QUR’ANI Solutions to Today’s Problems from the Perspective of Bediüzzaman’s Last Lesson

Giriş

Problem insanın sıkıntısıdır, derdidir. Araştırması, öğrenmesi,
düşünmesi, çözmesi, neticelendirmesi gereken bir durumdur. Bazı problemler anlıktır;
bazıları ise asırlıktır. Kişisel olanından küresel boyuta ulaşanına kadar iç içe
birçok problem sayılabilir. Bunların bazıları ise temel problemlerdir. Temel problemlerde
nicelik değil, nitelik önemlidir; yani sayıların, büyüklüklerin ehemmiyeti azdır.
Bu sebeple temel problemlerin çözümünde birle, milyar arasında fark yoktur.

Çağın doktoru Bediüzzaman Said Nursi yaklaşık 100 yıl önce “bizim
düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır”1 diyerek günümüzün temel problemlerini
tespit etmiştir. 31 Mart 1909 tarihinde “Reddü’l-Evham” başlıklı gazete yazısındaki
ifadelerinde ise tespitini biraz daha detaylandırmıştır: “Asıl bizi bu kadar düşürüp
i’lâ-yı kelimetullaha mâni olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır.
Ve zaruret ve onun semeresi olan su-i ahlâk ve harekettir; ve ihtilâf ve onun mahsulü
olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımız bu üç insafsız düşmana hücumdur.”2

Problemin özünde hak ihlali yatar. Problemin varlığı, hak ve adalet
arayışına işaret eder. Hak ve adaletin merkezi ise insanın vicdanıdır, ruhudur.
Bu sebeple insanlığın temel problemleri ile ruhun temel kuvvelerinin ifrat ve tefritleri
arasında doğru orantılı irtibatlar vardır. Bu çalışmada “Bediüzzaman’ın En Son Mektubu”
perspektifinden insanlığın temel problemleri ile ruhun temel kuvveleri arasındaki
ilişkiler tespit edilecektir. Ardından ruhun temel kuvvelerinin sırat-ı müstakimi
olan vasat mertebeler ile Kur’an’ın dört temel hakikati arasındaki bağlantılar kurulacaktır.

1. Temel Problem: İhtilaf

Günümüzün temel problemlerinden biri ihtilaftır. İhtilaf denince
savaş, terör, sınıf mücadelesi, cinayet, kavga, tarafgirlik vb. her türlü çatışma
düşünülmelidir. Tüm bu ihtilafların özünde kontrolsüz öfke vardır. İnsan ruhunun
temel güçlerinden biri “kuvve-i sebuiye-i gadabiye”dir. Zararlı şeylerden korunması
için insanın fıtratına yerleştirilmiştir. Bu gücün yerinde kullanılmasına “şecaat”
denir ki, hakkını ve hukukunu korumak adına gerektiğinde canını vermek, meşru olmayan
şeylere de bulaşmamak olarak tarif edilir. Öfke gücü ifratla çığırından çıkarsa
“tehevvür”e dönüşür. Maddi-manevi hiçbir şeyden korkmamak derecesine ulaşır. Tefrit
mertebesi ise korkulmayan şeylerden bile korkmayı netice veren “cebanet”tir.3

Bediüzzaman en son mektubunda, “menfi hareket” tabiriyle özetlediği
ihtilaf problemlerinin her türüne karşı “müspet hareket” çaresini sunmuştur. Fakat
onun müspet hareket tarifi asayişi korumanın da ötesinde bir mana derinliğine sahiptir.
Bediüzzaman’ın müspet harekete dair öncelikli tanımı şöyledir: “Rıza-yı İlâhîye
göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır.”4 Allah’ın
vazifesine karışmamak hakiki tevekkülle gerçekleşir. Tevekkül teslimin, teslim ise
tevhidin bir neticesidir.5 Bu sebeple müspet hareketin özünde tevhid hakikatini
hakkıyla yaşamak vardır. Ancak tevhid hakikatinde terakki edenler müspet hareketin
gereğini hakkıyla yerine getirebilirler.

