“Mind of those, who look for everything in material things, is in their eyes; but the eye cannot see the moral.”

İkinci Mukaddeme

Mazide nazarî olan birşey, müstakbelde bedihî olabilir. Şöyle tahakkuk etmiştir:
Âlemde meylü’l-istikmal vardır.

Onunla hilkat-i âlem, kanun-u tekâmüle tâbidir. İnsan ise, âlemin semerat ve
eczasından solduğundan, onda dahi meylü’l-istikmalden bir meylü’t-terakki mevcuttur.
Bu meyil ise telâhuk-u efkârdan istimdatla neşv ü nema bulur. Telâhuk-u efkâr ise,
tekemmül-ü mebâdiyle inbisat eder. Tekemmül-ü mebâdi ise, fünun-u ekvânın tohumlarını
sulb-ü hilkatten zamanın terbiyegerdesi bir zemine ilka ile telkih eder. O tohumlar
ise tedricî tecrübelerle büyür ve neşvünema bulur.

Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail
var; zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve bürhana muhtaç idiler. Zira görüyoruz:
Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyyeden çok mesail
var ki, mebâdî ve vesaitin tekemmülüyle ve telâhuk-u efkârın keşfiyatıyla bu zamanın
çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki oyuncak gibi onlarla oynuyorlar. Hâlbuki
İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî kalmışlardır. Hâlbuki hikmetin bir pederi
hükmünde olan İbn-i Sina, şiddet-i zekâ ve kuvvet-i fikir ve kemal-i hikemiye ve
vüs’at-i karîha noktasında bu zamanın yüzlerce hükemasıyla muvazene olunsa, tereccüh
edip ve ağır gelecektir. Noksaniyet İbni Sina’da değil; çünkü ibn-i zamandır. Onu
nakıs bırakan zamanın noksaniyeti idi. Acaba bedihî değil midir ki, Kolomb-u Zûfünûnun
sebeb-i iştiharı olan yenidünyanın keşfi, faraza bu zamana kadar kalmış olsaydı,
hiç kaptan arasında kıymeti olmayan bir kayık sahibi de Yeni Dünyayı eski dünyaya
komşu etmeye muktedir olacaktı. Evvelki keşşafın tebahhur-u fikrine ve mehalik-i
iktihamına bedel, bir küçük sefineyle bir pusula kifayet edecekti. Fakat bununla
beraber, şimdi gelecek bir hakikati nazar-ı dikkate almak lâzımdır. Şöyle ki: Mesail
iki kısımdır.

Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki, maddiyatta
büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır.

Kısm-ı diğerîde, esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir. Bin de, bir de
birdir. Nasıl ki, hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte
küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez.

Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır.
Bunların ekserisi, ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı ikinci misale benzer. Tekemmülü
def’î, yahut def’î gibi olur. Bu ise, ağlebi mâneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir.
Lâkin, eğer çendan telâhuku efkâr bu kısm-ı sâninin mahiyetini tağyir ve tekmil
ve tezyid edemezse de, bürhanların mesleklerine vuzuh ve zuhur ve kuvvet verir.

Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim birşeyde çok tevaggul etse, galiben
başkasında gabîleşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki, maddiyatta tevaggul
eden, mâneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran, maddiyatta mahareti
olanın mâneviyatta hükmü hüccet olmasına sebep olmadığı gibi, çok defa sözü dahi
şâyân-ı istimâ değildir. Evet, bir hasta, tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen
mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal ederse, akrabasına tâziye vermeye
dâvet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için
bir raporu istemek demektir. Kezalik, hakaik-i mahzâ ve mücerredat-ı sırfeden olan
mâneviyatta, maddiyûnun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdetâ
lâtife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurânî olan aklın sekeratını
ilân etmek demektir. Evet, herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir.
Göz ise mâneviyatı göremez.

Muhakemat, s. 13-18

Ruhu kirleten felsefi meseleler terakkiyat-ı maneviyede engeldir

Ben, ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah cihetinde, en evvel, alâkadar olduğum
fâni şeylerin fâniliğini gördüm. Kendime de baktım, nihayet-i aczde gördüm. O vakit,
beka isteyen ve beka tevehhümüyle fânilere müptelâ olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi
ki: “Madem cismen fâniyim; bu fânilerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben âcizim;
bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâkî-i Sermedî,
bir Kadîr-i Ezelî lâzım” diyerek taharrîye başladım.

O vakit, herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir
teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf, o vakte kadar ulûm-u felsefeyi
ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup, o ulûm-u felsefeyi, pek yanlış olarak,
maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Hâlbuki o felsefî meseleler ruhumu
çok fazla kirletmiş ve terakkiyât-ı mâneviyemde engel olmuştu. Birden, Cenâb-ı Hakkın
rahmet ve keremiyle, Kur’ân-ı Hakîmdeki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde
beyan edildiği gibi, o felsefî meselelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi.

Ezcümle, fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu.
Hangi cihete baktım, nur aradım; o meselelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim.
Tâ, Kur’ân-ı Hakîmden gelen Lâ ilâhe illâ Hû cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet
parlak bir nur olarak, bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefis
ve şeytan, ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek akıl
ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münâzarât-ı nefsiye, lillâhilhamd, kalbin muzafferiyetiyle
neticelendi. Çok risalelerde kısmen o münazalar yazılmış. Onlara iktifâ edip, burada
yalnız binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için, binler bürhandan birtek
bürhan beyan edeceğim. Tâ ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye
namı altındaki kısmen dalâlet, kısmen mâlâyâniyat meseleleriyle ruhunu kirletmiş,
kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın;
tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden kurtulsun. Şöyle ki:

Ulûm-u felsefiyenin vekâleti namına nefsim dedi ki: “Bu kâinattaki eşyanın tabiatıyla
bu mevcudata müdahaleleri var. Herşey bir sebebe bakar. Meyveyi ağaçtan, hububatı
topraktan istemeli. En cüz’î, en küçük bir şeyi de Allah’tan istemek ve Allah’a
yalvarmak ne demektir?”

O vakit, nur-u Kur’ân ile sırr-ı tevhid, şu gelecek surette inkişaf etti. Kalbim,
o mütefelsif nefsime dedi:

En cüz’î ve en küçük şey, en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat
Hâlıkının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka surette olamaz. Esbab ise
bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahlûklar, bazen san’at
ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan san’atça ileri
geçmezse de, geri de kalmaz. Öyleyse, büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütün esbab-ı
maddiyeye taksim edilecek veyahut bütünü birden birtek zâta verilecektir. Birinci
şık muhal olduğu gibi, bu şık vâciptir. Çünkü birtek zâta, yani, bir Kadîr-i Ezelîye
verilse, madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu katî tahakkuk
eden ilmi her şeyi ihata ediyor. Ve madem ilminde herşeyin miktarı taayyün ediyor.
Ve madem, bilmüşahede, her vakit hiçten, nihayetsiz suhuletle, nihayetsiz san’atlı
masnular vücuda geliyor. Ve madem o Kadîr-i Alîmin, bir kibrit çakar gibi, emr-i
kün feyekûn ile hangi şey olursa olsun icad edebildiğini, hadsiz kuvvetli delillerle
çok risalelerde beyan ettiğimiz ve hususan Yirminci Mektup ve Yirmi Üçüncü Lem’anın
âhirinde ispat edildiği gibi, hadsiz bir kudreti var. Elbette, bilmüşahede görülen
harikulâde suhulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor.

Meselâ, nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o
yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitap birden herbir göze vücudunu
gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de, o Kadîr-i Ezelînin ilm-i muhitinde, herşeyin
suret-i mahsusası, bir miktar-ı muayyenle taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak, emr-i
kün feyekûn ile, o hadsiz kudretiyle ve nâfiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza
gibi, gayet kolay ve suhuletle, kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i
ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî verir, göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur.

Eğer bütün eşya birden o Kadîr-i Ezelîye ve Alîm-i Külli Şeye verilmezse, o vakit
sinek gibi en küçük bir ¸eyin vücudunu, dünyanın ekser nevilerinden hususî bir mizanla
toplamak lâzım gelmekle beraber; o küçük sineğin vücudunda çalışan zerreler, o sineğin
sırr-ı hilkatini ve kemâl-i san’atını bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünkü
esbab-ı tabiiye ile esbab-ı maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakıyla,
hiçten icad edemez. Öyleyse, herhalde, onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem
toplayacak; hangi zîhayat olursa olsun, ekser anâsır ve envâından numuneler, içinde
vardır. Adeta kâinatın bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette, o halde
bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rû-yi zeminden ince elekle eleyip
ve en hassas bir mizanla ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem esbab-ı tabiiye
cahildir, câmiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste, bir model, bir program
takdir etsin, ona göre mânevî kalıba giren zerrâtı eritip döksün, tâ dağılmasın,
intizamını bozmasın. Hâlbuki herşeyin şekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiği
için, hadsiz had ve hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde birtek şekil ve miktarda,
sel gibi akan anâsırın zerreleri dağılmayarak, muntazaman, miktarsız, kalıpsız,
birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücut vermek, ne
derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde
körlük yoksa görür.

Evet, bu hakikate binaen,

1 bu âyet-i azîmenin sırrıyla,2 bütün esbab-ı maddiye
toplansa, onların ihtiyarları da olsa, birtek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını
mizan-ı mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun miktar-ı muayyenesinde
durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan
zerrâtı, muntazaman çalıştıramazlar. Öyleyse, bilbedahe, esbab bu eşyaya sahip çıkamazlar.
Demek Sahib-i Hakikîleri başkadır.

Evet, öyle bir Sahib-i Hakikîleri var ki,

3 âyetinin sırrıyla, bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, bir sineğin ihyâsı kadar
kolay yapar. Bir baharı, birtek çiçek kolaylığında icad eder. Çünkü toplamaya muhtaç
değil. Emr-i kün feyekûn’a mâlik olduğundan; ve her baharda hadsiz mevcudat-ı bahariyenin
madde-i unsuriyesinden başka hadsiz sıfât ve ahvâl ve eşkâllerini hiçten icad ettiğinden;
ve ilminde herşeyin plânı, modeli, fihristesi ve programı taayyün ettiğinden; ve
bütün zerrat Onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar
gibi her ¸eyi nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre miktar hareketini
şaşırmaz. Seyyârat mutî bir ordusu olduğu gibi, zerrat dahi muntazam bir ordusu
hükmüne geçer. Madem o kudret-i ezeliyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i
ezelînin düsturuyla çalışıyorlar; işte o eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa
o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez. O kudrete intisap
kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrud’u gebertir. Karınca, Firavunun sarayını harap eder.
Zerre gibi küçük çam tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor.
Bu hakikati çok risalelerde ispat ettiğimiz gibi, nasıl ki bir nefer, askerlik vesikasıyla
padişaha intisap noktasında, yüz bin defa kendi kuvvetinden fazla, bir şahı esir
etmek gibi eserlere mazhar olur. Öyle de, herşey, o kudret-i ezeliyeye intisabıyla,
yüz bin defa esbab-ı tabiiyenin fevkinde mu’cizât-ı san’ata mazhar olabilir.

Elhasıl, her şeyin nihayet derecede hem san’atlı, hem suhuletli vücudu gösteriyor
ki, muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelînin eseridir. Yoksa yüz bin muhal
içinde, değil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp imtinâ dairesine girecek
ve mümkün suretinden çıkıp mümteni mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek,
belki de vücuda gelmesi muhal olacaktır.

