Effect of Modernism and Postmodernism on Woman Identity

Giriş

İnsan, biyososyopsikolojik bir varlıktır. Toplumların ve kültürlerin geçirdiği
değişim süreçlerinden, bireyin etkilenmemesi söz konusu değildir. Sosyolojik değişim
süreçlerinin etkilerinin, en bariz biçimde görüldüğü alan ise, “kimlik” kavramı
alanıdır. Kimlik kavramındaki değişim hareketlerinin hızını, oranını ve şeklini
belirleyen de, doğal olarak büyük oranda, sosyopolitik- sosyoekonomik değişim süreçleridir.

Kadın, hâlihazırdaki toplumsal yapının temel taşıyıcısı olan “aile”yi biçimlendiren,
etkileyen temel unsur olmakla kalmayıp, kültürel mirasın geçişinin anahtarı ve gelecek
nesillerin hazırlayıcısı rolünü her çağda üstlenen bir konuma sahip olmuştur. Bu
nedenle de, kadın kimliğinin geçirdiği değişimler, yapı bozumları ve bunların dolaylı
olarak neden olabileceği psikolojik açmazlar, sadece kadını değil tüm popülasyonu
-geniş/uzun bir zaman dilimi içinde, olumsuz ve ciddi bir biçimde- etkiler, etkileyecektir.
Bu olumsuz etkilere karşı, önce değişim süreçlerinin ana belirleyicilerini, daha
sonra ise “kimlik” kavramını ve ikisi arasındaki etkileşim süreçlerini anlayabilmek
önem kazanmaktadır.

Bu çalışma, Modernizm ve postmodernizm gibi birbiriyle bağlantılı olan ve içinde
bulunduğumuz “zeitgest”i biçimlendiren iki ana unsurun, genelde kimlik kavramını,
özelde de “kadın kimliği”ni nasıl etkilediğini, daha çok psikolojik faktörler açısından
irdeleme girişimidir.

Kimlik Kavramı

Kimlik, yüzeysel olarak ve kısaca kişilerin ve çeşitli büyüklük ve nitelikteki
toplumsal grupların “kimsiniz, kimlerdensiniz?” sorusuna verdikleri cevaplardır1.
Kimlik kavramı, çok boyutlu ve sosyopsikolojik bir kavramdır ve bağlamlar bütünü
içinde oluşmaktadır. Sosyal ilişki biçimlerimiz, tutum ve inançlarımız, sosyal rol
ve statülerimiz, kimliğimizi oluşturur. Bütün bu unsurlar, içinde bulunduğumuz sosyal
gruplar, çevremiz, ailemiz, mesleğimiz, yani genel olarak bakıldığında içinde yaşadığımız
kültür yapılarınca şekillendirilirler.

Kimlik, çocukluk çağında oluşmaya başlar ve ömür boyu biçimlenme süreci devam
eder. Ebeveynlerin tutum ve davranışları ilk belirleyicilerdir. Psikolojinin tarif
ettiği kimlik kavramı ise benlik kavramına tekabül eder ve bizim dışımızdakilerin,
“öteki”lerin geri bildirimleriyle, onlarla kurduğumuz ilişkilerle şekillenir. Kimlik,
mikrokozmozdan makrokozmoza doğru bir etkileşimler bütününün içindedir. Kısaca kimlik;
kendi kendimizle, diğer bireylerle, sosyal gruplarla, toplumumuzla, kültürümüzle,
eşyalarla ve dünyayla kurduğumuz ilişki içinde şekillenir.

Tarihsel süreçte, kimlik oluşumları toplumsal yapılanma şekillerinden etkilenir.
Toplumsal yapılar ne denli karmaşıklaşır veya çeşitlenirse, bireyleri kimlikleri
de değişken ve çeşitli hale gelir. Toplumsal değişimlerin hızı oranında, kimlik
değişimleri de hızlanır. Mesela, geleneksel toplumlarda kimlik, değişim ve oluşum
kaynağını bireyden değil toplumsal yapının aidiyetlerinden alır. Bu modern toplumlarda,
tam tersi şekildedir. Postmodernizmde ise, parçalanmış, çoklu, izi ve sabitesi olmayan,
değişken kimlikler söz konusudur.

