IVth National Risale-i Nur Congress Conclusion Articles
“Küresel Kriz ve Said Nursi’nin İktisad Görüşü”
Krizin kaynağı insan aklının fıtrata ve adetullah kanunlarına
aykırı hareket etmesidir. Oy hırsıyla hareket eden siyasiler, kâr hırsıyla
hareket kapitalist girişimciler ve zevk hırsıyla hareket eden tüketiciler
kasırgayı kaçınılmaz yaptılar. Popülist politikalar takip eden siyasiler,
1990’larda başlattığı de-regülasyon politikalarıyla finansal piyasaları kendi
haline bıraktı. Devlet denetimi minimum seviyeye indi. Rasyonel girişimcilerin
piyasayı en etkin şekilde işleteceği görüşü finansal piyasalarda tam anlamıyla
uygulanmaya başlandı. Kapitalist girişimciler kârlarını maksimum kılmak için
önlerine çıkan tarihi fırsatı sonuna kadar değerlendiriyordu. Her türlü kredi
türevi oluşturarak, reel üretime bağlı olmaksınız, paradan para kazanmaya
çalışıyordu. Öte yandan, “hayat eğlencedir” felsefesini benimsemiş zevk hırsıyla
hareket eden tüketiciler yıllardır rüyasını gördükleri şeyi kredi alarak
gerçekleştirme fırsatını yakalamıştı. Hem de geçmiş kredi tarihlerine
bakılmaksınız. Elbette bu fırsat kaçırılmazdı. Nitekim çoğu da kaçırmadı. Bu da
yaşanan krizi kaçınılmaz kıldı.
Bu kasırga kapitalist sistemi sarsmakla beraber sonunu
getirmekten çok uzaktır. Çünkü yaşanan kriz kapitalizmin sonunu getirecek bir
felç değil, geçici bir arızadır. Başka bir deyişle, yaşanan bir sistem krizi
değil, sistemin bir süre sekteye uğramasıdır. Kapitalist sistemin tamamını insan
vucuduna benzetirsek, para bu vucuttaki kan gibidir. Sistemin temel
dinamiklerinde ciddi bir problem yok. Asıl problem, sisteme kan enjekte eden
finansal piyasalarda yaşanıyor. Dolayısıyla, şu anda yaşanan kriz sistemin
sonunu getirecek bir kalp krizi değildir. Sistemi zayıflatan bir kan kaybıdır.
Bu kayıptan dolayı, finansal piyasalarda yaşanan daralma sistemin sonunu
getirmez, ancak zayıflamasına (küresel ekonomik durgunluğa) neden olur.
Avrupa’da birkaç asır önce başlayan kapitalist ekonomik sistem,
20.yüzyılın sonlarında rakip olma iddiasını kaybeden Sosyalizmin yenilgisiyle
küresel dünyanın hakim sistemi haline geldi. Feodal toplumların sınırlı üretim
imkanlarını, sanayi, iletişim ve bilişim devrimleriyle olağanüstü derecede
genişleten kapitalist sistem, insanlığa tarihte eşine rastlanmamış bir üretim ve
tüketim imkanı sundu. Kapitalist toplumlar, geçmişe oranla, hem daha çok üretip,
daha çok tüketme, hem de daha çok sermaye biriktirme imkanına kavuştular. Çünkü,
kapitalizm insan fıtratındaki bazı gerçekler üzerine kurulu. Öte yandan,
Sosyalizmin başarısızlığı da fıtrata aykırı hareket etmesiydi. Kapitalizm, insan
fıtratındaki nefis ve enaniyet hakikatını kavramış, esaslarını bu hakikate
dayandırmış, onun için kısmen başarılı olmuştur. Bediüzzaman’a göre, bir
sistemin ömrü fıtrat kanunlarına uygunluğuyla paraleldir. Kapitalizmin günümüze
değin kısmi başarısı fıtri kanunlara kısmen uygun olmasındandır.