İşte bu gayet ince ve gayet kuvvetli ve gayet derin ve gayet zâhir bir bürhanla,
şeytanın muvakkat bir şakirdi ve ehl-i dalâletin ve ehl-i felsefenin bir vekili
olan nefsim sustu. Ve lillâhilhamd, tam imana geldi. Ve dedi ki:

Evet, bana öyle bir Hâlık ve Rab lâzım ki, en küçük hâtırât-ı kalbimi ve en hafî
niyazımı bilecek; ve en gizli ihtiyac-ı ruhumu yerine getirdiği gibi, bana saadet-i
ebediyeyi vermek için, koca dünyayı âhirete tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp
âhireti yerine kuracak; hem sineği halk ettiği gibi semâvâtı da icad edecek; hem
güneşi semânın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek
bir kudrete mâlik olsun. Yoksa sineği halk edemeyen, hâtırât-ı kalbime müdahale
edemez, niyaz-ı ruhumu işitemez. Semâvâtı halk edemeyen, saadet-i ebediyeyi bana
veremez. Öyleyse, benim Rabbim Odur ki, hem hâtırât-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i
havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi dünyayı âhirete tebdil edip,
Cenneti yapıp, kapısını bana açar, “Haydi, gir” der.

İşte, ey nefsim gibi bedbahtlık neticesinde bir kısım ömrünü nursuz felsefî ve
ecnebî fünununa sarf eden ihtiyar kardeşlerim! Kur’ân’ın lisanındaki mütemadiyen
Lâ ilâhe illâ Hû ferman-ı kudsiyesinden ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatli
ve hiçbir cihette sarsılmaz ve zedelenmez ve tagayyür etmez kudsî bir rükn-ü imanîyi
anlayınız ki, nasıl bütün mânevî zulümatı dağıtır ve mânevî yaraları tedavi eder!

Lem’alar, s. 239-242.

Bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvette toplanmıştır

İşte, bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı âdemden şimdiye kadar iki cereyân-ı azîm,
iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış: İki
şecere-i azîme hükmünde, biri silsile-i nübüvvet ve diyânet, diğeri silsile-i felsefe
ve hikmet; gelmiş, gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizâc ve ittihad etmiş
ise, yani silsile-i felsefe silsile-i diyânete dehâlet edip itaat ederek hizmet
etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir sûrette, bir saadet, bir hayat-ı içtimâiye
geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet
ve diyânet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafına
cem’ olmuştur. Şimdi şu iki silsilenin menşelerini, esaslarını bulmalıyız.

İşte, diyânet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum
sûretini alıp, şirk ve dalâlet zulümâtını etrafına dağıtır. Hattâ kuvve-i akliye
dalında, dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer aklının eline vermiş.
Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrudları, Firavunları, Şeddadları4 beşerin başına
atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ
edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile silsile-i nübüvvetin-ki,
bir şecere-i tûbâ-i ubûdiyet hükmünde bulunan o silsilenin küre-i zeminin bağında
mübârek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiyâ ve mürselîn ve evliyâ ve sıddîkîn
meyvelerini yetiştirdiği gibi, kuvve-i dâfia dalında âdil hâkimleri, melek gibi
melikler meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemâl-i
sûret ve sehâvet ve keremnâmdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın
en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber, enenin
iki cihetindedir.

Sözler, s. 497.

Birkaç bîçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır

Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesât cihetinden
gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben
de, eskiden Risâle-i Nur’dan meded isteyen gençlere dediğim gibi, dedim ki:

Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız, o gençlik
zâyi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok
ziyâde belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile, o gençlik nimetine
karşı bir şükür olarak, iffet ve nâmusluluk ve tâatte sarf etseniz, o gençlik mânen
bâkî kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.

Hayat ise, eğer imân olmazsa veyahut isyan ile o imân tesir etmezse, hayat zâhirî
ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyâde
elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın
aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır.
O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için,
hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler
bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten
gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor,
bozuyor; hususan gayr-i meşrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında, aşağı düşer. Belki ehl-i
dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün
geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, ölmüştür; akıl, alâkadarlığı
ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle
yine mâdumdur. Ve ademle hâsıl olan ebedî firâklar, mütemâdiyen onun fikir yoluyla
hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer imân hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş,
hem gelecek zamanlar, imânın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur; zaman-ı hazır gibi,
ruh ve kalbine imân noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor.
Bu hakikatin, İhtiyar Risâlesinde, Yedinci Ricâda izahı var; ona bakmalısınız.

İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân
ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza
ediniz.

Sözler, s. 133-134.

Leyle-i Kadirde İhtar Edilen Bir Mesele-i Mühimme

Leyle-i Kadirde kalbe gelen pek geniş ve uzun bir hakikate, pek kısaca bir işaret
edeceğiz. Şöyle ki:

Nev-i beşer, bu son Harb-i Umuminin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdâdı ile ve
merhametsiz tahribâtı ile; ve birtek düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesiyle;
ve mağlûpların dehşetli me’yusiyetleriyle; ve gàliplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini
muhâfaza ve büyük tahribâtlarını tâmir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azablarıyla;
ve dünya hayatının bütün bütün fânî ve muvakkat olması ve medeniyet fantâziyelerinin
aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle; ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidâdâtın
ve mahiyet-i insaniyesinin umumi bir sûrette dehşetli yaralanmasıyla; ve gaflet
ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla;
ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyâset-i rûy-i
zeminin pek çirkin, pek gaddarâne hakiki sûreti görünmesiyle; elbette ve elbette,
hiç şüphe yok ki, Şimâlde, Garbda, Amerika’da emâreleri göründüğüne binâen, nev-i
beşerin mâşuk-u mecâzîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından,
fıtrat-ı beşerin hakiki sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak;
ve elbette, hiç şüphe yok ki, bin üç yüz altmış senede, her asırda üç yüz elli milyon
şâkirdi bulunan; ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza
basan; ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup, lisânlarıyla
beşere ders veren; ve hiçbir kitapta emsâli bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı
bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde veren; ve bütün beşerin yaralarını tedâvi eden
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki
sarîhan ve işareten, on binler defa dâvâ edip haber veren; ve sarsılmaz katî delillerle,
şüphe getirmez hadsiz hüccetleriyle, hayat-ı bâkiyeyi katiyetle müjde ve saadet-i
ebediyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî
veya mânevî bir kıyâmet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin
Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın Din-i Hakkı arayan
ehemmiyetli cemiyeti gibi, rûy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük hükümetleri, Kur’ân-ı
Mu’cizü’l-Beyânı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla
sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında, katiyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz;
ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.

Sözler, s. 140-141.

Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor

Otuz birinci ayetin işaretinin beyanında,

5 bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir
hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor.
Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir
düstur hükmüne geçmiş.

Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u
insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına
koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı
insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letaifi
kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya
çalışıyor.

Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane ve sarhoşane şâşaalı bir eğlence bulunsa,
çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar
dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar. Öyle
de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat
cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî latifelerini
ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine
düşürttürüyor.

Evet, hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için, zaruret derecesinde olmak şartıyla,
bazı umur-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer’iye var. Fakat
yalnız bir ihtiyaca binaen helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez,
ruhsat yoktur. Hâlbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki, küçük
bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terk
eder.

Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfatla
ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr
u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın
ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati
şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir
hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor.

Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur’an-ı Mucizü’l-Beyânın
tiryak misâl ilaçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz,
sebatkâr, halis, sadık, fedakâr şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden
evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddi ihlâs ve tam itimadla
ona yapışmak lazım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.

Kastamonu Lahikası, s. 73-74.

Evvelce, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih etmeye dair yazılan iki
parçaya tetimmedir.

Bu acip asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak şeraitini ağırlatması
ve çok etmesi ve hâcât-ı gayr-ı zaruriyeyi görenekle, tiryaki ve müptelâ etmekle
hâcât-ı zaruriye derecesine getirmesiyle hayatı ve yaşamayı, herkesin her vakitte
en büyük maksat ve gayesi yapmıştır. Onunla hayat-ı diniye ve ebediye ve uhreviyeye
karşı ya set çeker veya ikinci, üçüncü derecede bırakır. Bu hatasının cezası olarak
öyle dehşetli bir tokat yedi ki, dünyayı başına cehennem eyledi.

İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve
kısmen anlamıyorlar.

Ezcümle: Ben gördüm ki, ehl-i diyanet, belki de ehl-i takvâ bir kısım zatlar
bizimle gayet ciddi alakadarlık peyda ettiler. O bir iki zatta gördüm ki, diyaneti
ister ve yapmasını sever, ta ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rastgelsin.
Hatta tarikatı, keşif ve keramet için ister. Demek ahiret arzusunu ve dinî vezâifin
uhrevî meyvelerini dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor
ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-i diniyenin
fevâid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde
olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o fayda
olsa, o ameli iptal eder; lâakal ihlâsı kırılır, sevabı kaçar. Bu hasta ve gaddar
ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı,
Risale-i Nur’un mizanları ve muvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırk bin şahit
vardır. Demek Risale-i Nur’un dâiresine yakın bulunanlar içine girmezse, tehlike
ihtimali kavîdir.

Evet
işaretiyle, bu asır hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslama
da bilerek, severek tercih ettirdi.

Hem 1334 tarihinden başlayıp, öyle bir rejim ehl-i İslam içine de sokuldu. Evet

cifir ve ebced hesabıyla 1333 veya dört ederek, aynı vakitte, eski Harb-i Umumîde
İslamiyet düşmanları galebe çalmakla, muahede şartlarını, dünyayı dine tercih rejimi
mebdeine tevafuk ediyor. İki üç sene sonra bilfiil neticeleri görüldü.

Kastamonu Lahikası, s. 77-78.

Bu zamanda en birinci maksat hakaik-ı imaniyedir

Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat olmak ve sair
şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet
etmek en birinci vazife ve medâr-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lazım iken, şimdiki
hâl-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi, hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa hayat-ı
siyasiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefahet ve dalâletine ceza olarak gelen gadab-ı
ilâhinin bir cilvesi olan Harb-i Umumînin tarafgirâne, damarları ve âsabları tehyîç
edip bâtın-ı kalbe kadar, hatta hakaik-i imaniyenin elmasları derecesine o zararlı,
fâni arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor
ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki, Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ulemalar,
belki de velîler o siyasî ve içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-i imaniyenin
hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cerayanların hükmüne tabi olarak, hemfikri
olan münafıkları sever. Kendine muhalif olan ehl-i hakikati, belki ehl-i velayeti
tenkit ve adâvet eder, hatta hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tabi yaparlar.

İşte bu asrın bu acip tehlikesine karşı, Risale-i Nur’un hizmet ve meşgalesi,
şimdiki siyaseti ve cerayanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş ki, bu Harb-i
Umumîyi bu dört ayda merak etmedim, sormadım.

Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin
vazifesi içinde iken zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine
fütur vermemek ve fikirlerini onlarla bulaştırmamak gerektir.

Cenab-ı Hak, bize, nur ve nuranî vazifeyi vermiş, onlara da zulümlü zulümatlı
oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsi
nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin
zararına bakmaya tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı
maneviye ve envar-ı imaniye kâfi ve vâfidir.

Kastamonu Lahikası, s. 84-85.

Baki bir mesele-i imaniyeyi dünya saltanatına tercih etmek

Kardeşlerim, belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik,
enaniyet, hodfuruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştahı,
tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci
esası benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî ile
imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakka şükür, o âzamî ihlâsı kazananların
pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i
imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nurun biçare bir şakirdinin düşmanları dost olduğu
vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i İlâhiye cihetinde sesi kesilmiş.
Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar hükmüne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha
etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor. “Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu.
“Madem milyonlar kadar arkadaşların var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

Cevaben dedi: “Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet, dünya
saltanatı da verilse, bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek âzamî
ihlâsın iktizasıdır. Meselâ, harp içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri
arasında Kur’ân-ı Hakîmin tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini
tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine ‘Defteri çıkar’ diyerek at üstünde
o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’ân’ın bir harfinin, bir nüktesini düşmanın güllelerine
karşı terk etmemiş ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.”

