IVth National Risale-i Nur Congress Conclusion Articles

“Küresel Kriz ve Said Nursi’nin İktisad Görüşü”

1. Çevre Kavramının Tanımı ve Tarihi Arka Planı

Çevre sorunlarını doğru anlayabilmek için öncelikle “çevre”
kavramını doğru tanımlamak gerekmektedir. Çevre kavramı, en genel anlamıyla “bir
canlının yaşadığı ortamla olan ilişkilerini” ifade etmektedir. Mesela, coğrafi
açıdan çevre, insanın yaşadığı ortam içindeki her türlü faaliyetinin
incelenmesi, insanla çevresi arasındaki karşılıklı etkileşimin kurallarının
ortaya konması olarak ifade edilirken; ekonomik açıdan çevre, tabiat üzerinde
insan tarafından şekillendirilen iktisadi faaliyetlerin tümü olarak
görülmektedir. Toplumbilimciler çevreyi, bir bireyin ya da bir toplumun
biyolojik, toplumsal, kültürel yaşamını etkileyebilecek dış etmenlerin tümü
olarak tanımlarken; çevrebilimciler çevreyi kâinatta bireyle ilişkili canlı ya
da cansız her şeyi ifade eden bir kavram olarak kullanmaktadır. Bu son tanımın
kapsamına, doğal ve yapay çevre girmektedir. Bunlardan doğal çevre, insan etkisi
olmadığı için değişikliğe uğramamış çevre olarak tanımlanırken; yapay çevre ise
insan etkisiyle gelişen bir süreç olarak tanımlanmaktadır.

İnsanlığın tabiata hâkim olma ve onu sınırsızca kullanma çabası
giderek artan bir ihtirasa dönüşmüş, sanayileşme ve teknolojik gelişme
sürecinde, 19. yüzyılda, önce Batı Avrupa ülkelerinde daha sonra da bütün
dünyada pek çok sorun ortaya çıkmaya bağlamıştır. İnsanın çevresi ve diğer
canlılarla olan ilişkileri, insanlığın ilk yıllarından sanayi devrimine kadar
-bazen dengeleri bozulsa da- bir uyum içinde devam etmiştir. Ancak sanayi
devrimi sonuçları açısından insanın tabiata müdahale imkânlarını ve şartlarını
hazırlamıştır.

İnsanoğlu yüzyıllardır çevresine ve tabiata verdiği zararların
bedelini ödemektedir. Kişisel hırslarla, daha çok kazanmak arzusuyla, daha çok
tüketim anlayışına dayalı bir sorumsuzlukla yaşadığı çevreye zarar verenler,
kendilerinin, yaşadıkları çevrenin bir parçası olduklarını ve verdikleri zararın
kendilerine döneceği gerçeğini göz ardı etmişlerdir. Yüzlerce yıldır çevreye
verdiği zarardan çok çeken insanoğlunda, bir çevre bilincinin oluşması
sistematik olarak 50 yıl öncesine dayanmaktadır. 1960’lı yıllardan sonra,
Dünya’da çevremizle ilgili hissedilir derecede bir duyarlılık oluşmuş ve bu
düşünce çevrebilimi (ekoloji) adıyla, akademik ortamlarda yoğun bir şekilde ele
alınmaya bağlanmıştır.

Çevre konusu 60’lı yıllarda dünya kamuoyunun gündemine
girmiştir. Dünyadaki çevre problemlerinin artışı sonucu ülkeler çevrenin
korunması için harekete geçmiş ve ilk Dünya Çevre Konferansı 1972’de
Stockholm’de yapılmıştır.

Son yüzyıl boyunca hemen her şey tüketim eksenli gelişmiş ve
şekillendirilmiştir. Bugün tüm çevre kirliliği ve ekolojik dengenin bozulmasının
ana sebeplerinden birisi de insanın gerçek ihtiyacından fazla tüketimidir.
Evlerin mimarisinden yerleşim alanlarının şekline; şehirleşmeden dev alışveriş
merkezlerine varıncaya kadar, hemen her şeye hâkim olan kültürün, “tüketim”
odaklı olması dikkat çekicidir. Bu kültürün dışa bakan yüzüne “mutluluk” etiketi
yapıştırılmıştır.

Tüketim kültürüyle insanların iyi yaşayabilmelerinin, ancak çok
para kazanmak ve çok tüketmekle mümkün olabileceği anlayışı yerleştirilmiştir.
İnsanlara arzuladıkları mutluluğa ve huzura ulaşmak için “sürekli tüketim” bir
çözüm gibi sunulmuştur. Kitle iletişim araçları, insanların bu çözümü, kendi
istekleriyle kabullenmeleri için yoğun biçimde kullanılmıştır. İnsanlara sürekli
tüketmeleri için yeni ürünler sunulmuş ve onların reklamı yapılmıştır. Bu tablo
ekolojik dengenin daha da bozulmasına, sunulan ve uygulanan tedbirlerin boşa
çıkmasına neden olmuştur. Yapılan araştırmalar dünyadaki mevcut çevre
kirliliğinin % 50’sinin, son 35 yılda meydana geldiğini ortaya koymaktadır.
Dünya nüfusunun % 20’sini oluşturan gelişmiş ülkeler dünya kaynaklarının %
80’ini tüketmektedir.