Geleneksel Yapıdan Moderne

“Modern”, kelimesi, Latince “modernus” ve “modo”dan türetilmiştir; kelime, da
“hemen şimdi” anlamına gelmektir. Bu kelime, “Modernus” şekliyle ilk defa 5. yüzyılda
Hıristiyan dünyasını Romalı ve Pagan geçmişinden ayırmak için kullanılmıştır.2 Modern
kelimesi her ne kadar köken olarak 5. yüzyıla dayansa da, “Modernizm”in bugünkü
anlamını kazandığı dönem daha çok 18. yüzyıldır. Modernleşme, Batı kültürüne ait
bir kavramdır; kökleri Batı kültürüne dayanır, Avrupa’da Rönesans’ tan sonra başlayan
ve bir çeşit isyan hareketi diye basit biçimde tanımlanabilecek bir süreçtir. Batı’nın
geleneksel değerlerine, normlarına ve yapılarına karşı girişilmiş bir isyan hareketi
olarak ortaya çıkmıştır. O dönemde, sosyal ilişkileri, toplumsal yapıyı ve düşünce
sistemlerini kilise belirlemekteydi ve baskıcı bir düzen hâkimdi. Bu baskıcı düzene
karşı başlatılan başkaldırı, dönemin ahlak standartlarını etkisiz hale getirilmesiyle
sonuçlandı. 18. yüzyılda oluşan bilim, ahlak ve sanat alanlarının birbirlerinden
ayrılması, Kant’ın öncülük ettiği modernlik projesinin temelini oluşturdu; artık
bilmek ve inanmak birbirinden ayrık farklı süreçlerdi.

19.yy’da Pozitivist bilim anlayışının da desteğiyle sanayi devriminin ortaya
çıkması ve Batı’nın ekonomik gücünün artması, yeni bir dünya modelinin oluşumunu
hızlandırmıştır. Batı’nın kendi geçmişine karşı bu eleştirel yaklaşımı, geçmişin
baskıcı fikri ve siyasi geleneğine karşı oluşu da diğer toplumlara nitelik farkı
gözetmeksizin örnek olarak sunulmuştur. Dolayısıyla Modernizm kavramı yeni bir bilim
anlayışı, yeni bir siyasal düzen, yeni bir iktisadi düşünce yapısı ve yeni bir ahlak
anlayışını ortaya koymakta ve Batı toplumlarının yaşadığı doğal bir süreci tanımlamaktadır.3
Bu sürecin temel unsurları kapitalizm, şehirleşme, akılcılık, bilimsellik, uzmanlaşma,
teknoloji, demokrasi ve ulus devlet gibi unsurlardır.

Batı’ya ait modernlik ideolojisi, “kul” fikri ve bu fikrin dayandığı “Tanrı”
fikrinin yerine başka bir şey koymuştur. Modernizm yandaşları, ne toplumun, ne tarihin,
ne de bireysel yaşamın insanın önünde boyun eğmesi gereken ya da büyü yoluyla etkilenebilecek
yüce bir varlığın iradesine tabi olduğunu söylerler.4 Bütün bu açılardan bakıldığında,
her ne kadar modernleşme, Batı toplumlarının yaşadığı doğal bir süreci tanımlamaktaysa
da, küreselleşme sonucunda, Batı kültürünün egemen kültür haline gelmesi ve yaygınlaşması
sonucunda, Modernizm’in ve postmodernizmin sadece Batı’ya özgü kavramlar olduğunu
söylemek artık mümkün değildir. Modernleşme projeksiyonu, her şeyden önce laik bir
hareket olma özelliği taşımaktadır.5

Modernleşme hareketiyle, Avrupa kendini şekillendirirken, Doğu olarak tanımladığı
uygarlıklarla mücadelesini sürdürmeye devam etmiştir. Batı’nın kendi dışında toplumlarla
kurmuş olduğu ilişki öncelikle egemenlik ilişkisidir. Batı egemenliğini Doğu’ya
da yayma girişimindedir. Oryantalizm iklimi çerçevesinde gelişen modernleşme sürecinde
kadın konusu ise toplumsal dönüşümün en ayrıcalıklı konularından biridir.

Sömürgeci Avrupa kendini şekillendirirken Doğu kavramı ile nitelendirdiği uygarlıklar
ile mücadele ede gelmiştir. Doğu’luluk Batı’nın bir inşasıdır. Doğu’nun ötekileştirilmesi
ise Batı’ya birtakım kolonyal çıkarlar sağlamıştır. Batı’nın kendi dışında toplumlarla
kurmuş olduğu ilişki öncelikle egemenlik ilişkisidir. Batı egemenliğini Doğu’ya
da yayma girişimindedir.6