Emirdağ Lahikası, s. 459.

Risâle-i Nur her yerde ve herşeyde Tevhid nûrunu gösterir

Cevşenü’l-Kebîr ve Risâle-i Nur ve Hizb-i Nûrî dahi kâinatı baştanbaşa nurlandırıyor,
zulümât karanlıklarını dağıtıyor, gafletleri, tabiatları parça parça ediyor; ehl-i
gaflet ve ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinat perdelerinin arkasında
envâr-ı Tevhîdi gösteriyor.

Ezcümle, iki gün evvel, ism-i Hakem nüktesini okuyan bir Nakşî dervişi, güneşin
ve manzûmesinin bahsini, Risâle-i Nur mesleğine vech-i tatbikini anlamamış; demiş:
“Bu da ehl-i fen ve kozmoğrafyacılar gibi bahseder,” tevehhüm etmiş.

Yanımda ona okundu; ayıldı. “Bu, bütün bütün başkadır” dedi. Demek, kozmoğrafyacılar
gibi, ehl-i fennin en son ve geniş nokta-i istinadları ve medâr-ı gafletleri olan
perdelerde nûr-u Ehadiyeti gösteriyor, orada da düşmanlannı takip ediyor, en uzak
tahassüngâhlarını bozuyor. Her yerde huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa,
ona der: “O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir; bil, ayıl!”
Başına vurur.

Hem kâinatı, baştanbaşa âyineler hükmünde, tecelliyât-ı esmâya mazhariyetlerini
öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey huzura mâni olmuyor. Ehl-i
tarîkat ve hakîkat gibi huzur-u dâimî kazanmak için kâinatı, ya nefyetmek veya unutmak
ve hâtıra getirmemek değil, belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını
ve geniş ve küllî ve dâimî kâinat vasatında bir ubûdiyet dairesini açtığını gördüm.

Kastamonu Lâhikası, s. 174.

Risâle-i Nur, bu dünyada dahi îmandaki lezzeti, imansızlıktaki sıkıntı ve elemi gösterir

Çoklar tarafından hem bana, hem bâzı Nur Kardeşlerime suâl etmişler ve ediyorlar
ki:

“Neden bu kadar muârızlara karşı ve muannid feylesoflara ve ehl-i dalâlete mukâbil
Risâle-i Nur mağlûp olmuyor. Milyonlar kıymettar hakîki kütüb-ü îmâniye ve İslâmiyenin
intişarlarına bir derece sed çektikleri halde; sefâhet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle,
çok bîçare gençleri ve insanları hakâik-ı îmâniyeden mahrum bıraktıkları halde;
en şiddetli hücum ve en gaddarâne muâmele ve en ziyâde yalanlarla ve aleyhinde yapılan
propagandalarla Risâle-i Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye
çalıştıkları halde; hiçbir eserde görülmediği bir tarzda, Risâle-i Nur’un intişârı,
hattâ çoğu el yazması ile altı yüz bin nüsha-risâlelerinden-kemâl-i iştiyak ile
perde altında intişar etmesi ve dahil ve hariçte kemâl-i iştiyak ile kendini okutturmasının
hikmeti nedir, sebebi nedir?” diye, bu meâlde çok suâllere elcevap deriz ki:

Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakîki bir tefsiri olan Risâle-i Nur, bu dünyada
bir mânevî Cehennemi, dalâlette gösterdiği gibi, îmanda dahi bu düııyada mânevî
bir Cennet bulunduğunu ispat ediyor; ve günahların ve,fenalıkların ve haram lezzetlerin
içinde mânevî elîm elemleri gösterip, hasenât ve güzel hasletlerde ve hakâik-i şeriatın
amelinde Cennet lezâiz i gibi mânevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor.

Sefâhet ehlini ve dalâlete düşenleri o cihetle-aklı başında olanlarını-kurtarıyor.
Çünkü bu zamanda iki dehşetli hâl var:

Birincisi: Akıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere
tercih eden hissiyât-ı insâniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefâheti
sefâhetinden kurtarmanın yegâne çaresi, ehl-i sefâhetin aynı lezzetinde, elemini
gösterip hissini mağlûp etmektir. Ve

6 âyetinin işaretiyle, bu zamanda, âhiretin
elmas gibi nîmetlerini, lezzetlerini bildiği halde dünyevî kırılacak şişe parçalarını
onlara tercih etmek, ehl-i îman iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için
tâbî olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi Cehennem azâbını
ve elemlerini göstermekle olur ki; Risâle-i Nur, o meslekten gidiyor.

Yoksa bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefâhetten gelen
tiryâkiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin
vücudunu ispat ile ve onun azâbı ile insanları fenalıktan ve seyyiâttan vaz geçirmek
yolu ile, ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da,
“Cenâb-ı Hak, Gafûrü’r-Rahîmdir. Hem, Cehennem pek uzaktır” der; yine sefâhetine
devam edebilir. Kalbi, rûhu hissiyâtına mağlûp olur.

İşte, Risâle-i Nur’daki ekser muvâzeneler, küfür ve dalâletin dünyadaki elîm
ve ürkütücü neticelerini göstermekle en muannid ve nefisperest insanları dahi o
menhus gayr-i meşrû lezzetlerden ve sefâhetlerden bir nefret verip, aklı başında
olanları tevbeye sevk eder. O muvâzenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki
küçük muvâzeneler ve Otuz İkinci Sözün üçüncü Mevkıfındaki uzun muvâzene, en sefih
ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor; dersini kabul ettiriyor.

Bu Asırda İkinci Dehşetli Hal: Eski zamanda Küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler
ve küfr-ü inâdîden gelen temerrüd bu zamana nisbeten pek azdı. Onun için eski İslâm
muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam kâfi olurdu, küfr-ü meşkûku çabuk
izâle ederlerdi. Allah’a îman umûmi olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem
azâbını ihtar etmekle, çokları sefâhetlerden, dalâletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi
ise, eski zamanda bir memlekette olan bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada
yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalâlete girip inat ve temerrüd ile
hakâik-ı îmâna karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyâde olmuş. Bu mütemerrid
inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalâletleriyle hakâik-ı
îmâniyeye karşı muâraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom bombası gibi,
bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakîkat-i kudsiye lâzımdır
ki, onların tecâvüzâtını durdursun ve bir kısmını îmâna getirsin.

İşte, Cenâb-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak
olarak Kur’ân-ı Mu’cizü’1-Beyânın bir mu’cize-i mâneviyesi ve lemeâtı bulunan Risâle-i
Nur, pekçok muvâzenelerle en dehşetli muannid mütemerridleri, Kur’ân’ın elmas kılıncı
ile kınyor ve kâinat zerreleri adedince Vahdâniyet-i İlâhiyeye ve îmânın hakîkatlerine
hüccetleri, delilleri gösteriyor…

Evet, Risâle-i Nur îman ve küfür muvâzenelerini ve hidâyet ve dalâlet,mukâyeselerini
bu mezkûr hakîkatleri bilmüşâhede ispat ediyor.

Ayetü’l-Kübra, s. 191-193; 199-200.

Risâle-i Nur, her insana en büyük dâvâyı kazandırıyor

Herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış
ki, her adam; eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa,
o tek dâvâyı kazanmak için, bilâtereddüt sarf edecek. İşte o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i
insâniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızlan ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat
Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahidlerine istinâden haber verdikleri
ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin -îman mukâbilinde- bu zemin yüzü
kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâkî ve dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak
veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer îman vesîkasını sağlam elde etmezse,
kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ
bir ehl-i keşif ve tahkîk, bir yerde, kırk vefiyâttan yalnız birkaç tanesi kazandığını
sekerâtta müşâhede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini,
bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

İşte, o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen
hârika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp; ebedî dünyada kalacak
gibi âfâkî mâlâyâniyât ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden; biz Risâle-i
Nur şâkirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyâde olsa da, ancak bu vazifeye
sarf etmek lâzımdır, diye kanaatımız var.

Ey hapis musîbetinde benim yeni kardeşlerim! Sizler, benim ile beraber gelen
eski kardeşlerim gibi, Risâle-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler
şâkirtleri şâhit göstererek derim ve ispat ederim ve ispat etmişim ki: O büyük dâvâyı
yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o dâvânın kazancının
vesîkası ve senedi ve beratı olan îmân-ı tahkîkîyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîm’in
mu’cize-i mâneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dâvâ vekili
bulunan Risâle-i Nur’dur. Bu on sekiz senedir, benim düşmanlarım ve zındıklar ve
maddiyyunlar, aleyhimde gâyet gaddarâne desîselerle hükümetin bâzı erkânlarını iğfal
ederek bizi imhâ için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları
halde, Risâle-i Nur’un çelik kalesinde, yüz otuz parça cihazâtından ancak iki üç
parçasına ilişebilmişler. Demek, avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.

Hem, korkmayınız! Risâle-i Nur yasak olmaz. Hükümet-i Cumhuriyenin mebusları
ve erkânlarının ellerinde mühim risâleleri, iki üçü müstesnâ olarak, serbest geziyorlardı.
İnşaallah, bir zaman hapishâneleri tam bir ıslâhhâne yapmak için, bahtiyar müdürler
ve memurlar, o nurları mahpuslara ekmek ve ilâç gibi tevzî edecekler.

Meyve Risâlesi, s. 32-34.

Risâle-i Nur küfr-ü mutlakı kırar

Evet, şimâlden gelen küfr-ü mutlâk cereyanını durduracak, yalnız Risâle-i Nur’dur.
Siyâset, diplomatlık, bu vazifeyi göremez. Onun için, vatanperver ve milliyetçi
ve siyâsetçiler, Nurlara sarılmaya mecburiyet var.

Emirdağ Lâhikası, s. 204.

Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahları dehşetli bir yekûn teşkil edecek

Birden ihtar edilen bir mesele:

Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil
ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, “Acaba âdi bir adam, binler adam kadar
günah işleyebilir mi? Ve o ahirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır
ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına
harap olmasına sebebiyet verir?” diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını
gördük.

Ezcümle: Müteaddit o vücuhundan radyomla anlaşıldı ki, o birtek adam, birtek
kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle
günahlara sokar.

Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo
unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlahiyyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla
şükür ve hamd ü senayla doldurmak lazım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefahet-i
beşeriye o azim nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden, elbette tokat yiyecek.

Nasıl ki havârık-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlahiyyeyi bu mimsiz, gaddar
medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarf edip küfran-ı
nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi.
Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevî ve vahşî derekesinden daha aşağıya
indirdi. Cehenneme gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor.

Evet, radyonun küllî nimetiyet ciheti küllî bir şükür iktiza eder ve o küllî
şükür de, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın kelâm-ı ezelîsinin şimdiki bütün muhataplarına
birden yetiştirmek için, küllî yüz bin dilli semavi bir hâfız hükmünde, her vakit
kâinatta Kur’an’ı okumalıdır, ta o nimetin küllî şükrünü edâ ve o nimeti idame etsin.

Kastamonu Lahikası, s. 46.

Dalalet ve sefahetteki lezzet lezzet değildir

Gençlik Rehberinde izahı bulunan ibretli bir hadisenin hülâsası şudur:

Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum.
Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı.
Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm
ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar,
azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini
muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede
ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar
ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi halime bırakınız,
gidiniz.”

Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır;
öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş
zamanın elli sene evvelki hadisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek
zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i
dalâlet ve sefahetin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi,
şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine nefretle ve teellümlerle ağlayacaklardı.

Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve dalâleti
terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:

“Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz;
bize karışma.”

