve ha-setlerini
men etsin. Biz, hırsımız için tamahkâr-lık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterakim
zekâ-tını, kırkta otuz, onda sekizini aldı.

“Hem senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden
istedi. Biz nefsimize acıdık; muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı
Hak, ceza olarak, yetmiş cihetle belâlı bir nevi orucu beş sene cebren bize
tutturdu.

“Hem yirmi dört saatte birtek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve
faydalı bir nevi talimat-ı Rabbâniyeyi bizden istedi. Biz tembellik edip o
namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi
ettik. Cenâb-ı Hak, onun kefareti olarak, beş sene talim ve talimat ve
koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı” demiştim.

Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki, o rüya-i hayaliyede pek
mühim bir hakikat vardır. Yirmi Beşinci Sözde, medeniyetle hükm-ü Kur’ân’ı
muvazene bahsinde ispat ve beyan edildiği üzere, beşerin hayat-ı içtimaîsinde
bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşei iki kelimedir:

Birisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse
bana ne?”

İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı ribâ ve terk-i
zekâttır. Bu iki müthiş maraz-ı içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekâtın bir
düstur-u umumî suretinde icrasıyla, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâdır.

Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev-i
beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün, belki devam-ı hayat-ı insaniye
için en mühim bir direk, zekâttır. Çünkü, beşerde, havas ve avam, iki tabaka
var. Havastan avâma merhamet ve ihsan; ve avamdan havâssa karşı hürmet ve itaati
temin edecek, zekâttır. Yoksa yukarıdan avâmın başına zulüm ve tahakküm iner;
avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar. İki tabaka-i beşer, daimî bir
mücadele-i mâneviyede, bir keşmekeş-i ihtilâfta bulunur. Gele gele, tâ Rusya’da
olduğu gibi, sa’y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.

Ey ehl-i kerem ve vicdan! Ve ey ehl-i sehâvet ve ihsan! İhsanlar
zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazen da faydasız gider. Çünkü Allah namına
vermediğin için, mânen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında
bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı
Hakkın malını ibâdına vermek için bir tevziat memuru olduğun hâlde, kendini
sahib-i mal zannedip bir küfrân-ı nimet ediyorsun.

Eğer zekât namına versen, Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir
sevap kazanıyorsun, bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana
tabasbus etmeye mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin
hakkında makbul olur.

Evet, zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan yahut sair
suretlerde verip riyâ ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak
nerede? Zekât namına o iyilikleri yapıp, hem farzı edâ etmek, hem sevabı, hem
ihlâsı, hem makbul bir duayı kazanmak nerede?

(Mektubat, s. 262-265, yeni s. 457-463)

Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve
memnuniyettir

Beşinci Risale Olan Beşinci Mesele

Şükür Risalesi

9

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan tekrar ile

 
10 gibi âyetlerle gösteriyor ki, Hâlık-ı
Rahmân’ın, ibâdından istediği en mühim iş şükürdür. Furkan-ı Hakîmde gayet
ehemmiyetle şükre davet eder. Ve şükür etmemekliği, nimetleri tekzip ve inkâr
suretinde gösterip,

11 fermanıyla, Sûre-i Rahmân’da şiddetli ve dehşetli bir surette otuz
bir defa şu âyetle tehdit ediyor, şükürsüzlüğün bir tekzip ve inkâr olduğunu
gösteriyor.

Evet, Kur’ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat gösteriyor.
Öyle de, Kur’ân-ı kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i
âlemin en mühimi şükürdür. Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın
teşkilâtı şükrü intaç edecek bir surette, herbir şey bir derece şükre bakıyor ve
ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en mühim meyvesi şükürdür. Ve
şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür.

Çünkü hilkat-i âlemde görüyoruz ki, mevcudat-ı âlem bir daire
tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat hâlk edilmiş.
Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını
yetiştirir. Demek, kâinatı hâlk eden Zat, ondan o hayatı intihap ediyor.

Sonra görüyoruz ki, zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad
edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta, zîhayatlardan maksud olan
gayeler onda temerküz ediyor; bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp ona
hizmetkâr ve musahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek, Hâlık-ı Zülcelâl,
zîhayatlar içinde insanı intihap ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.

Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de
bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vazedilmiş.
Bütün nev-i insanı ve hattâ hayvânâtı rızka adeta taaşşuk ettirip, onları umumen
rızka hâdim ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş
ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz nimetleri câmidir. Hattâ rızkın çok
envâından yalnız bir nevinin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zâika
namında bir cihazla mat’ûmat adedince mânevî, ince ince mizancıklar konulmuştur.
Demek, kâinat içinde en acip, en zengin, en garip, en şirin, en câmi, en bedî
hakikat rızıktadır.

Şimdi, görüyoruz ki, herşey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış,
ona bakıyor. Öyle de, rızık dahi, bütün envâıyla, mânen ve maddeten, hâlen ve
kalen şükürle kaimdir, şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor.
Çünkü rızka iştah ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi
gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvânatta bu şükür vardır. Yalnız insan,
dalâlet ve küfürle o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke
giriyor.

Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel, süslü suretler, gayet
güzel kokular, gayet güzel tatmaklar şükrün davetçileridir; zîhayatı şevke davet
eder ve şevkle bir nevi istihsan ve ihtirama sevk eder, bir şükr-ü mânevî
ettirir. Ve zîşuurun nazarını dikkate celb eder, istihsana tergib eder.
Nimetleri ihtirama onu teşvik eder; onunla kalen ve fiilen şükre irşad eder ve
şükrettirir. Ve şükür içinde en âli ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır.
Yani, gösterir ki, şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve muvakkat bir lezzet-i
zâhiriyesiyle beraber, daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan
iltifat-ı Rahmânîyi şükürle kazandırır. Yani, rahmet hazinelerinin Mâlik-i
Kerîminin hadsiz lezzetli olan iltifatını düşündürüp, şu dünyada dahi Cennetin
bâki bir zevkini mânen tattırır. İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymettar
ve zengin bir hazine-i câmia olduğu hâlde, şükürsüzlükle nihayet derecede sukut
eder.

Altıncı Sözde beyan edildiği gibi, lisandaki kuvve-i zâika,
Cenâb-ı Hak hesabına, yani mânevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu
vakit, o dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i bînihaye-i İlâhiyenin hadsiz
matbahlarına şâkir bir müfettiş, hâmid bir nâzır-ı âlikadr hükmündedir. Eğer
nefis hesabına olsa, yani rızkı in’âm edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih
olsa, o dildeki kuvve-i zâika, bir nâzır-ı âlikadr makamından, batn fabrikasının
yasakçısı ve mide tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut eder.

