Analysis of “Hutbe-i Şamiye” in terms of Values Sociology

1. Giriş

Değerler ve normlar, bir toplumda insanların kanaat, tutum, davranış
ve beklentilerinin zihinsel ve biçimsel arka planını oluştururlar. Değerler ne kadar
soyutsa, normlar da o kadar somutturlar. Bir başka söyleyişle değerler, kültürün
“yumuşak” yüzünü, kurallar ise “sert” yüzünü ifade ederler. Bu ikisi arasında organik
bir ilişki bulunsa da, bu ilişki her zaman hayatiyetini sürdürmeyebilir. Değer ve
normlar arasındaki ilişkinin koptuğu durumlarda değerler buharlaşırken, kurallar
da ardında yatan gerekçesini yitirirler ve anlamsızlaşırlar. Anlamsızlaşan ve donan
kurallar ise, hayatla bağlarını devam ettirmekte zorlanırlar. Bu nedenle kurallarla,
bunların varlık gerekçesi olan değerler arasındaki ilişkiyi canlı tutmak ve korumak
son derece önemlidir.

Aile, sosyal çevre ve okulda çocuklara değer ve kurallar aktarılırken,
genellikle bu ikisi arasındaki ilişkiler açıkça öğretilmez. Kendilerine “şunu yap”
ya da “yapma” biçiminde kuralların öğretilmesi esnasında çoğu zaman çocukların sorduğu
“neden” sorusuna cevap vermekte zorlanırız. Çünkü biz de muhtemelen kuralları, varlık
gerekçeleri olan değerlerden bağımsız bir şekilde öğrenmişizdir. Oysa kuralların
varlık gerekçesi değerlerde gizlidir. Bir kuralı neden yerine getirmek zorunda olduğumuzu
ya da olmadığımızı değerlerle temellendiririz. Eğer bir davranış kuralının ardındaki
değeri bilmeden yerine getiriyorsak, bu bizim “kuralcı” olduğumuzu gösterir ve “neden”
sorusuna şöyle bir cevap veririz: “Kurala kural olduğu için uyarız”. Oysa kuralların
gerekçesi değerlerle ilişkilidir. O zaman değer ve normları daha teknik olarak tanımlamak
zorundayız.

Sosyolojide değerler, “iyi” ve “kötü” ya da “doğru” ve “yanlış”
hakkında, bize fikir veren soyut düşünceler olarak tanımlanır. Bu düşünceleri biz,
sosyalleşme sürecinde toplumdan almaktayız. Toplumsallaşmadan önce, neyin iyi neyin
kötü olduğu konusunda herhangi bir fikrimiz yoktur. Felsefede John Locke’un söylediği
gibi zihnimiz doğuştan “boş bir levha” (tabu rasa)dır. İslam kültüründe insanın
ilk yaratılış hali, “fıtrat” olarak nitelenmiştir. Her insan ya da çocuk, fıtrat
üzere doğar ve sonra anne ve babası ona bir kimlik verir.

Normlar ya da kurallar, belirli bir durum ya da olay karşısında
nasıl davranacağımızı bildiren toplumsal beklentilerdir. Değerler, bu normlar yoluyla
gerçeklik haline gelirler. Biz bir gözlemci olarak ilk önce, insanların davranışlarını
ve bunları belirleyen kuralları görürüz. Bu davranış ve kuralları incelediğimizde
de bunların gerisinde bir zihniyet yattığını anlarız. Hatta birçok kuralın kökeninde
aynı düşüncenin yattığını görürüz. İşte, bu soyut ve gizil düşünceler, değerlerdir.
Kısaca değerler, bizim için neyin önemli/değerli ya da önemsiz/değersiz olduğunu
ifade ederler.

Değerler, kültürün “ruh”unu; kurallar da “beden”ini oluştururlar.
Ruhla beden arasındaki ilişki koptuğu zaman kültür ölür. Bir insanın ruhunu kaybettiği
zaman nasıl beden cansız kalıyor ve ölüyorsa, aynı şekilde bir toplumdaki kurallar
da varlık gerekçesi olan değerlerle ilişkisini koparırsa, o zaman kültür de ölür.
Eğer bugün çevremizde insanların kurallara uymadıklarını görüyor ve bundan şikâyetçi
oluyorsak, bundan durmadan yakınmak yerine değerlerimizi daha fazla bilinç düzeyine
çıkarmak ve kuralları değerlerle ilişkisi içinde yeni kuşaklara aktarmak zorundayız.

Değerlerle kurallar arasındaki ilişkiler kopmasına rağmen insanlar
kurallara uyuyorlarsa bu, bir kültürün veya dinin ritüelleşmesine; eğer insanlar
durmadan değerlerden bahsedip bunların somut gereklerini yerine getirmekten kaçınıyorlarsa
–yani kurallara uymuyorlarsa- bu da entelektüalizme yol açar. Ritüalist kültür ve
din anlayışında, insanlar “kurallara kural olduğu için uyarlar.” Bu çoğu insanı
aslında tatmin etmez. Özellikle kurallar karşısında eleştirel ve sorgulayıcı bir
zihne sahip olan insanlar/aydınlar, bu ritüalizme tepki gösterip aksini yapmaya
yönelirler. Başka bir deyişle kuralcılık, kural karşıtlığına (yani anarşizme ve
gnostizme) yol açar.