Ben de cevaben dedim:

Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefahete atılıyorsun.
Kat’iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur.
Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla
ve dalâlet yoluyla, senin başına ve varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan
ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça,
pek kısa bir zamandaki cüz’î lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı
dahi, itikatsızlığın cihetiyle yine mâdum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır.
Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları
ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla
senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihâne cüz’î lezzetini
zîr ü zeber eder.

Eğer dalâleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkiki ve istikamet dairesine girsen,
iman nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi mâdum ve herşeyi çürüten bir mezaristan
değil, belki mevcut ve istikbale inkılâp eden nuranî bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki
saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle, değil
elem, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi mânevî lezzetini dünyada dahi
tattırdığı gibi gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki iman
gözüyle görünür ki, saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan
ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahmân-ı Rahîm-i
Zülcelâli ve’l-İkramın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya
sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin
bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve
iman ile olabilir.

İmanın bu dünyada dahi verdiği binler fayda ve neticelerinden yalnız birtek fayda
ve lezzetini, bu mezkûr bahsimiz münasebetiyle Gençlik Rehberinde bir hâşiye olarak
yazılan bir temsil ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve meyusâne
elîm ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir
doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı,
ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.

İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup
insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden
hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana
kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve
“Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı hal ile dediklerinden
aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder
ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye
ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.

O muannid döndü, dedi:

“Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet ve
eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız.”

Cevaben dedim:

Hayvan gibi olamazsın. Çünkü hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler
ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam
alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir
hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat o his
dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye,
gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar
hakkında daha mükemmeldir. Fakat ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle
bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen
mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular
ve endişeler, senin cüz’î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan
aşağı düşürür.

Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya aklını imanla
başına al, Kur’ân’ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade ve fâni dünyada dahi sâfi
lezzetleri kazan, diyerek onu ilzam ettim.

Yine o mütemerrid şahıs döndü, dedi:

“Hiç olmazsa ecnebî dinsizleri gibi yaşarız.”

Cevaben dedim:

Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine
inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah’a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemâlâta
medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en âhir ve en büyük ve dini
ve dâveti umumî olan âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr etse ve
zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hattâ Allah’ı kabul etmez. Çünkü bütün
peygamberleri ve Allah’ı ve kemâlâtı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz.
Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyete giriyorlar; ve hiçbir Müslüman,
hakiki Yahudi veya Mecusi veya Nasranî olmaz. Belki dinsiz olur; seciyeleri bozulur,
vatana, millete muzır bir hâlete girer. İspat ettim. O muannid ve mütemerrid şahsın
daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehenneme gitti.

İşte ey bu medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım! Madem hakikat budur
ve bu hakikati Risale-i Nur o derece kat’î ve güneş gibi ispat etmiş ki, yirmi senedir
mütemerridlerin inatlarını kırıp imana getiriyor. Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize,
hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli
olan iman ve istikamet yolunu takip edip boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde
Kur’ân’dan bildiğimiz sûreleri okumak ve mânâlarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek
ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade
edip bu hapishaneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek
gibi a’mâl-i saliha ile, hapishane müdür ve alâkadarları, câni ve katillerin başlarında
zebâni gibi azap memurları değil, belki medrese-i Yusufiyede Cennete adam yetiştirmek
ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim üstad ve birer
şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.

Asay-ı Musa, s. 17-18.

Kur’an ile felsefenin şahsi hayata verdikleri terbiyelerin muvazenesi

İkinci Esas: Kur’ân-ı Hakîmin hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkiye
ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin muvâzenesi.

Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye
ibâdet eden bir firavun-u zelîldir; her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem, o
dinsiz şâkird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul
eden miskin bir mütemerriddir; şeytan gibi şahısların bir menfaat-i hasîse için
ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem, o dinsiz şâkird, cebbâr
bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için, zâtında gayet acz
ile âciz bir cebbâr-ı hodfüruştur. Hem o şâkird, menfaatperest hodendiştir ki, gàye-i
himmeti nefs ve batnın ve fercin hevesâtını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bâzı
menfaat-i kavmiye içinde arayan, dessas bir hodgâmdır.

Ammâ hikmet-i Kur’ân’ın hâlis tilmizi ise, bir abddir; fakat âzam mahlûkata da
ibâdete tenezzül etmez; hem, Cennet gibi âzam menfaat olan bir şeyi, gàye-i ibâdet
kabul etmez bir abd-i azîzdir. Hem, tilmiz-i mütevâzidir, selîm, halîmdir; fakat
Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde, ihtiyârıyla tezellüle tenezzül etmez.
Hem, fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir; fakat, onun Mâlik-i Kerîmi, ona iddihar
ettiği uhrevî servet ile müstağnîdir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad
ettiği için, kavîdir. Hem, yalnız livechillâh, rızâ-i İlâhî için, fazîlet için amel
eder, çalışır.

İşte, iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin muvâzenesiyle anlaşılır.

Sözler, s. 122.

[Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir.]

Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup dünyaya tâlip bedbaht
nefsim! Bilir misin, neye benzersin? Devekuşuna. Avcıyı görür; uçamıyor, başını
kuma sokuyor. Tâ avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarıda; avcı görür. Yalnız, o,
gözünü kum içinde kapamış; görmez.

Ey nefis! Şu temsile bak, gör:

Nasıl dünyaya hasr-ı nazar, azîz bir lezzeti, elîm bir eleme kalbeder. Meselâ,
şu karyede, yani Barla’da, iki adam bulunur; birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı
İstanbul’a gitmişler, güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış; o dahi oraya
gidecek. Bunun için, şu adam, İstanbul’a müştaktır, orayı düşünür, ahbaba kavuşmak
ister. Ne vakit ona denilse, “Oraya git!”; sevinip, gülerek gider. İkinci adam ise,
yüzde doksan dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar; bir kısmı
ne görür, ne de görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler, zanneder. Şu
bîçare adam ise, bütün onlara bedel, yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak
ister; onunla o elîm âlâm-ı firâkı kapamak ister.

Ey nefis! Başta Habîbullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar. Burada
kalan bir iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını
çevirme; merdâne kabre bak, dinle ne talep eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül;
bak, ne ister. Sakın gàfil olup ikinci adama benzeme.

Ey nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış; herkes dünyaya dalmış, hayata
perestiş eder, derd-i maîşetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor; firâk bekàya kalbolup,
başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor; ziyâdeleşiyor. Beşer yolculuğu
kesilmiyor, sürat peydâ ediyor.

Hem deme, “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık
eder. Herkesle musîbette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında
pek esassızdır.

Sözler, s. 156-157.

Eğer şu fânî dünyada bekà istiyorsan, bekà fenâdan çıkıyor, nefs-i emmâre cihetiyle
fenâ bul ki, bâkî olasın.

Sözler, s. 196.

Nefs-i emmâreme bir sille-i te’dib

Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, methe düşkün, hodbînlikte bîhemtâ sersem nefsim!
Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım
ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri
olduğu; ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek
lâzım olduğu, hak bir dâvâ ise, senin dahi sana yüklenen ni’metler için fahre, gurura,
belki bir hakkın var. Halbuki, sen dâim zemme müstehaksın. Zîrâ o çekirdek ve o
çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-i ihtiyârın bulunmakla, o ni’metlerin kıymetlerini
fahrin ile tenkîs ediyorsun. Gururunla tahrip ediyorsun ve küfrânınla iptal ediyorsun
ve temellükle gasb ediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan
şöhret değil, tevâzudur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir.
Senin kemâlin hodbînlik değil, hudâbînliktedir. Evet, sen benim cismimde âlemdeki
tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre mercî olmak için yaratılmışsınız.
Yani, fâil ve masdar değilsiniz, belki münfail ve mahalsiniz.

Yalnız bir tesiriniz var; o da hayr-ı mutlaktan gelen hayrı güzel bir sûrette
kabul etmemenizden, şerre sebep olmanızdır. Hem, siz birer perde yaratılmışsınız;
tâ güzelliği görülmeyen zâhirî çirkinlikler size isnad edilip, Zât-ı Mukaddese-i
İlâhiyenin tenzihine vesîle olasınız. Hâlbuki bütün bütün vazife-i fıtratınıza zıd
bir sûret giymişsiniz. Kabiliyetsizliğinizden hayrı şerre kalbettiğiniz halde, Hàlıkınızla
güyâ iştirâk edersiniz. Demek, nefisperest, tabiatperest, gayet ahmak, gayet zâlimdir.

Hem deme ki, “Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.” Zîrâ temessül etmediğinden,
mazhar değil, memerr olursun.

Hem deme ki, “Halk içinde ben intihab edildim. Bu meyveler benim ile gösteriliyor.
Demek bir meziyetim var.” Hayır, hâşâ! Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü
herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline
verildi.

Sözler, s. 209-210.

Yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşrûanın cezası, merhametsiz bir musîbettir

Evet, insan evvelâ nefsini sever, sonra akàribini, sonra milletini, sonra zîhayat
mahlûkları, sonra kâinatı, dünyayı sever; bu dairelerin herbirisine karşı alâkadardır.
Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir. Hâlbuki şu herc
ü merc âlemde ve rüzgâr deverânında hiçbir şey kararında kalmadığından bîçare kalb-i
insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini
paralıyor, belki koparıyor. Dâimâ ıztırap içinde kalır yahut gaflet ile sarhoş olur.

Mâdem öyledir, ey nefis, aklın varsa bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine
ver, şu belâlardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemâl ve cemâl
Sahibine mahsustur; ne vakit Hakiki Sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı Onun nâmiyle
ve Onun aynası olduğu cihetle ızdırapsız sevebilirsin. Demek, şu muhabbet doğrudan
doğruya kâinata sarf edilmemek gerektir. Yoksa muhabbet, en leziz bir nimet iken,
en elîm bir nikmet olur.

Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis, sen muhabbetini kendi nefsine
sarf ediyorsun! Sen, kendi nefsini kendine ma’bud ve mahbub yapıyorsun. Her şeyi
nefsine fedâ ediyorsun. Âdetâ bir nevi rubûbiyet veriyorsun. Hâlbuki muhabbetin
sebebi, ya kemâldir-zîrâ kemâl zâtında sevilir-yahut menfaattir yahut lezzettir
veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir. Şimdi, ey
nefis! Birkaç sözde katî ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden
yoğrulmuştur ki, zulmet karanlığın derecesi nispetinde nurun parlaklığını gösterdiği
gibi, zıddiyet itibâriyle sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve
rahmetine âyinedarlık ediyorsun. Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adâvet
etmelisin; veyahut acımalısın; veyahut mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin.
Eğer nefsini seversen-çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de,
lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun-o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i
nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma.
Çünkü o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde
bir lem’acık ile iktifâ eder. Zîrâ nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün
alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifâ ettiğin ve saadetleriyle mes’ud
olduğun bütün kâinatın menfaatleri, ni’metleri iltifatına tâbi bir Mahbub-u Ezelîyi
sevmekliğin lâzımdır. Tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz
olasın. Hem, Kemâl-i Mutlakın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.

Zâten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, Onun zâtına karşı muhabbet-i
zâtiyedir ki, sen sû-i istimâl edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki
ene’yi yırt,

7‘yi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, Onun esmâ ve sıfâtına
karşı verilmiş bir muhabbettir; sen sû-i istimâl etmişsin. Cezasını da çekiyorsun.
Çünkü yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşrûanın cezası, merhametsiz
bir musîbettir. Rahmânü’r-Rahîm ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün
arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismânî hevesâtına ihzâr eden ve sâir esmâsıyla
senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî
ihsanâtını o Cennette sana müheyyâ eden ve her bir isminde mânevî çok hazîne-i ihsan
ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel
olabilir; kâinat, Onun bir cüz’î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise, o
Mahbub-u Ezelînin, Kendi habîbine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ
et: 8

Sözler, s. 322-323.