Sosyalizm, insanın sosyal bir varlık olduğu ve toplumsal
menfaatlerin bireysel menfaatlerin üstünde olduğu görüşünü esas alır.
Dolayısıyla, bireyi toplum için fedakarlığa davet eder. Ancak, bu fedakarlığı
yapacak yüce değerleri telkin etmez. Hatta, onları din kaynaklı olduğu için
tahrip eder. Bu anlamda, Sosyalizm insanın ben merkezli fıtratını inkar ettiği
için başarılı olamamıştır. Kapitalizm ise, bu fıtratı tahrik edip, kullandığı
için başarılı olmuştur. Nitekim Çin bu hatasını anlayıp, “piyasa Sosyalizm”ine
geçtiği için son yirmi yılda dev gibi büyüme imkanı bulmuştur. İslâm, piyasa
ekonomisi denilen sistemi kabul etmekle beraber, her türlü spekülasyonlara karşı
müdahaleyi elzem görür. Aynı zamanda sosyal adaleti tesis edecek tedbirler
sunar.
Kapitalizm, insan fıtratındaki nefis ve enaniyet hakikatını
kavramış, ilkelerini bu hakikate dayandırmıştır. Nefis ve enaniyeti tahrik ve
istismar ederek kısmen başarılı olmuştur. Ancak, kapitalist ideoloji, parayı
para kazandıran bir sermaye olarak görmüştür. Parayı bankanın merkezine, bankayı
ekonominin merkezine, ekonomiyi hayatın merkezine yerleştirmiştir. Ekonomiyi ve
toplumu bankanın esiri yapmıştır.
Sermayeyi takdis eden ve insana Allah’ı değil, maddeyi sevdiren
kapitalizm dini açıkça reddetmez, ama insanı hazcı insan haline getirir ve bir
anlamda tanrılaştırmaya çalışır. Kul olduğunu unutturur. Tüketimle sefih eder.
Mutlak eşitlik hayalinin peşinde koşan ve fıtratı inkâr eden
Sosyalizm, adaleti salt bu dünyada gerçekleştirmeyi hedefler. Ahiret fikrinin
insanın hak aramasını engellediğini ve fakirleri zenginlerin karşısında
savunmasız hale getirdiğini iddia eder. Özel mülkiyeti reddeder ve insanı sefil
eder. Bediüzzaman’a göre, Sosyalizm necis yani pistir, kapitalizm ise ences yani
daha pistir. Çünkü, kapitalizm insan nefsini cazibeli tüketimle tahrik ederek
arzularına esir eder.
Piyasalarda yaşanan “finansal/ekonomik kasırga” değil, bireysel
ve sosyal alanda yaşanan “mutsuzluk kasırgası” kapitalizmin sonunu getirecek
veya ıslaha mecbur edecektir. Kapitalist sistem, insanı arzularının (veya İslami
terminolojide nefsinin) esiri haline getirmiştir. Kapitalist bir tüketici
nefsinin hoşuna giden şeyleri yaparak daha çok keyif almayı nihai bir gaye
görür. Nitekim, kapitalist ABD toplumunda egemen olan “hayat eğlencedir (life is
fun)” deyimi kapitalist hayat felsefesini yansıtır. Bu felsefeden etkilenen
insanlar haftanın beş günü çalışarak kazandıklarını haftasonları eğlencelerde
tüketir. Hayatlarından bekledikleri lezzetleri alamadıklarında ise, çoğu zaman
hayatlarına son vererek, hayatı lezzet endeksli algıladıklarını ve hayattan
lezzet almak dışında bir gayeleri olmadıklarını teyit eder. Kapitalizm, insanın
nefsani ihtiyaç ve arzularını tahrik için her yolu denerken, ruhani
ihtiyaçlarını inkar veya ihmal etmiştir. İnsanı şehvani duygularının esiri bir
hayvan derecesine indirmiştir.