2. İnanç ve Çevre İlişkisi

Araştırmalar göstermiştir ki, insanların inançlarını ve
kültürlerini hesaba katmayan eğitim ve kalkınma programları hedefine
ulaşamamaktadır. Sosyolojik, antropolojik ve psikolojik araştırmalarla da
desteklenen bu gerçeği göz önünde bulunduran Birleşmiş Milletler (BM), çevreyi
korumada, her milletin kendi dinî ve kültürel zenginliklerinden yararlanmasını
tavsiye etmektedir. Ayrıca, modern bilim tarihinde ilk defa bir sorunun çözümü
için bilim adamlarının, dinden ve dinî liderlerden yardım istediklerine şahit
olunmuştur. Aslında dünyamızın geleceği ve çevre sorunlarının arz ettiği
tehdidin boyutları düşünüldüğünde, böyle bir çağrı için çok geç kalındığını
söylemek mümkündür.

İngiliz tarihçi ve düşünür A. Toynbee, “İnsanoğlunu, maddî
hırsın ilham ettiği teknolojinin sonuçlarından korumak için, bütün dinlerin ve
felsefelerin taraftarları arasında dünya çapında bir işbirliğine ihtiyacımız
olduğunu sanıyorum” diyerek çevre sorunlarının üstesinden gelmede dinî
değerlerin oynayacağı role işaret etmiştir.

Bir başka düşünür Rudolf Bahro ise sadece teknolojik ve kanunî
yöntemlerle çevrenin korunması ve kurtarılmasının zamanının geçtiğini ifade
ederek, yapılacak tek şeyin: “Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in yaptığı gibi zihinsel
bir devrim yapmak” olduğunu söylemiştir.

İslâm düşüncesinde çevre sorunlarına karşı duyarlılığın sebebi,
onun verdiği mesajlardan kaynaklanmaktadır. Bu noktaya dikkat çeken Bediüzzaman
da, kâinatı ve onun bir parçası olan içinde yaşadığımız çevreyi kirletmenin ve
zarar vermenin, Yaratıcımızı bize tarif eden önemli bir öğreticiden mahrumiyete
yol açacağına işaret etmektedir.

Kur’an, kâinattan bahsederken, onun “Müslüman” olduğunu ve
Allah’a teslim olduğunu da vurgulamaktadır. “Göklerdeki ve yerdeki herkes, ister
istemez ona boyun eğmişken ve ona döndürülüp götürülecekken, onlar Allah’ın
dininden başkasını mı arıyorlar?” ayetine dayanarak varlıkları, yaratılış
açısından kutsal görme düşüncesi, çevreciliğin metafizik temelini
oluşturmaktadır. Bu düşünceyle hareket eden inançlı insan çevreyi sahip
çıkılması gereken bir yaşama alanı olarak görmektedir.

Bediüzzaman da, çevreyi ve içinde yaşayan varlıkları, Allah’ın
güzel isimlerine ait nakışlarının işlendiği, sanatının güzelliklerinin
sergilendiği bir model olarak tanımlamaktadır. Kur’an’dan aldığı dersle, bütün
varlık âlemiyle insanı buluşturan ve onlar arasında bir bağ kuran Said Nursi,
inancın bütün eşya arasında bir birliktelik oluşturduğuna dikkat çekmektedir.

3. Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkış Sebebi: İnanç Zaafiyeti

İnanç eksenli kâinata bakış, insanı, varlık âlemiyle
barıştırırken, ideolojik ve dünyevi bir bakış ise, insanı yalnızlaştırmakta ve
çevresine karşı yabancılaştırmaktadır. Çevre krizinin kalbinde yatan temel unsur
olarak görülen insan-merkezciliğin (Antropocentrizm) ve hazcılığın (hedonizm)
anlamına baktığımızda iki önemli nokta ön plana çıkmaktadır. Bunlardan
birincisi, “insanın her şeyin merkezi ve kâinatın da tek amacı” olduğuyla ilgili
düşüncedir. İkincisi ise, “önemli olan sadece ve sadece insanın kendi
değerleridir.” Bu ise, insanın önce insani duygularını tüketmesi, ardından
çevresini tüketmesini sonuç vermiştir. İnsanların zevk odaklı yaşamaya bağlaması
(hedonizm), zevklerini karşılayabilmesi için de bencilleşmesini ortaya
çıkarmıştır.

4. Değişmesi ve Gelişmesi Gereken Temel Değerler

Ekolojik dengenin korunmasında bütüncül bakış açısına gerek
vardır. Canlıları ve medeniyeti tehdit eder hâle gelen çevre kirliliğine kalıcı
bir çözüm bulunamamasının en önemli sebeplerinden biri, konunun sadece maddî
boyutuyla ele alınmasıdır.