Modernitedeki yeni toplumsal değişim, kendini; kentlere yönelen olağanüstü bir
göç, meslek değişimi, aile yapısındaki değişim, gelir düzeyindeki artış, statü geliştirme
imkânı, eğitim alanında fırsat eşitliği, erkek ve kadın arasındaki ilişkilerde belirgin
değişiklikler şeklinde gösterir. Kapitalistleşme ve onun zihinsel uzantısı olan
Modernleşme süreçlerinin düzenleme stratejilerine olan gereksinmesi açıktır. Cinsiyet
kimliklerinin, çocuk yetiştirme politikalarının, nihayet cinselliği denetleme pratiklerinin
kurucu öznesi olarak aile de önemli işlev görür.7 Modernizmden etkilenen Doğu toplumlarında,
gelenek ve etkileşim sonucu oluşan “yenilik” arasında çatışmalar ve kutuplaşmalar
oluşmuştur. Batı’nın aksine doğal ve kendine has olmayan, kendi dinamiklerinde kaynağını
almayan bir değişim süreci geçiren Doğu toplumlarında, Modernizm ve postmodernizm
sosyokültürel bilinçte ciddi yarılmalara ve travmalara yol açmaktadır; bu çoklu
değişkenli ve çatışmalı hale toplumsal dissosiasyon(gerçeklikten sıyrılış) denilebilir.

Kadın konusu, her zaman, tarihsellikten gündelik yaşama uzanan toplumsal dönüşümün
en ayrıcalıklı konusudur.8 Modern ve postmodern değişim süreçlerinde ise, kendilerini
Batı karşısında ya da yanında konumlandırmak zorunda kalan siyasal özneler ya ‘mesafe
koymak’ ya da ‘modern kadın ’ı simgelemek üzere aile ve kadın kimlikleri üzerine
sürekli bir politik çatışma ve gerilim kurmuşlardır.9

Modernizmin Kimlik Yapılarına Genel Etkileri

Geleneksel ve feodal toplumlarda kimliklerin sabit, tam ve değişmez olduğu görülmektedir.
Bireyin hissettiği kimlik duygusu, “Ben, biz’im” formülüyle ifade ediliyor, birey
kendisini gruptan ayrı bir birey olarak kavrayamıyordu.10 Birey, kendisini içinde
bulunduğu toplumun doğal bir parçası olarak hissediyordu. “İnsan, ya köylü ya da
feodal toprak beyiydi ve değişmez bir konuma sahip olma duygusu, onun kimlik duygusunun
özsel bir yanını oluşturuyordu.”11

Rönesans’la başlayan süreçte kimlikle ilgili temel soru, “ben, ben olduğumu nasıl
bilebilirim” haline dönüşmüştür. Dolayısıyla bireyin kimliği problem haline dönüşmüştür.
Erich Fromm’un da söylediği gibi, kapitalizmin gelişmesi ve hakim olmasıyla beraber,
özellikle de son birkaç kuşakla, benlik-kimlik kavramında “ben, sahip olduğum şeyim”
noktasından “ben, sizin olmamı istediğiniz şeyim” noktasına gelinmiştir. Gelinen
bu noktada, insan maalesef ki, kendisini kişilik pazarında bir meta gibi hissetmektedir.
Geleneksel normların ve toplumsal yükümlülüklerin erozyona uğramasıyla bireylerde,
yönelimsizlik ve patolojik kişisel çabalar görülmeye başlanmıştır. Bir zamanlar,
herhangi bir şeyi diğer şeylerden doğal olarak daha iyi diye ayırmayı sağlayan değerler
çözülüp gitmiştir, şimdi ise, insan, seçimlerini onları seçtiği için yapmaktadır.
12

Postmodernizmin Kimlik Kavramına Genel Etkileri

Postmodernizm yaygın bir söylem olarak ortaya çıktığı 1980’li yıllar aynı zamanda
Batı dünyasında küreselleşme söylemlerinin başladığı tarihlerdir. Küreselleşme ve
postmodernizm arasında her ne kadar mekanik bir bağ olduğu iddia edilemese de, bu
örtüşme tamamen bir rastlantı olarak da görülemez.13

Postmodern çağ, çok çeşitli ve durmadan değişen kimlikleri olumlar; hareketlilik,
yer değiştirme, en gözde değer haline gelmiştir. Takip edilemeyecek ve iz bırakamayacak
kadar hızlı ve zamansız/mekânsız (sanal) bir hareket özgürlüğü, postmodern dönemin
ayırıcı bir öğesidir.

Parçalanmışlık, bölünmüşlük, farklılığın ve özgün olmanın yüceltildiği postmodernitede,
kimlik kavramı farklılıklar ve benzerlikler ekseninde ele alınır. Postmodernite
kimlik inşasında, modern paradigmanın tersine kaygan bir zemin üzerinde gelişen
toplumsal koşullar içerisinde belirsizlik, çeşitlilik, heterojenlik, karmaşıklık,
görecelik ve parçalanmışlık kavramları hâkimdir. Bu dönemde kimlik kavramı, toplumsal
yaşamın hızla farklılaşması ve karmaşıklaşması sonucu, çok daha kırılgan, değişken
ve çok katmanlı bir yapıdadır.