Kapitalist sistemin kısmi başarısı insan fıtratını kısmen bilip,
fıtrata uygun hareket etmesinden kaynaklandığı gibi, başarısızlığı da fıtratı
tam bilmemesinden veya bilerek bazı yönlerini ihmal etmesinden kaynaklanıyor.
Kapitalist sistemin en büyük hatası neredeyse bütün vurguyu dış aleme
yapmasıdır. Oysa, her insan bir alemdir. Bediüzzaman’ın tabiriyle kainat alem-i
kebir ise insan onun bir numunesi hükmünde “alem-i sağir”dir. Küresel mutsuzluk
kasırgasının kökeni, kapitalist sistemin dış aleme nazarları tevcih edip,
içimizdeki alemi ihmal etmesidir. Bediüzzaman, eserlerinde insanın iç aleminin
haritasını çıkararak onu hem dünyada hem de ahirette daimi ve elemsiz saadete
ulaştıracak bir reçete sunuyor.
Bediüzzaman’a göre, kapitalist ideolojinin öngördüğü “sefih
medeniyet” insanı nefis ve enaniyetten ibaret biliyor. İnsanın nefsini her çeşit
hayvani lezzetlerle tatmin edip, ihsan edilen hediyeleri gasbederek enaniyetli
yapıyor. Oysa, Kur’an’ın öngördüğü “fazilet medeniyeti” insanı nefsin
esaretinden kurtarıp, bütün istidatlarını inkişaf ettirerek “insan-ı kamil”
derecesine çıkarmaya çalışır. Genç, yaşlı, sıhhatli, hasta, zengin ve fakir,
herkesi ve herkesimi hakiki saadete ulaştırır.
Bediüzzaman’a göre insanı mutlu kılmanın yolu onu tanımaktan
geçer. İnsanın sahip olduğu yetenekleri bilmeden onları inkişaf ettirmek ve
mutluluğa ulaşmada kullanmak mümkün olmaz. Bir çekirdek gibi büyük bir
potansiyele sahip olan her bir insan, meleklerin dahi ötesindeki makamlara
geçebilir. Bunun için, Bediüzzaman, potansiyelini değerlendirmesi, hakikati
bulması ve huzura ermesi için eserlerinde insanı kendini tanımaya ve iç alemini
keşfetmeye davet eder. Bediüzzaman, insanın iç aleminde birçok keşifler
yapmıştır. İnsan sarayının binlerce sakinleri olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Bediüzzaman eserlerinde insan sarayındaki şu “sakinleri” derinlemesine tahlil
etmiş, onların kim olduğunu ve bizden neler istediğini anlatmıştır: Kalb,
vicdan, nefis, akıl, şeytan, melek-i ilham, irade ve ene.
Bediüzzaman’a göre, metaforik olarak ifade etmek gerekirse, kalb
insan sarayındaki “sultan”dır. Öncelikle gözetilmesi gereken sultanın arzu ve
ihtiyaçlarıdır. Sarayın diğer sakinleri bir anlamda sultan için çalışmalı, ona
hizmet etmeli, onu memnun etmeye çalışmalı. “Kalb Sultanı”nın en büyük arzusu,
kendisine verilen sonsuz muhabbet duygusuyla, sonsuz güzellik, sonsuz kemal ve
sonsuz ihsan sahibi “Mevla”yı bilip, bağlanmaktır. Ancak, sözkonusu sultan
Mevla’yı bilmeyince, O’nda aradığını kapitalist sistemin sunduğu “leyla”larla
tatmine çalışır. Bunun için biricik sermayesi olan “muhabeti” kullanarak,
güzellik, kemal ve ihsan sahibi şeylerle bağ kurmaya uğraşır. Bu anlamda, insan
sarayının sultanı olan kalb için hayat leylalar bulup, onlarla bağ kurma
serüveninden ibarettir. Ancak, ne garip ki, hiçbir leyla, onu tatmin etmez. Daha
da kötüsü bağlandığı bütün leylalar er yada geç onunla bağını koparıp gider. Onu
yüzükoyun bırakır, ağlatır, hatta bazen kanlar içinde bırakır. Dünyayı ona
zindan eder. Çünkü, İnsanın kalbindeki muhabbet sınırsız olduğundan ancak
sınırsız olan bir cemal, kemal ve ihsanı bulmakla tatmin olur. Söz konusu
meziyetler ise sadece Allah’a mahsustur. Mahlûkatta görülenler ise gerçekte
ilahi güzelliğin, kemalin ve ihsanın yansımaları veya gölgeleridir.