Ey nefs-i emmâre! Eğer desen, “Ben, ecnebî değil, hayvan olmak isterim.” Sana
kaç defa söylemiştim, hayvan gibi olamazsın. Zîrâ, kafandaki akıl olduğu için, o
akıl, geçmiş elemleri ve gelecek korkuları tokatıyla, senin yüzüne, gözüne, başına
çarparak döğüyor; bir lezzet içinde bin elem katıyor. Hayvan ise, elemsiz güzel
bir lezzet alır, zevk eder. Öyle ise, evvelâ aklını çıkar at, sonra hayvan ol. Hem,
9 sille-i te’dibini gör.”

Sözler, s. 327.

Gençliği, Allah namına sevmenin neticesi

Gençliğe muhabbetin ise, mâdem Cenâb-ı Hakkın güzel bir ni’meti cihetinde sevmişsin,
elbette onu ibâdette sarf edersin, sefâhette boğdurup öldürmezsin. Öyle ise, o gençlikte
kazandığın ibâdetler, o fânî gençliğin bâkî meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin
iyilikleri olan bâkî meyvelerini elde ettiğin halde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından
kurtulursun. Hem, ihtiyarlıkta daha ziyâde ibâdete muvaffakıyet ve merhamet-i İlâhiyeye
daha ziyâde liyâkat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş on senelik bir
gençlik lezzetine mukabil, elli senede, “Eyvah, gençliğim gitti” diye teessüf edip,
gençliğe ağlamayacaksın. Nasıl ki öylelerin birisi demiş:

Yani, “Keşke gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini,
şekvâ ederek haber verecektim.”

Sözler, s. 588-589.

Aşk, şiddetli bir muhabbettir.

Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o
aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o
şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî,
aşk-ı hakikîye inkılâp eder.

İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var:
Biri mecazî, biri hakikî.

İşte, … İnsanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın
hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilâne davransa, ahlâk-ı
rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini
vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate
muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.

Mektubat, s. 37.

Hiçbir şey kendi nefsine mâlik değildir

Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır
ki: “En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir
ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı
var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekasını temin etmektir” diyorsun.
Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal
edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına
koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip,
“Hayat bir cidaldir” diye, ahmakane hükmetmişsin.

Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i şevkle
beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır?
Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür.

Hem çürük bir esasın, “Herşey kendi nefsine mâliktir” diyorsun. Hiçbir şey kendi
nefsine mâlik olmadığına katî bir delil şudur ki:

Esbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır.
Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef’âl-i ihtiyariyesinden
yüz cüz’ünden onun dest-i ihtiyarına verilen ve daire-i iktidarına giren, yalnız
meşkûk tek bir cüzdür. Böyle en zâhir fiilin yüz cüz’ünden bir cüz’üne mâlik olmayan,
nasıl kendine mâliktir denilir?

Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî tasarruftan ve temellükten
eli bağlanmış bulunsa, “Sair hayvânat ve cemâdat kendi kendine mâliktir” diyen,
hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade câmid ve şuursuz olduğunu
ispat eder.

Lem’alar, s. 121.

Nefis daima kötü şeylere sevk eder


10

 
11 Meâli: “Nefis daima kötü şeylere sevk eder” âyetinin, hem de
mânâ-yı Şerifi:
“Senin en zararlı düşmanyn, nefsindir” hadisinin bir nüktesidir. Tezkiyesiz nefs-i
emmâresi bulunmak şartıyla, kendi nefsini beğenen ve seven adam başkasını sevmez.
Eğer zâhirî sevse de samimî sevemez; belki ondaki menfaatini ve lezzetini sever.
Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır. Ve kusurunu nefsine almaz, belki
avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalâğalarla, belki yalanlarla nefsini
medih ve tenzih ederek, adeta takdis eder ve derecesine göre,

12 âyetinin bir tokadını
yer.

Temeddühü ve sevdirmesi ise, aksülâmelle istiskali celb eder, soğuk düşürtür.
Hem amel-i uhrevîde ihlâsı kaybeder, riyâyı karıştırır. Âkıbeti görmeyen ve neticeleri
düşünmeyen ve lezzet-i hazıraya müptelâ olan hisse ve hevâ-yı nefse mağlûp olup,
yolunu şaşırmış hissin fetvâsıyla, bir saat lezzet için bir sene hapiste yatar.
Bir dakika gurur veya intikam yüzünden on sene ceza görür. Adeta, ders aldığı Amme
cüz’ünü birtek şekerlemeye satan havâi bir çocuk gibi, elmas kıymetinde bulunan
hasenâtını, hissini okşamak için ve hevâsını memnun etmek için ve hevesini tatmin
etmek için, ehemmiyetsiz cam parçaları hükmündeki lezzetlere, enâniyetlere vesile
edip, kârlı işlerde hasâret eder.

Lem’alar, s. 274.

Yirmi Dördüncü Lem’a
Tesettür hakkındadır

On Beşinci Notanın İkinci ve Üçüncü Meseleleri iken, ehemmiyetine binaen Yirmi
Dördüncü Lem’a olmuştur.

(ilâ âhir) âyeti, tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefihe ise, Kur’ân’ın bu hükmüne
karşı muhalif gidiyor. Tesettürü fıtrî görmüyor, bir esarettir diyor.13

Elcevap: Kur’ân-ı Hakîmin bu hükmü tam fıtrî olduğuna ve muhalifi gayr-ı fıtrî
olduğuna delâlet eden çok hikmetlerinden yalnız dört hikmetini beyan ederiz.

Birinci Hikmet

Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Çünkü kadınlar
hilkaten zayıf ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği
yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan,
kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale mâruz kalmamak için fıtrî bir
meyli var.

Hem kadınların on adetten altı yedisi, ya ihtiyardır, ya çirkindir ki, ihtiyarlığını
ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır, kendinden daha güzellere
nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan korkar; taarruza mâruz kalmamak
ve kocası nazarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler.
Hattâ dikkat edilse, en ziyade kendini saklayan, ihtiyarlardır. Ve on adetten ancak
iki üç tanesi bulunabilir ki, hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten
sıkılmasın.

Malûmdur ki, insan sevmediği ve istiskal ettiği adamların nazarından sıkılır,
müteessir olur. Elbette açık saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına
hoşlandığı nâmahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder.
Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik ve serîü’t-teessür olduğundan,
maddeten tesiri tecrübe edilen, belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır.
Hattâ işitiyoruz, açık saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan
sıkılarak, “Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar” diye polislere şekvâ ediyorlar.
Demek, medeniyetin ref-i tesettürü hilâf-ı fıtrattır. Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî
olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i ebediye olabilen kadınları,
tesettür ile sukuttan, zilletten ve mânevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor.

Hem kadınlarda ecnebî erkeklere karşı, fıtraten korkaklık, tahavvüf var. Tahavvüf
ise, fıtraten, tesettürü iktiza ediyor. Çünkü sekiz dokuz dakika bir zevki cidden
acılaştıracak sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmetle çekmekle beraber, hâmisiz
bir veledin terbiyesiyle, sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşru zevkin
belâsını çekmek ihtimali var. Ve kesretle vâki olduğundan, cidden şiddetle nâmahremlerden
fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister. Ve tesettürle, nâmahremin iştahını
açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zayıf hilkati emreder ve kuvvetli ihtar eder.
Ve bir siperi ve kalesi, çarşafı olduğunu gösteriyor. Mesmûâtıma göre, merkez ve
payitaht-ı hükümette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet âdi
bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil
sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!

İkinci Hikmet

Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka,
yalnız dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Evet, bir kadın, kocasına yalnız
hayat-ı dünyeviyeye mahsus bir refika-i hayat değildir. Belki hayat-ı ebediyede
dahi bir refika-i hayattır.

Madem hayat-ı ebediyede dahi kocasına refika-i hayattır; elbette, ebedî arkadaşı
ve dostu olan kocasının nazarından gayrı, başkasının nazarını kendi mehâsinine celb
etmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir. Madem mü’min olan kocası,
sırr-ı imana binaen, onunla alâkası hayat-ı dünyeviyeye münhasır ve yalnız hayvânî
ve güzellik vaktine mahsus, muvakkat bir muhabbet değil, belki hayat-ı ebediyede
dahi bir refika-i hayat noktasında esaslı ve ciddî bir muhabbetle, bir hürmetle
alâkadardır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik zamanında değil, belki ihtiyarlık
ve çirkinlik vaktinde dahi o ciddî hürmet ve muhabbeti taşıyor. Elbette ona mukabil,
o da kendi mehâsinini onun nazarına tahsis ve muhabbetini ona hasretmesi, mukteza-yı
insaniyettir. Yoksa pek az kazanır, fakat pek çok kaybeder.

Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani, birbirine münasip olmalı. Bu küfüv ve
denk olmak, en mühimi, diyanet noktasındadır.

Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder; refikasını hayat-ı
ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur.

Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp “Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim”
diye takvâya girer.

Veyl o erkeğe ki, saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer.

Ne bedbahttır o kadın ki, müttakî kocasını taklit etmez, o mübarek ebedî arkadaşını
kaybeder.

Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki, birbirinin fıskını ve sefahetini
taklit ediyorlar, birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar.

Üçüncü Hikmet

Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i mütekabile
ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık saçıklık,
o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü açık saçıklık
kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından daha güzeli görmediğinden,
kendini ecnebîye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu, kocasından daha iyisini görür. Ve
yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha güzelini görmüyor. O vakit o samimî
muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça
bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir. Şöyle ki:

İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü
mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı
ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an
mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere
göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması
mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin
gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından,
hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle
nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!

Dördüncü Hikmet

Malûmdur ki, kesret-i nesil, herkesçe matluptur. Hiçbir millet ve hükümet yoktur
ki, kesret-i tenasüle taraftar olmasın. Hattâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm
ferman etmiş:
  (ev kemâ kàl.) Yani, “İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin kesretinizle
iftihar edeceğim.”

Halbuki tesettürün ref’i, izdivacı teksir etmeyip çok azaltıyor. Çünkü en serseri
ve asrî bir genç dahi refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yani açık
saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhşa sülûk eder.

Kadın öyle değil; o derece kocasını inhisar altına alamaz. Çünkü kadının-aile
hayatında müdir-i dahilî olmak haysiyetiyle kocasının bütün malına, evlâdına ve
herşeyine muhafaza memuru olduğundan-en esaslı hasleti sadakattir, emniyettir. Açık
saçıklık ise, bu sadakati kırar, kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan
azâbı çektirir. Hattâ erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda
bulunsa, bu emniyete ve sadakate zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet
sayılırlar. Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat değil, belki himâyet
ve merhamet ve hürmettir. Onun için, o erkek inhisar altına alınmaz, başka kadınları
da nikâh edebilir.

Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünkü orada, düello gibi çok şiddetli vasıtalarla,
açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin
karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra bakar. Hem memâlik-i bâride
olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve câmiddirler. Bu Asya, yani
âlem-i İslâm kıtas¨, ona nispeten memâlik-i harredir. Malûmdur ki, muhitin, insanın
ahlâkı üzerinde tesiri vardır. O bârid memlekette, soğuk insanlarda hevesât-ı hayvâniyeyi
tahrik etmek ve iştahı açmak için açık saçıklık belki çok sû-i istimâlâta ve isrâfâta
medar olmaz. Fakat seriütteessür ve hassas olan memâlik-i harredeki insanların hevesât-ı
nefsâniyesini mütemadiyen tehyiç edecek açık saçıklık, elbette çok sû-i istimâlâta
ve isrâfâta ve neslin zaafiyetine ve sukut-u kuvvete sebeptir. Bir ayda veya yirmi
günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder.
O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle kadından tecennüp
etmeye mecbur olduğundan, nefsine mağlûp ise fuhşiyata da meyleder.