Faiz’in deyişiyle, bireyin modernizmden postmodernizme olan yolculuğu bir çeşit
soyutlanma yolculuğudur; “kişi” sözcüğü yerine “özne” sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır.
Modern kimliğin konumu, insanın mesleği, kamusal (ya da ailevi) alandaki işlevi
etrafında oluşurken, postmodern kimlik ise görünüşler, imajlar ve tüketime dayanan
boş zaman faaliyetleri çevresinde oluşur. Postmodern kimlik, rol yapmak ve imaj
oluşturmak suretiyle, sahnede oyun karakterlerini oynar gibi teatral biçimde kurulurken,
modern kimlik kişinin kim olduğunu (meslek, aile, politik özdeşleşmeler vb.) gösteren
temel tercihleri içine alan ciddi bir meseledir.14 Özne, artık birbiriyle uyumsuz
farklı kimliklere sahiptir. Somuttan soyuta bu köklü geçiş içerisinde, birey, şeylere,
kendisine ve diğer insanlara yabancılaşır. Birey, sadece maddi tüketimle değil,
anlamın tüketimiyle de aktif bir kimlik duygusu oluşturur.

Modern ve Postmodern Zamanların Kadın Kimliğine Genel Bakış

20. yüzyılda kadının kamusal alana inmesiyle birlikte karşılaştığı sorunların
şekli değişmiş; hatta bu sorunlarda artış olmuştur. Avrupa’daki kadın hareketleri
ise 1960’lı yıllardan sonra kendisine ait feminist görüşler ve kavramlar oluşturmuştur.
Sanayi Devrimi’nin etkileri ve teknolojik gelişmeler sonucunda ülkeler birbirleri
üzerinde egemen olabilme yarışı içine girerler ve Birinci Dünya Savaşı yaşanır.
Savaş sırasında, sanayi sektöründe çalışan kadınların sayısında artış olur. Ancak
özellikle hizmet sektöründe ağır işlerde çalışan kadınlara düşük ücret verilmesinin
yanısıra, yasal hakları göz ardı edilmekte yaptıkları en küçük hatalar dahi kötü
davranışlar olarak sergilenmektedir. New York’ta tekstil sektöründe çalışan bir
grup kadın işçinin düşük ücretlerini protesto etmek amacıyla 8 Mart 1857’de gerçekleştirdikleri
grev, kadın hareketlerinin önemli çıkış noktalarından biri kabul edilmiş, bununla
birlikte anlam ve önemi nedeniyle bu tarih aynı zamanda kadınlar günü olarak kutlanmaya
başlanmıştır.

Kadının kamusal alana çıkması, özel sorunlarını kamusal sorunlar haline getirmesinden
daha çok kadının kamusal bir özneye dönüşmesi, kendini sosyal, siyasal ve ekonomik
anlamda ortaya koyması, tartışması ve dönüştürmesi biçiminde anlaşılması gerektiği
görüşü, 1970’li yıllarda feminizmin temel sorunsalı olmuştur.

Feministler, postmodernizmin “Özne’nin ölümü” ile ilgili yaklaşımını, bu alandaki
anlatıların yetersizliği nedeniyle eleştirirler. Eğer özne ve öznenin söz hakkı
yoksa o zaman toplumbiliminde, kadın perspektifine, özel bir dikkat göstermenin
anlamı da yok demektir. Feminist kadınlar, postmodernizmin bu yaklaşımıyla kendilerine
ait anlam ve içerikten yoksun bırakılmış olurlar.15 Denebilir ki, postmodern feministler
kadın kimliğini oluşturamaz ve bu nedenle politik yapıdan uzaktırlar.16

Modernizm ve Postmodernizmin Kadın Kimliği Üzerindeki Olumsuz Etkileri

Ortaçağ Avrupa’sında kadının insan olup olmadığı tartışılmış, cinsel kimliği
kapatılmaya çalışılmıştır. Evli kadın,18. yy. ortalarına kadar para biriktiremiyor,
mal sahibi olamıyordu. O, kocasına köle olmak zorundaydı. Hatta İskoçya’da 400 yıl
içinde, cadı veya kötü insan oldukları ileri sürülerek 9 milyon kadının kaynar yağa
atılarak öldürüldüğü söylenir. ‘İçlerinde kötülük var, insanlığı yoldan çıkarırlar’
düşüncesiyle, kadınlar kaynar kazanlarda yakılmıştır.17 Pavlus’tan
itibaren bozulmaya başlayan Hıristiyanlığın söyleminde, kadının faaliyetleri,
dindarlık veya fesadı önleme adına engellenişiyle birlikte, Batı kültüründe
kadının salt cinsel obje (nesne) sayıldığı bir noktaya gelinmiş oldu. İşte,
feminizm denen karşı tepkiyi doğuran şey de esasen bu algısal durumdur. Feminist
hareketler bu algısal duruma gösterdikleri tepkilerini, “erkek egemen” diye
niteledikleri bütün insanlık tarihi ile birlikte, yalnızca “erkeğe mal edilmiş,
erkeği kollayıp gözetiyor” saydıkları dinleri de suçlayıp reddetme noktasına
götürmüşlerdir.18

