The Biggest Economic Calamity Caused by Technology in the Global World: Unemployment

A. Problem

1. İşsizlik, fakirliğin kaynağıdır.

İktisadî anlamda fakirlik, insanların zorunlu ihtiyaçlarını
karşılayacak imkânlardan yoksun olması halidir. Fakirliğin en önemli sebebi ise
işsizliktir. Uzun süreli çalışma imkânı bulamayan insanlar başkasına muhtaç
olacak derecede yoksullaşırlar.

Fakirlik her türlü maddi ve manevi sıkıntının sebebidir.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle “En bedbaht, en muzdarip, en sıkıntılı işsiz adamdır.”1

 

2. Günümüz medeniyeti, insanlığın ihtiyaçlarını arttırmak
suretiyle onu daha muhtaç hale getirmiştir.

Bediüzzaman’a göre bedevilik döneminde insanlık normal yaşamını
sürdürebilmek için gıda, giyim, barınak (çadır/ev) ve binek (deve-at) gibi
üç-dört şeye muhtaçtı. Bu tür ihtiyaçlarını karşılayamayanların oranı ise ancak
% 20 civarındaydı. Fakat günümüz medeniyeti, insanların suistimallerine açık
olması, onları israfa teşvik etmesi, şehevî ve nefsî arzuları tatmin etme
konusunda onları heyecanlandırması ve harekete geçirmesi, modayı takip,
sosyeteyi ve lüks hayatı özendirme, kötü alışkanlıklar gibi yollarla zarurî
olmayan ihtiyaçları zarurî ihtiyaçlar hükmüne getirmesi sebebiyle eskiden dört
şeye muhtaç olan insanı şimdilerde yirmi şeye muhtaç hale getirmek suretiyle
onun ihtiyaçlarını arttırmıştır. Bu ihtiyaçların tamamını helal yollardan temin
edebilecek insanların oranı ise ancak yüzde on civarındadır.

İnsanların büyük çoğunluğunu muhtaç ve fakir hale getirmiş olan
günümüz medeniyeti, ihtiyaçlarını helâl ve meşrû yollarla karşılayamayan
insanları, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için gayr-i meşrû yollara sevketmiş ve
çaresiz kalan avam tabakası ile havas tabakası arasında daimî olarak sürecek
olan bir sınıf çatışmasına teşvik etmiştir. Âdetâ günümüz medeniyeti, İslam’da
zekâtın farz ve faizin haram kılınması vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini
ve havassın avama karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunları terkedip burjuva
sınıfını zulme, fakirleri ise isyana sevketmeye mecbur bırakmış; böylece
insanlığın huzur ve saadetini yerle bir etmiştir.

Esasen günümüz medeniyetinin getirdiği harikalar, insanlık için
birer Rabbânî nimet olduğundan beşer için önemli faydalar sağlamış olup hakikî
bir şükrü gerektirmektedir. Ancak bu tür harikaların önemli bir kısmı, insanları
tembelliğe ve sefahate sevk eder, rahat yaşama ve hayattan zevk alma meylini
arttırarak çalışma azmini kırar. Neticede insanlar ellerindekilere kanaat
etmeyip, iktisatsızlık yolunu tercih ederler. Kanaatsizlik ve iktisatsızlık da
insanları sefahete, israfa, zulme ve harama sevk eder. Mesela radyo büyük bir
nimet olup insanların maslahatına olan işlerde kullanılmak suretiyle bir nevi
manevi bir şükrü gerektirdiği halde, insanların beşte dördü radyoyu heveslerini
ve lüzumsuz meraklarını tatmin için dinlediklerinden bir nevi
tembelleşmişlerdir. Bunu bazı heveslerini tatmin etme yolunda kullanmışlardır.
Bu da onların çalışma şevklerini kırmakta ve hakiki vazifelerini terk etmeye
sebep olmaktadır.

Netice itibariyle günümüz medeniyeti, semâvî dinleri tam olarak
dinlemediği için, beşeri fakirleştirip ihtiyaçlarını gittikçe fazlalaştırmıştır.
Böylece iktisat ve kanaat esaslarını bozup insanlığın hırs, israf ve tama
hislerini arttırarak onları zulüm ve haram yoluna sevketmiştir. 2

3. Teknolojik gelişmeler yeni işsizler üretiyor.

Sanâyi devriminden önce bütün ülkeler birer tarım toplumuydu.
Sanayileşemeyen ülkeler hâlâ tarım toplumu olma özelliklerini devam
ettirmektedirler.

Tarım toplumlarında insanların % 80’i, 90’ı ziraat, hayvancılık
ve balıkçılık gibi insanların en temel ihtiyacı olan gıda maddeleri üretiminde
çalışır, % 10’u, 20’si ise san’at, ticaret, memuriyet ve askerlik gibi işleri
yapardı. Tarım toplumlarında kasaba ve şehirlerde yaşayan insanların dahi büyük
çoğunluğu tarım ve hayvancılıkla uğraşırdı. Gıda sektöründe 80 kişinin
çalışmasıyla 100 kişinin ihtiyacı karşılanırdı. Kıt kanaat geçinseler de
herkesin bir işi ve aşı vardı. Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi “eskiden ekser
İslâm aç değildi”.3 Kıtlık ve savaş gibi âfetler olmadığı müddetçe
insanlar kendilerini mutlu addederlerdi.

