Hope in Bediüzzaman’s Thought

“Ümit, kişinin hayatında olayların ve gelişmelerin iyi sonlanacağına
ilişkin inançtır.”1

Ümit, karamsarlığı dönüştürmek için genellikle psikolojide kullanılan
"olumlu düşünmek" sürecinden farklı bir olgudur. "Sahte ümit", bir fantazi veya
gerçekleşmesi imkansıza yakın bir sonuçla ilgilidir. Ümit ise iyi ve faydalı bir
şeyin gerçekleşeceği beklentisini ve inancını taşımaktır. Ümit, güven duygusunun
kaynağıdır. Kur’an’da ümit kavramı reca kelimesi ile ifade edilmiştir ve birçok
defa tekrarlanmıştır.

Yunan mitolojisinde Pandora kutusunu açınca, dışarı ümit dışında
her türlü zararlı şeyin çıkmasına izin verdiği belirtilir. Bunun nedeni, ümidin
ihtiras ve kıskançlık dahil tüm zararlılardan daha güçlü olduğuna inanılıyor olmasıdır.

Bu düşünceden hareket eden filozof Friedrich Nietzsche, Yunan tanrılarının
başı Zeus’un, insanların hayatlarından vaz geçmelerine izin vermediği için acı çekmelerini
uygun gördüğünü söyler. Zeus, acıları karşılığında insana ümit vermiştir. Bu nedenle
ümit, bütün kötülüklerin en kötüsüdür; çünkü insanın sürekli azap çekmesine ve acılarına
katlanmasına neden olur. Unutmamalı ki, Nietzsche bir tanrı tanımazdır ve kurtuluşu
ilahi bir güçte değil, insanın kendi çabasında arar.

Oysa ümit, dünya yüzündeki tüm inançlar ve dinler açısından merkezi
konumdadır. İnsan kendisinden çalınan mutlu olmak, onurlu ve etkin olmak imkanlarına
kavuşma ümidini korumalıdır ki imanını koruyabilsin. İman olmadan, onun dayandığı
ümit olmadan inanç olması mümkün değildir.

Sosyal psikologlara göre ümit, bir dilek olarak pasif olabilir.
Ya da geleceğe ilişkin bir düşünce veya plan olarak etkinlik kazanabilir. İnsanlar
o planı veya düşünceyi gerçekleştirmek için çaba gösterirler. Bir savaş esirinin
hiç dinmeyen ümidi, bir gün kaçıp özgürlüğüne kavuşmaktır. Onun için planlar yapar
ve onları gerçekleştirmeye çalışır. Kimi zaman da başarır. Onun başarısı, geride
kalanlar için ümit ateşini canlı tutar. Kimi tutsaklar ise umutlarını ateşleyecek
bir plan yapmazlar, kurtuluş anı için edilgin bir beklentiye sığınırlar. Onların
ümidi pasiftir.

Ernst Bloch (“Ümidin Prensibi” adlı eserinde 1986), ümit ile ütopya
arasında köprü kurar. Bloch, ümidin taşıyıcısı olan ütopyaları, büyük dönüşümlerin
(ihtilallerin) siyasal, kültürel, düşünsel ve sanatsal (müzik, tiyatro, ededbiyat,
dans) ve teknik unsurlarını içeren “sıçrama tahtaları” veya “fırlatma rampaları”
olarak görüyor. Bloch ümidin; fıkralar, masallar, moda ve ölüme ilişkin imgelerle
popüler kültürün her alanına sinmiş olduğuna inanıyor. Kısaca ümit, günlük hayatımızda
açık veya kapalı olarak davranışımızı, eğilimlerimizi, beklentilerimizi belirliyor.

Genelde İslam dini, özelde Bediüzzaman Said Nursi (BSN) de ümide
bu açıdan bakıyor. Bu akış açısı Katolik Kilise’sinin konuya ilişkin değerlendirmesiyle
çelişiyor. Martin Seligman (Öğrenilmiş İyimserlik kitabında, 1990), bireyin kendi
hayatını değiştirmek için fazla bir şansı olmadığı fikrini yaydığı için Katolik
Kilisesi’ni şiddetle eleştiriyor. Bu durumda insanlar, kendilerini tutsak eden esaret
veya kast sistemine karşı çıkmak gücünü ve hakkını kendilerinde göremeyecekler.
Oysa insanlar, sosyal şartlardan kaynaklanan olumsuzlukları değiştirmek hakkını
kendilerinde görmeliler ki daha özgür ve güçlü hissedebilsinler.