Şehirleşmenin artışıyla kadının sosyal konumu, ciddi biçimde değişmiştir. Kadın,
Birinci Dünya Savaşı sonrasında üretime katılmaya çeşitli yollarla zorlanmışsa da,
bir süre sonra iş yaşamındaki yerini aktif tüketici konumuyla desteklemesi arzulanan
bir özneye dönüşmüştür. Çalışan, üreten, tüketen ve ayrıca da başkalarının tüketimini
pompalamak için reklam ve destek malzemesi olarak kullanılan bir değere dönüşmüştür.
Bu konuyla alakalı olarak, kozmetik ve moda sektörünün hiçbir dönemde hiçbir ekonomik
krizden etkilenmeyen nadir alanlardan olduğunu düşünmek yeterli bir örnek olacaktır.

Eşit haklar ve özgürlük söylemleri, kadının sorumluluklarını iki kat arttırmasına
neden olmuştur; ev işleri, sosyal sorumluluklar, annelik ve iş yaşamı, hep bir arada
yürütülmesi, organize edilmesi gereken sorumluluklar olarak sadece kadının üzerindedir.
Çalışan anneler, çocuklarını çok erken yaşlarda bir bakıcı veya anaokulu eğitimcisiyle
baş başa bırakmak durumundadır. Üstelik bu bölünme kadının “anne” olarak kendini
suçlu ve yetersiz hissetmesine neden olmakta, bu hisler ise çocuk yetiştirme hususunda
anneleri daha verici, daha az sınır koyan ebeveynler haline getirmektedir. Bu durum
ise, bu şekilde yetişen çocukların kişilik oluşumlarında ciddi problemlere neden
olmaktadır. Kadının sosyal konumundaki dönüşüm, aile yapılarında ve çocuklarda da
ciddi değişimlere neden olmaktadır. Bütün bu “süper güçlü ve çok yönlü kadın” portrelerine
rağmen, kadınlar, kıyasıya rekabetin ve haksızlıkların yaşandığı iş dünyasında ne
denli yetenekli ve çabalı olsalar da erkeklerle aynı haklara hala sahip olamamaktadırlar.
Kapitalist iş dünyasındaki örtük ve incelmiş formlardaki erkek egemenliği, kadının
eşit olmak konusundaki rüyasını sömürmektedir. Eşit olmak konusundaki uzun vadeli
vaatler ve kadının öz değer problemi üzerine bina edilen takdir ödülleri sayesinde,
kadınlar, kapitalist iş dünyasındaki kısır döngü halindeki kıyıcı çarkın en önemli
malzemesi haline dönüşürler. Çalışkan, azimli, entelektüel, eğitimli, bakımlı, başarılı
ve hırslı; fakat mutsuz, depresif ve yalnız kadınların sayısı günümüzde giderek
artmaktadır.

Postmodern çağda, her bireyin bir ikiz imgesi vardır; bu imge, sürekli peşinde
koşulan ama yakalanamayan ideal bir yapıdır. Postmodern çağın kadın kimliği de,
sürekli olarak bir türlü yakalayamadığı daha güzel, daha şık, daha başarılı, daha
becerikli, daha beğenilen ve daha çok onaylanan bir ikiz imgenin peşinden gitmektedir.
Bu imge ise, tüketim kültürünün her seferinde daha ağır dozlarla pompaladığı genç
kalmak, sağlıklı olmak, iyi görünmek temalarıyla daha da ulaşılmaz olmaktadır. Anti-aging
ürünler, kozmetikler, başlama yaşı çok aşağılara inen estetik cerrahi operasyonları,
moda sektörü, diyet kürleri hep kadının “beğeniliyorsam değerliyim” yanılsaması
üzerinden beslenmektedir. Postmodern ve kapitalist çağ, kadının, bozulan aile ve
eş ilişkileri sonucunda açılan derin yaralarından çıkardığı dokuyu, kadına çare
diye pazarlamaktadır. Azalan özdeğer ve umutsuzca peşinden koşulan ikiz imgeler,
kısır döngüyü; kısır döngü de çaresizlik ve belirsizlik duygularını doğurmaktadır.
Belirsizlik ve çaresizlik duygularının örtük biçimde ve uzun süre yaşanması sonucu
da, kaygı bozukluklarının ve depresyon gibi duygu durum bozukluklarının kadınlarda
her daim daha fazla yaşandığını görmek şaşırtıcı olmamaktadır.19