Teknolojinin gelişmesiyle birlikte insanlar yeni iş sahaları
bulmaya ve refah düzeyleri artmaya başladı. Teknoloji, ilerleme ve refah
demekti. Önceleri teknoloji hem insanların işlerini kolaylaştırıyor, hem yeni iş
sahaları açıyordu. Günümüze doğru geldikçe teknolojinin birinci özelliği devam
etmekle birlikte, ikinci özelliği büyük ölçüde tersine dönmüş gibi görünüyor.
Özellikle eski iş alanlarında yeni teknolojilerin geliştirilmesi, birçok işçinin
işinden olması anlamına geliyor. Yeni alanlardaki teknolojiler belki “yeni iş
alanları” doğurabilir. Ancak eski iş alanlarında yeni teknolojilerin
kullanılması işsizler ordusuna yeni işsizlerin katılması anlamına geliyor. Her
yeni makine, birkaç kişiyi işinden etmeye kafi geliyor.

Teknolojinin gelişmesi, büyük işlerin birkaç kişiyle
yapılabilmesi imkanını doğuruyor. ABD ölçeğinde söyleyecek olursak, artık 3 kişi
çalışıyor, 100 kişinin gıda ihtiyacını karşılıyor. Türkiye ölçeğinde de 20-30
kişi tarım sektöründe çalışıyor, 100 kişiyi doyuruyor. Ve her gün tarım
sektöründen sanayi ve bilişim sektörüne yeni adaylar geliyor. Bir taraftan da bu
sektörlerde kullanılan yeni teknolojiler sebebiyle bazı çalışanlara yol verilip
işsizler ordusuna yeni elemanlar katılıyor. Teknoloji bir taraftan yeni iş
alanları üretme işlevini sürdürürken, diğer taraftan “yeni işsizler” üretmeye de
devam ediyor. Çalışırken işsiz kalanlara ve tarımdan transfer edilen yeni
işsizlere yeni iş nasıl bulunacak? Teknolojiye düşmanlık yapmak elbette mümkün
değil. Teknoloji elbette gelişmeye devam edecek.

Hiç şüphesiz teknolojinin yan tesiri olan işsizlik sorunu, yeni
iş alanları üretmekle çözülebilir. Herkesin bu konuda bir şeyler yapması
gerekir.

4. Küresel krizin ana sebebi bazı iş kollarında doyuma
ulaşılmış olmasıdır.

Bu kriz ABD’de neden çıktı? Eğer bu sorunun cevabı doğru olarak
verilebilirse, krizin aşılması konusunda da doğru cevaplar bulunabilir.

Öncelikle bu krizin bir finansal kriz olduğu, malî kriz olmadığı
ve reel sektörü çok etkilemediği söylendi. Krizi iflaslarla açıklamaya kalkarsak
2008 dünya krizinin bir finansal kriz olduğunu söylemek mümkündür. Fakat finans
kurumları neden krize girdi? Bunun en önemli sebebinin mortgate kredileri olduğu
söylendi. Evet, krizin kökeninde mortgate kredilerinin olduğu doğrudur. Bu şöyle
oldu. ABD’de inşaat sektöründe büyük bir talep vardı. Bu işte büyük kâr olduğunu
gören müteahhitler bankalara koşup ev yapmak üzere kredi aldılar. Önceleri işler
iyi gidiyordu. Birkaç sene içinde aynı özelliklere sahip evlerin fiyatı % 50’den
fazla artmıştı. Orta gelirli bir ABD vatandaşı söz gelimi peşin fiyatı 100 bin
dolar olan bir evin mortgate kredilerini ödeyebiliyordu. Fakat aynı evin peşin
bedeli 150 bine ulaşınca vatandaşlar kredi kullanmamaya başladılar. Böylece
müteahhitler tarafından kredilerle yapılan evler satılmaz oldu. Evler
satılmayınca da bankalar sıkıntıya girdi.

Ev alanlar da bu evleri kredi ile almışlardı. Hatta birçokları
bu evleri oturmak üzere değil, daha yüksek fiyata satmak üzere almışlardı.
Bunlar ev dışındaki bazı giderlerini de evin satışına başlamışlardı. Evler
satılmayınca bu kişiler gerek ev için gerekse diğer mal ve hizmet alımları için
aldıkları kredileri ödeyemez oldular.

Öte yandan krize giren sektör sadece inşaat sektörü olmadı. Evin
fiyatlarının yükseldiğini gören tüketiciler sadece ev almakla kalmayıp evlerine
güvenerek araba ve mobilya da aldılar. Zorlandıkları zaman evlerini satmayı
düşünüyorlardı. Fakat ev fiyatları aşağı inmeye başlayınca sahip oldukları
mallar borçlarını ödemeye kafi gelmemeye başladı.

Evi, arabayı, mobilyayı satamayan işverenler işçi çıkarmak
suretiyle en azından giderlerini kısmaya çalıştılar. Bu da başka bir felakete
sebebiyet verdi. Çünkü işten çıkarılan işçiler aldıkları ev, araba ve mobilya
taksitlerini ödeyemedikleri gibi geçimleri için gerekli olan asgari parayı dahi
bulmakta zorlandılar. Netice itibariyle bankalar hem üreticilerden hem
tüketicilerden verdiği krediyi alamamaya başladı ve finansal kriz ortaya çıktı.
Ama bu kriz sadece paranın kötü yönetiminden kaynaklanmıyordu. Bunun asıl sebebi
reel sektördü.

