IVth National Risale-i Nur Congress Conclusion Articles

“Küresel Kriz ve Said Nursi’nin İktisad Görüşü”

1. Küresel Krizin Sebepleri

Küresel kriz, insanın yaratılış gayesine uygun hareket
etmemesinin bir sonucudur. Buna da Said Nursi’nin mimsiz medeniyet dediği dini,
imanı, ahlakı dışlayan Batı uygarlığı sebep olmuştur. Bu uygarlık,
dünyevileşmeyi amaçlayan materyalizme dayanır. Batı uygarlığının dinden uzak
felsefi prensipleri, hak ve adalet yerine kuvvet, menfaat, insanların nefsani
arzularını tatmin ve insanların ihtiyaçlarını sürekli artırmak gibi toplumda
çatışmayı, haklara tecavüz etmeyi, boğuşmayı netice verecek ilkelerdir. Buna
kendi menfaatini başkalarına zarar vermekte aramayı da ilave etmek gerekir. Bu
çerçevede, ihtiyaca göre üretim değil, üretime göre ihtiyaç prensibinden hareket
edilen kapitalizmin esaretine girmiş olan toplumlarda, Said Nursi’nin
tespitleriyle zaruri olmayan ihtiyaçlar zaruri gibi gösterilmektedir. Birçok
vasıtaların, insanlarda suni bir ihtiyaç meydana getirdiği hatırlanacak olursa,
insanların gerekli gereksiz tüketime teşvik edildiği görülür. Buradan da
anlaşılmaktadır ki, bugün, ekonomisi çökme emareleri gösteren Batı medeniyetini
bu noktaya getiren sebeplerden birisi de “israf ekonomisi”dir. İsraf
ekonomisinin tüketime teşvik ettiği insanlar, zaruri olmayan ihtiyaçlarını
karşılayabilmek için hırs ile nasıl olursa olsun, helal haram ayırımı yapmadan
para kazanmaya çalışmaktadırlar. Bu da insanları, başkalarının haklarını gasp
etmeye ve haksız kazanç elde ederek zulmetmeye sevk etmektedir.

Öte yandan küresel ekonomik krizin, İkinci Dünya Savaşından dört
kat daha fazla ekonomik, bireysel, ailevi ve toplumsal bir yıkım getirmesinin en
önemli sebeplerinden birisi olan faize dayalı bankacılık ve finans sektöründe de
bu felsefi temeller görülecektir. Bankacılık sistemini benimseyen bütün
ülkelerde de aynı felsefi temellerin işlediği inkâr edilmeyecek bir gerçektir.
Bankacılık ve finans sektörünün çarkını döndüren faiz, Nursi’nin ifadesiyle,
insanlığın sosyal hayatını sarsmakta, emeği sermaye ile çarpıştırıp, fukurayı
zenginle çatışmaya sevk etmektedir. Bediüzzaman faizin tembelliğe sevk ettiğini,
insanın çalışma aşk ve şevkini söndürdüğünü, teşebbüs ruhunu öldürdüğünü dile
getirir. Ona göre faizle çalışan bankaların faydaları, insanlığın en fena, en
kötü kısmı olan zalimlere, sefihleredir. Zalim kavramı haksız kazancı, sefih
kavramı da, paranın sefahette israf edilmesini ifade etmektedir. Bediüzzaman’ın
faizin sosyal hayatı sarsacak bir özelliğe sahip olduğunu söylemesi de günümüz
küresel krizinin temelini anlamada yardımcı olacak bir ifadedir. Çünkü faiz
sistemleri, dünyanın her yerinde kredi verdikleri şahıs ve kurumlardan
alacaklarını belirli bir zamanda tahsil edemediklerinde, haciz yoluna gitmekte,
bu da sosyal hayatı, aile hayatını, bireysel hayatı sarsacak sonuçlar ortaya
çıkarmaktadır. Ayrıca, Said Nursi faize dayalı sistemlerin İslam dünyasına
mutlak zarar olduğu tespitini de yapmaktadır. Gerçekten de bütün dünyada olduğu
gibi, halkı Müslüman ülkelerde de faiz sisteminin suiistimallere en açık
kurumlar olduğu görülmektedir. Ülkelerin milyarlarca dolarlık milli servetinin
faize dayalı kurumlar vasıtasıyla buharlaştırıldığı herkes tarafından
bilinmektedir. Bediüzzaman, faiz sistemindeki suiistimallere de dikkat çekerken,
günümüzdeki küresel ekonomik krizlere de işaret etmektedir. Ona göre,
suiistimaller o dereceye vardı ki, bir sermaye sahibi, kendi yerinde oturup
bankalar vasıtasıyla bir günde milyon kazandığı halde; biçare işçi, sabahtan
akşama kadar yer altında madenlerde çalışıp, ölmeyecek kadar on kuruşluk bir
ücret kazanıyor. Ona göre bu hal, müthiş bir kin oluşmasına sebep oldu.
Bolşeviklik ve Sosyalizmin neşv ü neması, bundan kaynaklanmıştır.