Tüketim kültürünün esir aldığı aile, sürekli daha fazlasını talep ettiği için
daha çok çalışmak ve daha fazla taksit ödemek zorunda kalan babalar artık evde değillerdir;
babalar için ev yorgun argın gelince dinlenilecek, uyunacak bir yerdir. Anne ise,
her zaman meşgul ve memnuniyetsizdir. Ev, ait olunan “yuva” olma özelliğini yitirmiştir.
Buna rağmen, anne ve baba çocuklarından yüksek beklentilerini yerine getirmelerini
bekler; kendi kaybedilmiş rüyalarını ve hedeflerini gerçekleştirmelerini arzu ederler.
Ebeveynler, tıpkı kendileri için olduğu gibi, hayatın çocukları için de bir yarış
ve kendini sergileme, beğeni kazanma alanı olduğunu düşünür ve çocuklarını bu düşünceye
uygun davranmaları koşuluyla desteklerler.

Artık geleneksel, klasik çocukluk-yetişkinlik kavramlarının birbirine karışarak
çocukluğun yok olduğunu haber veren olguların (çocuk oyunları, giyimi ve dilinin
kaybolmakta oluşu; Lolita imgeselliğinin gerçeklik kazanması vb.) artması da, sadece
ailenin değil, çocukluğun da yıpranma sürecinde olduğunu göstermektedir.20

Batı’da uzun bir süre modern ve evrensel normlardan biri olarak kabul edilen
“çekirdek aile”nin giderek çözülüp yerini çok farklı, “aile olmayan aile anlayışlarına”
(tek ebeveyn, tek çocuklu aileler; evlilik akdi olmaksızın çocuk yapıp aynı evde
yaşayanlar, eşcinsel evli çiftler vb.) bırakması, tüm muhafazakâr düşünce ve düzenlerin
baş tacı ettiği aile kurumunun büyük değişimler geçirdiğini göstermektedir.

Bu yıpranmaya ilişkin bir yığın örnek verilebilir. Feodal dönemlerde “ekonomik
değer”i önde gelen çocukların, modern dönemlerle birlikte duygusal kertede değer
kazanması, rasyonel eğitim ile başka alanlardaki mesleki müdahalelerle (eğitim uzmanları,
psikologlar, devlet görevlileri, sosyal çalışmacılar, rehber öğretmenler, psikiyatr
ve psikanalistler vd.) bağımlı bir çocukluk yaratılmasına yol açmıştır.

Reklamların cinsel aracı, erkeğin ataerkil tahakkümünün kurbanı, devletin yasalarının
edilgin konusu ve emek sürecinin sömürülen nesnesi olan kadının tarihi, biraz da
ailenin ve çocukların/çocukluğun tarihidir. Gelinen noktada, kadınların ezilmişlikleri
arttıkça çocuklar da o oranda bağımlılaştırılmaktadır. O nedenle, anne ve çocukların
kaderi ortaktır. Devlet, piyasa ve profesyonellerin ürettikleri annelik ideolojisi,
çocukların kırılgan, kusurlu olması ve bağımlılaştırılması anlayışını da beslemektedir.
Ama yeni ve modern zamanların bağımsızlık adına nasıl bağımlılaştırıcı ilişkiler,
roller ve durumlar meydana getirdiğini görmemek mümkün değildir. “Disiplinli yetişme”,
“başarıya dayalı yaşam biçimi” özellikle orta sınıf aileleri, dünyayı kolektif değerler
içinde kavramayı unutan birer bencillik abidesine çevirmektedir; her türlü reklam
da aileleri, çocuklarına “en özel” varlıklar olarak davranacak şekilde tüketime
kışkırtmaktadır.21

Çocukların, evde aileyle ve özellikle anneyle aralarındaki bağın çözülmesinden
dolayı gerçek sözelliği içselleştiremediklerini görmekteyiz. Toplumsal doku değişirken,
sokak çeteleri yeni bir kabile düzeni kurarak ailenin yerini almaya başlamıştır.
Çete gençliğinde, sözellikle gelişen vicdan ve pişmanlık gibi duygular bulunmadığından
suç çok kolay işlenmektedir. Şiddet, televizyonun soğuk ışığında yetişen sözelliğin
dışına itilmiş gençlerin kendilerini gerçekleştirmede kullandıkları bir araca dönüşmektedir.
Bu sorunun çözümü ise, eğitim sisteminde değildir; bu sorun ancak genelde aile kurumunun,
özelde de anne-çocuk ilişkisinin yeniden diriltilmesinde yatmaktadır.22