Kriz sesini duyan herkes irkildi ve parası olanlar bile artık
paralarını yastık altına atmışlardı. Reel sektör bankaya olan borcunu ödemek bir
yana, ürettiğini de satamaz olmuştu. Bunu işten çıkarmalar ve iflaslar takib
etmeye başladı.

İnşaat sektörü yüze yakın sektörü besleyen büyük bir sektördür.
Ayrıca bu sektör bütün alanları etkileyici bir özelliğe sahiptir. Bu sektörde
kriz olduğu zaman bu krizin yaygınlaşması kesindir. Her ne kadar bu alandaki
krizin sebebi fiyatların aşırı yükselmesi gibi görülüyorsa da, krizin asıl
nedeni insanların konut ihtiyaçlarının doyum noktasına gelmiş olmasıdır.
Mortgate kredisi gibi yollarla insanların kazanmadığı ve ömrünün sona kadar da
ancak kazanabileceği paralarla konut ihtiyacı karşılanırsa bu ihtiyaç kısa
zamanda tüketilir ve bu sektörde çalışan insanlar da sokağa atılır. İşte asıl
kriz bundan sonra başlar.

ABD ve Avrupa’nın büyük devletleri kendi halklarının ev, araba,
mobilya gibi ihtiyaçlarını büyük ölçüde karşılamış bulunmaktadırlar. Artık onlar
ancak ürettikleri malları dışarı satmak suretiyle kendi ülkelerinde bazı
insanlara iş bulabilmektedirler. Başka ülkeler alımı durdurduğu zaman bunların
da işleri duracaktır. Başka ülkeler de yavaş yavaş sanayileşmekte ve kendi
ihtiyaçlarını kendileri üretir hale gelmeye başlamaktadırlar. Hatta Türkiye gibi
ülkelerin dahi ekonomik dengesi dışarıya sattıkları mallara bağlıdır.

İnsanların gıda ihtiyacını çok az bir oran karşıladığı gibi ev,
otomobil ve beyaz eşya gibi ihtiyaçlarını da yine teknolojinin gelişmesi
sayesinde daha az oranda insan karşılayabilir hale gelmiştir. Ayrıca gıda
ihtiyacı her gün yenilenirken, araba-ev ihtiyacı 10-40 sene gibi uzun yıllar
sonra yenilenmektedir. Artık bu sektörler de gıdadan artan insanların çalışması
için kafi gelmemektedir. Bu sektörlerde doyuma ulaşılması, durumu iyice içinden
çıkılmaz hale getirmektedir.

B. Çare

1. Fakirliğe karşı en önemli çare san’attır.

Bediüzzaman toplumsal sorunlarımızın sebep ve çarelerini en
güzel bir şekilde şu veciz ifadesiyle ortaya koyuyor: “Bizim düşmanımız cehalet,
zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı, san’at, marifet, ittifak silâhıyla
cihad edeceğiz.”4 Bediüzzaman burada zaruret kavramıyla fakirliği
kastediyor ve fakirliği önlemenin çaresi olarak da san’ata, daha geniş anlamda
sanâyiye önem verilmesi gerektiğini vurguluyor.

Bediüzzaman maddî terakkiyi sadece fakirlikten kurtulmak ve
belli bir refah düzeyine ulaşmak için istemiyor, fen bilimlerinde ve sanayide
ilerlemeyi aynı zamanda i’lâ-yı kelimetullahın en büyük vesilesi olarak görüyor:
“Ecnebiler fünûn ve sanâyi silahı ile bizi istibdâd-ı manevîleri altında
eziyorlar. Biz de fen ve san’at silahıyla i’lâ-yı kelimetullahın en müdhiş
düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilaf-ı efkâra cihad edeceğiz.”5

Başka bir yerde Bediüzzaman bu hususu şöyle dile getiriyor:

“Binaenaleyh, her bir mü’min i’lâ-i kelimetullaha mükelleftir.
Ve bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakkî etmektir. Ve a’dâ-i terakkiye
(ilerlemenin düşmanlarına) karşı herkes cihada mükelleftir. Ve en büyük düşman,
gayr-i mahsus ve dâhilî düşmandır. O da üç büyük müthiş düşmandır: Birincisi
fakr, ikincisi cehil, üçüncüsü ihtilâftır. Bu üç düşmana cihad etmeye dinen
mükellefiz.”

“Üç elmas kılıcı elde etmek lâzımdır. Birincisi muhabbet-i
millî, ikincisi ittihat, üçüncüsü maariftir. Cihad-ı hariciyeyi İslâmiyetin
hakaik-ı ulviyesinin (yüksek hakikatlerinin) berahin-i kâtıasının (keskin
delillerinin) elmas kılıçlarına havale edeceğiz. Bu zamanın cihadı, muhabbet ve
tahabbüpledir, tahvif (korkutma) ile değildir.”6

2. İdarecilik ve memurluk ilerlemenin yollarından sayılmaz.

Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren idarecilik ve memurluk
önemli bir iş kolu gibi algılanmış, hatta ilerlemenin önemli bir sebebi gibi
gösterilmiştir. Son dönemlerde de ne zaman bir ekonomik sıkıntı olsa, çokları
devletin memur alması gereğinden söz ederler. Bediüzzaman’a göre idarecilik ve
memurluk ilerlemenin önemli bir unsuru olmak bir yana, tabiî geçim yollarından
biri dahi değildir. O’na göre toplumun karşı karşıya olduğu belâların önemli bir
kısmı, doğal olmayan, tembelliğe müsait ve gururu okşayan idarecilik mesleğinin
bir maîşet yolu olarak görülmesinden kaynaklanmıştır. Halbuki memurluk ve her
çeşidiyle idarecilik doğal olmayan geçim yollarındandır. Tabiî, meşrû ve canlı
olan maişet yolları ise san’at, ziraat ve ticarettir. Hangi isim altında olursa
olsun idarecilikle geçimini temin etmek isteyenler, bir nevi cerci, âciz ve
dilenci kişiler sayılırlar. Memurluk ve idarecilik yapan insanlar sadece hamiyet
ve hizmet için bu meslekleri seçmelidirler. Bu mesleklere sadece maişet ve
menfaat temini için girenler, bir nevi çingenelik etmiş olurlar.7
“Memuriyet ve emirlik, reislik değil, millete hizmetkârlıktır.”8
Bediüzzaman idareciler ve memurlarla ilgili bu görüşünü, “İnsanların hayırlısı
insanlara faydalı olanıdır”9 hadisine dayandırmaktadır.10

İşsizliği önlemenin birinci yolu sanâyi, ziraat ve ticaret
sektörlerini olabildiğince canlı tutmak ve mümkün olduğu kadar geliştirmektir.
Bir ülkede üretim seviyesi ne kadar yüksek ve ticari hayat ne kadar canlıysa, o
ülkede işsizlik o derece azalmış demektir.

3. Helal dairede lezzet takib edilebilir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Eskiden ekser İslâm aç değildi.
Tereffühe (refah içinde yaşamaya) bir derece ihtiyar (seçme hakkı) vardı. Şimdi
açtır, telezzüze (lezzet peşinde koşmaya) ihtiyar yoktur.”11

Tarım toplumlarında insanlar ziraatın yapılabileceği bölgelerde
otururlar ve bu dönemlerde temel ihtiyaçlar gıda, giyim, ev ve binek gibi
ihtiyaçlar olduğu, genellikle herkesin bu ihtiyaçları karşılanabildiği için
bazıları için görkemli evler yapmak, pahalı elbiseler giymek, güçlü atlar
yetiştirmek normal karşılanabilirdi. Nitekim Osmanlı Devleti ekonomik açıdan dar
bölge siyaseti takib ediyordu. Önce her bölgenin kendi imkanlarıyla temel
ihtiyaçlarını karşılaması öngörülmüştü. Ancak artan mallar ticaret yoluyla
İstanbul gibi büyük şehirlere gönderilirdi. Hiçbir zaman merkezden bize ne
yardım gelecek şeklinde bir beklentileri yoktu. Eğer bir yerdeki üretim oradaki
halka yetmezse, onlar başka bölgelere yerleştirilirdi.

Bediüzzaman Osmanlı’nın çöküşüyle birlikte Müslümanların aşırı
bir şekilde zayıfladıklarını görüyor ve kalkınabilmek için azâmî iktisat yolunun
tercih edilmesini gereğine inanıyordu. Bu yüzden büyük sıkıntılar içerisinde
iken bazılarının lüks bir yaşam sürdürmeleri asla doğru olamazdı. Hatta o,
normal ihtiyaçlar karşılarken dahi pahalı olan değil, ucuz olan tüketim
maddelerinin tercih edilmesi gerektiğini söylüyordu:

“Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray sûretinde ve
muntazam bir şehir misâlinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı (tat alma
duyusu) bir kapıcı, âsâb ve damarları telefon ve telgraf telleri gibi, kuvve-i
zâika ile merkez-i vücuttaki mide ile bir medâr-ı muhâbereleridir ki, ağıza
gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu yoksa ‘Yasaktır’
der, dışarı atar. Bâzan da, bedene menfaati olmamakla beraber, zararlı ve acı
ise, hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.

İşte, madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin
idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve
sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş
nevinden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı
gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri
saray dahiline sokmasın.

İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma,
peynir ve yumurta gibi mugaddî maddeden kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan
on kuruş olsa; bu iki lokma, ağıza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur,
müsâvidirler. Boğazdan geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsâvidirler.
Belki, bâzen kırk paralık peynir daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i
zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark var. Yarım dakika hatırı için
kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadar mânâsız ve zararlı bir israf olduğu kıyas
edilsin…

Evet, ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde
ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için
isrâfâta ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.

Fakat hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin
kuvve-i zâikası, rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş
hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i
İlâhiyenin envâını tartmak ve tanımak, bir şükr-ü mânevî suretinde cesede,
mideye haber vermektir. İşte, bu surette kuvve-i zâika yalnız maddî cesede
bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde hükmü
var, makamı var. İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine
getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydıyla ve meşrû olmak ve
zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o
kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih
edebilir…”12

XIX. yüzyılın son çeyreği ve XX. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı
Devleti’nin yıkılışına ve iki dünya savaşına şahid olan halk büyük sefalet
içerisindeydi. Elbette böyle bir durumda hiç kimsenin zevk ve lezzet peşinde
koşmak gibi bir hakkı olamazdı. İnsanların açlıktan ve yokluktan kıvrandığı bu
dönemlerde olsa olsa ara-sıra, o da aşırı gitmemek şartıyla Cenab-ı Allah’ın
verdiği nimetleri hakka’l-yakîn derecesinde hissetmek ve O’na karşı şükür
vazifesini yerine getirmek için bazen lezzetli şeylerin yenmesi tercih
edilebilirdi. Ancak böyle bir dönemde sırf lezzet peşinde koşmanın insanî
değerlerden uzaklaşma, dünyevîleşmenin de ötesinde bir sefâhet anlamına geleceği
gözden uzak tutulmamalıdır.