Bediüzzaman’a göre, insanın kalben tatmin olması, Kur’an’ın da ifade ettiği
gibi, ancak Allah’ı bulmak, bilmek ve sevmekle mümkün olur.
Bediüzzaman’a göre, vicdan ise insanın içindeki “görünmez
yargıç” gibidir. Yaptıklarımızı yargılayıp, hakkımızda hüküm verir. Yanlış
yaptığımızda bize azap çektirir. Doğru yaptığımızda bizi rahatlatır. İç huzuru
verir. Bu nedenle insanın vicdanen rahat ve huzurlu olması ancak fıtrata uygun
hareket etmesi ile mümkündür. Vicdanın en önemli arzusu ebediyettir. Sürekli
sonsuzluğu arar. Sadece onunla tatmin tam tatmin olabilir. Yoksa binlerce sene
dünya saltanatı dahi olsa ucunda yokluk görünen bir hayat, vicdan için saadetten
ziyade azaptır. Oysa, Allah’ın bulup, O’na itimad eden vicdan ebedi hayata
mazhar olacağını bildiği için bu dünyada bile tam huzuru bulur.
Bediüzzaman, her insanda hayvani lezzetlere talip olan ve doymak
bilmeyen bir nefis olduğunu söyler. Geleceği göremediği için hazırdaki
lezzetleri maksimum kılma hırsıyla dolu olan nefis(fil), eğer kontrol edilmezse,
insanı bütün latifeleriyle kendine hizmetkar kılar. Herşeyi kendine feda
ettirir. Hazır lezzet için her türlü fedakarlığa razı olur. Ancak, nefis terbiye
edilip, meşru dairede lezzetini aramasına izin verilirse, insanı hakka götüren
bir binek olur. Allah’ın nimetlerini tadıp, tanımaya vesile olan bir hizmetçi
olur. Bediüzzaman’a göre, insanın fıtri yeteneklerine bir sınırlama
konulmadığından herbirisinin ifrat, tefrit ve vasat mertebesi bulunur. İnsan
kendisine verilen bu üç temel yeteneği “orta yol”da (vasat) kullandığında
saadeti yakalar. Zaten Kur`an gibi semavi mesajlar, haksızlık, zulum ve sefahete
neden olacak bu temel yetenekleri vasata çekmek için gönderilmiştir.
Bediüzzaman’a göre, her insanda “lümme-i şeytaniye” denilen
şeytanın bir nevi bürosu var. Öte yandan, bu zıtlar dünyasında herşeyin zıddı
olduğu gibi, insan da şeytanın zıddı olan ve onun desiselerine karşı insana
ilham vererek doğru yolu gösteren “melek-i ilham”ın bulunduğunu söyler. Akıl,
insan sarayının bir nevi bilgesi gibidir. Hem nefse, hem egoya, hem kalbe, hem
de vicdana danışmanlık yapar. Hem kendilerini hem de dış dünyayı tanımalarına
yardımcı olur. Aksine, akıl çoğu zaman nefsin (filin) hizmetkarı olur. Eğer, fil
güçlenmişse, diğer sakinler zayıf kalmışsa, akıl file tam bir hizmetkar olur.