Nasıl rızkın şu hizmetkârı şükürsüzlükle bu dereceye sukut eder.
Öyle de, rızkın mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut ediyorlar. En yüksek
makamdan en ednâ makama inerler. Kâinat Hâlıkının hikmetine zıt ve muhâlif bir
vaziyete düşerler.

Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve
memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir,
haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.

Evet, hırs, şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir,
hem vasıta-i zillettir. Hattâ, hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca
dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü kanaat
etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi
toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat
ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir.

Evet, Zât-ı Akdesin alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan
lâfzullahtan sonra en âzam ismi olan Rahmân, rızka bakar. Ve rızıktaki şükürle
ona yetişilir. Hem Rahmân’ın en zâhir mânâsı, Rezzaktır.

Hem şükrün envâı var. O nevilerin en câmii ve fihriste-i
umumiyesi, namazdır.

Hem şükür içinde sâfi bir İmân var; hâlis bir tevhid bulunur.
Çünkü bir elmayı yiyen ve “Elhamdülillâh” diyen adam, o şükürle ilân eder ki: “O
elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i
rahmetin hediyesidir” demesiyle ve itikad etmesiyle, herşeyi, cüz’î olsun küllî
olsun, Onun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve herşeyde rahmetin cilvesini
bilir. Hakikî bir imanı ve hâlis bir tevhidi, şükürle beyan ediyor.

İnsan-ı gafil, küfran-ı nimetle ne derece hasârete düştüğünü,
çok cihetlerden yalnız bir veçhini söyleyeceğiz. Şöyle ki:

Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükretse, o yediği nimet, o
şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği
lezzetle, Cenâb-ı Hakkın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük
ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi mânevî lübleri ve hülâsaları ve
mânevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani
vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri fuzulât olup aslına, yani anâsıra
inkılâp etmeye gidiyor. Eğer şükretmezse, o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem
ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet,
kömüre kalb olur. Şükürle, zâil rızıklar, daimî lezzetler, bâki meyveler verir.
Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünkü o gafile
göre rızkın âkıbeti, muvakkat bir lezzetten sonra fuzulâttır.

Evet, rızkın aşka lâyık bir sureti var. O da, şükürle o suret
görünür. Yoksa ehl-i gaflet ve dalâletin rızka aşkları bir hayvanlıktır. Daha
buna göre kıyas et ki, ehl-i dalâlet ve gaflet ne derece hasâret ediyorlar.

Envâ-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır.
Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi bir ayna ve bütün rahmetinin
hazinelerinin müddeharâtını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mucize-i
kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana
çekecek âletleri hâvi bir hâlife-i arz suretinde hâlk etmiştir. Onun için,
hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir.
İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak
vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne düşer, bir zulm-ü azîmi
irtikâp eder.

Elhasıl, en âlâ ve en yüksek tarik olan tarik-i ubudiyet ve
mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki, o dört esas şöyle tabir
edilmiş:

Der tarik-i aczmendî lâzım âmed çâr çiz:
Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz12

(Mektubat, 28. Mektup, 5. Risale, s. 348-351, yeni s.
609-614)

YEDİNCİ NOTA

Ey Müslümanları dünyaya şiddetle teşvik eden ve san’at ve
terakkiyât-ı ecnebiyeye cebirle sevk eden bedbaht hamiyetfuruş! Dikkat et, bu
milletin bazılarının din ile bağlandıkları rabıtaları kopmasın. Eğer böyle
ahmakane, körü körüne topuzların altında bazıların dinden rabıtaları kopsa, o
vakit hayat-ı içtimaiyede bir semm-i kàtil hükmünde o dinsizler zarar
verecekler. Çünkü mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye
zehir olur. Ondandır ki, ilm-i usulde “Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer
zimmî olsa veya musalâha etse hakk-ı hayatı var” diye usul-i şeriatın bir
düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti
makbuldür; fakat fâsık merdûdü’ş-şehadettir. Çünkü haindir.

Ey bedbaht, fâsık adam! Fâsıkların kesretine bakıp aldanma ve
“Ekseriyetin efkârı benimle beraberdir” deme. Çünkü fâsık adam, fıskı isteyerek
ve bizzat talep edip girmemiş; belki içine düşmüş, çıkamıyor. Hiçbir fâsık
yoktur ki, salih olmasını temenni etmesin ve âmirini ve reisini mütedeyyin
görmek istemesin. İllâ ki-el-iyâzü billâh!-irtidat ile vicdanı tefessüh edip,
yılan gibi zehirlemekten lezzet alsın!

Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar
dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza
muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar?

Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş;
onun için fakr-ı hale düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs sebeb-i hasârettir ve
sefalettir.

13 durub-u emsal hükmüne geçmiştir.

Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta
nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî
tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var. Hâlbuki bâki olan
âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu
biçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan
olmazsa, hayat-ı bâkiyeye davet eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa o az
dâileri susturup çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.

Âyâ, zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir
zühd ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor? Bu zanda hata
ediyorsun. Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve
Afrika’daki zenciler gibi, Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden
daha fakirdirler? Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların
elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları,
desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.

Sizin cebren böyle ehl-i imanı mim’siz medeniyete sevk etmekteki
maksadınız, eğer memlekette âsâyiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise,
katiyen biliniz ki, hata ediyorsunuz, yanlış yola sevk ediyorsunuz. Çünkü
itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde âsâyiş
temini, binler ehl-i salâhatin idaresinden daha müşküldür.

İşte bu esaslara binaen, ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk
etmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve âsâyişler bununla
temin edilmez. Belki mesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin
tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin
evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.

(Lem’alar, 17. Lem’a, 7.Nota, s. 173-174, yeni s. 303-305)

ON DOKUZUNCU LEM’A

İktisat Risalesi

İktisat ve kanaate, israf ve tebzîre dairdir.


14

Şu âyet-i kerime, iktisada katî emir ve israftan nehy-i sarih
suretinde gayet mühim bir ders-i hikmet veriyor. Şu meselede Yedi Nükte var.

BİRİNCİ NÜKTE

Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür
istiyor. İsraf ise şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat
ise, nimete karşı ticaretli bir ihtiramdır.

Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i
İlâhiyeye karşı bir hürmet, hem katî bir surette sebeb-i bereket, hem bedene
perhiz gibi bir medar-ı sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir
sebeb-i izzet, hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz
görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr
hikmetlere muhalif olduğundan, vahîm neticeleri vardır.

İKİNCİ NÜKTE

Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve
muntazam bir şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, âsâb
ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika ile merkez-i
vücuttaki mide ile bir medar-ı muhabereleridir ki, ağza gelen maddeyi o
damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa “Yasaktır” der, dışarı atar.
Bazen da, bedene menfaati olmamakla beraber, zararlı ve acı ise, hemen dışarı
atar, yüzüne tükürür.

İşte, madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin
idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve
sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş
nevinden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı
gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri
saray dahiline sokmasın.

İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma,
peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden hediye kırk para, diğer lokma en âlâ
baklavadan on kuruş olsa; bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları
yoktur, müsavidirler. Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine
müsavidirler. Belki, Bazen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki
kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika
hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf
olduğu kıyas edilsin.

Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber,
kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. “Hâkim benim”
der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek,
yangın çıkaracak. “Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi
söndürsün” dedirmeye mecbur edecek.

İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir;
kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o
hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı
hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile
yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE

Sabık İkinci Nüktede, “Kuvve-i zâika kapıcıdır” dedik. Evet,
ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen
insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için isrâfâta ve bir
dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.

Fakat hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin
kuvve-i zâikası, Altıncı Sözdeki muvazenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zâikası
rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o
kuvve-i zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyenin envâını
tartmak ve tanımak, bir şükr-ü mânevî suretinde cesede, mideye haber vermektir.
İşte, bu surette kuvve-i zâika yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha,
akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde hükmü var, makamı var. İsraf etmemek
şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi
hissedip tanımak kaydıyla ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak
şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı şükürde
istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikate işaret eden bir
hadise ve bir keramet-i Gavsiye:

Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî’nin
terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O
muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve
siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş.
Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i
Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:

“Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”

Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum biiznillâh!” O pişmiş tavuğun
kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve
mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca
meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i
Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk
yesin.”

İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit
senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti
şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE

“İktisat eden, maişetçe aile belâsını çekmez” meâlindeki

hadis-i şerifi sırrıyla, iktisat eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok
çekmez.

Evet, iktisat katî bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet
olduğuna o kadar katî deliller var ki, had ve hesaba gelmez. Ezcümle, ben kendi
şahsımda gördüğüm ve bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle
diyorum ki:

İktisat vasıtasıyla Bazen bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım
gördüler. Hattâ dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel benimle beraber Burdur’a
nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim
için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim:
“Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha
zenginim.” Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir ki, iki
sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden
borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat
bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı
hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nâstan istiğnâ” mesleğini
bozmadı.

Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete
düşmeye namzettir. Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır.
Mukabilinde Bazen haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazen mukaddesât-ı diniye
mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira
zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.

Eğer iktisat edip hâcât-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve
hasretse,
15 sırrıyla,

16 sarahatiyle, ummadığı tarzda, yaşayacak kadar rızkını bulacak.
Çünkü şu âyet taahhüt ediyor.

Evet, rızık ikidir:

Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile,
o rızık taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî
rızkı herhalde bulabilir. Ne dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur
olmaz.

İkincisi, rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimâlâtla hâcât-ı gayr-ı
zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryaki olup, terk
edemiyor. İşte bu rızık taahhüd-ü Rabbânî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil
etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır. Başka izzetini feda edip zilleti kabul
etmek, Bazen alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik
vaziyetine düşmek, Bazen hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesât-ı diniyesini
feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı alır.

Hem bu fakr u zaruret zamanında, aç ve muhtaç olanların
elemlerinden ehl-i vicdana rikkat-i cinsiye vasıtasıyla gelen teellüm, o gayr-ı
meşru bir surette kazandığı parayla aldığı lezzeti, vicdanı varsa acılaştırıyor.
Böyle acip bir zamanda, şüpheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek
lâzımdır. Çünkü
sırrıyla,
haram maldan, mecburiyetle zaruret derecesini alabilir, fazlasını alamaz. Evet,
muztar adam, murdar etten tok oluncaya kadar yiyemez. Belki ölmeyecek kadar
yiyebilir. Hem, yüz aç adamın huzurunda kemâl-i lezzetle fazla yenilmez.

İktisat, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delâlet eden bir vakıa:

Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir
ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde
gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve
gevenleri beline yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor. Hâtem ona dedi:

“Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen
de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.”

O muktesit ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle
çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.”

Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert,
aziz kimi bulmuşsun?”

Demiş: “İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden
daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”

BEŞİNCİ NÜKTE

Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam
gibi ve gedâya, yani fakire, padişah gibi, lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor.
Evet, bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla
aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve
iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade lezzetlidir.

Câ-yı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle
iktisatçıları hısset ile itham ediyorlar. Hâşâ! İktisat, izzet ve cömertliktir.
Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzîrin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin
içyüzüdür. Bu hakikati teyid eden, bu risalenin telifi senesinde Isparta’da
hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki:

Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem
iki buçuk okkaya yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne
kadar kaidemi ileri sürdüm, kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime
yedirmek ve Şâbân-ı Şerif ve Ramazan’da o baldan iktisatla otuz kırk gün üç adam
yesin ve getiren de sevap kazansın ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek,
“Alınız” dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç arkadaşım, gerçi müstakim ve
iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat, her ne ise, birbirine ikram etmek ve
herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan, bir cihette
ulvî bir hasletle iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler.
Ben gülerek dedim: “Sizi otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz otuz günü
üçe indirdiniz. Afiyet olsun!” dedim. Fakat ben, kendi o bir okka balımı
iktisatla sarf ettim. Bütün Şâban ve Ramazan’da hem ben yedim, hem,
lillâhilhamd, o kardeşlerimin herbirisine iftar vaktinde birer kaşık verip,
mühim sevaba medar oldu. Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset
telâkki etmişlerdir. Öteki kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir
civanmertlik telâkki edebilirler. Fakat, hakikat noktasında, o zâhirî hısset
altında ulvî bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap gizlendiğini
gördük. Ve o civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmeseydi, bir dilencilik
ve gayrın eline tamahkârâne ve muntazırâne bakmak gibi, hıssetten çok aşağı bir
hâleti netice verirdi.