Bediüzzaman’a göre faiz kurumları “sen çalış, ben yiyeyim”
prensibiyle çalıştığından, halkı kine, hasede, çatışmaya sevk etmiş, insanlığın
rahatını birkaç asırdır ortadan kaldırmıştır. Çünkü faiz, zenginler ile fakirler
arasındaki dengeyi zenginler lehinde, yoksullar aleyhinde bozmaktadır. Aynı
zamanda bütün ihtilallerin, fesatların madeni, rezillik ve kötülüklerin kaynağı
olan iki cümleden birisi emeğin sömürüldüğünü ifade eden bu anlayıştır. Bu
küresel krizin en büyük sebebinin faizle çalışan bankalar ve finans sektörleri
olduğu nazara alınacak olursa, belirli bir grubunun daha çok para kazanma
hırsının yine insanların rahatını ortadan kaldırdığını söyleyebiliriz.

Said Nursi, bu ifadeleriyle kapitalist sistemi temelden
eleştiriye tabi tutmaktadır. Bununla Birlikte, Bediüzzaman’a göre, insanlığın
zenginleri ile fakirleri arasındaki dengenin bozulmasına, kin ve düşmanlıkların
ortaya çıkmasına sebep olan cümlelerden bir diğeri de, “Ben tok olayım, başkası
açlıktan ölse, bana ne” anlayışıdır. Bu cümle, yoksul, geliri giderini
karşılayamayan insanları ölüme terk eden, onların yaşama haklarına saygı
göstermeyen bir zihniyeti ifade etmektedir. Burada hırs ile mal toplamanın, yani
mal sevgisinin insan sevgisinin önüne geçtiği görülmektedir. Aynı zamanda toplu
yaşamak zorunda olan insanların zaruri olarak muhtaç oldukları “teavün”, yani
yardımlaşma prensibini yok eden bir düşüncenin ürünüdür. Burada dinsiz
felsefenin empoze ettiği “bencilliğin ve ben merkezciliğin” ön plana çıktığı
görülmektedir.

Gerek emeğin sömürülmesine sebep olan, paradan para kazanma
esasına dayanan, zorda kalanlara yardım etmeyi değil, zorda kalanların ellerinde
avuçlarında olanları da haciz yoluyla alarak onlara son silleyi vuran
faizciliğin yaygınlaşması, gerekse de insanın sosyal bir varlık olarak
yaratıldığı gerçeğini bir kenara bırakıp zengin fakir arasındaki gelir
dağılımında var olan dengesizliği daha da derinleştiren yardımlaşmanın ortadan
kalkması, yüzde doksanı iman, ibadet ve ahlaktan oluşan dinde meydana gelen
zafiyetten kaynaklanmaktadır. Bir başka ifadeyle, iman, ibadet, ahlak gibi
hususlarda denge, orta yol, istikamet anlamında iktisadın insanın bireysel ve
toplumsal hayatından çıkmasından kaynaklanmaktadır. Üretim ve tüketimdeki
aşırılık, dengesizlik de dinin insanda meydana getireceği otokontrolün
olmamasından beslenmektedir. Bu yüzden küresel krizin en önemli sebeplerinden
birisinin de, Bediüzzaman’ın, adalet ve istikamet olarak isimlendirdiği bu orta
yoldan sapma olduğu söylenebilir. Çünkü kendisinde yaratılan kuvvelere, fıtraten
bir sınır koyulmadığından, dinen de bir sınır koyulmadığı takdirde insan, her
türlü zulüm ve haksızlığı çekinmeden işleyebilecek bir duruma gelir. Kur’an
böyle insanları nitelendirirken, “zalum” ifadesini kullanmaktadır. Gazap kuvvesi
İslam dini tarafından sınırlandırılmayan bir insan, maddi manevi hiçbir
otoriteden korkmaz, herkesi titretir. Akıl kuvvesi, sınırlandırılmadığı takdirde
başkalarını aldatmaktan çekinmeyen, hakkı batıl, batılı hak gösteren aldatıcı
zekalar ortaya çıkar. Yine şehvet kuvvesine bir sınır konulmadığı takdirde,
namuslar payimal edilir. Bütün bunlar, dini zaafın hüküm ferma olduğu
toplumlarda ve fertlerde tezahürleri görünen hususlardır. Krizin ortaya çıktığı,
etkilediği ülkelere baktığımızda, doğru inançtan ve ona bağlı ahlaktan
yoksunluğa dayanan, istikamet, yani orta yol, denge veya başka bir ifadeyle
iktisat ahlakının ortadan kalkmış olduğu görülür. Bu istikamet ahlakının
olmayışı, şükürsüzlük, kanaatsizlik, tevekkülsüzlük gibi insanı mutsuz eden
hususların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Aynı zaman bu istikamet ahlakının
olmayışı, insanları başka insanlara ve kendisine fayda değil, zarar veren bir
konuma getirmektedir.