Günümüzde şartlar çok değişmiş, işsizlik sorununun çözümü için
insanlar olabildiğince tüketime yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Gerçekten de
insanlara iş sahalarının açılması için üretilen malların alınması ve tüketilmesi
gerekmektedir. Hükümetlerin krizden çıkmak için gerçekleştirmek istedikleri tek
şey, tüketim talebini canlandırmaktır. Tüketim olmayan bir üretim, önce
depoların dolmasına ve sermayenin tüketilmesine, sonrada işten çıkarmalara
sebebiyet vermektedir. Şu anda yaşanan durum da budur. Böyle bir durumda
insanları telezzüzden vazgeçirmeye çalışmanın ne anlamı olabilir? Hiç şüphesiz
böylesi durumlarda insanları helal dairenin genişliği içinde serbest bırakmak
lazımdır. “Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum
yoktur…”13

Burada israf kavramına bir açıklık getirmek durumundayız.

Lügat anlamı itibariyle israf, “bir şeyde aşırılığa gitmek ve
haddi aşmak” anlamına gelir. Geleneksel olarak israf “helal olan şeylerde
normalin üzerinde aşırılığa gitmek, tüketimde lükse kaçmak” anlamına gelmekle
birlikte, Kur’an’da “isrâf” mastarı ve müştakları “Allah’ın koyduğu sınırı (had)
aşmak” anlamına gelmektedir.

Kur’an’da “İsrâf” kökünden gelen fiil ve isimler 23 defa geçer.14
22 yerde israf kavramı küfür, zulüm, günah işlemek, Allah’ın helal saydığı şeyi
haram saymak, Allah’ın peygamberlerine inanmamak, Allah’ın emrine uymamak ve
yasakladığı işleri yapmak anlamlarından birini taşımakta olup sadece bir tanesi15
helal olan yiyecekler üzerinde normalin üstünde tasarrufta bulunmak anlamına
gelmemektedir. İsraf konusunda sıkça kullanılan “ Yiyiniz, içiniz, fakat israf
etmeyiniz; Allah israf edenleri sevmez”16 meâlindeki âyette dahi
“israf etmeyiniz” sözü bağlamı çerçevesinde değerlendirildiği zaman “Allah’ın
helal saydığı yiyecekleri haram saymayınız” anlamına gelmektedir.

Hadislerde israf kavramı genellikle helal olan şeylerde
aşırılığa gitmek anlamında kullanılmıştır. Hz. Peygamber (sav) bir hadislerinde
şöyle buyurmuşlardır: “Yiyiniz, tasadduk ediniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken
israfa ve tekebbüre kaçmayınız.”17

Kur’an ve Sünnet birlikte değerlendirildiği zaman, israf
kavramının biri kesin, diğeri şartlara göre değişebilen bir sınıra sahip
olduğunu söyleyebiliriz. İsrafın kesin sınırı düşünce bazında Allah’ın helal
saydıklarını haram, haram saydıklarını da helal saymak; pratikte ise Allah’ın
farzlarını terk etmek ve yasaklarını çiğnemektir. İsrafın değişken sınırı ise
helal olan hususlarda normalin üzerinde tasarrufta bulunmak anlamına gelmektedir
ki bu da örfe ve şartlara göre değişmektedir.

Kur’an ve Sünnet’e dayalı bir israf teorisi geliştirilmek
istendiği zaman israf kavramının bu iki anlamı dikkate alınmak zorundadır. Aksi
takdirde Kur’an ve Sünnet’e uygun olmayan bir israf teorisi geliştirilmiş olur.

Şüphesiz kibir ve gösteriş gibi manevî illetlerle mâlul olan
harcamalar israftır. Bunun yanında ekmeği çöpe atmak ve benzeri tasarrufların da
israf olduğunda şüphe yoktur. Bunların dışında farz ve vacipler yerine
getirildikten sonra bir kişinin helal olan şeylerde normalin üstünde gibi
görünen her tasarrufun israf çerçevesinde değerlendirilmemesi gerekir.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İnsanın helal sa’yiyle meşrû dairede gördüğü zevkler,
lezzetler keyfine kâfidir, harama girmeye ihtiyaç bırakmaz.”18 Eğer
israf anlayışında aşırılığa gidilirse bazı üretim yolları kapatılmış ve o
nisbette işsizliğe sebebiyet verilmiş olunur.

Hz. Peygamber (sav), üç şeyi insanın mutluluk sebebi saymıştır:
Sâliha bir kadın, insanı dostlarına götüren binek, odaları çok ve geniş olan ev.
19

4. İnsana hizmet esasına dayalı sektörler canlandırılmalıdır.

Teknolojinin gelişmesi eskiden tarım sektöründe çalışan
insanların % 80’ini işinden ettiği gibi, şimdi de sanayi sektöründe çalışan
insanları işinden ediyor. Teknolojinin gelişmesiyle insanların ev, araba, beyaz
eşya gibi ihtiyaçları artık gelişen teknoloji sayesinde daha az insanın
çalışmasıyla gideriliyor. Artık sanayinin gelişmesi işsizlere yâr olmuyor,
bilakis mevcut işçilerden bazıları da işsizler ordusuna katılıyor.