Küresel veya yerel çevre problemleri karşısında, günümüz
insanının ve çevreci hareketlerin tepkileri incelendiğinde meseleye yalnız aşırı
sanayileşme ve teknoloji penceresinden baktıkları görülmektedir. Bu sığ bakış
açısı sebebiyle çevre problemlerinin bir kısım yasal ve teknolojik önlemlerle
çözülebileceği düşünülmüştür. Oysa bu yaklaşım problemlerin büyümesine engel
olamadığı gibi, çevreci hareketlerin gün geçtikçe daha bir siyasallaşmasına yol
açmıştır.

Küresel çevre problemlerini yalnızca bir sanayileşme ve
teknoloji problemi olarak görmek, buzdağının sadece görünen yüzünü ifade etmek
gibidir. Çevre problemlerini sadece teknik bir mesele gören anlayışa “sığ
çevrecilik” denilmektedir. Bu anlayış, yüzeysel, maddi ve insan-çevre ekseninde
olaylara baktığı için çözüm olmakta yetersiz kalmıştır. Problemi,
insan-çevre-Yaratıcı ekseninde daha derinlemesine ve ahlaki referansları dikkate
alarak çözmeye çalışmaya ise, “derin çevrecilik” denilmektedir. Derin çevrecilik
bakışı, küresel çevre problemlerinin gerçek sebeplerinin, ahlaki ve zihinsel
problemlerden ve kirlenmelerden kaynaklandığına dikkat çekmektedir. Bu yeni
anlayış insanın çevresiyle ve Yaratıcısıyla olan ilişkisini tekrar gözden
geçirmesini ve yeniden anlamlandırmasını gerekli kılmaktadır.

İnsanın varlığı algılama biçimini değiştiren, hayatını bozan,
dolayısıyla da yaşadığı geniş âlemde, olumsuzluklara neden olan unsurlardan biri
de sonuçları itibariyle, “aşırı tüketim/sürekli tüketim/daha çok
tüketim/ihtiyaçtan çok tüketim” anlayışıdır. Sürekli tüketim ve ihtiyacından
fazla tüketim anlayışı, vahiyle gelen “iktisat ve kanaat” ilkesini dönüştürerek,
insanların ihtiyaçlarını, yaşaması için gerekli olan ihtiyaçlardan çok daha
fazla yukarıya taşımış ve onları fakirleştirmiştir. İnsanların gelirleri daha da
arttığı halde, verilene rıza gösterme anlayışının ortadan kalkması yüzünden,
insanlar göreceli olarak fakirleşmiştir. Genel anlamda insanın yaşama biçimi;
reklamların, medyanın, tüketim ekonomisinin, insanın hazlarının kamçılandığı bir
ortama doğru sürüklenmiştir. İhtiyaçları artan insan, bunları karşılamak için,
gerektiğinde, bütün insani duygularını feda edebilecek noktaya gelmiştir.

5. Sonuç

Hayatın yalnızca maddi cephesini ele alan çevreci ve iktisadi
anlayışlar, uygulamalarıyla, toplumları gerçek anlamda huzura kavuşturamamıştır.
Sınırsız büyüme ve tüketme insanlığın yaradılış maksadına uygun değildir.
Kâinata inanç eksenli bakış, insanı varlık âlemi ve çevresiyle barıştırırken;
maddeci ve ideolojik bakış ise insanı kendinden başka her şey üzerinde baskıcı
ve tahrip edici bir güç haline getirmiştir. Artık, insanlık ciddi ve radikal bir
karar vererek, çevresiyle dengeli bir iletişim kurmak zorundadır.

Küresel çevre sorunlarının büyük bir tehdit hâline geldiği
günümüzde, küresel ahlak olmadan küresel çözümün olamayacağını anlamak
gerekmektedir. Hayata saygı gösteren, şiddet içermeyen bir çevre kültürüne
ihtiyaç vardır. Zira sadece insan değil, yaratılmış olan her şey saygıdeğerdir.
İnsanlık, yaradılış amacına uygun hareket etmedikçe, dünya daha iyiye doğru
gitmeyecektir.

Bu yüzden, Kur’ân-ı Kerim’in çağdaş bir tefsiri olan Risâle-i
Nûr Külliyatı’nı anlayarak okuyan biri, kâinattaki varlıkların anlamlı olduğu
şuuruna erecek ve her birinin görevli olduğu inancı ile bu varlıklara zarar
verici faaliyetlerden sakınacaktır. Bu ise çevre bilincine ulaşmış fertlerden
beklenen bir davranıştır. Bu açıdan bakıldığında Risâle-i Nûr Külliyatı’nın
insanlığa çevre ve iktisat eğitimi verdiği rahatlıkla söylenebilir. Zaten
Bediüzzaman da sadece yazdığı eserlerle değil, bir ahlak haline getirdiği tutum,
davranış ve uygulamalarıyla model bir çevre ve iktisat gönüllüsü olmuştur.