IVth National Risale-i Nur Congress Conclusion Articles

“Küresel Kriz ve Said Nursi’nin İktisad Görüşü”

Giriş

Dünyada ve ülkemizde çok yönlü toplumsal değişikliklere sebep
olması beklenen küresel bir ekonomik krizle karşı karşıyayız. Bu krizin
sonuçlarıyla birlikte nedenlerini de ortaya koymak insanlığın geleceği açısından
büyük önem taşımaktadır. Genel bir değerlendirme ile bugünkü küresel ekonomik
krizin temel nedenlerine inmek farklı ilmi disiplinleri ve ideolojileri
ilgilendiren tartışmaları da beraberinde getirecektir. Bu bağlamda bu
tartışmaların bir ayağını oluşturacak olan “Toplum, Ahlak ve İktisat” masasında
yapılan çalışmalarda, Said Nursi’nin iktisadi görüşlerinden yararlanarak,
vicdandan topluma uzanan geniş bir yelpaze içinde, krizin değerlendirilmesi
yapılmış, sebepleri ortaya konulmuş ve krize çareler üretilmiştir.

İktisadın Tanımı

Modern bir bilim dalı olarak iktisat, sonsuz olan insan
ihtiyaçlarının sınırlı kaynaklarla nasıl karşılanacağını inceleyen bir sosyal
bilimdir. Dünyadaki kaynakların kıt-sınırlı, insan ihtiyaçlarının sınırsız
olduğu tezinden hareketle geliştirilen bu tanımın içerisine sonsuz hırsla
bezenen ‘insan’ dahil edildiğinde, bizi bekleyen krizlerin işaret ettiği alanlar
değişmekte ve bu krizlerin üstesinden nasıl gelineceği sorusu önem
kazanmaktadır.

Arapça bir kavram olan iktisat sözlüklerde; tutum, biriktirme,
tasarruf, uygun hareket, orta yolda olma gibi anlamlarda kullanılır. İktisadın
İslami literatürde “amelde itidal, aşırıya kaçmama” olarak tanımlanması ise
dikkat çekicidir. Maksadını ve talep ettiği şeyi iyi bilen kimse, doğrudan
doğruya ona yönelir. Maksadını iyi değerlendiremeyen ve ne istediğini bilmeyen
kimse ise ifrat ve tefrit içinde kalır, sağa sola bocalar durur. İşte bu nedenle
iktisat, maksada yönelik olan amel anlamındadır.

Bediüzzaman’ın iktisadi görüşlerinin anlaşılabilmesi Risale-i
Nurların bir bütün olarak ele alınması ile mümkün olacaktır. Said Nursi’nin
kullandığı iktisat kavramı, bilimsel anlamda kullanılan ekonomi ve iktisat
kavramlarından farklı alanlara işaret etmektedir. Bediüzzaman’a göre insanın
zorunlu ihtiyaçları, üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Modern
ekonomi daha çok üretmek, tüketmek üzerine kuruludur. Daha çok tüketmek üzerine
kurulu bir ekonomi anlayışı gayr-i ahlaki sonuçları da beraberinde
getirmektedir. Bediüzzaman’ın belirlediği zeminin ilk ayağı, insanın ihtiyacı
kadar üretip tüketmesi üzerine kuruludur. Bediüzzaman, sonsuz ihtiyacata medar
olan ve arzuları alemin dört bir yanına dağılmış olan insanı ele alırken onu
ahlaki bir özne olarak düşünmüştür. Bediüzzaman’ın iktisat anlayışında insan
ihtiyaçlarının meşrû ve ahlâkî sınırlar içerisinde karşılanması söz konusudur.

Ekonomik Krizin Nedenleri

Yaşanan kriz, finansal bir kriz olarak ifade edilmekle birlikte
aslında mali bir krizdir. Zira kriz, büyük ölçüde üreticilerin ve tüketicilerin
bankalara olan kredi borçlarını ödeyememelerinden kaynaklanmıştır. Bunun yanında
dünyada dolaşan sanal paranın da piyasalar üzerinde menfi tesirler doğurduğu
inkar edilemez.