Şehirliler, köylülere, bedevîlere bakıp tesettürü kaldıramaz. Çünkü köylerde,
bedevîlerde, derd-i maişet meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak münasebetiyle,
hem şehirlilere nispeten nazar-ı dikkati az celb eden, mâsûme işçi ve bir derece
kaba kadınların kısmen açık olmaları, hevesât-ı nefsâniyeyi tehyice medar olmadığı
gibi, serseri ve işsiz adamlar az bulunduğundan, şehirdeki mefâsidin onda biri onlarda
bulunmaz Öyleyse onlara kıyas edilmez.

Ehl-i iman âhiret hemşirelerim olan kadınlar taifesi ile bir muhaveredir

Bazı vilâyetlerde taife-i nisâdan samimî ve hararetli bir surette Nurlara karşı
alâkalarını gördüğüm ve haddimden pek ziyade, onların Nurlara ait derslerime itimadlarını
bildiğim sıralarda, mübarek Isparta’ya ve mânevî Medresetü’z-Zehrâya üçüncü defa
geldiğim zaman işittim ki, o mübarek âhiret hemşirelerim olan taife-i nisâ, benden
bir ders bekliyorlarmış. Güya vaaz suretinde camilerde onlara bir dersim olacak.
Hâlbuki ben dört beş vecihle hastayım. Ve hem perişan, hattâ konuşmaya ve düşünmeye
iktidarsız bulunduğum halde, bu gece şiddetli bir ihtarla kalbime geldi ki:

“Madem on beş sene evvel gençlerin istemeleriyle Gençlik Rehberi’ni onlar için
yazdın ve pek çok istifade edildi. Hâlbuki hanımlar taifesi, gençlerden daha ziyade
bu zamanda öyle bir rehbere muhtaçtırlar.”

Ben de bu ihtara karşı gayet perişan ve zaaf ve aczimle beraber, Üç Nükte ile,
gayet muhtasar bazı lüzumlu maddeleri, o mübarek hemşirelerime ve mânevî genç evlâtlarıma
beyan ediyorum.

Birinci Nükte

Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisâ taifesi şefkat kahramanları
bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten alâkadardırlar. Ve lillâhilhamd
bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî
bir ihlâsı ve mukabelesiz bir fedakârlık mânâsını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda
pek çok ehemmiyeti var.

Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu
feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına
kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın
inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir.
Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut
sû-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük numunesi şudur:

O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade
ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum
paşa olsun” diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir.
Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden
kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin
tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı
ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?”
diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin
harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.

Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, biçare veledini haps-i ebedî olan
Cehennemden ve idam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrıyla
çalışsa, o veledin bütün ettiği hasenâtının bir misli, validesinin defter-i amâline
geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatlarıyla ruhuna nurlar
yetiştirdiği gibi, âhirette de, değil dâvâcı olmak, bütün ruh u canıyla şefaatçi
olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlât olur.

Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle,
ben kendi şahsımda katî ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:

Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum
ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden
aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda
çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini
aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders
ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer
çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.

Ezcümle: Meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i
Nur’un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli
fiil ve halinden ve o mânevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum.

Evet, bu hakikî ihlâs ile hakikî bir fedakârlık taşıyan validelik şefkati sû-i
istimal edilip, mâsum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini düşünmeyerek,
muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun mâsum yüzünü çevirmek ve bu
şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati sû-i istimal etmektir.

Evet, kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir
mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş mânâsı olmayarak ruhunu
feda ettiklerine, o şefkatin küçücük bir numunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu
kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi ispat ediyor.

Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve amâl-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas,
ihlâstır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor. Eğer bu iki
nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiyede pek büyük bir saadete
medar olur. Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor; belki yüz cihette
mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa şan ve şeref istiyorlar. Fakat maattessüf biçare
mübarek taife-i nisâiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak
için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve aczden gelen başka bir nevide riyâkârlığa
giriyorlar.

İkinci Nükte

Bu sene inzivâda iken ve hayat-ı içtimaiyeden çekildiğim halde, bazı Nurcu kardeşlerimin
ve hemşirelerimin hatırları için dünyaya baktım. Benimle görüşen ekserî dostlardan,
kendi ailevî hayatlarından şekvâlar işittim. “Eyvah!” dedim. “İnsanın, hususan Müslümanın
tahassungâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır. Bu da mı bozulmaya
başlamış?” dedim. Sebebini aradım. Bildim ki, nasıl İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesine
ve dolayısıyla din-i İslâma zarar vermek için, gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik
hevesâtıyla sefahete sevk etmek için bir iki komite çalışıyormuş. Aynen öyle de,
biçare nisâ taifesinin gafil kısmını dahi yanlış yollara sevk etmek için bir iki
komitenin tesirli bir surette perde altında çalıştığını hissettim. Ve bildim ki,
bu millet-i İslâma bir dehşetli darbe, o cihetten geliyor. Ben de siz hemşirelerime
ve gençleriniz olan mânevî evlâtlarıma katiyen beyan ediyorum ki:

Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki
ulvî seciyeleri de, bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki
terbiye-i diniyeden başka yoktur. Rusya’da o biçare taifenin ne hale girdiğini işitiyorsunuz.
Risale-i Nur’un bir parçasında denilmiş ki:

Aklı başında olan bir adam, refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş on senelik
fâni ve zâhirî hüsn-ü cemâline bina etmez. Belki, kadınların hüsn-ü cemâlinin en
güzeli ve daimîsi, onun şefkatine ve kadınlığa mahsus hüsn-ü sîretine sevgisini
bina etmeli-tâ ki, o biçare ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin.
Çünkü onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil,
belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan, ihtiyarlandıkça
daha ziyade hürmet ve merhametle birbirine muhabbet etmek lâzım geliyor. Şimdiki
terbiye-i medeniye perdesi altındaki hayvancasına muvakkat bir refakatten sonra
ebedî bir mufarakate mâruz kalan o aile hayatı, esasıyla bozuluyor.

Hem Risale-i Nur’un bir cüz’ünde denilmiş ki: Bahtiyardır o adam ki, refika-i
ebediyesini kaybetmemek için saliha zevcesini taklit eder, o da salih olur. Hem
bahtiyardır o kadın ki, kocasını mütedeyyin görür, ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek
için o da tam mütedeyyin olur, saadet-i dünyeviyesi içinde saadet-i uhreviyesini
kazanır. Bedbahttır o adam ki, sefahete girmiş zevcesine ittibâ eder, vazgeçirmeye
çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki, zevcinin fıskına bakar,
onu başka bir surette taklit eder. Veyl o zevc ve zevceye ki, birbirini ateşe atmakta
yardım eder. Yani, medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder.

İşte, Risale-i Nur’un bu mealdeki cümlelerinin mânâsı budur ki:

Bu zamanda aile hayatının ve dünyevî ve uhrevî saadetinin ve kadınlarda ulvî
seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyetle olabilir.
Şimdi aile hayatında en mühim nokta budur ki, kadın, kocasında fenalık ve sadakatsizlik
görse, o da kocasının inadına, kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti
bozsa, aynen askeriyedeki itaatin bozulması gibi, o aile hayatının fabrikası zîr
ü zeber olur. Belki o kadın, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır
ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa o da kendini açıklık ve saçıklıkla başkalara
göstermeye ve sevdirmeye çalışsa, her cihetle zarar eder. Çünkü hakikî sadakati
bırakan, dünyada da cezasını görür. Çünkü nâmahremlerin nazarından fıtratı korkar,
sıkılır, çekilir. Nâmahrem yirmi erkeğin on sekizinin nazarından istiskal eder.
Erkek ise, nâmahrem yüz kadından, ancak birisinden istiskal eder, bakmasından sıkılır.
Kadın o cihette azap çektiği gibi, sadakatsizlik ithamı altına girer, zaafiyetiyle
beraber; hukukunu muhafaza edemez.

Elhasıl: Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta, şefkat itibarıyla erkeklere
benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de,
o mâsum hanımlar dahi, sefahette hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için,
fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf
altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü erkek sekiz dakika zevk ve
lezzet için sefahete girse, ancak sekiz lira kadar birey zarar eder. Fakat kadın
sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak, dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü
karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği
için, sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker.

Az olmayan bu nevi vukuat da gösteriyor ki, mübarek taife-i nisâiye, fıtraten
yüksek ahlâka menşe olduğu gibi, fısk ve sefahatte dünya zevki için kabiliyetleri
yok hükmündedir. Demek onlar daire-i terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını
geçirmeye mahsus bir nevi mübarek mahlûkturlar. Bu mübarekleri ifsad eden komiteler
kahrolsunlar! Allah, bu hemşirelerimi de bu serserilerin şerlerinden muhafaza eylesin.
Âmin.

Hemşirelerim, mahremce bu sözümü size söylüyorum: Maişet derdi için, serseri,
ahlâksız, frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisat
ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları
nevinden kendinizi idareye çalışınız, satmaya çalışmayınız. Şayet size münasip olmayan
bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşaallah,
rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa, şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere
boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize
yakışmaz.

Üçüncü Nükte

Aziz hemşirelerim, katiyen biliniz ki, daire-i meşruanın haricindeki zevklerde,
lezzetlerde, on derece onlardan ziyade elemler ve zahmetler bulunduğunu, Risale-i
Nur yüzer kuvvetli delillerle, hadisatlarla ispat etmiştir. Uzun tafsilâtını Risale-i
Nur’da bulabilirsiniz.

Ezcümle, Küçük Sözler’den Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözler ve Gençlik Rehberi
benim bedelime sizlere tam bu hakikati gösterecek. Onun için, daire-i meşruadaki
keyfe iktifâ ediniz ve kanaat getiriniz. Sizin hanenizdeki mâsum evlâtlarınızla
mâsûmâne sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.

Hem katiyen biliniz ki, bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet iman dairesindedir
ve imandadır. Ve amâl-i salihanın herbirisinde bir mânevî lezzet var. Ve dalâlet
ve sefahatte, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler bulunduğunu Risale-i Nur
yüzer katî delillerle ispat etmiştir. Adeta imanda bir Cennet çekirdeği ve dalâlette
ve sefahatte bir Cehennem çekirdeği bulunduğunu, ben kendim çok tecrübelerle ve
hadiselerle aynelyakin görmüşüm ve Risale-i Nur’da bu hakikat tekrar ile yazılmış.
En şedit muannid ve muterizlerin eline girip, hem resmî ehl-i vukuflar ve mahkemeler
o hakikati cerh edememişler. Şimdi sizin gibi mübarek ve mâsum hemşirelerime ve
evlâtlarım hükmünde küçüklerinize, başta Tesettür Risalesi ve Gençlik Rehberi ve
Küçük Sözler benim bedelime sizlere ders versin.

Ben işittim ki, benim size camide ders vermekliğimi arzu ediyorsunuz. Fakat benim
perişaniyetimle beraber hastalığım ve çok esbab, bu vaziyete müsaade etmiyor. Ben
de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün
mânevî kazançlarıma ve dualarıma Nur şakirtleri gibi dahil etmeye karar verdim.
Eğer siz benim bedelime Risale-i Nur’u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz,
o vakit, kaidemiz mûcibince, bütün kardeşleriniz olan Nur şakirtlerinin mânevî kazançlarına
ve dualarına da hissedar oluyorsunuz.

Ben şimdi daha ziyade yazacaktım. Fakat çok hasta ve çok zayıf ve çok ihtiyar
ve tashihat gibi çok vazifelerim bulunduğundan, şimdilik bu kadarla iktifâ ettim.

Lem’alar, s. 197-205.