Bediüzzaman Said Nursi hem Eski Said hayatında hem de Yeni Said
devrinde müspet hareket prensibinden taviz vermemiştir. Fakat hayatının farklı dönemlerinde
bu prensibini uygulama biçimi farklılık arz etmiştir. Davasında tek başına olduğu
Eski Said devrinde meşhur dört komutan (Mahmut Şevket Paşa, Grandük Nikolay Nikolayeviç,
General George Milne, Mustafa Kemal) karşısında izzetinden zerre kadar taviz vermeyen
Bediüzzaman, Yeni Said devrinde –yüz binlerce Nur talebesinin desteğine sahipken
de- bu prensibini çok büyük bir hassasiyetle hayatına yansıtmış ve talebelerinin
de kendi çizgisini takip etmelerini kuvvetli ders vermiştir. Kendisini idamla yargılayan,
ölümünü arzulayan ve onu zehirleyen kişilere beddua dahi etmemiştir. Çünkü onun
meselesi manevi tahribata karşı set çekerek tam bir ihlâsla “cihad-ı manevi”yi yerine
getirmektir. Bu manevi cihatta en önemli esin kaynaklarından biri de Celaleddin-i
Harzemşah’tır. Harzemşah’a vezirleri, yine Cengiz’i mağlup edeceğini telkin ettiklerinde,
“Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın
vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir”6 demiştir.
Bediüzzaman da manevi cihadında aynı prensiple “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir;
muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir” deyip ihlâs ile hareket
etmiştir.

Müspet hareketin ruhu ihlâstır. İhlâs ise bir işi Allah emrettiği
için yapmak ve neticesinde yalnız Allah’ın rızasını istemektir. İhlâsı esas alan
Allah’ın vazifesine karışmaz. İhlâsla hareket etmek ve Allah’ın vazifesine karışmamak
için ise tevhid hakikatinin inkişafı gerekir. Çünkü her işte Allah rızasının gözetilmesi
için O’nu çok iyi tanımak, sevmek ve hiç hatırdan çıkarmamak gerekir. İhlâs Suresi’nde
ihlâs kelimesinin hiç telaffuz edilmemesi ve yalnız tevhide/marifetullaha dair ayetlerin
bulunuşunun sırrı da bu olsa gerektir.

Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, ihtilafın her türlüsünün Kur’anî çözümü,
Kur’an’ın dört temel hakikatinden biri olan “tevhid” hakikatidir. Öyle ki, tevhidin
inkişafıyla Allah’ı hakkıyla tanıyan ve O’nu hiç hatırından çıkarmayan biri, savaşta
bile öfkesini kontrol etmesini bilir:

“Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını
çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir
ona demiş ki: ‘Neden beni kesmedin?’ Dedi: ‘Seni Allah için kesecektim. Fakat bana
tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun
için seni kesmedim.’ O kâfir ona dedi: ‘Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti.
Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır’ dedi.”7

2. Temel Problem: Zaruret

Çağımızın temel problemlerinden biri de zarurettir. Zaruretin kaynağı,
hayatın sürmesi için zaruri olmayan ihtiyaçların zaruri olarak algılanmasıdır. Günümüzde
tüketim alışkanlıklarının değişmesinden kaynaklanan nispi yoksulluktan, teknolojinin
ilerlemesiyle ortaya çıkan yeni bağımlılıklara kadar zaruri olmayan birçok ihtiyaç
ortaya çıkmıştır. “Su-i istimal”, “israf”, “hırs”, “fücur”, “tiryakilik”, “görenek”
ve “itiyat” gibi zaaflarla zaruret dairesi epey genişlemiştir. Neticede tüm zamanların
en dünyevi toplumları ortaya çıkmıştır.

Dünyevileşme; insanları, cüz’i dünya menfaatleri adına ahireti inkar
veya ebedi hayatı unutturacak ciddi tavizler verme noktasına getirmiştir. 40’lı
yıllarda yazdığı bir mektubunda Bediüzzaman bu probleme şöyle dikkat çekmiştir:
“Bu asırda… O derece hayat-ı dünyeviye damarına dokunmuş ve yaralamış ve heyecana
getirmiş ki, mübarek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salâhat olan bir zat dahi, dünyada
bir nevi hayat-ı uhreviye ezvâkını istiyor; birinci derecede, dünyada zevk-i hayat
onda hükmediyor.”8

Zaruret problemi, “kuvve-i şeheviye-i behimiye”ye sınır konulmamasından
kaynaklanmıştır. “Hayvanî iştah gücü” diye tabir edebileceğimiz bu kuvve insanın
faydalı şeyleri takip etmesi için Allah tarafından ihsan edilmiştir. Fakat insan
iştahına hâkim olamayıp, aşırı lezzet düşkünü olursa, bu durum ifrat mertebe olan
“fücur”a yol açar. Fücur, haram helal demeyip, doyumsuzcasına her türlü zevk ve
lezzetin peşinden koşmaktır. Bu gücün tefrit mertebesine ise “cebanet” denir ki,
helal lezzetlere bile iştahlı olmamaktır.