Psikolojide ümidin iki bileşeni olduğu ileri sürülür: 1- Olumlu
sonuçlar beklemek; 2- olumlu sonuçlar elde etmeye yarayacak yol ve araçlara sahip
olmak.2 Bu duygulara sahip olan insanların kendilerini daha iyi hissettikleri, daha
az kaygılı ve depresif oldukları gibi, daha kolay öğrendikleri saptanmıştır.3

Bediüzzaman’ın Öğretisinde Ümit

Ümit, Üstat için güven duygusunun kaynağıdır. Hayat üç zaman diliminden
geçer. Geçmiş; artık geride kalmış bir zaman dilimidir. Anıların kasası ve unutulmuşların
mekanıdır. Yaşadığımız ve eylemlerimizi gerçekleştirdiğimiz an veya şimdiki zaman,
birazdan tükenecektir. Ne yapacaksak şimdi yapmalıyız. Başarı veya başarısızlık;
tatmin veya tatminsizlik bu günün olgularıdır. Ama gelecek için ümitler taşıyabiliriz;
iyi şeyler bekleyebilir ve olmaları için çalışabiliriz. Hedeflerimizi gerçekleştirmek
için çalışırken Yaradan’a sığınır ondan yardım ve destek bekleriz. Ümit, imanın
diğer yüzüdür. Allah’ın cömertliğine, gayreti ve iyi niyeti ödüllendireceğine inanmak
ibadetin bir parçasıdır.

Diğer yandan, ümitsizlik iradenin felç olması demektir.

Bediüzzaman için ümitsizlik, “kanser gibi bir hastalıktır”. Kur’ân’dan
bir örnekle (Zümer, 53), “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin” önermesiyle imanımızı
tazelemek ister.

Ümitsizlik mü’minde olmamalıdır. Ona göre ümitsizlik, amaçları için
yeterince çabalamayan, çabalarının ödüllendirileceğine inanmayan ve iman etmeyen
insanların ruh halidir. Ümidin yitirilmesi insanın şevkini kırdığı gibi güvenini
yitirmesine, hatta hastalıklarla mücadelede bağışıklığını yitirmesine neden olur.
En ümitsiz olanlar görevlerini yapmayanlar, diğer insanlarla sevgi ve saygı bağını
ve inancını yitirmiş olanlardır.

BSN’ye göre her şeyi bilen, gözeten ve koruyan Allah olduğuna göre
ümitsizliğe kapılmamalıyız. Din insanlara ilahi adaletin var olduğunu; bağışlanmanın,
iyi niyetin, çok çalışmanın, başkalarına hizmetin ödüllendirileceğini müjdelemek
için vardır.

Ancak İslam’da ümit ve ümitli olmayı sağlayacak olan şeyler, yanlış
yapıldığında, başka insanlara zarar verildiğinde ceza ve korku ile dengelenmiştir.
Arapça’da ümit demek olan reca’nın karşısında havf yani korku vardır. Bu ikili kavram,
insan ruhunun iki halini yansıtır. Biri Allah’tan iyi şeyler olmasını ummayı, diğeri
kötü şeyler yaptığında ondan korkmayı belirtir.

Söz konusu duygular bu güne aittir; ama gelecekteki bir hali çağrıştırırlar.
Ne var ki aşırı biçimde yaşanmaları, kendisinden itidal ve tevazu beklenen insan
için sakıncalıdır. Korku, insanı umutsuzluğun karanlığına mahkûm etmemelidir. Ümit
de tembelliği, sorumsuzluğu ve kötülükleri önemsiz görme derecesine varmamalıdır.

Korkuya atıf yapan ayetler Kuran’da bu duygunun sınırlarını da belirlemişlerdir.
İnananlar, yalnız Allah’tan, kıyamet gününün dehşetinden, Cehennem azabından korkmalıdır
(el-Bakara, 2/212; Âl-i İmrân, 3/175; el-Mâide, 5/57).