Aile kurumunun modernizm ve postmodernizmin kıskacından kurtarılabilmesinin yolu
da kadın kimliğinin en doğru biçimde yeniden kurulmasından geçmektedir. Bir kimliğin
doğru biçimde yeniden inşası konusunda öyle bir zemine ihtiyaç vardır ki, sadece
o kimliğin yeniden doğru biçimde inşasıyla kalmayıp kimliğin içinde şekillendiği
sosyal yapıyı ve tüm kavramları da aynı doğrulukta yeniden inşa edebilsin. Böylesi
bir zemin, ancak mutlak değerleri içeren bir zemin olma zorunluluğunu mantıksal
olarak taşımaktadır. Zaten, başlangıçta, kadınlara bakış açısı itibariyle bütün
ilahi dinleri aynı kefeye koymak büyük bir yanılgı olmuştur. Bu yanılgı, Batı ve
onun nüfuz alanına giren yerkürenin önemli bir kesimi açısından onarılması güç acılara
yol açmıştır. Kadın ve erkek ilişkilerindeki tartışılmaz hiyerarşik üstünlüğü kırmakla
kalmayıp, öğretisiyle tarafların özerk kişiliklerini de teminat altına alan İslam’ın
kurtuluş çağrısı, bu acıları dindirecek yegane söylemdir. Kur’an’ın bize bildirdiği
kadın ve erkek ise, birbirini tamamlayan, birbirine dost ve yardımcı olan ve birbirine
muhtaç yaratılmış olandır. Kur’an’a göre toplumsal çatışma olmadığından kadının
ve erkeğin görev ve sorumlulukları bellidir ve bunlar yapıldığında Allah’ın razı
olması da sağlanır. Kur’an’a göre insan bireyselleşmez, farklılaşmaya çalışmaz,
cinsiyet ayrımcılığı ve bedenin meta olarak kullanılmasına izin vermez ve cinsiyetler
arasında çatışmayı önermez. Dünyayı erkekleştirip erkeği egemen kılmaz. Aile ilişkilerini
önemser, duyguları paylaşmayı gösterir, insan ilişkilerinin sıcaklığını ve güzelliğini
ifade eder.

Risale-i Nur’lar ise kadın için tanımladığı kimlik olan “şefkat kahramanlığı”
ile önemsenmesi gereken noktalar üzerinde durmaktadır:

“Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisâ taifesi şefkat kahramanları
bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten alâkadardırlar. Ve lillâhilhamd
bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî
bir ihlâsı ve mukabelesiz bir fedakârlık mânâsını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda
pek çok ehemmiyeti var.

Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu
feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini evlâdına
kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın
inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir.
Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez.”23

Kadın kimliğinde ana unsur olan şefkat duygusu doğru yerlerde, özellikle de çocuk
eğitiminde yeterince hâkim olursa gelecek neslin de, o an içinde bulunulan sosyal
yapıların da bütünlüklü ve sağlıklı bir duruma gelebileceklerini görebilmek zor
değildir. Küreselleşmenin kaçınılmaz etkisi olan kültürel erozyon ve kültürel hipnoz
etkisi ancak mutlak değerleri aramak ve mutlak değerler ışığında kendi kimliğimizi
yeniden yapılandırmaktan geçmektedir. Kendi kimliğimizin yeniden yapılandırılması
zaten, diğer kimlikler için de örnek teşkil etme olasılığı yüksek bir süreç olacaktır.
Kuşkusuz, basit ve kolay görünmeyen bir çözümden bahsetmekteyiz, ancak en azından
postmodernizmin çözüm öldürücü ve sadece problem tespit edici parçalama robotundan
sıyrılmış olduğumuz gerçeği bize ümit ve azim vermelidir.

Öz

Kadın, hâlihazırdaki toplumsal yapının temel taşıyıcısı olan “aile”yi biçimlendiren,
etkileyen temel unsur olmakla kalmayıp, kültürel mirasın geçişinin anahtarı ve gelecek
nesillerin hazırlayıcısı rolünü her çağda üstlenen bir konuma sahip olmuştur. Bu
nedenle de, kadın kimliğinin geçirdiği değişimler, yapı bozumları ve bunların dolaylı
olarak neden olabileceği psikolojik açmazlar, sadece kadını değil tüm popülasyonu
etkilemektedir. Bu olumsuz etkilere karşı, önce değişim süreçlerinin ana belirleyicilerini,
daha sonra ise “kimlik” kavramını ve ikisi arasındaki etkileşim süreçlerini anlayabilmek
önem kazanmaktadır. Bu çalışma, Modernizm ve postmodernizm gibi birbiriyle bağlantılı
olan ve içinde bulunduğumuz “zeitgest”i biçimlendiren iki ana unsurun, genelde kimlik
kavramını, özelde de “kadın kimliği”ni nasıl etkilediğini, daha çok psikolojik faktörler
açısından irdeleme girişimidir.