ALTINCI NÜKTE

İktisat ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasıl ki ahlâk-ı
seyyieden olan tezellülden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır.
Ve vakar, nasıl ki kötü hasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten
benzer bir haslet-i memdûhadır. Öyle de, ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve
belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlâhiyenin medarlarından olan iktisat ise,
sefillik ve bahillik ve tamahkârlık ve hırsın bir halitası olan hısset ile hiç
münasebeti yok. Yalnız sureten bir benzeyiş var. Bu hakikati teyid eden bir
vakıa:

Sahabenin Abâdile-i Seb’a-i meşhuresinden olan Abdullah ibni
Ömer Hazretleri ki, Halife-i Resulullah olan Faruk-u Âzam Hazret-i Ömer’in
(r.a.) en mühim ve büyük mahdumu ve Sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından
olan o zât-ı mübarek çarşı içinde, alışverişte, kırk paralık bir meseleden,
iktisat için ve ticaretin medarı olan emniyet ve istikameti muhafaza için
şiddetli münakaşa etmiş. Bir Sahabe ona bakmış. Rû-yi zeminin halife-i zîşânı
olan Hazret-i Ömer’in mahdumunun kırk para için münakaşasını acip bir hısset
tevehhüm ederek, o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister.

Baktı ki, Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir
fakir adam gördü. Bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci
kapısından çıktı, diğer bir fakiri orada da gördü. Onun yanında da bir parça
eğlendi, ayrıldı, gitti.

Uzaktan bakan o Sahabe merak etti. Gitti, o fakirlere sordu:
“İmam sizin yanınızda durdu, ne yaptı?”

Herbirisi dedi: “Bana bir altın verdi.”

O Sahabe dedi: “Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle
münakaşa etsin de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden, kemâl-i
rıza-yı nefisle versin!” diye düşündü. Gitti, Hazret-i Abdullah ibni Ömer’i
gördü, dedi:

“Ya imam, bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende
de şöyle yapmışsın.”

Ona cevaben dedi ki: “Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i
akıldan ve alışverişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından
gelmiş bir hâlettir, hısset değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve
ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir. Ne o hıssettir ve ne de bu israftır.”
İmam-ı Âzam, bu sırra bir işaret olarak

demiş. Yani, “Hayırda ve ihsanda-fakat müstehak olanlara-israf olmadığı gibi,
israfta da hiçbir hayır yoktur.”

YEDİNCİ NÜKTE

İsraf, hırsı intaç eder. Hırs üç neticeyi verir:

BİRİNCİSİ: Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa’ye,
çalışmaya şevki kırar. Şükür yerine şekvâ ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru,
helâl, az malı17 terk edip, gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar. Ve
o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.

HIRSIN İKİNCİ NETİCESİ: Haybet ve hasârettir. Maksudunu
kaçırmak ve istiskale mâruz kalıp teshilât ve muavenetten mahrum kalmak, hattâ
yani, “Hırs,
hasâret ve muvaffakiyetsizliğin sebebidir” olan darbımesele mâsadak olur.

Hırs ve kanaatin tesiratı, zîhayat âleminde gayet geniş bir
düsturla cereyan ediyor. Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri,
onların rızkını onlara koşturduğu gibi, hayvânâtın hırsla meşakkat ve noksaniyet
içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve kanaatin azîm menfaatini
gösterir.

Hem zayıf umum yavruların lisan-ı halleriyle kanaatleri, süt
gibi lâtif bir gıdanın, ummadığı bir yerden onlara akması ve canavarların hırsla
noksan ve mülevves rızıklarına saldırması, dâvâmızı parlak bir surette ispat
ediyor.

Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, mükemmel
rızıklarına medar olması ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırsla
rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve
zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece
medar-ı rahat olduğunu gösterir.

Hem Yahudi milleti hırs ile, ribâ ile, hile dolabı ile
rızıklarını zilletli ve sefaletli, gayr-ı meşru ve ancak yaşayacak kadar
rızıklarını bulması ve sahrânişinlerin, yani bedevîlerin, kanaatkârâne
vaziyetleri, izzetle yaşaması ve kâfi rızkı bulması, yine mezkûr dâvâmızı katî
ispat eder.

Hem çok âlimleri18 ve ediplerin19
zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hale düşmeleri ve çok aptal ve
iktidarsızların, fıtrî kanaatkârâne vaziyetleriyle zenginleşmeleri katî bir
surette ispat eder ki, rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir, iktidar ve
ihtiyar ile değil. Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen
mütenasiptir. Çünkü, çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır,
uzaklaşır, sakilleşir.

20 hadisinin sırrıyla, kanaat bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı
hayattır. Hırs ise, bir maden-i hasâret ve sefalettir.

ÜÇÜNCÜ NETİCE: Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi
zedeler. Çünkü bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü
nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı
dikkattir.

Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise,
çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar,
mütemadiyen şekvâ ettirir.21 Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar.
Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.

İktisat ise, kanaati intaç eder.


22 hadisin sırrıyla, kanaat, izzeti intaç eder. Hem sa’ye ve
çalışmaya teşcî eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü, meselâ bir gün
çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine
çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da
şevksiz çalışır.

Hem iktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekvâ kapısını
kapatır. Hayatında daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ
etmek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı
kapanır.

İktisatsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dairede
müşahede ettim. Şöyle ki:

Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış
münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin, oranın
müftüsü birkaç defa bana dedi: “Ahalimiz fakirdir.” Bu söz benim rikkatime
dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz
sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü
hatırıma geldi. “Fesübhânallah,” dedim. “Bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin
pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir.” Hayret
ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i
hakikatle anladım: İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar
menâbi-i servetle beraber, o merhum müftü “Ahalimiz fakirdir” diyordu. Evet,
zekât vermek ve iktisat etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi,
israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vakıat
vardır.

İslâm hükemasının Eflâtun’u ve hekimlerin şeyhi ve filozofların
üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali ibni Sina, yalnız tıp noktasında,

23 âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:

Yani, ilm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği
kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha
yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en
ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.24

Evet, zaman, iki sene sonra bu keramet-i iktisadiyeyi, İkinci
Harb-i Umumiyede her taraftaki açlık ve tahribat ve israfatla ve nev-i beşer ve
herkes iktisada mecbur olmasıyla ispat etti.

(Lem’alar, 19. Lem’a, İktisat Risalesi, s. 201-209, yeni
s. 353-368)

Aziz kıymettar, sadık ve sebatkar kardeşlerim,

Fihristeyi, taksimü’l-â’mâl tarzında mütesanid heyetinizin
şahs-ı manevisine tevdiiniz çok güzeldir. Tam ve daimi bir üstad buldunuz. O
manevi üstad, bu aciz kardeşinizden çok yüksektir; daha bana ihtiyaç bırakmıyor.