Şimdiki medeniyetin menfi esasları

Meclisten biri dedi: “Neden şeriat şu medeniyeti reddeder?”

Dedim: “Çünkü beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir.
O ise, şe’ni tecavüzdür. Hedef-i kastı menfaattır. O ise, şe’ni tezahumdur. Hayatta
düsturu, cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âhari
yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür.
Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir.
O heva ise, şe’ni insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir.
İnsanın mesh-i mânevîsine sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına
çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir.

“İşte, onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete
atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne beyne bırakmış. Saadet
odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere
rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir
medeniyeti kabul eder.

“Hem serbest hevânın tahakkümüyle, havâic-i gayr-ı zaruriye havâic-i zaruriye
hükmüne geçmişlerdir. Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye
muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y, masrafa kâfi gelmediğinden, hileye, harama sevk
etmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate, nev’e verdiği servet,
haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir ahlâksız etmiştir. Kurun-u ûlânın mecmu vahşetini,
bu medeniyet bir defada kustu!

“Âlem-i İslâmın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde
ıztırabı câ-yı dikkattir. Zira istiğna ve istiklâliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki
İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehâsıyla aşılanmaz, imtizaç etmez, bel’ olunmaz,
tâbi olmaz.

“Bir asıldan tev’em olarak neşet eden eski Roma ve Yunan iki dehâları, su ve
yağ gibi mürur-u a’sâr ve medeniyet ve Hıristiyanlığın temzicine çalıştığı halde,
yine istiklâllerini muhafaza, âdetâ tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde
yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu
olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehâsıyla hiçbir vakit
mezc olunmaz, bel’ olunmaz.”

Sünûhat, s. 58-60.

Binler günahlara karşı bir dille nasıl mukabele edilir?

Bugünlerde hatırıma geldi ki, hayat-ı içtimaiyeye giren hangi şeye temas etse,
ekseriyetle günahlara maruz kalıyor. Her cihette günahlar serbestçe insanı sarıyorlar.
“Bu kadar günahlara karşı insanın hususi ibadet ve takvâsı nasıl mukabele edebilir?”
diye meyusâne düşündüm.

Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim.
Risale-i Nur şakirtleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli
işaret-i Kur’aniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim
ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe
eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi
ki:

Risale-i Nur’un hakikî ve sadık şakirtlerinin mâbeynlerindeki düstur-u esasiye
olan iştirak-i âmâl-i uhreviye kanunuyla ve samimi ve halis tesanüd sırrıyla herbir
halis, hakikî şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet
edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara, binler dille mukabele eder.
Bazı melâikenin kırk bin dille zikrettikleri gibi, halis, hakikî, müttakî bir şakirt
dahi kırk bin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşaallah ehl-i
saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takvâ ve içtinab-ı kebâir
derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahip olur. Elbette, bu büyük kazancı kaçırmamak
için, takvâda, ihlâsta, sadakatte çalışmak gerektir.

Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 147-148.

Beşerin ihtiyacı olan keyifli hevesat beşte birisi olmalıdır

Evet, beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var.
Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi
olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına
sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nikmet olur, beşere lâzım
olan sa’ye şevki kırar.

Emirdağ Lahikası, s. 307.

Eşyadaki san’atlar, herbiri birer isme dayanıyor

Üçüncü Mevkıf

Şu Üçüncü Mevkıf İki Noktadır. O da İki Mebhastır.

Birinci Mebhas

 
14 sırrınca, herşeyden Cenâb-ı Hakka karşı pencereler hükmünde çok vecihler var.
Bütün mevcudâtın hakàikı, bütün kâinatın hakikati, esmâ-i İlâhiyeye istinad eder.
Herbir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmâya istinad eder.

Eşyadaki san’atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ hakiki fenn-i hikmet
Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıb Şâfi ismine ve fenn-i hendese Mukaddîr ismine
ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünûn
ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakàt-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri, esmâ-i İlâhiyeye
istinad eder. Hattâ, muhakkikîn-i evliyânın bir kısmı demişler: “Hakiki hakàik-ı
eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakàikın gölgeleridir. Hattâ, birtek
zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir.”

Şu ince ve dakîk ve pek büyük ve geniş hakikati bir temsil ile fehme takrîbe
çalışacağız. İki üç ayrı ayrı elek ile elemek sûretinde tahlil edeceğiz. Ne kadar
uzun beyân etsek, yine kısadır; usanmamak gerek. Şöyle:

Nasıl ki, gayet mâhir bir tasvirci ve heykeltraş bir zât, gayet güzel bir çiçekle
ve insan cins-i latîfinden gayet güzel bir hasnânın sûret ve heykelini yapmak istese,
evvelâ o iki şeyin umumi şekillerini bâzı hatlarla tâyin eder. Şu tâyini, bir tanzim
iledir, bir takdîr ile yapıyor. Hendeseye istinâden hudud tâyin ediyor. Şu tanzim
ve takdîr, bir hikmet ve ilim ile yapıldığını gösteriyor. Demek, tanzim ve tahdit
fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdit arkasında
ilim ve hikmet mânâları hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek.

İşte, kendini gösterdi ki, o hududlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik
püskülcükler gibi şeylerin tasvirine başladı. Şimdi görüyoruz ki, içindeki pergelin
harekâtıyla tâyin edilen âzâlar, san’atkârâne ve inâyetkârâne düşüyor. Öyle ise,
o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun’ ve inâyet mânâları var; hükmediyorlar
ve kendilerini gösterecekler.

İşte, ondandır ki, bir hüsün ve zînete kabiliyet gösteriyor. Öyle ise, sun’ ve
inâyeti çalıştıran, irâde-i tahsin ve kasd-ı tezyindir. Öyle ise, onlar hükmediyorlar
ki, tezyine, tenvire başladı, bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayattarlık heyetini
verdi. Elbette şu tahsin ve tenvir mânâsını çalıştıran, lûtuf ve kerem mânâsıdır.
Evet, o iki mânâ, onda o derece hükmeder ki, âdetâ, o çiçek bir lûtf-u mücessem,
o heykel bir kerem-i mütecessiddir.

Şimdi, bu mânâ-i kerem ve lütfu çalıştıran ve tahrik eden, teveddüd ve taarrüf
mânâlarıdır. Yani, kendini hüneri ile tanıttırmak ve halka kendini sevdirmek mânâları
arkada hükmediyor. Bu tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irâde-i
ni’metten geliyor.

Mâdem rahmet ve irâde-i ni’met, arkada hükmediyor; öyle ise, o heykeli, ni’metin
envaıyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçeğin sûretini de bir hediyeye takacak.

İşte, o heykelin ellerini, kucağını ve ceplerini kıymettar ni’metler ile doldurdu
ve o çiçek sûretini de bir mücevherâta taktı. Demek bu rahmet ve irâde-i ni’meti
çalıştıran, terahhum ve tahannündür. Yani, acımak ve şefkat etmek mânâsı, rahmet
ve ni’meti tahrik ediyor. Ve o müstağnî ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan zâtta olan
terahhum ve tahannün mânâsını tahrik eden ve izhâra sevk eden, elbette o zâttaki
mânevî cemâl ve kemâldir ki; tezâhür etmek isterler. Ve o cemâlin en şirin cüz’ü
olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, san’at aynasıyla görünmek ve müştakların
gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yani, cemâl ve kemâl -çünkü bizzat sevilirler-
herşeyden ziyâde kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın
ittihadı bu noktadandır. Cemâl, mâdem kendini sever; kendini aynalarda görmek ister.
İşte heykele konulan ve sûrete takılan sevimli ni’metler, güzel meyveler, o cemâl-i
mânevînin-kendi kabiliyetlerine göre-birer lem’asını taşıyorlar. O lem’aları hem
cemâl sahibine, hem başkasına gösteriyorlar.

Aynen öyle de, Sâni-i Hakîm, Cenneti ve dünyayı, semâvâtı ve zemini, nebâtât
ve hayvanâtı, cin ve insi, melek ve ruhâniyâtı, küllî ve cüz’î bütün eşyayı, cilve-i
esmâsıyla, eşkâlini tahdit ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene veriyor.
Onun ile, bunlara Mukaddîr, Munazzım, Musavvir isimlerini okutturuyor.

Öyle bir tarzda şekl-i umumisinin hududunu tâyin eder ki, Alîm, Hakîm ismini
gösterir.

Sonra, ilim ve hikmet cetveliyle, o hudud içinde, o şeyin tasvirine başlar. Öyle
bir tarzda ki, sun’ ve inâyet mânâlarını ve Sâni’ ve Kerîm isimlerini gösteriyor.
Sonra, san’atın yed-i beyzâsıyla, inâyetin fırçasıyla o sûretin-eğer birtek insan
ve birtek çiçek ise-göz, kulak, yaprak, püskül gibi âzâlarına bir hüsün, bir zînet
renkleri veriyor; eğer zemin ise, maâdin, nebâtât ve hayvanâtına bir hüsün ve zînet
renkleri veriyor. Eğer Cennet ise, bağlarına, kasırlarına, hûrilerine bir hüsün
ve zînet renkleri veriyor, ve hâkezâ, başkalarını kıyas et.

Hem öyle bir tarzda tezyin ve tenvir eder ki, lûtuf ve kerem mânâları onda o
derece hükmediyor ki, âdetâ o mevcud-u müzeyyen, o masnu-u münevver, bir lütf-u
mücessem, bir kerem-i mütecessid hükmüne geçer, Latîf ve Kerîm ismini zikreder.

Sonra, o lütuf ve keremi şu cilveye sevk eden, elbette teveddüd ve taarrüftür,
yani Kendini zîhayata sevdirmek ve zîşuura bildirmek şe’nleridir ki, Latîf, Kerîm
isimlerinin arkalarında Vedûd ve Mâruf isimlerini okutuyor ve masnuun lisân-ı halinden
işitiliyor.

Sonra, o müzeyyen mevcudu, o güzel mahlûku leziz meyveler, sevimli neticelerle
süslendirip, zînetten ni’mete, lütuftan rahmete çevirir, Mün’im ve Rahîm ismini
okutturur ve zâhirî perdeler arkasında o iki ismin cilvesini gösterir.

Sonra, bu Rahîm ve Kerîm’i, Müstağnî-i Alelıtlak olan Zâtta bu cilveye sevk eden,
elbette bir terahhum, tahannün şe’nleridir ki; ism-i Hannân ve Rahmân’ı okutturuyor
ve gösteriyor. Şu terahhum, tahannün mânâlarını cilveye sevk eden, elbette bir cemâl
ve kemâl-i zâtîdir ki, tezâhür etmek ister. Cemîl ismini ve Cemîl isminde münderiç
olan Vedûd ve Rahîm isimlerini okutturuyor. Çünkü cemâl bizzat sevilir. Zîcemâl
ve cemâl, kendi kendini sever. Hem hüsündür, hem muhabbettir. Kemâl dahi bizzat
mahbubdur, sebepsiz olarak sevilir. Hem muhibdir, hem mahbubdur. Mâdem nihayetsiz
derece-i kemâlde bir cemâl ve nihayetsiz derece-i cemâlde bir kemâl nihayet derecede
sevilir, muhabbete ve aşka lâyıktır. Elbette, aynalarda ve aynaların kabiliyetlerine
göre lemeâtını ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezâhür etmek ister.

Demek, Sâni-i Zülcelâlin ve Hakîm-i Zülcemâlin ve Kadîr-i Zülkemâlin zâtındaki
cemâl-i zâtî ve kemâlât-ı zâtiyesi terahhum ve tahannün ister ve Rahmân ve Hannân
isimlerini tecellîye sevk eder.

Terahhum ve tahannün ise, rahmet ve ni’meti göstermekle Rahîm ve Mün’im isimlerini
cilveye sevk eder.