Eğer tarım, sanâyi ve ticaret sektörleri bütün insanlara iş
bulma imkanını sağlamıyorsa, bu insanlara başka yerlerde iş aramak lazımdır.
Genel anlamda bu sektörün hizmet sektörü olduğunu söyleyebilir.

Bu krizden tam olarak kurtulmak ve sık sık bu tür krizlere maruz
kalmamak arzu ediliyorsa, ekonomik modelin “insana hizmet”i öne çıkaran bir
şekle büründürülmesi gerekir. Bu yeni model hem işsizliği önleyecek, hem de
insanların yaşam kalitesini yükseltecektir. Eğitim, sağlık, güvenlik,
çocukların-yaşlıların ve özürlülerin bakımı, bilim, dini hizmetler “insana
hizmet” çerçevesinde geliştirilmesi gereken önemli sektörlerdir.

5. Doğal ortamı korumaya özen gösterilmelidir.

Tabii varlıkların başında toprak, su ve orman gibi varlıklar
gelmektedir. İnsanlar her gün çoğalmakta, fakat bu varlıklar çoğalmamakta,
bilâkis insanların suistimalleri neticesinde azalmaktadır. Türkiye’de öyle
şehirler vardır ki, onları yüksek olmayan dağlara doğru yönlendirmek mümkündür.
Fakat tarlalarını arsaya çevirip birden zengin olmak isteyen bazı insanlar
şehirleri ovalara doğru çekmekte ve büyük ölçüde bu konuda başarılı da
olmaktadırlar.

İnsanlar çoğalırken onların muhtaç olduğu tabiî varlıkların
azalması bunların daha da pahalanmasına ve bazı insanların bunlara ulaşamamasına
neden olmaktadır. Üretim yapılırken ve ihtiyaçlar giderilirken mümkün olduğu
kadar tabiatın sömürülmemesine ve öldürülmemesine dikkat etmek gerekir. Bugünün
insanlarını düşündüğümüz kadar yarının nesillerini de düşünmemiz bir vazifedir.

Üretim yapılırken “geri dönüşüm” prensibi daima göz önünde
tutulmalıdır. Geri dönüşümü olmayan tabii varlıkların kullanılmasında ve
tüketilmesinde çok çok ölçülü olmak mecburiyetindeyiz.

6. Küreselleşen dünyada büyük sektörlerin belli ellerde
toplanmasına engel olunmalı, sıradan insanların da bu sektörlere ortak
olacakları yollar geliştirilmelidir.

Kur’ân-ı Kerîm’in mal ve sermaye ile ilgili temel esaslarından
birisi “zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaması”dır.20
Bediüzzaman, insanlığın beş devir geçirdiğini, son devir olan mâlikiyet ve
serbestiyet devrinde bu hususun gerçekleştirileceğini ön görmektedir:

a. Vahşet ve bedeviyet devri;
b. Memûkiyet (kölelik) devri;
c. Esirlik devri;
d. Ecîr (ücretlilik) devri;
e. Mâlikiyet ve serbestiyet devri.21

Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Devletler, milletler muharebesi,
tabakât-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira, beşer esîr olmak
istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.”22 Ecîr devri “başlamıştır
geçiyor.”23

“Mâlikiyet ve serbestiyet devri” düşüncesi, iktisadî hayatın
bütün teşebbüs sahalarına her insanın müteşebbis olarak katılmasına imkan veren
yeni bir iktisâdi düzen teklifidir. Bu düzende insanlar özel mülkiyete sahip
oldukları gibi, çalıştıkları iş yerinde de sadece ücretli ve işçi olmayacaklar,
aynı zamanda o iş yerinin sahibi ve maliki konumunda bulunacaklardır. Bu devrin
en önemli göstergeleri özel mülkiyet, ortak mülkiyet (şirketleşme) ve her türlü
hukukî ve siyasî hürriyettir. Böylece insan, iktisâdî hayatı bakımından ferdî
hürriyete sahip olduğu gibi, dinî, felsefî, edebî, siyasî bütün sahalarda da
ferdî hak ve hürriyetlere sahip olacaktır.

Özelikle çalışanların ortak olduğu şirketlerde insanlar işlerine
daha ciddi biçimde sarılacaklar ve yönetimi de ciddî biçimde kontrol
edeceklerdir. Bu tür bir yapılanma aynı zamanda şirketin açık ve şeffaf olmasını
gerektirecektir. Bu da gelmesi muhtemel olan krizlerin daha önce görülmesi ve bu
istikamette tedbir alınması anlamına gelmektedir.

Ayrıca Bediüzzaman, “maişetteki müthiş müsâvatsızlığı”,24
yani gelir dağılımındaki adaletsizliği, Avrupa’dan alınan medeniyetin getirdiği
kötü neticelerinden biri olarak görür. Malikiyet ve serbestiyet devri, gelir
dağılımındaki adaletin öne çıktığı bir dönem olacaktır.