Sabri kardeş, senin rüyan mübarektir ve manidardır. İnşaallah
zaman onu tabir edecek.

Kardeşlerim, sizin hatırınız ve askerliğiniz endişesi için
hadisat-ı zamana baktım, kalbime böyle geldi:

Menfi esasata bina edilen ve Karun gibi

25 deyip, ihsan-ı Rabbânî olduğunu bilmeyip şükretmeyen ve maddiyun
fikriyle şirke düşen ve seyyiatı hasenatına galip gelen şu medeniyet-i Avrupaiye
öyle bir semavi tokat yedi ki, yüzer senelik terakkisinin mahsulünü yaktı,
tahrip edip yangına verdi.

Avrupa zalim hükümetleri zulümleriyle, Sevr Muahedesiyle âlem-i
İslama ve merkez-i Hilafete ettikleri ihanete mukabil öyle bir mağlubiyet
tokadını yediler ki; dünyada dahi bir cehenneme girip çıkamıyorlar, azapta
çırpınıyorlar.

Evet, bu mağlubiyet, aynen zelzele gibi, ihanetin cezasıdır.
Burada çok zatlar kat’iyen hükmediyorlar ki, Risaletü’n-Nur’un iki merkez-i
intişarı olan Isparta ve Kastamonu vilayetleri sair yerlere nispeten âfât-ı
semâviyeden mahfuz kaldıklarının sebebi, Risaletü’n-Nur’un verdiği iman-ı
tahkiki ve kuvvet-i itikadiyedir. Çünkü böyle âfâtlar, za’f-ı imandan neşet eden
hataların neticesidir. Hadisçe, sadaka belayı defettiği gibi, o kuvve-i imaniye
dahi o âfâta karşı derecesiyle mukabele ediyor.

(Kastamonu Lahikası, 11. Mektup, s. 17, yeni s. 35)

Mânevî bir ihtarla bir iki ince meseleyi size yazıyorum.

BİRİNCİSİ

Geçen Ramazan-ı Şerifte, Ehl-i Sünnetin selamet ve necatı için
edilen pek çok duaların şimdilik âşikâre kabulleri görünmemesine hususi iki
sebep ihtar edildi.

Birincisi: Bu asrın acip bir hassasıdır.26 Bu
asırdaki ehl-i İslamın fevkalade safderunluğu ve dehşetli cânileri de
âlicenâbâne affetmesi ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işleyen ve binler
manevi ve maddî hukuk-u ibâdı mahveden adamdan görse, ona bir nevi taraftar
çıkmasıdır. Bu suretle, ekall-i kalîl olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil
taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüp eden musibet-i
âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler;
“Biz buna müstehakız” derler.

Evet, elması bildiği (ahiret ve iman gibi) halde, yalnız
zaruret-i kat’iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı
şer’iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya hevesle veya tamâh ve hafif bir
korkuyla tercih edilse, eblehâne bir cehalet ve hasârettir, tokata müstehak
eder.

Hem âlicenâbâne affetmek ise, yalnız kendine karşı cinayetini
affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkalarının hukukunu
çiğneyen cânilere afüvkârâne bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur.

(Kastamonu Lahikası, 19. Mektup, s. 17, yeni s. 36)

İkinci mesele: Otuz birinci ayetin işaretinin beyanında,

27 bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı
dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam
parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.

Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki,
nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen
bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve
aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok
esbapla yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış;
vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor.

Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane ve sarhoşane şâşaalı bir
eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar
ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek
iştirak ediyorlar. Öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı
içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet
almış ki, insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin
arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.

Evet, hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için, zaruret derecesinde
olmak şartıyla, bazı umur-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı
şer’iye var. Fakat, yalnız bir ihtiyaca binaen helâkete sebebiyet vermeyen bir
zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o
derece şırınga etmiş ki, küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden
elmas gibi umur-u diniyeyi terk eder.

Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu
asırda israfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin
kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar
yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen
ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati
kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye
tercih ettiriyor.

Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı
Kur’an-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilaçlarının naşiri olan Risale-i Nur
dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz, sebatkar, halis, sadık, fedakar şakirtleri
mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle,
tam metanet ve ciddi ihlas ve tam itimadla ona yapışmak lazım ki, o acip
hastalığın tesirinden kurtulsun.

(Kastamonu Lahikası, 64. Mektup, s. 73–74, yeni s.
136–137)

İslâmiyet’in bir rükn-i mühimmi olan zekât; beşerin hayat-ı
nev’iyesi için ehemmiyeti şudur:

Hadiste var:
Yani, zekât
bir köprüdür ki; Müslüman, kardeşi olan Müslümana muavenet için ondan geçer.
Zira, “memurünbih” olan teavün o vasıta iledir ve nev-i beşerin hey’et-i
içtimaiyedeki nizamın sıratü’l-müstakimi odur, insanlar içinde madde-i hayatın
cereyanına rabıta odur, terakkiyat-ı beşerdeki zehirlere tiryak odur.

Evet, zekâtın vücub-i kat’îsinde ve onun kabilesi olan sadakaya
ve karz-ı hasene davet-i Kur’ânîden ve ribanın vesailiyle beraber hurmet-i
şedidesinde azîm bir hikmet, âlî bir maslahat, vâsi bir rahmet vardır.

Eğer sahife-i âlemde tarihî bir nazarla dikkat ve cemiyet-i
beşeriyenin mesavisinin esasları teftiş edilse, görülecektir ki, bütün ihtilâlât
ve fesadın asıl ve madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menbaı tek iki
kelimedir. O iki kelimenin imtizacından, bomba gibi, küre-i arz patladı; ve
izdivacından, medenî insanlardan canavarlar doğdu.

Birinci Kelime: “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse
bana ne?”

İkinci Kelime: “İstirahatim için zahmet çek; sen çalış,
ben yiyeyim.”