Madem dünyada ve dünyevi yaşamda Allah’tan başka hiçbir şeyden korkulmamalıdır
(en-Nahl, 16/51-52), korku insanı edilginliğe, çekimserliğe yöneltmemelidir. Aksine,
insanı korkusunun kaynaklarını ortadan kaldıracak davranış ve girişimlere yöneltmelidir.

Allah korkusu, insanın onun emirleri doğrultusundan iyilik yapmasını,
iyi yaşamasını, başkalarıyla sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlamak içindir. Allah’tan
korkan insan takva sahibi olur. Yani günahlardan sakınır, olgun ve duyarlı bir insan
olmaya çabalar. Takva, inananların ulaşabileceği en yüksek mertebedir.

İnançlı insanlar, ondan korkmak kadar “Allah’ın rahmetinden umut
kesmeyin” (ez-Zümer, 39/53) ayetinde dendiği gibi Allah’tan umut kesmemekle de yükümlüdürler.
Daha önce belirtildiği gibi, çaba göstermeden her iyi şeyi ondan beklemek gibi sahte
bir ümidi yaşatmak için değil; ama umutsuzluğun insanı kendini düzeltme, kötü huylardan
arındırma çabalarından yoksun bırakacağı için Kur’an, inananlardan ümitlerini kaybetmemelerini
ister. Bunu yapabilenlere de müjdesi vardır: “Rabbiniz bol rahmet sahibidir” (el-En’am,
6/147).

Ancak Rabb’in rahmetiyle beslenen ümit, iyi niyetli davranış ve
samimi çaba sonrasında vaat edilmiştir (fel-Hadid, 57/28). Peygamberimiz, “Nefsini
hevasına tabi kılıp şehevi arzularının peşinde ömrünü tükettikten sonra Allah’tan
Cennet isteyen ahmaktır” hadisinde Allah’ın ne beklediğini açıkça belirtmiştir.

"Havf"ın ima ettiği korku ve kaygı, BSN için itici bir güç olarak
görülmelidir. Tembelliğin, adamsendeciliğin, duyarsızlığın ve sorumsuzluğun ataletine
düşmekten korkmak ve bunların sonuçlarından kaygılanmak; insanları harekete geçirmek,
daha iyisini yapmak konusunda teşvik edecektir.

Mü’min her an, hem ümit (reca) hem de korku (havf) içinde olmalıdır.
Bu zıtların birliği ruhun dengesini sağlar. Tıpkı Uzak Doğu felsefesindeki "ying"
ve "yeng" gibi…

Tasavvufi kaynaklarda üç tür Recâ’dan bahsedilir: 1) Recâ’nın birinci
türü insanın güzel bir davranış veya eylem sonunda bu yararlı sonucun kabulünü Allah’tan
niyaz etmesidir. 2) Recâ’nın ikinci türü insanın kötü bir iş yaptıktan sonra tövbe
ederek Allah’tan bağışlanmasını beklemesidir. 3) Recâ’nın üçüncü türü, insanın günah
işlemeyi sürdürürken Allah’ın kendisini bağışlamasını ümit etmesidir. Bu sahte bir
ümittir.

İnsanın manevi gelişmesi "havf"a karşı verdiği mücadele ile olur.
Bu, bir anlamda iyilikle kötülüğün mücadelesidir. Söz konusu mücadeleyi kazanan
insan kendisini çok daha arınmış, güçlü ve ümitli hisseder. Eğer Allah’ın beklediği
iyi ve ahlaklı davranış ölçülerine uyulmamasının sonuçlarından korkulur ve gerektiği
gibi davranılırsa havf edilecek bir şey kalmayacak; insanlar, iyi davranışlarıyla
dünyada başka insanlar tarafından, ahirette de Allah tararından Cennetle ödüllendirilecektir.