Hedonizm, iştah gücünü ifrat mertebede kışkırtır. Asketizm ise tefrit
yoludur. İslamiyet, iştah gücünün dengeli bir şekilde kullanılması emretmiştir.
“Yiyin, için, fakat israf etmeyin”9 ayeti öncelikle asketik bir hayata meyledenleri
uyaran bir ayettir. Cenab-ı Hak bu ayetle bir kısım meşru nimetleri kendilerine
yasak edenleri “yiyin, için” diyerek ikaz ettiği gibi; lezzetleri takip etmenin
son sınırını da “israf etmeyin” emriyle çizmiştir. Ayetin ilk kısmı asketizmi, ikinci
kısmı ise hedonizmi engelleyen belagatli ilahi emirlerdir. Allah’ın emri olan bu
vasat mertebeye “iffet” denilir. İffet, Allah’ın helal nimetlerine iştahın olması,
haramlarına ise meyil edilmemesidir. İştah gücünü kontrol edip orta mertebe kullanan
biri, Allah’ın nimet sofralarının şakir bir müfettişi makamına çıkar.

Bediüzzaman’ın en son dersinde dünyevileşmenin çaresi olarak uhrevileşmeye
dikkat çekilmiştir. Başka bir ifadeyle dünyevileşmenin panzehiri10 ahirete imandır.
Kur’an’ın dört temel hakikatinden biri ‘haşir’dir. Haşre ve ahirete samimiyetle
inanan biri ahiretin en küçük bir nimetini, dünyanın en büyük nimetlerine tercih
eder. Çünkü hadisin tabiriyle “dünyanın bir sene mesudane hayatı, ahiretin bir saatine
denk değildir.” Bu doğru tercihe dair Risale-i Nur’da manidar bir kıssa anlatılır:

“Eskiden bir zat, haremiyle beraber büyük bir makamda bulundukları
halde, maişet müzayakası yüzünden haremi, demiş zevcine: ‘İhtiyacımız şedittir.’
Birden, altından bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: ‘İşte Cennetteki
bizim kasrımızın bir kerpicidir.’ Birden o mübarek hanım demiş ki: ‘Gerçi çok muhtacız
ve ahirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat fani bir surette bu zayi olmasın,
o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lazım değil.’
Birden yerine gitti, keşifle gördüler.”11

Bediüzzaman, “su-i ihtiyar”, “gayr-ı meşru meyiller” ve “haram muameleler”den
kaynaklanan zaruretlerin mazeret olamayacağını belirtmiştir. Ona göre “zaruret haram
yoluyla olmamışsa” ve “ekmek yemek, yaşamak gibi zaruri ihtiyaçlar”ı temin maksadıyla
ise “Zaruretler mahzurlu şeyleri mübah kılar; haramı helal eder” kaidesine girer.
Bunun haricindeki her türlü görenek, alışkanlık ve bağımlılık, Bediüzzaman’a göre
zaruret değildir; ahiret adına vazgeçilmesi gereken şeylerdir.

3. Temel Problem: Cehalet

İnsan hem kendi yaratılışını, hem de kâinattaki tüm varlıkların
niçin yaratıldığını merak edip, araştıran bir varlıktır. Çünkü insanın yaratılış
kıvamında ilim sevdası vardır. İlmin nihai gayesi ise Allah’ı bilmek ve O’nu hakkıyla
tanımaktır. Bu gayeye ulaşmak için kâinata “mana-i harfi”yle bakılmalıdır. Yani
varlıkların -harf gibi- kendi başına bir mana taşımayıp; Allah’ı bildiren ve tanıtan
bir delil olmakla mana kazandığı bilinmelidir.