Merhametsiz, nefisperest olan birinci kelime-i gaddaredir ki,
âlem-i insanı zelzeleye getirip, kıyameti kopmak üzeredir. Şu kelimenin ırkını
kesecek tek bir devası var ki, o da zekâttır ve zekâtın mütemmimi olan
sadakàttır ve onun mütemmimi olan karz-ı hasendir. Haris, hodgâm, zalim olan
ikinci kelimedir ki; beşerin terakkiyatını öyle sarsıyor ki, hercümerç ateşine
atmak üzeredir. Şu dâhiye-i dehyanın tek bir devası var; o da hurmet-i ribadır
ve faizin bütün vesailini hayat-ı içtimaiyeden ref etmektir. Hodgâm ellerde
servetin inhisarına vesile olan riba kapları bankaları seddir. Evet, bu kaplarla
servet ve temellük kalil adamlarda toplanır. Bu iki düsturla tevzi edilmezse,
gasp edilecektir.

Evet, hey’et-i içtimaiyedeki intizamın şartı, tabakat-ı beşer
birbirinden uzaklaşmamak, tabaka-i havas tabaka-i avamdan, taife-i ağniya
taife-i fukaradan ayrılmasın ki, sıla-i rahim kopmasın. Hâlbuki ribanın hayatı
ve zekâtın mevtiyle geniş bir mesafe açılmış, öyle bir uzaklık olmuş ki, hayt-ı
vasıl kopmuş. Tabaka-i süflâdan tabaka-i ulyaya karşı ihtiram, itaat, tahabbüp
yerine, yalnız ihtilâl sedası, haset sayhası, kin enini, nefret velvelesi,
intikam feryadı yükselip işitilir. Tabaka-i ulyadan tabaka-i süflâya merhamet,
ihsan ve taltife bedel, yalnız zulmün ateşi, tahakkümün saikası, tahkirin ra’dı
iniyor.

İşte bu hâlet-i ruhiyedendir ki, sebeb-i tevazu ve terahhum olan
havastaki meziyet, tekebbür ve gurura sebep olmuştur; şefkate, acımaya ve
yardıma sebep olan fukara aczi, avamın fakrı, esaretlerine, sefaletlerine sebep
olmuştur. Eğer şahit istersen, âlem-i medenînin fesat ve rezaletine bak; zaman
çok şahitleri gösterecektir.

Elhâsıl: Tabakatın musalâhası, birbirine yakınlaştırmasının
çare-i yegânesi; erkân-ı İslâmiyetten olan zekâtı hey’et-i içtimaiyenin
tedvirine vâsi, âlî düstur ittihaz etmektir, İslâmiyette en büyük kebire olan
ribayı vesailiyle ilga etmektir. Adalet-i Kur’âniye, âlem kapısında durup ribaya
“Yasaktır! Girmeye hakkın yoktur!” der.

Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor, rumuz-i tavazzuh
ediyor.

(İşarat, yeni s. 480-482)

Bir hazine-i cevahire malik olduğumuz hâlde, Avrupa’ya ahkâmda
izhar-ı fakr, ahlâkta dilencilik etmek din-i İslâma büyük bir hıyanettir ve
hayat-ı millete kastetmektir. Dünya için din feda olmaz, berahin-i akliye
üzerine müesses olan din-i İslâm, başka dine kıyas olunmaz. Evet, Avrupa’dan ahz
u iktibasa muhtacız. İhtiyacımız idare-i mülk ve tanzim-i kuva-i harbiye-i
bahriyeden ve fünun-i sanayiden işimize yarayanlarıdır (dinimizin emriyle).

Avrupa da bizden yalnız adaleti ister ve medeniyeti bekler; tâ
muvazenesi bozulmasın. Bu iki esasa şeriatımız müessis ve külliyetiyle nazırdır.
Zaaf-ı diyanetle uhuvvet ve hürriyet ve medeniyet, bataklık ve müteaffin
sulardan zehirlenmiş çiçek ve meyvelere benzer. Acaba Şeyheyn ü Ömereyn ve Harun
u Me’mun ve Endülüs’teki Emevîler, zaaf-ı dinle mi terakki ettiler? Zaman-ı
salifte âlemde hükümferma olan istibdadın pederi vahşet olduğu hâlde, sadr-ı
evvelin hürriyet ve adalet ve müsavatları bürhan-ı bâhirdir ki, Şeriat-ı Garra,
hürriyet-i hakkı ve adaleti ve ibadetteki müsavatıyla iman olunan müsavat-ı
hukuku cemî-i revabıt ve levazımatıyla camidir. Buna binaen kat’iyen
hükmediyorum, şimdiye kadar noksaniyetimiz ve tedenniyatımız ve sû-i ahlâkımız
dört sebepten gelmiş:

Birincisi: Şeriat-ı Garranın adem-i müraat-ı ahkâmından
ve bazı hakaik-ı şer’iyeyi başka ünvanla gösterdiğinden, avamı tenfir ile
itaat-ı vicdaniyelerini sarsmaktır. Devr-i inhitatımızdan beri güya fevkaşşeriat
bazı nizamatı neşretmek (şeriattan izin almadan) tedennimizin en büyük
sebebidir.

İkincisi: Bazı müdahinlerin keyfemayeşa sû-i tefsir
etmek, hâşâ, İslâmiyeti istibdada müsait ve medeniyete mâni gibi göstermektir.

Üçüncüsü: Zahirperest dinin cahil dostları, taassubat-ı
nabemahal ile bazı teşbihatı hakikat olarak telâkki ve telkin ederek ve bunu
iyilik belleyip dine hıyanet etmesidir.

Dördüncüsü: Müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk
ile çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-i mesavi-i medeniyeti tutî gibi
taklit etmeleridir.

Ey Vükelâ-i Ümmet! Şeriat namıyla meydana çıksanız, icma-ı
ümmetin bir küçük dili olacaksınız. Hem de Şeriat-ı Garranın nidasıyla bütün
ezhanı manyetizmalandıracak ruhen ve vicdanen evamiriniz telâkki olunacaktır.
Siz ehl-i teşrih değilsiniz; ehl-i tercih ve tatbik-i ahkâm-ı ilcaat-ı zamane
olacaksınız. Ve böyle esaslarda az bir ihmal ve inhiraf, kesr-i adedî gibi,
füruatta bir yekûn-i azîm-i seyyiat teşkil edecektir. Şimdi tam görünmese,
müstakbel tarlasında ebucehil karpuzu gibi mazarrat ile sümbüllenecektir.
Ehvenişerri ihtiyar adalet-i izafiyedir. İcaletü’r-rakîb gibi yapılmasın, tâ
adalet-i hakikiyeyeistidat peyda olsun.