Teknolojik gelişmeler de krizin önemli sebeplerinden biri
sayılabilir. Çünkü teknoloji, daha önce çok sayıda insanın yaptığı işleri az
sayıda insanla yapabilme imkanını sağlamıştır. Geçmişte insanların yüzde sekseni
tarımda çalışıyordu. Teknolojinin getirdiği imkanlarla bugün insanların yüzde
onunun çalışması ile aynı netice alınabilmektedir. Bunun sonucunda da yüksek bir
oran işsiz kalmaktadır. Aynı şekilde sanayi üretimi de insanların belli bir
oranı ile gerçekleştirilebilmekte, sanayinin gelişmesi işsizliğin ortadan
kalkması için çare olamamaktadır. Teknoloji toplumunu tekrar tarıma yönlendirmek
de mümkün değildir. Bu nedenle yeni iş sahalarının açılması zaruridir.

Bu krizin beraberinde bir zihniyet dönüşümü getirmesi
kaçınılmazdır. Bu çalışmada bu dönüşümün ipuçlarına işaret edilecektir.

Modern Zihniyetin Bunalımı

Yaşanan krizi bir zihniyetin bunalımı olarak değerlendirmek
mümkündür. Dünyayı etkileyiş ve yayılış biçimine baktığımızda Amerikan’ın bu
zihniyetin temsilcisi olduğunu görülmektedir.

Bediüzzaman’ın da işaret ettiği şekilde insanın ve toplumun
mesh-i manevisine sebep olan bireysel ve toplumsal ahlâkî dejenerasyonun önünü
açan bir medeniyet algısı bu tür krizlerin önünü açmıştır.

Modern toplumun varlık algısı bu krizin temel kaynaklarından
birini oluşturmaktadır. İnsanın kaynakları istediği gibi tasarruf etme
düşüncesi, kaynakları sorumsuzca kullanma isteği krizin nedenlerindendir.
Ontolojik yasalara aykırı davranmak, hududullahın sınırlarını yeniden çizmeye
kalkmak, kendinde bir güç tevehhüm etmek bu sonucu doğurmuştur.

Yaradılış ağacının en mükemmel meyvesi olan insan, çoğu kez
yaradılış gayesinden ve bunu algılama çabalarından uzak yaşamaktadır. Sokrates
“Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez” demiştir. Bir ömür boyu “Ben kimim,
neciyim, nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” sorularını bir kez dahi kendine
soramadan, varlığını sorgulayamadan yolculuğunu tamamlayan insanın varlık
algısını dünyevi çerçevede değerlendirmesi, içinde bulunduğu kainatın yaratıcısı
ile ilişkilerini zedelemesine yol açmaktadır. Bu da diğer varlıklara karşı
sorumsuzluğu ve zulmü beraberinde getirmektedir.

Medeniyet Algısı

Tüm dünyada bulaşıcı bir hastalık haline gelen tüketim
kültürünü, zarurî olmayan ihtiyaçların zarurî ihtiyaçlar haline dönüşmesine
sebep olan taklitçilik, görenek ve özenti belâsının önüne geçilebilmesinin nasıl
sağlanacağı önemli bir sorudur. Bu soruya cevap ararken, heva ve hevesleri
tatmine yönelik bir medeniyet algısının toplumda fertler arasında
menfaatperestlik, bencillik, kendi çıkarını düşünme, kayırmacılık, rüşvet,
torpil gibi hastalıkları yaygınlaştırdığı gözden kaçırılmamalıdır.

İnsan, sınırsız arzularla donatılmıştır. Materyalist felsefe bu
arzuların doyuma ulaşmasını esas aldığından insanları tüketim çılgınlığına
sürüklemiştir. Bunun neticesinde insanlardan bazıları diğerlerine zulmederek
onları perişan hale düşürmüştür. Bediüzzaman insanın arzularının sonsuz olduğunu
vurgulamakla birlikte fıtri ihtiyaçlarının sınırlı olduğunu ifade etmiş, suni
yollarla zaruri ihtiyaçların çoğaltılmasını doğru bulmamıştır.