Varlıkların yaratıcısından manevi bağları koparılarak, kendileri
adına mana yüklenmelerine ise “mana-i ismi” denir. Günümüzde –özellikle bilim dünyasında–
varlıklara “mana-i ismi”yle bakış hâkimdir. Bunun sonucu olarak ise mesleğinde uzmanlaştıkça,
birikim kazandıkça cehaletini ziyadeleştiren bir insan tipiyle karşılaşılmaktadır.

Günümüzün cehalet problemi başta inançsızlık, batıl inançlar ve
ahlaksızlıktır. Bu problemin özünde ise gerçek hikmete (hikmet-i hakiki/Kur’an-ı
Hakîm) sırt çevrilmesi vardır. Cenab-ı Hak, insana hikmeti bulması için “kuvve-i
akliye-i melekiye” vermiştir. Bu kuvve insanın meleklere benzer yönüdür. Melekî
akıl kuvvesinin vasat mertebesine hikmet denir ki, “hakkı hak bilip imtisal etmek,
batılı batıl bilip içtinap etmektir.” Diğer kuvveler gibi aklın da ifrat ve tefrit
mertebeleri vardır. İnanç ve ahlak problemleri bu uçlarda ortaya çıkar. Tefrit mertebesi
olan “gabavet”ten cehalet, ifrat mertebesi olan “cerbeze”den ise “cehl-i mürekkep”
meydana gelir.

İnsan kendi zekâsıyla hayrı, kemalatı ve hakikati bulmaktan acizdir.
Bu sebeple Cenab-ı Hak insanları yaratılış gayelerine sevk için peygamberler tayin
etmiştir. İnsanlar içinde en mükemmel fertler olan peygamberlerin mutlak rehber
olmaları için de kalplerine vahiy ve ellerine mu’cize vermiştir. İnsanlık tarihinin
hayır, hakikat ve fazilet grafiği çıkarılabilmiş olsa peygamberlerin merkezde yer
aldıkları görülecektir. Bediüzzaman’ın ifaadesiyle “nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki
hayır ve kemalatın fezlekesi ve esasıdır.”12

İnançsızlık ve ahlaksızlığın en tesirli çaresi Kur’an’ın nübüvvet
hakikatidir. Nübüvvet şecere-i nuraniyesinin en parlak meyvesi ise Resul-i Ekrem’dir
(asm). Resul-i Ekrem (asm) Allah’ı bin bir Esma-i Hüsna’sıyla –insanlar içinde-
en iyi tanıyan olduğu gibi, Esma-i Hüsna’nın gerektirdiği ahlakı da en güzel şekilde
yaşayandır. Bu sebeple “Şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzeresin”13 ilahi övgüsüne
mazhar olmuştur.

Bir Müslüman Resul-i Ekrem’in (asm) getirdiği nuru dünyasından çıkarsa
başka hiçbir dine girmez. Ruhunda kemalata ve fazilete dair hiçbir şey kalmaz. Vicdanı
bozulur. Anarşist olur. Bu hakikat Risale-i Nur’un bir temsilinde şöyle tasvir edilmiştir:

“Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük
bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşaub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük
elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lâmbasının
düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve vahşete
düşer. Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik
lâmbaları her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini
çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir.
Hırsızlar istifade edemezler.”14

Bu temsilde birinci saray Müslüman bireyi, ikinci saray diğer dinlere
inananları temsil eder. Birinci sarayın –büyük, küçük- tüm lambalarını aydınlatan
şalter Resul-i Ekrem’in (asm); ikinci sarayın yalnız büyük lambasını nurlandıran
şalter ise başta Hz. Musa (as) ve Hz. İsa (as) olmak üzere diğer peygamberlerin
misalidir.