Ey Mebuslar! İyi muvazene ediniz. Tâ ki 

28 beyti size handezen-i istihfaf olmasın. Elhâsıl, adalet ne ünvanla
olsa, adalettir. Lâkin ihtilâf-ı ünvanın büyük bir tesiri var. Hatta mantıkta
bir şey-i vahit, bir ünvanla zarurî olduğu hâlde, başka ünvanda nazarîdir. Ve
salât, ibadet ünvanıyla, kıbleye müteveccih olduğu hâlde, sahih ve kurbettir; ve
lu’b ünvanıyla veyahut kıbleye teveccüh olunmasa batıl ve haramdır. Namaz,
sureten o namazdır. Binaenaleyh, meşrutiyet ve kanun-i esasî denilen adalet ve
meşvereti, bu ünvan ile beraber o ünvan-ı muhteşem ve müessir ve adalet-i
mahzayı mutazammın; ve nokta-i istinadımızı temin eden; ve meşrutiyeti bir
esas-ı metîne isnat ettiren; ve evham ve şükûk sahibini varta-i hayretten
kurtaran; ve istikbal ve ahiretimizi tekeffül eden; ve menafi-i umumî olan
hukukullahı izinsiz tasarrufundan sizi tahlis eden; ve hayat-ı milliyemizi
muhafaza eden; ve umum ezhanı manyetizmalandıran; ve ecanibe karşı kemalimizi ve
metanetimizi ve mevcudiyetimizi gösteren; ve sizi muaheze-i dünyevî ve uhrevîden
kurtaran; ve maksat ve neticede ittihad-ı umumîyi tesis eden; ve o ittihadın
ruhu olan efkâr-ı umumiyeyi tevlit eden; ve çürük mesavi-i medeniyeti hudud-i
hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden; ve bizi Avrupa dilenciliğinden
kurtaran; ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkiden sırr-ı i’caza binaen
zaman-ı kasîrde tayyettiren; ve Turan ve Ariyan’ı ve Sam’ı tevhid ederek zamanı
yla bize bir büyük kıymet veren; ve şahs-ı manevî-i hükûmeti Müslüman gösteren;
ve Kanun-i Esasînin ruhu ve On Birinci Maddeyi muhafaza eden; ve Avrupa’nın eski
zann-ı fasitlerini tekzip eden; ve Muhammed’i (a.s.m.) hatem-i enbiya ve
şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren; ve muharrib-i medeniyet olan dinsizliğe
karşı sed çeken; tebayün-i efkâr ve zalâm-ı teşettüt-i ârâyı safa-i nuranîsiyle
ortadan kaldıran; ve umum ulema ve vaizleri ittihad-ı saadet-i millete ve
icraat-ı hükûmet-i meşrutaya hadim eden; ve adalet-i mahz ve merhametli
olduğundan, anasır-ı gayrimüslimeyi daha ziyade telif ve rapteden –evet evet
daha ziyade rapteden, zira onların itminanı nokta-i diyanete istinat
ettirmekledir– ve en cebîn ve âmî bir adamı en cesur ve has adam gibi hiss-i
hakikî- i terakki ve fedakârlık ve hubb-i vatanla mütehassis eden; ve hâdim-i
medeniyet olan sefahat ve israfat ve havaic-i gayr-i zaruriyeden bizi halâs
eyleyen; ve muhafaza-i ahiretle beraber, imar-ı dünya etmekle sa’ye neşat veren;
ve hayat-ı medeniyet olan ahlâk-ı hasene ve hissiyat-ı ulviyenin düsturlarını
ders veren; ve her birinizi elli bin kişinin takaza-i hakkından tebrie eden; ve
sizi icma-ı ümmete küçük bir misal-i meşru gösteren; ve sırr-ı niyete binaen,
a’malinizi ibadet gibi telâkki ettiren; ve üç yüz milyonun hayat-ı maneviyesine
kast-ı cinayetten sizi tahlis eden ol Şeriat-ı Garra ünvanıyla gösterseniz, bu
kadar fevaidi tahsil ile beraber, acaba ne gibi şeyi kaybedeceksiniz?

(Makalat, 5 no’lu makale)

Sual: “Eskiden İslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Şimdi her
yerde kaziye bilakistir. Hikmeti nedir?”

Cevap: İki sebebi biliyorum.

Birincisi:

29 olan ferman-ı Rabbanîden müstefat olan meyelân-ı sa’y ve

30 olan ferman-ı Nebevîden müstefat olan şevk-i kesp. Bazı telkinat
ile o meyelân kırıldı ve o şevk de söndü. Zira, ilâ-i kelimetullah şu zamanda
maddeten terakkiye mütevakkıf olduğunu bilmeyen; ve dünya
31
cihetiyle kıymetini takdir etmeyen; ve Kurun-i Vusta ile Kurun-i Uhra’nın
ilcaatı nı tefrik eylemeyen; ve birbirinden gayet uzak, bir mezmum ve biri
memduh olan tahsil ve kesbde olan kanaati ile mahsul ve ücretteki kanaati temyiz
etmeyen; ve birbirinden nihayet derecede bait, hatta biri tembelliğin ünvanı,
diğeri hakikî ihlâsın sadefi olan iki tevekkülü ki; biri meşietin muktezası olan
esbap arasındaki nizama karşı temerrüt hükmünde olan tertib-i mukaddemattaki bir
tevekküli tembelâne, diğeri İslâmiyetin muktezası olan, netice itibarıyla
gerdendâde-i tevfik olarak vazife-i İlâhiyeye karışmamakla terettüb-i neticede
mü’minâne tevekküldür; ikisini birbiriyle iltibas eden ve “Ümmetî! Ümmetî!”
sırrını teferrüs etmeyen ve
32
hikmetini anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vaizlerdir ki, o meyelânı
kırdılar, o şevki de söndürdüler.

İkinci sebep: Biz, gayritabiî ve tembelliğe müsait ve gururu
okşayan imaret maişetine el atıp belâmızı bulduk.

Sual: “Nasıl?”

Cevap: Maişet için tarik-ı tabiî ve meşru ve zîhayat, sanattır,
ziraattir, ticarettir; gayritabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imarettir.
Bence imareti, ne nam ile olursa olsun, medar-ı maişet edenler bir nevi cerrar
ve aceze ve seeledir; fakat hilebaz kısmında… Bence, memuriyete veya imarete
giren, yalnız hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat
için girse, bir nevi çingenelik eder.33

İşte memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduğu için,
servetimizi israf eline verip, neslimizi etrafa saçıp zayi ettik. Eğer öyle
gitse idi, biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete yakın bir
maslahat-ı mürseledir. Hem de mecburuz. Mesalih-i mürsele ise, İmam-ı Malik
mezhebinde bir illet-i şer’iye olabilir.