Havf ve recâ arasındaki ilişkinin üç hali vardır. 1) Bunlardan birincisi
ilimdir. İlim, insanların kendilerine kötülüğü dokunacak şeylerden sakınmaları veya
korunmaları için gereken bilgi hazinesidir. Yanılmak ve aldanmak fiillerinin gerçekleşmesini
bilgi ile engeller, iyiyi ve doğru davranışı bulmayı kolaylaştırır. 2) İkincisi
haldir. Öğrenme, tartma ve doğruyu bulma sürecinin yaşandığı andır. Doğru ile yanlış
arasında ayırım yapan insanın doğruyu, iyiyi benimsemesi halde gerçekleşir. 3) Üçüncüsü
ameldir. İnsanın iyiyi ve doğruyu keşfettikten sonra, kötüden ve zararlıdan sakınması
eylemidir. Bu süreçte birey, Allah’ın emir ve yasaklarına uyar. Kötüden kaçınır;
iyiyi yapar, iyiliği çoğaltır. Bu durumu bir karakter özelline dönüştürür.

Recâ, yani ümit faslında bireyin, Allah’ın kendisinden hoşnut olacağı
şeyleri yapması, günahtan/kötülükten sakınması esastır. Ancak bunu yaparken doğru
bilgiye sahip olması gerekir. Başka bir deyişle, birey, bağışlamasına neden olacak
şeyleri bilmek durumundadır. Bu bilgiye eriştiği zaman aklı durulaşır, ruhu arınır.
Bu anlamda ümit insanın hem günlük hayatında iyi olmasını sağlar, hem de iyilik
onun amelinden kaynaklanır. Reca bu aşamada hem maddi hem de manevi bir karakter
kazanır.

Dolayısıyla ruhi ve sosyal dengelerin kurulmasında korku (buna olumlu
korku demek daha doğrudur) ile ümidin bir arada olması önemlidir. BSN’nin sözünü
ettiği korku kahreden, cezalandıran bir ilahın gazabından çok, bireyin kendisine
ve başkalarına zarar verecek kötü davranışların sonuçlarından ve onların Allah katında
hoş görülmeyeceğindendir. Bu da iman ile ilişkili bir konudur. İslâm’da karamsarlığa
yer yoktur. Çünkü Kur’an’da “Rabbimizin rahmeti, gazabından çoktur” teması bir çok
kere tekrarlanmıştır.

Ümit ve korkuyu bir arada yaşamak, bunlar arasında bir denge kurmak,
insanın ahlaklı olmasına da katkıda bulunur. Ümitli olmanın verdiği şevk ve coşku
ile Allah korkusunun kazandırdığı ölçülülük, sakınma, titizlik ve duyarlılık, ahlakının
güzelleşmesine ve inananın Allah’a olan yakınlığının artmasına da katkı sağlar.

BSN’ye göre ümidin kaynağı îmandır (Şuâlar, s. 85). İman sahibi
olan insan, Allah’ın kendisini gözettiğini ve esirgediğini bilir, ümidini yitirmez.
(İşârâtü’l-İ’câz, s. 38) Ölüm bile inanan insanının ümidini çalamaz. (Mektûbât,
s. 13) Onun için ölüm, mekân değiştirmekten ibârettir. Mezar, insanı yutan karanlık
bir kuyu ağzı değil, nurlu âlemlere açılan bir kapıdır. Madde ve mana dünyaları
arasındaki bir geçittir. Bin bir sıkıntının ve acının yaşandığı dünyadan Rahmân’ın
huzur vaat ettiği Cennete geçiştir ölüm. (Sözler, s. 31)

BSN’ye göre ümit, soyut bir duygudan ibaret değildir. İnsan ümidini
canlı tutacak doğal donanıma sahiptir. Bu donanım veya organlarla, duyar, görür,
duyumsar, anlar ve düşünür. Söz konusu donanım, onu diğer bütün canlılardan daha
üstün ve “yapabilir” kılar. Allah, bu donanımı sağladığı, yani ayrıcalıklı kıldığı
insanlardan, onları en iyi şekilde kullanmalarını bekler. Çünkü Allah’ın lütfu ile
sahip olduğu donanım sayesinde insan güçlü ve muktedirdir. İşte bu güç ve donanım
onun ümit kaynağıdır. Ancak, söz konusu kudreti veya imkanı kötüye kullanmaktan
korkmalıdır. Çünkü, yaptığı yanlışlarla diğer canlılara zarar verebilir ve ilahi
nizamı bozabilir (Şuâlar, s. 84). Bu da Allah’ı hoşnut etmez.