Anahtar Kelimeler: Modernizm, postmodernizm, küreselleşme, kimlik, kadın kimliği

Abstract

Woman is not only the main element shaping and affecting “family”, which is the
main carrier of current social structure, but also has always hold a position undertaking
the role of cultural heritage’s key and future generations’ preparatory. Therefore,
changes that woman identity underwent, deconstructions and psychological problems
that they indirectly lead to affect not only woman, but also whole population. Against
these negative effects, it is important to understand main determinants of change
processes, then concept of “identity” and interaction processes between these. This
study is an attempt to analyze how two main elements as modernism and postmodernism,
that are related to each other and shape the current “zeitgeist” affect concept
of identity in general and “woman identity” in particular in terms of psychological
factors.

Keywords: Modernism, postmodernism, globalization, identity, woman identity

Dipnotlar:

1. Güvenç, Bozkurt (1993), Türk Kimliği, Kültür Bakanlığı Yayınları.

2. Kızılçelik, Sezgin (1994). “Postmodernizm: ‘Modernlik Projesine’ Bir Başkaldırı”,
Türkiye Günlüğü, Sayı: 30.

3. Halis Çetin, “Gelenek ve Değişim Arasında Kriz: Türk Modernleşmesi”,
Doğu-Batı, 2003-04

4. Therborn, Göran (1996). “Modernlik Yoluyla Modernliğe Giden Yollar”, Postmodernizm
ve İslâm Küreselleşme ve Oryantalizm, (Derleme: Abdullah Topçuoğlu-Yasin Aktay),
Vadi Yayınları, Ankara

5. Şaylan, Gencay (1996). Çağdaş Düşünce Akımları Postmodernizm (Ders Notları),
TODAİE Yayınları, Ankara.

6. Sezer, Baykan, “Doğu-Batı Ayrımı”, Doğu-Batı, 36, Şubat, Mart,
Nisan 1998

7. Sancar, Serpil, “Dünyada Kadın hareketlerini belirleyen dinamikler”, 22, Ocak
2005

8. Göle, Nilüfer, Modern Mahrem Medeniyet ve Örtünme, İstanbul, Metis Yayınları,
2004

9. Sancar, Serpil, “Dünyada Kadın hareketlerini belirleyen dinamikler”, 22, Ocak
2005

10. Faiz, Muharrem, “Kültürel Modernlik ve Medya”, Edebiyat Eleştiri Dergisi,
Kıbrıs, 2001

11. Fromm, Erich (1991); The Sane Society, 2. Baskı, Routledge Classics,
London

12. Sachs, “The Persistence of Faith, 1990.

13. Karaduman, Sibel, Modernizmden Postmodernizme Kimliğin Yapısal Dönüşümü,
Journal of Yasar University, 2010 17(5) 2886?2899

14. Kellner, Douglas (2001), “Popüler Kültür ve Postmodern Kimliklerin
İnşası”, Çev: Gülcan Seçkin, Doğu Batı, Sayı:15

15. Rosenau, P.M. (2004). Postmodernizm ve Toplumbilimleri, Bilim
Sanat Yayınları, Ankara

16. Kozlu, Düriye, Teknolojik Gelişmelerin Toplum Sanata Yansımaları, Süleyman
Demirel Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Hakemli Dergisi, ART-E 2009-03.

17. Tarhan, Nevzat, Kadın Psikolojisi, Nesil Yayınları

18. Aktaş, Cihan, Modernizmin Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği, Beyan Yayınları

19. Bu konudaki bazı araştırma sonuçları için bkz: Gender differences
in depression, The British Journal of Psychiatry (2000), The Royal College of Psychiatrists;
Marco Piccinelli Critical review, The British Journal of Psychiatry (2008) Gender
differences in the association of mixed anxiety and depression with suicide; Ottar
Bjerkeset; Süheyla Ünal, Erkan Özcan Depresyonda Hazırlayıcı, Ortaya Çıkarıcı ve
Koruyucu Etkenler, Anadolu Psikiyatri Dergisi 2000; 1(1),

20. Postman, Neil. “Çocukluğun Yokoluşu” Çeviren: Kemal İnal, İmge Kitabevi Yayınları,
1995

21. İnal, Kemal, “Modernizmin Aile ve Çocuk Üzerinden Yolculuğu”,
Virgül, 22/05/2004.

22. Sanders, Barry. Öküzün A’sı, Elektronik Çağda Yazılı Kültürün Çöküşü ve Şiddetin
Yükselişi, Ayrıntı Yayınları.

23. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 24. Lem’a.