Sual: “Daima ittihad-ı İslâm’dan bahsedersin. Sen bize tarif
et.”

Cevap: İki Mekteb-i Musibet Şahadetnamesi ismindeki eserimde
tarif etmişim; şimdi ileride o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını
göstereceğim. İşte, Kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâm’ın
Hacerü’l-Esved’i Kâbe-i Mükerreme’dir ve dürre-i beyzası Ravza-i Mutahhara’dır,
Mekke-i Mükerreme’si Ceziretü’l-Arap’tır, medine-i medeniyet-i münevveresi tam
hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniyedir.

Eğer İslâmiyet milliyetini ve ittihad-ı İslâmın taşını ve
nakşını istersen işte, bak:

(1) Hayâ ve hamiyetten neş’et eden civanmerdâne humret,

(2) hürmet ve merhametten tevellüt eden masumâne tebessüm,

(3) fesahat ve melâhattan hâsıl olan ruhanî halâvet,

(4) aşk-ı şebabîden, şevk-i baharîden neş’et eden semavî neşe,

(5) hüzn-i gurubîden, ferah-ı seherîden vücuda gelen melekûtî
lezzet,

(6) hüsn-i mücerretten, cemal-i mücellâdan tecelli eden mukaddes
ziynet, birbiriyle imtizaç edip; ondan çıkan levn-i nuranî, ancak o şark ve
garbın kàb-ı kavseyni olan Kâbe-i saadetinin tak-ı muallâsının, kavs-i
kuzahının, elvan-ı seb’asının lacivert levninin timsali, belki şu levnin
manzarası, bir derece irae edilebilir. Lâkin, ittihat cehil ile olmaz. İttihat,
imtizac-ı efkârdır. İmtizac-ı efkâr, marifetin şua-ı elektriği ile olur.

(Münazarat, s. 78-79)

Dipnotlar:

1- Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. (Bakara Sûresi: 43.)
Allah alışverişi helâl, fâizi ise haram kıldı. (Bakara Sûresi: 275.)

2- Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. (En’am
Suresi: 164.); Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesat çıkarmamış birisini
öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. (Mâide Suresi: 32.)

3- Yiyin, için, ancak israf etmeyin! (A’raf Suresi: 31.);
İnsan için çalıştığından başkası yoktur. (Necm Suresi: 39.)

4- Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. Evet, beşer dinlemedi,
bu İkinci Harb-i Umumi ile dehşetli silsileyi de yedi.

5- Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi
olan ancak Allah’tır. Zâriyat Sûresi: 51:58.

6- Hırs, hasâret ve muvaffakiyetsizliğin sebebidir.

7- Yani, her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda
bir.

8- Yani, eskiden verdiği kırktan ki, her senede galiben ve
lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle, o kırktan taze olarak on adet
verir.

9- Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Hiçbir şey yoktur
ki Onu hamd ile tesbih etmesin.

10- “Hâlâ şükretmezler mi?” Yâsin Sûresi: 36:35, 73.
“Şükredenleri elbette mükâfatlandıracağız.” Âl-i İmrân Sûresi: 3:145.
“Şükrederseniz nimetimi elbette arttırırım.” İbrahim Sûresi: 14:7. “Yalnız
Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol.” Zümer Sûresi: 39:66.

11- “Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?”
Rahmân Sûresi: 55:13.

12- Ey aziz kardeşim! Allah’a karşı acizlik ve ihtiyacını
hissetme esasına dayanan bu yolda şu dört şey lazımdır: Sonsuz acz, sonsuz fakr,
sonsuz şevk, sonsuz şükür.

13- Hırs gösteren kişi umduğunu bulamaz ve zarara uğrar.

14- Yiyin, için, fakat israf etmeyin. (A’raf Suresi: 31)

15- Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi
olan Allah’tır. (Zariyat Suresi, 58)

16- Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, onun
rızkını vermek Allah’a ait olmasın. (Hud Suresi: 6)

17- İktisatsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır,
müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükümet kapısına diker. O vakit hayat-ı
içtimaiyenin medarı olan san’at, ticaret, ziraat tenakus eder. O millet de
tedenni edip sukut eder, fakir düşer.

18- İran’ın âdil padişahlarından Nûşirevan-ı Âdil’in veziri,
akılca meşhur âlim olan Büzürcmehr’den (Büzürg-Mihr) sormuşlar: “Neden ulema,
ümera kapısında görünüyor da, ümera ulema kapısında görünmüyor? Halbuki, ilim,
emaretin fevkindedir.” Cevaben demiş ki: “Ulemanın ilminden, ümeranın
cehlindendir.” Yani ümera cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ulemanın
kapısına gdiip ilmi arasınlar. Ulema ise, marifetlerinden, mallarının kıymetini
bildikleri için, ümera kapısında arıyorlar. İşte Büzürcmehr, ulemanın arasında
fakr ve zilletlerine sebep olan zekavetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif
bir surette tevil ederek nazikane cevap vermiştir. Hüsrev

19- Bunu te’yid eden bir hadise: Fransa’da ediplere, iyi
dilencilik yaptıkları için dilencilik vesikası veriliyor. Süleyman Rüşdü.

20- Kanaat tükenmez bir hazinedir. (Fethu’l Kebir, 2:309)

21- Evet, hangi müsrifle görüşsen, şekvalar işiteceksin. Ne
kadar zengin olsa da, yine şekva edecektir. En fakir, fakat kanaatkar bir adamla
görüşsen, şükür işiteceksin.

22- Kanaat eden aziz olur; açgözlü olan aşağılanır.

23- Yiyin, için, fakat israf etmeyin. (A’raf Suresi: 31)

24- Yani vücuda en muzur, dört beş saat fasıla vermeden
yemek yemek veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye
doldurmaktır.

25- Bu servet bilgim sayesinde bana verilmiştir. (Kasas
Suresi: 78.)

26- Yani, elması elmas bildiği halde, camı ona tercih eder.

27- Onlar dünya hayatını seve seve tercih ederler…
(İbrahim Suresi. 3.)

28- Tek bir şeyi korumak için pek çok şeyi kaybettiniz.

29- İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. (Necm
Suresi: 39.)

30- Çalışıp kazanan, Allah’ın sevdiği bir kuldur.

31- Ahiretin tarlası olması (Hadisten iktibas: Keşfü’l-Hafâ,
1:412/1320.)

32- İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.
(Feyzü’l-Kadîr, 3:481.)

33- Ey memurlar! Eski Said’in kırk beş sene evvel söylediği
bu sözünden gücenmeyiniz.