2. Küresel Krize Risale-i Nur’un İslam’ın Işığında Sunduğu
Çözüm Yolları

Öncelikle, Batı medeniyetinin temellerini oluşturan dinsiz
felsefenin prensipleri yerine; hakkı, Allah rızasını, yardımlaşmayı, nefsin
arzularının tecavüzlerine set çekmeyi amaç edinen Kur’an’ın prensiplerinin
toplumlarda yerleştirilmesi gerekmektedir. Said Nursi bu gibi Kur’ani
prensiplerin, insanlar arasındaki birlik ve beraberliğe, dayanışmaya,
yardımlaşmaya, kardeşlik ve sevgiye, sonuçta iki dünya mutluluğunu elde etmeye
yol açacağını dile getirir. Buna, “insanların en hayırlısı insanlara faydalı
olandır” prensibini de ilave etmek gerektirir. Görüldüğü gibi Kur’an’ın ortaya
koyduğu bu prensipler, çatışmayı, tecavüzü, kamplaşmayı, düşmanlığı, kini değil,
birlik ve beraberliği, kardeşliği, yardımlaşmayı netice verecek ilkelerdir. Bu
ilkeleri prensip edinen kişiler, üretirken ihtiyaca göre üretmeyi, tüketirken de
ihtiyaca göre tüketmeyi amaç edinir. Daha çok para kazanma hırsına sahip olmaz.
Aynı zamanda israfın haram olduğunu bilir, israf ekonomisine göre hareket etmez.
Kendisini ve insanları üretim ve tüketime göre değerlendirme yanlışlığından
kurtulur. Böyle bir insan, alacağı bulunan kimselere bir sille vurmak yerine,
yardım elini uzatır. Zekâtını borcunu ödeyemeyen insanlara verir. Allah için din
kardeşine borç verir. Bunun kendisine sevap kazandıran bir ibadet olduğu
bilinciyle hareket eder. Said Nursi, kapitalist sistemin faiz yoluyla insanları
mutsuz hale getirdiği gerçeğinden hareket ederek, sadece Müslümanların değil,
insanlığın da krizlerden kurtulması için faizin yasaklanmasını önerir. “Sen
çalış, ben yiyeyim” şeklindeki özetlediği banka sisteminin ve “Ben tok olsam,
başkası açlıktan ölse bana ne” cümlesinin sebep olduğu ihtilal, anarşi ve
karışıklıkları önlemenin yolunun, faizi yasaklamak ve zekâtı vaz’ etmek olduğunu
ifade eder. Bunun insanlık için de zaruri olduğunu dile getirirken, “Beşer salah
isterse, hayatını severse, zekâtı vaz’ etmeli, ribayı kaldırmalı” der.
İnsanlığın bu iki prensibi dinlememesi yüzünden İkinci Dünya Savaşıyla beşerin
sille yediğini hatırlatan Bediüzzaman, “Daha müthişini yemeden bu emri
dinlemeli” ikazında bulunur.