Bu kriz, teknik nedenlerden farklı alanlara işaret eden ağır bir
krizdir. Bu bağlamda Bediüzzaman’ın Batı medeniyetine ilişkin yaklaşımları ve bu
medeniyete getirdiği eleştiriler bu bağlamda dikkatle ele alınmalıdır.

Krizi doğuran Batı medeniyetinin fantaziyeleri insanımızı esir
almış durumdadır. Bu medeniyetin beslendiği materyalist kaynakların da iyi
irdelenmesi gerekir. Dünya hayatının merkeze konduğu, hayatın bir eğlence olarak
görüldüğü bu anlayış krizin merkezini oluşturmaktadır. Dünya hayatının merkeze
alınması daha önemli addedebileceğimiz birçok şeyin ikinci üçüncü plana
atılmasına yol açmıştır. Bu kriz bunları tekrar gündeme getirecektir. İnsanların
yaşama damarının yaralandığını vurgulayan Bediüzzaman, kriz doğurmaya müsait
olan bu damarın tedavi edilmesi gerektiğini ifade eder.

Dünyevileşme hastalığı insanlık için bu bir düşüştür. İnsanlar
kriz vasıtasıyla ellerinden bir şey gelmediğini ve aciz olduklarını
anlamışlardır.

Modernleşme kitlesel ve küresel bir olgudur. Modernleşmeye
tamamen direnenler de var. Modernleşme süreci geri çevrilemez; fakat çekim kutbu
değiştirilebilir. Sözgelimi örtünmenin ya da giyinmenin belirlediği paradigma
değişmiştir. Kadını bir haz nesnesi olarak gören, bunu kamusal alanda görünür
kılan ve bunu modernleşme olarak dayatan bir zihniyetle karşı karşıyayız.
Kadının bir haz nesnesi olarak kullanılması modernizmin muskası olarak
değerlendirilebilir.

Ahlak, İnsan ve Toplum

Kriz olgusunu ahlak ve insandan ayrı düşünmek mümkün değildir.
İnsanlık tarihi boyunca yaşanagelen bu tür krizleri insan azgınlığının, onun
değer tanımazlığının, öldürücü hırsının ve sınır tanımaz hazcılığının bir
neticesi olarak değerlendirmek mümkündür. İnsanlık ortak aklı kullanarak bu
krizi çözmelidir. Buradaki aklı iyi irdelemek gerekir. Buradaki akıl, ahlaki
olanı seçme yetisidir. Rasyon değildir. Vicdanı seçen, vicdana dayanan kalbî
akıldır. Bu hususta Bediüzzaman’ın kuvve-i akliye tanımı ön plana çıkarılabilir.
Kuvve-i akliye zararı ve menfaati tefrik edecek şekilde aklı kullanmaktır. Bunun
da yolu, ifrat ve tefritten kaçınmak, sünnet-i seniyeye uygun hareket etmektir.
Bu durum kuvve-i şeheviye ve gadabiye için de geçerlidir.

Özü itibariyle Kapitalizm ve Marksizm gibi beşeri sistemlerin
insanlığı özlediği huzura kavuşturamayacağı açıkça ortaya çıkmıştır. Ancak son
birkaç yüzyıldır yoksulluğun pençesinde kıvranan, geri kalmışlığın verdiği
eziklikle bariz hatalar yapan, yüz kızartıcı tavırlar sergileyen İslâm
toplumlarının bu durumda yeniden şekillenen dünyada yerini nasıl belirleyeceği,
ekonomik krizle sarsılan Batı dünyasına nasıl yol gösterici olabileceği önem
kazanmaktadır.