Havf (Korku) ve Reca (Ümit) Dengesi

İnsan aklı ve ruhu, biri “korku/çekinme”, diğeri “ümit” direkleri
arasında gerilmiş vicdan ve muhakeme ipi üzerinde denge bulmaya çalışır. Korkuya
neden olacak şeylerin bir bölümü somuttur. Ama bir bölümü de soyuttur. Kolay kolay
açıklanamaz.

Söz konusu nedenler belirginse, uyardıkları duygu korkudur. Ama
yeterince belirgin değillerse duyduğumuz şey kaygı veya endişedir. İkisi arasındaki
başka bir fark da korkunun daha şiddetli ve kısa süreli, kaygının ise daha hafif
ama daha uzun süreli olmasıdır.

İnsanın korkularının veya kaygılarının üç kaynağı olduğu ileri sürülmektedir:
1) Varlık korkusu veya kaygısı. Bu daha çok bedensel güçsüzlük, saldırı, acı, sakatlanma
veya ölüm kökenli endişelerden kaynaklanır. 2) Başarısızlık korkusu veya kaygısı.
Bu tür endişeler, bir ölçüde kişinin öz-güveniyle ilişkilidir. Yaşamın sürekli bir
sınav niteliği taşıması ve insanın kendisini devamlı ispat etmek zorunda hissetmesi
sonucunda doğarlar. 3) Toplumsal ilişkilerden kaynaklanan korkular ve kaygılar.
Bunlar, kişinin ilişkilerinde başarısızlığa uğraması, sevdiklerini veya önemsediklerini
yitirmesi, itibar kaybı, beğenilmeme, dışlanma gibi olgulardan kaynaklanır.

Ümit, tüm bu korku ve kaygıların panzehiridir. Kaybetmek veya zarar
görmek yerine iyi şeylerin olacağına, iyi şeylerin başarılacağına ilişkin beklentiyi
diri tutar. Ümit, güven duygusunun kaynağıdır. Madem insan “bir iyiliğine on sevap
almak” vaadiyle iyiliğe yöneltilmiştir, o halde ümitsizliğe kapılmaması Allah’ın
kendisinden istediği bir şeydir. Kur’an’da bu durum bir çok kez vurgulanmıştır.
O halde kişi, ye’se kapılmadan, inancını kaybetmeden iyiliği(ni) çoğaltmayı hedef
almalıdır: “…Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin… Allah’ın rahmetinden umut kesmez.”
(Yusuf: 87, Zümer, 53)

BSN, Müslümanların ümidini yitirmemesi için Cenâb-ı Hakk’ın, bütün
kapıların kapandığı zamanlarda kullarına yeni kapılar açmasını, yeni çıkış yolları
göstermesini delil olarak sunar. (İşârâtü’l-İ’câz, s. 32).

Ölüm de bir korku nedeni olmamalıdır. Belki insanlar ölünce bedenlerini
kaybedeceklerdir; ama ruh yokluğa mahkum olmayacaktır. İnanan bir insan için ölüm,
ruhun "terhis teskeresi"dir. Dünyada yapılan iyiliklerin ve hizmetlerin Allah tarafından
ödüllendirilmesi için onun huzuruna çıkmaya ve sonsuz saadete kavuşmaya bir davetiyedir.
Bu nedenle ölümü yok oluş olarak görmek, hem hayatı hem de ölümü anlamsızlaştırmaktadır.
Hayatı anlamlandıran, yaşarken yapılan iyi şeylerdir. Onlar da Allah’ın Cennetine
kavuşmanın güvencesidir. Bu nedenle, ölüm ebedi hayata/aleme açılan bir kapıdır;
sonranın huzur ve mutluluk ümidini müjdeler. Ondan korkmamak gerekir. Korkulması
gereken, Allah’ın kullarına lutfu olan hayatı iyi (iyilik ve fayda üreterek) yaşayamamaktır.
Bu, ilahi amaca ters düşmektir. Ümitsizliğin asıl kaynağı iyi değerlendirilmeyen
bir hayattır, ölüm değil. Böyle bir hayat zaten yaşarken ölmektir. Dolayısıyla ümit,
insanı Allah’a yaklaştırır.