4. Temel Problem: Enaniyet

Bediüzzaman son mektubunda, günümüzün çok ehemmiyetli, fakat temel
bir problem olarak görülmeyen bir meselesine daha dikkat çekmiştir, şöyle ki: “Bu
zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik, enaniyet, hodfuruşluk, hayatını güzelce
medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştahı, tiryakilik gibi hastalıklardır.”15

Nefsin benliği, gururu, kibri, hevesleri serbest olmak ister, sınırlanmak
istemez. Bu duygular terbiye edilmezse şiddetlenir ve hiçbir otoriteyi kabullenmek
istemez. Nihayetinde nefsin enaniyeti büyür, insanı yutar ve Allah’a karşı düşmancasına
bir isyana dönüşür. Diğer isyankâr insanların desteğiyle milli ve nev’î enaniyetlere
inkılâp eder. Nev’î enaniyet güçlendikçe isyan genişler ve tüm varlıkların Allah
ile bağını koparmak derecesine gelir. Öyle ki, sebeplere, maddeye ve tabiata ezeliyet
isnad edilerek sahte ilahlar türetilir.16

İnsana, ilahını ve halıkını hakkıyla hamd ve tesbih etmesi için
bir kısım duygular ve yetenekler verilmiştir. Bencil, enaniyetli, hodfurüş, kibirli
ve gururlu biri bu emanet yetenekleri maksadı dışında kullanarak ihanete yeltenir.
Kendini beğenerek, överek, yücelterek, kusurunu kabul etmeyerek ve daima kendini
temize çıkararak nefsinin esareti altına girer. “Nefsinin hevasını kendisine ilâh
edineni gördün mü?”17 ayetinin ikazına muhatap olur.18

Bediüzzaman, “insanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar”19 ve
“iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet…”20
diyerek gerçek hürriyetin iman ve ubudiyet dairesinde olduğuna dikkat çekmiştir.
Allah’a hakiki abd olan biri, kimsenin kibrine, enaniyetine ve baskısına boyun eğmediği
gibi; başkasının hukukunu ve izzetini zedeleyici işlerden de uzak duracaktır.

Benlik, enaniyet, şöhret, makam sevgisi gibi manevi hastalıkların
Kur’anî çözümü ihlâs, ibadet ve ubudiyet hakikatidir. Kur’an terbiyesinden uzak
biri küçük bir menfaati için şeytan gibi şahısların ayağını öpmek derecesinde bir
zilleti kabullenir. Bu durum aslında çok çelişkili bir durumdur. Kendini ilahlaştıracak
derece bir benlik ve enaniyet sahibiyken, cüz’i menfaatlere köle olmanın en aşağılık
haletine düşülmektedir. Bu sebeple Kur’an terbiyesinden mahrum biri “firavun-u zelil”
olur. Kur’an talebesi ise “abd-i aziz”dir. Yalnızca Allah’ın kulu ve kölesidir.
O’nun haricinde kimseye eğilmez; izzetinden taviz vermez.21

Bediüzzaman, “dünya saltanatı da verilse, baki bir mesele-i imaniyeyi
o saltanata tercih etmek derecesinde” bir kulluk bilincini öne çıkarır. Ona göre
bu bilinç “azami ihlâs”tan kaynaklanır. Onun hayatında bu hassasiyetin birçok misalini
görmek mümkündür. En çarpıcılarından biri, Birinci Dünya Savaşı’nda, avcı hattında,
top gülleri arasında Kur’an’ın tek bir ayetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini
ruhuna tercih etmesidir. Kâtibine defteri çıkartmasını emrederek, at üstünde o nükteyi
yazdırmasıdır.

Bediüzzaman –en son mektubunda- bu eşsiz kulluk dersini Resul-i
Ekrem (asm) ve Hz. Ali’den (ra) aldığını belirtmiştir. Resul-i Ekrem, İslamiyet’in
en kritik cihadı olan Bedir’de Sahabelerine cemaatle namaz kıldırmıştır. Bedir,
305 Müslüman’ın 1000 Müşrik’e karşı zorlu bir cihadıdır. Cemaatle namaz kılınırken
bu zorluk daha da artmıştır. Çünkü namaz esnasında 1 Müslüman’ın 6 Müşrik’e mukavemet
etmesi gerekmiştir. Cihatta ruhsatla amel edilebileceği ve cemaatle namaz kılmak
sünnet olduğu halde, bir sünnete ittiba etmek tarihin en büyük siyasi olayından
daha ehemmiyetli görülmüştür. Hz. Ali (ra) de halifeliği sırasında pek çok olan
düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzurunun bozulmaması için,
bir muhafız ifriti Allah’tan istemiştir. Hz. Ali’nin (ra) bu tavrı da hayatını değil,
ibadetindeki huzurunu ve ihlâsını her şeyden daha fazla önemsediğinin bir ispatıdır.