Esasen İslam, krizlerin oluşmasını önleyen bir takım tedbirler
getirmiştir. Mesela, sıkıntıya düşen komşuya yardımın tavsiye edilmesi, “Ben tok
olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne” yıkıcı zihniyetini ortadan
kaldıran zekatın emredilmesi, “sen çalış ben yiyeyim” anlayışını yok eden faiz
yasağının getirilmesi bunlardan bazılarıdır.

Günümüz insanına krizin aşılması noktasında bazı görevler
düşmektedir. Bireysel anlamda Kur’ani prensipleri anlamada önemli bir problem
olmamakla birlikte, bu prensiplerin pratik alana taşınmasında bazı zorluklarla
karşılaşmaktayız. Kur’anî prensiplerin yaşanabilir hale getirilmesi sorumluluk
alanımız içersindedir.

Her şey bir emanet olduğunu ifade eden Bediüzzaman, emanetin
meşrû dairede kullanılması gerektiğine işaret etmektedir. Bu bağlamda, Allah’ın
koyduğu sınırları çiğneyerek kaynakları sorumsuzca kullanmak israf, eşyayı
emanet şuuruyla kullanmak ise iktisattır.

İnsanın “Rızık Allah’tandır” hakikatini unutarak dünyaya
dalması, yalnızca geçimi için çabalaması onun yaratılış vazifesinden
uzaklaşmasına yol açmıştır. Dünya için ahireti terk etmek beraberinde farklı
alanlara işaret eden krizleri ve zulümleri getirmiştir. Bu noktada Bediüzzaman
dünya ahiret dengesini kuran bir dizi tedbirler sunar. İktisatla yaşayanın
bereketi bulacağını, israf ve hırsın bu bereketi ortadan kaldıracağına değinen
Bediüzzaman’a göre şükür ve kanaat bitmez ve tükenmez bir hazine olup insan
saadetinin de esasıdır.

Öz olarak, Bediüzzaman’ın inşa ettiği etmeye çalıştığı toplum
öncelikle bireye yöneliktir. İnsanın terbiye edilmediği bir toplumda yukarıdan
aşağıya bir dayatma ile bu toplumun oluşturulması mümkün değildir. Risale-i Nur
bize yeni bir toplum modeli sunmaktadır. Ahlaka ve fazilete dayalı bir toplumun
inşası ahlak ve faziletle bezenmiş bir insanın inşasıyla mümkündür.

Sonuç

Netice itibariyle Bediüzzaman, malın ve servetin Allah
tarafından verilmiş bir emanet olarak telakki edildiği, ekonomik gücün
(sermayenin) belirli ellerde toplanmasının engellenip biriken sermayenin
herkesin refahına hizmet edecek şekilde adaletli dağılımının sağlandığı,
çalışmanın dünyevi saadet vesilesi olup tembelliğin işsizliğe, işsizliğin de
ızdıraba medar olduğu, zekatın verilmesi ve faize engel konulması ile sömürünün
engellenmesi yoluyla sosyal tabakalaşmanın önlenip kardeşlik ruhunun öne
çıkarıldığı, bencilliğin yerine diğergamlığın, kişilerde hırsa mukabil kanaatin
hazza mukabil iman saadetinin, tüketim toplumu yerine ubudiyet ve şükür
toplumunun öne çıkarıldığı, arzular yerine fıtri ihtiyaçların esas alındığı,
helal ve haram hassasiyetlerinin gözetildiği, israfın yasaklandığı, sanayi ve
teknolojinin ila-yı Kelimatullahın bir vesilesi olarak görülüp bunların ahlaki
ilkeler çerçevesinde, fakirliğin izalesi yolunda, insanlığın hayrına olarak
kullanıldığı, ailenin dünya saadetinin medarı olarak kabul edildiği, zulüm ve
haksızlığın ortadan kaldırıldığı, hayali ve sanal unsurlarla insanların
uyuşturulmadığı, ebedi hayatın varlığını önceleyen, hayatın gayesini Allah’a
kulluk olarak kabul eden bir iktisat görüşünü öngörmektedir.