Ümitsiz olanın yol göstericisi yoktur. Önünü göremeyen korkar. Korkan
insan genellikle sahte kurtarıcılara ve kurtuluşlara yönelir. Olayları yönlendiren
şeylerin, görüş alnına giren maddi dünya, rastlantılar ve ölçülebilir şeyler olduğunu
düşünür. Oysa araştırmalar ortaya koymuştur ki düşünceyi yöneten beynimiz, vücudumuzun
ağırlığının % 2-3’nü oluşturuyor ve enerjimizin % 20’sini kullanıyor. Düşünceyi
ve çeşitli duyuları, hareketi düzenleyen beyin hücrelerinin % 10’nunu nöronlar oluşturuyor.
Beyinde 10 milyar nöron var ve görevleri aşağı yukarı biliniyor. Geri kalan % 90
gliyal hücreler. Nöronları saran ve destekleyen hücreler ve bunların (glia’nın)
ne iş yaptıkları (fonksiyonları) bilinmiyor. Yani, insan beyni mûcizelere gebe.4

Ya insan davranışının ne kadarı akılla (hedefi belirlenmiş irade
ile) yönlendiriliyor? Sosyal bilimciler bu konuda anlaşamamakla birlikte, insan
davranışının ancak yaklaşık % 20’sinin akıllı (nedeni açıklanabilir) tercihlere
dayandığı, gerisinin nedenlerinin bilinmediği kanısındadırlar. Örneğin büyük iktisatçı
Hayek, “Hiç kimse, aklımızın [hareketlerimizi belirleyen amil olarak] kritik pozisyonda
bulunduğunu ve aklın onayladığı ahlaki değerlerin geçerli olduğunu sanmasın” der.
“Uygarlığımızı anlamak için [kurulan] işbirliğinin insan tasarımı veya niyetinin
eseri olmadığını, pek çoğunu sevmediğimiz ve önemini genellikle anlamadığımız geleneklerden
ve ahlaki uygulamalardan kaynaklandığını kabul etmeliyiz…[Ayrıca] Bunların geçerliliği
de ispat edilemez” diye ekler.5

Bu değerlendirmenin ışığında insana ümit ve güven verecek çok şey
yoktur. İşte bu boşluğu inanç doldurur ve ümit arayışı insanı Yaratana ve yaratılışın
anlamına götürür. Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre Allah’ın rahmetine inanan ve onu
arayan için ümitsizliğe kapılmak söz konusu değildir.

Ancak bunun için, Müslümanların vazgeçilmez görevleri vardır. (Bakara
Sûresi, 2/156). Mü’minler tembellik yapamazlar, yapmamalıdırlar. Hayat ne kadar
dinamik ve değişkense, insan da bu değişime ayak uydurmak hatta onu yönetmek durumundadır.
“İnsan ancak çalıştığına erişir” âyeti bu konuda inanana yol göstericidir. (Necm
Sûresi, 53/39).

Ancak başarıları ve çabaları karşılığında elde ettiği güç ve makam
onun başını döndürüp mağrur etmemelidir. Mağrur insan ölçüyü elden kaçırır, üstünlük
duygusu görev duygusunu köreltir. Mesaisini başkalarına yararlı olmak için değil,
mevkiini ve mevziini korumak için harcar. İkiliğe yol açar. (Münâzarât, s. 85)

BSN, inananları edilgin bir ümide değil, bizzat ümidi inşa ve üretmeye
davet etmektedir. Çalışın ve iyilik yapmakta yarışın diye salık verir.

Bütün bunları söylerken, çağdaş uygarlığın dışında bir hayal dünyası
da tasavvur etmez. Onun içinde yer almak; ama edilgin, değil etkin bir unsur olarak
yer almayı önerir. Bir anlamda “uygarlıklar izdivacı"nı savunur: “Avrupa ve Amerika
İslamiyet’le hamiledir; günün birinde bir İslami devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar,
Avrupa ile hamile olup bir Avrupa devleti doğurdu.” Bunun nasıl olacağını da şöyle
açıklıyor: “…Maneviyat cihetinde terakkiyat (ilerleme)… maddi terakkiyat…istikbaldeki
hakimiyeti [hazırlayacak].”