Sonuç

İşsizlik ve yoksulluk küreselleşen dünyanın en büyük problemi
olmaya devam edecektir. Sanayinin gelişmeye başladığı zamanlarda bu sektör büyük
ölçüde işsizlere iş imkanı sağlıyordu. Ancak teknolojinin gelişmesi tarımda
olduğu gibi sanayi mallarının üretiminin de daha az insanla yapılması neticesini
doğurmuştur. Artık sanayi, işsizler için yegane iş ve aş ümidi olmaktan
çıkmıştır. İşsizliği önlemek için doğal çevreyi koruma ve insana hizmet odaklı
yeni iş alanlarının üretilmesi gerekmektedir. Bu da küresel ölçüde yeni bir
ekonomik yapılanmayı gerektirmektedir.

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN EKONOMİ MODELİ

ÜRETİM SOSYAL ve EKONOMİK DENGE TÜKETİM
Unsurları: İlkeleri: İlkeleri:
1.Toprak
2.Sermaye
3.Say-i insanî
4.Teşebbüs/Ticaret
1.Maişette müsavat
(Gelir dağılımı)
2.Maddi terakkiyi temin
3.Muavenet/Teâvün
4.Ortaklık yapılması
1.Allah namına kullanmak
2.Kanaat
3.İktisat
4.Şükür
5.Helal-Haramı bilmek
6.İsraf etmemek
7.Sefahete girmemek
8.Lezzeti takib edebilmek
 
İlkeleri: Vasıtaları:
1.Haram üretmemek
2.Malına ve emeğine sahip çıkmak
3.Çalışmada ciddiyet
1.Zekat/Sadaka
2.Faiz yasağı
3.Karz-ı hasen

 

Öz

Günümüz dünyasının yaşadığı ekonomik problemlerin doğurduğu
işsizlik felaketi, fakirliğin de kaynağı olarak insanlığın maddi-manevi
gelişimini tehdit etmektedir. Bu tehditin temelinde teknolojik gelişmelerin
yattığı da düşünülebilir. Zira teknolojik gelişmeler bir yanda insanlığın
ihtiyaçlarının görülmesini çabuklaştırırken, diğer yanda yeni işsizler
üretmektedir. Problemin diğer bir yönünü ise medeniyet algısı oluşturmaktadır.
Günümüz medeniyeti, insanlığın ihtiyaçlarını arttırmak suretiyle onu daha muhtaç
ve fakir hale getirmiştir. Bu çalışmada, öncelikle küreselleşen dünyamızda
teknolojiyle birlikte gelen en büyük felaketlerden biri olan işsizlik ve onu
doğuran sebepler ele alınmıştır. Sonrasında, Said Nursi’nin bu hususlardaki
görüşlerine de yer verilerek problemin aşılması için çareler önerilmiştir.

Anahtar Kelimeler: İşsizlik, fakirlik, teknoloji, medeniyet,
küresel kriz, helal-haram, israf, memuriyet, insana hizmet

Abstract

The calamity of unemployment caused by economic problems of the
present world is also the source of poverty and a threat for humanity and its
spiritual and material development. Technology can be considered as one of the
main reasons of this threat. Because, while technology helps us to meet our
needs so quickly it is also producing new jobless people. On the other hand,
there is the civilization perception as a problem. Present civilization had
caused the humanity to be more poor and needy by multiplying their needs. In
this article, firstly, we will explain the calamity of unemployment caused by
technology in the global world and its reasons. Later, we will offer some
solutions for this problem in the light of Bediuzzaman’s thoughts.

Keywords: Unemployment, poverty, technology, civilization,
global crisis, halal-haram, dissipation, employment, serving the humanity

Dipnotlar:

1- Bedîüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şâmiye, İstanbul 1960, s.
119.

2- “Bedevîlikte beşer üç-dört şeye muhtaç oluyordu. O
üç-dört hâcâtını tedarik etmeyen, on adette ancak ikisi idi. Şimdiki Garb
medeniyet-i zalime-i hâzırası, suistimalât ve israfat ve hevesatı tehyiç ve
havaic-i gayr-i zaruriyeyi zarurî hâcâtlar hükmüne getirip, görenek ve
tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hacatı
yerine yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı tam helâl bir tarzda
tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir; on sekizi muhtaç hükmünde kalır.

    Demek, bu medeniyet-i hâzıra, insanı çok
fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk
etmiş. Bîçare avam ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş.

    Kur’ân’ın kanun-i esasîsi olan vücub-i
zekât ve hurmet-i riba vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve havassın
avama karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme,
fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zirüzeber
etti.

    Bu medeniyet-i hâzıranın harikaları
beşere birer ni’met-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat beşerde
istimali iktiza ettiği hâlde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı
tembelliğe ve sefahate sevk ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde
hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik
ve iktisatsızlık yolu ile sefahate, israfa, zulme, harama sevk ediyor.

    Meselâ: Risale-i Nur’daki Nur
Anahtarı’nın dediği gibi, radyo büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarf
edilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği hâlde; beşte dördü hevesata, lüzumsuz
malâyani şeylere sarf edildiğinden tembelliği radyo dinlemekle heveslenmeye sevk
edip sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hatta, çok
menfaatli olan bir kısım harika vesait, sa’y ve amel ve hakikî maslahat,
ihtiyacat-ı beşeriyeye istimal lâzım gelirken –ben kendim gördüm– ondan biri
ikisi zarurî ihtiyacata sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi keyif, hevesat,
tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler misaller var.