Bediüzzaman’ın buradaki “beşer” vurgusu, faizin global ölçekte
meydana getirdiği ve getireceği tahriplere dikkat çekmektedir. Bediüzzaman
medeniyetin, bütün hayır kuruluşlarıyla, zorba sistemleriyle, bütün ahlaki
eğitim veren müesseseleriyle, Kur’an’ın bu iki meselesine karşı muaraza edemeyip
mağlup olduğunu ifade etmektedir. Bu son küresel kriz bu mağlubiyetin en son ve
korkutucu örneğini oluşturmaktadır. Said Nursi’nin eserlerinde, faiz ve zekâtın
sağladığı yardımlaşmanın olmaması, “iki müthiş maraz-ı içtimai”dir, yani iki
önemli sosyal yaradır. O bu yaranın sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın
yarası olduğunu dile getirirken, bunun faizin yasaklanması ve zekatın bir
“düstur-u umumi” haline getirilmesiyle tedavi edileceğini ifa eder ve “umum
nev-i beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün, belki devam-ı hayat-ı
insaniye için en mühim bir direk zekattır” der. Said Nursi, dünya çapında olan
sosyal hastalığa, İslam’ın ışığında global bir çözüm önerisi sunmaktadır. Zekât
yardımlaşmayı sembolize eder. Müslüman toplumlarda farz bir vecibe olarak,
Müslüman olmayan toplumlarda yardımlaşmanın ideal bir formu olarak zekâtın
uygulanması, toplumda çatışma potansiyeli oluşturan kesimlerin birbirlerine
karşı olan sevgi ve saygı göstermelerine yol açar. Diğer taraftan faiz de
Müslüman topluluklarda dini bir yasak olarak toplum hayatından çıkarıldığı,
Müslüman olmayan toplumlarda da sömürüyü engelleyecek ideal bir prensip olarak
uygulandığı zaman zenginler ile fakirler, sermaye sahipleri ile çalışanlar
arasındaki uçurum gittikçe azalacaktır. Nitekim küresel krize karşı Hıristiyan
dünyanın da İslam’daki faizsiz sisteme benzer bir sistem kurulmasını istemesi,
Bediüzzaan’ın bu tespitlerinin ne kadar yerinde olduğunun en güçlü
delillerindendir.

Müslüman ülkelerde ekonomik krizleri önleyecek hususların en
başında, insanların dindeki zafiyetlerinin giderilmesi gelmektedir. Bu da,
kuvvetli bir iman, ona bağlı ibadet ve ahlak ile mümkündür. İnsanın inanca
bağlı, ibadet ve ahlak sayesinde elde edeceği istikamet, orta yol, denge,
fıtraten sınır konulmamış kuvvelerini sınırlandırmayı, ifrat ve tefrit gibi
aşırı uçlardan uzaklaşmayı doğurur. Said Nursi’nin, insanın gazap kuvvesini
şecaat, akıl kuvvesini hikmet, şehvet kuvvesini iffet gibi dengelerde tutmasının
istikamet ahlakını oluşturacağını söylemesi anlamlıdır. Bununla, insan zulümden,
haksızlıktan, başkalarını aldatmaktan, kendi menfaati için başkalarına zarar
vermekten kurtulur. Ekonomik krizi önlemenin yolu, inanç, ibadet ve ahlaktaki
krizi önlemekten geçer. Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara inanan bir
insanın, kendisini dengeli anlamında “iktisatlı” yapmaması mümkün değildir.
İnanca dayalı istikamet ahlakı, şükür, kanaat, tevekkül gibi nimetlere karşı
hürmeti ifade eden güzel ahlak prensiplerinin de yerleşmesinde motive edici bir
rol oynar. Böylece insan, bir taraftan İslam’ın çalışmaya verdiği önemi öğrenip
çalışır, elde ettiğine kanaat eder. Aç gözlülüğün insanı felakete götüren
negatif bir durum olduğunu bilir, ondan uzaklaşır.

Kısaca ifade etmek gerekirse, modern dünyanın en büyük sorunu
dünyevileşmedir. Krizin asıl sebebi, dünyayı ahirete tercih etmekte
düğümlenmektedir. Çözüm de, iman alt yapısını sağlamlaştırarak, Kur’an’a ve
sünnete dayalı evrensel ahlaki değerleri yeniden ihya etmek, güven ve sorumluluk
bilincinin geliştirilmesiyle mümkündür. İnanç alt yapısı sağlam olan bir insan,
tıpkı Bediüzzaman’ın yaptığı gibi, iktisat ve kanaatle yaşamasını bilir,
başkalarının dilenciliğinden kurtulur. Böyle bir insan zengin olduğu zaman da,
dengeli, orta yolu benimseyen bir kimse olur, israf etmez. Fakirleri,
yoksulları, borçluları görür gözetir. Buradan hareketle tahkiki bir imanın, her
türlü krizi çözecek bir manevi kuvvete sahip olduğu söylenebilir.