Rahmet ve ni’met ise teceddüd, taarrüf şe’nlerini iktizâ edip, Vedûd ve Mâruf
isimlerini tecellîye sevk eder, masnuun bir perdesinde onları gösterir. Teveddüd
ve taarrüf ise, lütuf ve kerem mânâlarını tahrik eder; Latîf ve Kerîm isimlerini
masnuun bâzı perdelerinde okutturuyor. Lütuf ve kerem şe’nleri ise, tezyin ve tenvir
fiillerini tahrik eder, Müzeyyin ve Münevvir isimlerini masnuun hüsün ve nurâniyeti
lisâniyle okutturur. Ve o tezyin ve tahsin şe’nleri ise, sun’ ve inâyet mânâlarını
iktizâ eder ve Sâni’ ve Muhsîn isimlerini o masnuun güzel sîmâsıyla okutturur.

Ve o sun’ ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktizâ eder ve ism-i Alîm ve Hakîm’i
o masnuun intizamlı, hikmetli âzâsıyla okutturur.

O ilim ve hikmet ise, tanzim, tasvir, teşkil fiillerini iktizâ ediyor; Musavvir
ve Mukaddîr isimlerini, masnuun heyetiyle, şekliyle okutturur, gösterir.

İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuâtını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserîsi,
hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güyâ herbir masnuuna ayrı
ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte,
her perdede ayrı ayrı esmâsını yazmış.

Meselâ, temsilde gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle, insanın kısm-ı sânîsinden
bir ferd-i hasnânın yalnız zâhirî hilkatlerinde, çok sahifeler vardır. Başka büyük
ve küllî masnuâtı, o iki cüz’î misâle kıyas et.

Birinci sahife: Umumi şekil ve miktarını gösteren heyettir ki; yâ Musavvir, yâ
Mukaddîr, yâ Munazzım isimlerini yâd eder.

İkinci sahife: Sûretlerinde ayrı ayrı âzâların inkişafıyla hâsıl olan çiçek ve
insanın basit heyetidir ki, o sahifede Alîm, Hakîm isimleri gibi çok isimler yazılıyor.

Üçüncü sahife: O iki mahlûkun ayrı ayrı âzâlarına, ayrı ayrı hüsün ve zînet vermekle,
o sahifede Sâni’ ve Bâri’ isimleri gibi çok isimler yazılıyor.

Dördüncü sahife: Öyle bir zînet ve hüsün, o iki masnua veriliyor ki, güyâ lûtuf
ve kerem tecessüm etmiş, onlar olmuş. O sahife, yâ Latîf, yâ Kerîm gibi çok isimleri
yâd eder, okur.

Beşinci sahife: O çiçeğe leziz meyveler, o hasnâya sevimli evlâtlar, güzel ahlâklar
takmakla, o sahife, yâ Vedûd, ya Rahîm, yâ Mün’im gibi isimleri okutturuyor.

Altıncı sahife: O in’âm ve ihsan sahifesinde, yâ Rahmân, yâ Hannân gibi isimler
okunuyor.

Yedinci sahife: O ni’metlerde, o neticelerde, öyle lemeât-ı hüsün ve cemâl görünüyor
ki, hakiki bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş hâlis bir şükür ve sâfî bir muhabbete
lâyık olur. O sahifede, yâ Cemîl-i Zülkemâl, yâ Kâmil-i Zülcemâl isimleri yazılı
okunuyor. İşte, yalnız bir güzel çiçek ve hasnâ bir insan ve yalnız maddî ve zâhir
sûretinde bu kadar esmâyı gösterirse, acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve büyük
ve küllî mevcudât ne derece ulvî ve küllî esmâyı okutuyor, kıyas edebilirsin.

Hem insan ruh, kalb, akıl cihetiyle hayat ve letâif sahifeleriyle Hayy, Kayyûm
ve Muhyî gibi ne kadar esmâ-i kudsiye-i nurâniyeyi okur ve okutturur, kıyas edebilirsin.
İşte, Cennet bir çiçektir. Hûri tâifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir
çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Semâ da bir çiçektir; yıldızlar, o çiçeğin yaldızlı
nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyâsındaki yedi rengi, o çiçeğin nakışlı boyalarıdır.
Âlem, güzel ve büyük bir insandır; nasıl ki insan, küçük bir âlemdir.

Hûriler nevi ve ruhânîler cemaati ve melek cinsi ve cin tâifesi ve insan nevi,
birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. Hem herbiri, külliyetiyle,
hem herbir ferdi tek başıyla, Sâni-i Zülcemâlinin esmâsını gösterdikleri gibi, Onun
cemâline, kemâline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı aynalardır. Ve nihayetsiz
cemâl ve kemâline ve rahmet ve muhabbetine birer şâhid-i sâdıktır. Ve o cemâl ve
kemâlin ve rahmet ve muhabbetin birer âyâtıdır, birer emârâtıdır. İşte, şu nihayetsiz
envâ-ı kemâlât, daire-i vâhidiyette ve ehadiyette hâsıldır. Demek, o daire haricinde
tevehhüm olunan kemâlât, kemâlât değildir.

İşte, hakàik-ı eşyanın esmâ-i İlâhiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki
hakiki hakàik o esmânın cilveleri olduğunu ve herşeyin çok cihetlerle, çok dillerle
Sâniini zikir ve tesbih ettiğini anla,
‘in bir mânâsını bil ve

15 de. Ve âyetlerin
âhirlerinde olan

16
17
18 gibi zikir ve tekrarlarındaki bir sırrı fehmet.

Eğer bir çiçekte esmâyı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan; Cennete bak, bahara
dikkat et, zeminin yüzünü temâşâ et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve
bahar ve zeminde yazılan esmâyı, vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını
anlar, görürsün.

Sözler, s. 573-577.

Salisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât
nâzırı Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu İslâmların elinde kaldıkça,
biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut
ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakâr, mâsum, hamiyetkâr
millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene evvel bu cereyana karşı,
Kur’ân-ı Hakîm’den istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük
bir “Dârülfünun-u İslâmiye” tasavvuru ile, altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak
ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin
helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye
iki vesileyi bulduk.

Birinci vesilesi: Risale-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i
iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik hâletinde
telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya
da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri
dehşetli bir surette maddiyun ve tabiiyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması
ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşaallah bir zaman
da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mucize-i Kur’âniyenin
cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz.

İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek istiyordum. Âlem-i
İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim.
Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne
kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır.
Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan,
Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî
ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile

19 Kur’ân’ın bir kanun-u
esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle
barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin. Ve Anadolu’daki
ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı
şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın
ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir darülfünun,
hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i
Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah
rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için 20 bin altın
lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da
mevcut 200 meb’ustan 163 meb’usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli
vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de
içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle,
tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet
verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı
bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler
ki:

“Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete
muhtacız.”

Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya’da,
şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta gelmelerinin delâletiyle
Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî
olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi
bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde
olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine
kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük
misal size söyleyeceğim:

Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok
hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim.

Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan
ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.”

Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da
mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı
aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben
şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.”

Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i
İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın
İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine
komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden
aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından
başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak
ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir?
Sizden soruyorum.

İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak fikrini
taşıyanlar, kalktılar, imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını
affetsin; şimdi vefat etmişler.

Rabian: Mâdem Reisicumhur gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini
en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o
üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmetle medresenin
medâr-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye,
eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi
orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kalesi olan bu üniversiteyi yine
mesâil-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan, bu devlete,
bu millete bu azîm, faydalı hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede
esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı mânevîdir, imansızlıkladır. O mânevî
tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o
tahribatı durdurabilir.

Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle
ve neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak
lâzım gelirken, Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur
bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr
olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Emirdağ Lahikası, 439-440.

Âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve iknâ etsin

Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden
başka üç sebep buldum:

Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı
parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddeâ ve müteharrî-i
hakikati iknâ lâzım iken, ihmal ediyorlar.

İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden,
muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.

Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık,
yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine
çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.

Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i muknî
olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin. Ve mizan-ı şeriatle
tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır.

Hâsıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve iknâ
etsin.

Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın adalet-i İlâhî! Yaşasın ittihad-ı millî! Ölsün
ihtilâf! Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağrâz-ı şahsiye ve fikr-i intikam!
Yaşasın şecaat-ı mücessem askerler! Yaşasın satvet-i muşahhas ordular! Yaşasın akıl
ve tedbir-i mücessem dindar cemiyet-i ahrâr ve Nur talebeleri.20

Divan-i Harbi Örfi, s. 88-89.

Dipnotlar:

1. “Allah’ı bırakıp da taptıklarınızın hepsi bir araya gelse, bir
sinek bile yaratamazlar.” Hac Sûresi, 22:73.

2. Yani, “Allah’tan başka bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar,
bir sineği halk edemezler.” Hac Sûresi, 22:73.

3. “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi
gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.

4. Evet, Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren
eski Mısır ve Babil’in, ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususi olduğu için etrafında
sihir telâkkî edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında
yerleştiren ve esnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın
perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan, her şeye bir ulûhiyet verip, kendi başına
musallat eder.

5. “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler…” İbrahim
Sûresi, 14:3.

6. Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler…(İbrâhim
Sûresi:3.)

7. O [Allah].

8. Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin. (Âl-i İmrân
Sûresi: 31.)

9. Hayvan gibi, hattâ onlardan da aşağıdırlar. (Furkan Sûresi: 44.)

10. “Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına
söyle, evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar.” Ahzâb Sûresi,
33:59.

11. “Yusuf Sûresi, 12:53.13.

12. “Hevâ ve heveslerini kendisine mâbud edinen kimse.” Furkan Sûresi, 25:43.

13. Mahkemeye karşı ve mahkemeyi susturan Lâyiha-i Temyizin müdafaatından bir
parça:

“Ben de Adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üçyüz elli senede ve her asırda üç
yüz elli milyon insanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsî ve hakikatlı bir düstûr-u
İlâhîyi, üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinaden ve bin
üçyüz elli sene zarfından geçmiş ecdadımızın itikadlarına iktidâen tefsir eden bir
adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette rûy-i zeminde adalet varsa, o kararı
red ve bu hükmü nakzedecektir.”

14. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi:
44.)

15. Şiddetli zuhurunda gizlenmiş olan Allah’ı her türlü noksandan
tenzih ederiz.

16. O herşeyi hakkıyla bilir; O her şeye hakkıyla kàdirdir. (Rum Sûresi: 54.)

17. Çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olan da ancak Odur. (Yûnus Sûresi:
107.)

18. Onun kuvveti her şeye gàliptir ve O herşeyi hikmetle yapar. (İbrâhim Sûresi:
4.)

19. “Mü’minler kardeştirler.” Hucurât Sûresi, 49:10.

20. Medar-ı ibret ve hayrettir ki, kırk üç sene evvel Hürriyetin
üçüncü gününde, İstanbul’da, hem sonra Selânik’te Meydan-ı Hürriyette binler siyasîlere
karşı dâvâ ettiği ve bütün kuvvetiyle şeriatı istediği ve hürriyeti ve meşrutiyeti
şeriata hizmetkâr yaptığı ve sonra 31 Mart’ta Hareket Ordusu gayet dehşet ve şiddetle
şeriat isteyenleri mes’ul ettikleri zamanda Divan-ı Harb-i Örfî’de Said’in bu münteşir
nutuklarından tam beraat verildiği halde; şimdi ise, siyaseti otuz seneden beri
bıraktığı ve o nutuklarına nispeten siyasete pek az teması için 27 sene dinsizlik
hesabına işkenceler ve gaddarane azap ve cezalar verenler, elbette din namına zulmettiklerini
ve engizisyonlardan daha zâlim olduklarını ispat eder.