    Elhâsıl: Medeniyet-i Garbiye-i hâzıra,
semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı
ziyadeleştirmiş; iktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamâı
ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış…” (Bedîüzzaman, Hutbe-i Şâmiye,
Envar Neşriyat, İstanbul, 1990, s. 148-149).

3- Mektûbât, İstanbul 1958, s. 293.

4- Bedîüzzaman, Divan-ı Harb-i Örfî, İstanbul 1960, s. 14.

5- Bedîüzzaman, Hutbe-i Şâmiye, İstanbul 1960, s. 78.

6- Bedîüzzaman,“Nutk-ı Sâbıkın Neticesi”, Kürt Teâvün ve
Terakkî Gazetesi, 27 Kânunievvel 1324 (9 Ocak 1909), Sayı: 6.

7- “Maîşet için tarîk-ı tabiî ve meşrû ve zîhayat;
san’attır, ziraattır, ticarettir; gayr-ı tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle
imârettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun, medâr-ı maîşet edenler bir
nevi cerrâr ve aceze ve seeledir… Bence, memuriyete veya imarete giren, yalnız
hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnız maişet ve menfaat için girse,
bir nevi çingenelik eder. İşte, memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde
olduğu için, servetimizi israf eline verip, neslimizi etrafa saçıp zayi ettik.
Eğer öyle gitse idi, biz de elden giderdik. İşte onların asker olması, zarurete
yakın bir maslahat-ı mürseledir. Hem de mecburuz. Mesalih-i mürsele ise, İmam-ı
Malik mezhebinde bir illet-i şer’iye olabilir.” Bedîüzzaman, Münâzarât, İstanbul
2004, s. 49-50.

8- Bedîüzzaman, Emirdağ Lahikası, İstanbul 1960, II, 132.

9- el-Aclûnî, İsmail b. Muhammad, Keşfü’l-Hafâ ve
Müzîlü’l-İlbâs, Dâru’t-Türâs, Kâhire, I, 472, H.No: 1254.

10- Bedîüzzaman, Emirdağ Lahikası, İstanbul 1960, II, 132.

11- Bedîüzzaman, Mektûbât, İstanbul 1958, s. 493.

12- Bedîüzzaman, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Almanya 1994,
s. 143-144 (19. Lem’a, İktisat Risalesi, 2. ve 3. Nükte).

13- Bedîüzzaman, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Almanya 1994,
s. 33 (6. söz).

14- Âl-i İmrân, 3/147 (Yapılması gereken işlerde
bağışlanması gereken bir taşkınlık, günah); Nisâ, 4/6 (Zengin olan velînin,
yetimin malını haksız yere yemesi, zulüm); Mâide, 5/32 (Apaçık delillerle
gönderilen peygamberlere uymayıp, yeryüzünde fesat çıkaranlar, zalimler); En’âm,
6/141 (2 defa) (Hasad gününde malın zekâtını vermeyenler); A’râf, 7/31 (2 defa)
(Allah’ın helal kıldığı süsü ve temiz rızıkları haram sayanlar), 81(Lûtîlik
yapanlar); Yunus, 10/12 (Sıkıntı sebebiyle dua edip de Allah’ın kendisini
sıkıntıdan kurtardığı kişinin, Allah’a karşı sanki ona dua etmemiş gibi
davranarak geçip gitmesi, şerri seçmesi), 83 (Haddi aşan Firavun); İsrâ, 17/33
(Velinin katli istemesinde aşırı gitmesi, haksızlık talebinde bulunması); Tâhâ,
20/127; (Kafirler, haddi aşması sebebiyle Allah’ın cezalandırdığı kişiler);
Enbiyâ, 21/9 (kafirler); Şuarâ, 26/151 (Yeryüzünde fesat çıkaranlar, kafirler)
Yâsîn, 36/19 (kafirler); Zümer, 39/53 (Zalimler ve günahkarlar) Gâfir/Mü’min
40/28 (Rabbim Allah’tır diyeni öldürenler, kâfirler) 34 /43 (Yusuf’tan sonra
Allah peygamber göndermez diyenler, kâfirler); Zuhruf, 43/5 (Kafirler); Duhân,
44/31 (Fiavun); Zâriyât 51/34. (Suçlu kavim).

15- “(O kullar), harcadıklarında (infak) ne israf ne de
cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar” Furkân, 25/67.

16- A’râf, 7/31.

17- Nesâî, Zekât, 66. Buhârî ise hadisi bab başlığında
kaydetmiştir. Libâs, 1.

18- Bedîüzzaman, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Almanya 1994,
s. 295 (23. Söz,
2. Mebhas, 3. Nükte).

19- el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ ve Müzîlü’l-İlbâs, I, 390, H.No:
1047.

20- Haşir, 59/7.

21- Bedîüzzaman, Mektûbât (Osm.), s. 563; Sözler, 650. Bu
devirlerin yorumu için bk. Safa Mürsel, Bediüzzaman Said Nursî ve Devlet
Felsefesi, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1976, s. 122-126.

22- Bedîüzzaman, Mektûbât, Yeni Asya Neşriyat, Almanya 1994,
s. 456 (Hakikat Çekirdekleri, md. 43).

23- Bedîüzzaman, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Almanya 1994,
s. 650.

24- Bedîüzzaman, “Nutk-ı Sâbıkın Neticesi”, Kürt Teâvün ve
Terakkî Gazetesi, 27 Kânunievvel 1324 (9 Ocak 1909), Sayı: 6.