Onun arzularını tatmin için binbir yol gösterir. Şeytanla da işbirliği
yaptığında insanı en dehşetli canavar hükmüne geçirir. Bediüzzaman, “münevver
akıl” kavramını kullanır. Yani, vahyin getirdiği nur ile aydınlanan akıl. Böyle
bir akıl, insan için hakikati gören bir gözdür. İnsan, kainat kitabındaki ilahi
ayetleri “akıl gözüyle” görerek tahkiki imana kavuşur. Her türlü şüphelerden
kurtulup, yakine ulaşır. Zaten, Risale-i Nur’un yaptığı, Kur’an ve kainat
kitaplarındaki parlak ayetleri “akıl gözü”ne gösterip, “akıl ve kalbin
imtizacıyla hakkalyakin derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedahet derecesine
gelen bir ilmelyakin ile hakaik-ı imaniyeyi tasdik” ettirmektir. Yani, “akıl
gözü”yle Allah’ı görürcesine bir yakine ulaşmaktır.
İnsan sarayında olup bitenlerin farkında olan, sarayı
diğerlerinden ayrıştıran, koruyup, kollayan, sahiplenen ve zahiren komuta eden
komutan ego (ene)dir. Ego, hem şuur hem de irade ile donatılmıştır. Yani, hem
kendisinin hem de ötekilerin farkındadır. Saraydaki işleri belirli bir derece
kontrol etme yetisine sahiptir. Saray çalışanlarını ya “fil”e veya “sultan”a
hizmet etmeye yönlendirir. Bediüzzaman’a göre, ego bizatihi var olmayıp, varlığı
vacip olan Allah’ı bilmek için insana verilen bir duygudur. Semavi mesajdan
yoksun Batı medeniyeti, insana ihsan edilenleri onun egosuna mal etmekle onu
firavunlaştırır. Birey her şeyi ego kaynaklı bilir. Her şeyiyle egosuna hizmet
eder. Her şeye sahip olduğunu, her şeyi idare ettiğini düşünür. Kendini bir nevi
tanrı bilir. Bu anlamda kapitalist dünya görüşünden ders alan biri Allah’ın
insana ihsan ettiği hadsiz nimetleri egosuyla sahiplenip şirke girer. Oysa
Kur’an’dan fazilet dersi alan bir mü’min, sahip olduğu her şeyi, hediye ve ihsan
bilir. Kendisini emanetçi olarak algılar. Onları sahiplenip şirke girmek yerine,
hakiki sahibini tanıyıp, şükreder. Bediüzzaman, eserlerinde ısrarla insanın
mahiyetindeki hadsiz acizlik ve sınırsız fakirliği işleyerek, egosunun şirke
girmesine mani olmaya çalışır. Bir nevi rububiyet dava edip, sarayın bütün
latifelerini kendine hizmetkar yapmaya engel olur. İnsanı malikiyet ve hakimiyet
noktasında sıfırlayıp kullukta zirveye çıkarır. Başka bir deyişle, fıtratındaki
sonsuz acizlik ve sonsuz fakirliği anladığı oranda egosunu kontrol edip, gerçek
kulluğa yanaşır. Kendine güvenip, kendine dayanmak yerine, günde beş defa
kıldığı namazla âlemlerin Rabbine iltica eder. O’na dayanır.
Bediüzzaman’a göre, Kur’an’ın öngördüğü “fazilet medeniyeti”
insanı nefsin esaretinden kurtarıp, bütün istidatlarını inkişaf ettirerek
“insan-ı kâmil” derecesine çıkarmaya çalışır. Genç, yaşlı, sıhhatli, hasta,
zengin ve fakir, herkesi ve her kesimi hakikî saadete ulaştırır. Bediüzzaman,
eserlerinde kapitalist ideolojiyi Sosyalizmden daha tehlikeli görmüş ve
göstermiştir. Oysa Türkiye’de muhafazakâr kesim, komünizme karşı gösterdikleri
reaksiyonel hassasiyeti kapitalizme karşı gösterememiştir.