Sonuç

Günümüzün temel problemlerini dört kelimeyle özetlemek mümkündür:
1- İhtilaf, 2- Zaruret, 3- Cehalet, 4- Enaniyet.

Bu hastalıkların kökünde ise insanın dört temel zafiyeti dikkati
çekmektedir: 1- Tehevvür/Cebanet, 2- Fücur/Humud, 3- Cerbeze/Gabavet, 4- Benlik.

Kur’an’ın dört temel esası ise, günümüzün temel problemlerinin ve
insanın dört temel zafiyetinin en tesirli tedavi çareleridir. Bu esaslar sırasıyla
şunlardır: 1- Tevhid, 2- Haşir, 3- Nübüvvet, 4- İbadet.

“Hulukü’l Kur’an” olan Resul-i Ekrem (asm) ise “Sünnet-i Seniyyesi”
ile bu manada model şahsiyettir. Kuvvelerini “sırat-ı müstakim” olan şecaat, iffet
ve hikmetin en zirve seviyesine ulaştıran yegâne insandır. Resul-i Ekrem’in (asm)
son asırdaki temsilcisi ise, hayatıyla ve tefekkürüyle şecaat, iffet, hikmet timsali
olduğunu ispat eden Bediüzzaman Said Nursi’dir.

Öz

Günümüz dünyası, kişisel olanından küresel boyuta ulaşanına kadar
iç içe problemler yumağı ile boğuşmaktadır. Bu problemlerin özünde hak ihlali yatmaktadır.
Problemin varlığı, hak ve adalet arayışına işaret eder. Hak ve adaletin merkezi
ise insanın vicdanıdır, ruhudur. Bu sebeple insanlığın temel problemleri ile ruhun
temel kuvvelerinin ifrat ve tefritleri arasında doğru orantılı irtibatlar vardır.
Bu çalışmada “Bediüzzaman’ın En Son Mektubu” perspektifinden insanlığın temel problemleri
ile ruhun temel kuvveleri arasındaki ilişkiler tespit edilecektir. Ardından ruhun
temel kuvvelerinin sırat-ı müstakimi olan vasat mertebeler ile Kur’an’ın dört temel
hakikati arasındaki bağlantılar kurulacaktır.

Anahtar Kelimeler: İhtilaf, zaruret, cehalet, enaniyet, tevhid,
haşir, nübüvvet, adalet

Abstract

Today’s world deals with intertwined problems from the personal
to the global. In the heart of these problems there lies right violation. Existence
of problems points at search for right and justice. And the center of right and
justice is person’s conscience, soul. Therefore, there are direct proportional relations
between human’s basic problems and understatement and excess of soul’s main powers.
In this study, relations between humankind’s main problems and soul’s main powers
from the perspective of “Bediüzzaman’s Latest Letter”. Then, relationships between
moderate ranks, which are straight path of soul’s main powers, and Koran’s four
main truths will be established.

Keywords: Dispute, obligation, ignorance, ego, tevhid (divine unity),
haşir, nübüvvet (prophecy), justice.

Dipnotlar:

1. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 23.

2. Hutbe-i Şamiye, s. 102.

3. İşaratü’l İ’caz, s. 29.

4. Emirdağ Lahikası, s. 460.

5. “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül
saadet-i dareyni iktiza eder.” Sözler, 23. Söz, s. 284.

6. Mesnevi-i Nuriye, s. 143.

7. Mektubat, s. 260-161.

8. Kastamonu Lahikası, s. 97.

9. A’raf 7/31.

10. Dünyevileşme çok tehlikeli manevi bir zehirdir. Çünkü insanın
ebedi hayatını tehdit etmektedir.

11. Emirdağ Lahikası, s. 77.

12. Lem’alar, 17. Lem’a, s. 130.

13. Kalem 68/4.

14. Sözler, 24. Söz, 5. Dal, 4. Meyve, s. 326.

15. Emirdağ Lahikası, s. 459.

16. Bkz: Sözler, s. 440, 501; Mesnevi-i Nuriye, s. 96.

17. Furkan 25/43.

18. Sözler, s. 439; Bkz: Sözler, s. 323, 581.

19. Hutbe-i Şamiye, s. 93.

20. Münazarat, s. 59.

21. Bkz: Sözler, 12. Söz, s.122; Mesnevi-i Nuriye, s. 131.