Bu sonucu doğuracak beş kuvvetin gerekirliliğine dikkat çekiyor:

1- “…Hakiki bir medeniyetle ve müspet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş
olma[k]…”

2- “Medeniyet ve sanata…olan…ihtiyaç…”

3- [İnanç özgürlüğü de dahil] “Hürriyet”.

4- “Şefkatle (desteklenmiş) cesaret”. (Yıkıcı değil, yapıcı cesaret.)

5- “İzzet-i İslamiye” yani şerefle, haysiyetle İslamiyet’in yüceltilmesi.
Onun bir yoksullar ve cahiller dini olmaktan kurtarılması. (Hutbe-i Şamiye, s. 40)

Bu "savaşın" nasıl kazanılacağını da şu sözlerle açıklıyor: “…İstikbalde,
silah, kılıç yerine hakiki medeniyet ve maddi terakki ve hak ve hakkaniyetin (adaletin)
manevi kılıçları ile [elde edilecek bir zaferle…]

Kısaca Bediüzzaman Said Nursi, ümitsizliğin; yoksulluğa, cehalete,
gerilik, esaret ve yabancı egemenliğine karşı verilecek bir uygarlık savaşı ile
yok edileceğine inanıyor. Bunun için ilim ve imanın el ele vererek Doğu’dan yükselecek
bir medeniyetin zaruretine vurgu yapıyor. Sanıyorum bugün onun mesajı, inanlara
daha anlamlı ve “yapılabilir” geliyor. Bu anlamda Şam Hutbesi, bundan 100 sene önce
Bediüzzaman’ın bu kentte yaktığı ümit ateşinin bugün İslam dünyasında daha gür bir
aydınlığa dönüştüğünü müjdeliyor.

Öz

Ümit, karamsarlığı dönüştürmek için genellikle psikolojide kullanılan
"olumlu düşünmek" sürecinden farklı bir olgudur. "Sahte ümit", bir fantazi veya
gerçekleşmesi imkânsıza yakın bir sonuçla ilgilidir. Ümit ise iyi ve faydalı bir
şeyin gerçekleşeceği beklentisini ve inancını taşımaktır ve güven duygusunun kaynağıdır.
Çağımız İslam düşünürlerinden Bediüzzaman Said Nursi ümidi iman ile özdeşleştiren
ve ibadetin bir parçası olarak gören bir bakış açısına sahiptir. Bu çalışmada ümit
kavramının Bediüzzaman’ın öğretisindeki yeri irdelenmektedir.

Anahtar Kelimeler: Ümit, sahte ümit, iman, korku, maddi ilerleme

Abstract

Hope is generally a different fact that ‘thinking positively’ used
in psychology to transform the pessimism. ‘Fake hope’ is associated with a fantasy
or a consequence that is almost impossible to realize. On the other hand, hope is
holding the expectation and belief that a good and beneficial thing will realize
and is the source of the feeling of trust. As one of the Islamic thinkers of our
age, Bediüzzaman Said Nursi has a perspective that identifies hope with belief and
considering it as a part of prayer. In this study, position of the concept of hope
in Bediüzzaman’s thought is analyzed.

Keywords: Hope, fake hope, belief, fear, material progress

Dipnotlar

1. The American Heritage Dictionary of the English Language, Fourth
Edition. Retrieved March 18, 2008, from Dictionary.com

2. Geraghty, A. W. A., Wood, A. M., & Hyland, M. E. (2010). ”Dissociating
the facets of hope: Agency and pathways predict dropout from unguided self-help
therapy in opposite directions.” Journal of Research in Personality, 44, 155-158.

3. Day, L., Hanson, K., Maltby, J., Proctor, C. L., & Wood, A. M.
(in press). “Hope uniquely predicts objective academic achievement above intelligence,
personality, and previous academic achievement.” Journal of Research in Personality.

4. Nöroloji dalında Nobel ödülü olan Avustralyalı bilim adamı Sir
John Eccles’in 31 Temmuz 1974’te Colorado Üniversitesi, Boulder’da verdiği konferans:
“Beyin, Gücünün Sonsuz Olduğunu Gösteriyor” adlı konferans’tan.

5. Hayek, F.A. (1988) The Fatal Conceit. Chicago: University of
Chicago Pres, s. 21.