Kuralcılık, sıradan insanlara ve avama özgü bir davranış iken, entelektüalizm
bir aydın hastalığıdır. Aydınlar, halkın sık sık eleştirdiği üzere “hep konuşurlar”,
bir işin gereğini yapmazlar. Onlar, öncü olmak yerine başkalarına kurallarla “doğru”
ilişkinin nasıl kurulması gerektiğini anlatırlar. Kendileri anlatıp yapmadıkları
için de pek inandırıcı olamazlar. Günümüzde aydınların toplumdan soyut ve hatta
topluma yabancılaşmalarının bir nedeni de budur. Entelektüalizm, ilk önce kurallar
ile hayat arasında bir uçuruma, daha sonra da halk ile aydınlar arasında bir yabancılaşmaya
neden olur.

Geçmişten günümüze ve bugün de yeryüzündeki farklı toplumların ve
kültürlerin yapısını incelediğimizde bunların tektip ve statik olmadıklarını görüyoruz.
Her kültür ve medeniyet farklı değerler manzumesine göre kurulmuştur. Medeniyetleri
birbirinden ayıran şey, aralarındaki değer farklılıklarıdır. Bir medeniyet, temelde
belirli değerler manzumesinin bir somutlaşmasıdır. Bu açıdan farklı medeniyet ve
sistem tanımları yapılmıştır. Sözgelimi Sorokin, Batı tarihinde üç çeşit üst-sistem
tespit etmektedir. Ona göre insanlık “Doğru, sonul gerçeklik-değerlerinin niteliği
nedir?” sorusuna üç cevap vermiştir:

Birincisi, “Sonul, doğru gerçeklik-değeri duyumsaldır. Onun ötesinde
bir başka gerçeklik ya da herhangi bir başka duyumsal-olmayan değer yoktur” diyen
“Duyumcul kültür”dür.

İkincisi, “Sonul, doğru gerçeklik-değeri, duyum-üstü ve akıl-üstü
bir Tanrı’dır” diyen “Düşünsel sistem”dir. Bu sisteme göre duyumsal gerçeklik ve
değerler birer seraptan ibarettir ya da sonsuz derecede daha aşağılık ve gölgeli
bir sözde-gerçekliği ve sözde-değerleri temsil ederler.

Üçüncüsü ise, sonul gerçeklik konusunda daha karmaşık bir fikre
sahiptir: “Sonul, doğru-gerçeklik değeri, bütün farklılaşmaları içinde taşıyan ve
hem niteliksel hem de niceliksel bakımlardan sonsuz olan Çok-katlı Sonsuzluktur.
Sonlu insan zihni bunu kavrayamaz ya da yeterli şekilde tanımlayamaz. Bu Çok-katlı
Sonsuzluk, olsa olsa üç katlı bir yapı olarak tasvir edilebilir: Akılcı ya da mantıklı,
duyumsal ve akıl-üstü-duyum-üstü. Bu üst-sistemi Sorokin “İdealist sistem” olarak
adlandırmaktadır.

Ortaçağ Avrupa kültürüne "Düşünsel sistem" damgasını vurmuştur.
Bu kültürün büyük öncülü, sonul doğru gerçeklik ve değerin temsilcisi olarak akıl
ve duyum-ötesi üçlemesiyle Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan Hıristiyan inanışıdır.
Bu öncüle dayanan Düşünsel sistem, diğer düşünce biçimlerine pek fırsat vermemiştir.
16. yüzyıldan sonra ve 20. yüzyıla kadar toptan Avrupa kültürü Duyumsal üst-sisteme
geçiş yapmıştır. Bugün de bu üst-sistem tüm yapısal ve güncel değerlerin temelini
oluşturmaktadır. Artık gerçek doğru, ampirik olarak algılanan ve sınanan duyumların
doğrusudur. Duyumcul felsefe, bazen materyalizm ve ampirisizm bazen de skeptisizim
(kuşkuculuk) olarak karşımıza çıkmaktadır.

Batı tarihinde bir ara, İ.Ö. 5. yüzyılda Yunan kültüründe ya da
13. yüzyılın Avrupa kültüründe beliren İdealist kültür sistemi çok fazla egemen
bir sistem olmamıştır. Belki bazı kesimlerde ve etkisiz olarak var olagelmiştir.

Bu genel girişten sonra, Hutbe-i Şamiye’de yer alan değerlerin nerede
durduğunu anlamak için Müslüman dünyada global olarak hangi değerlerin geçerli olduğuna
ve bu değerlerin Hutbe-i Şamiye’de ne ölçüde kendini hissettirdiğine bakabiliriz.
Müslüman dünyadaki değerleri "Klasik değerler" ve "Modern değerler" olarak iki kümede
ele almak doğru olacaktır. İlk kümede yer alan değerler, geleneksel dönemde geçerli
olan ve daha çok İslamî bir arkaplana yaslanan değerlerdir. Bunların etkisini, Batı
dünyasıyla temasa geçmeden önceye kadar yoğun bir şekilde sürdürdüğünü söyleyebiliriz.
19. yüzyıldan itibaren Batı’dan ve özellikle de Fransız Devrimi’nin ilkelerine yaslanan
modern değerler etkisini hissettirmeye başlamıştır.

Klasik Değerler

Modern öncesi dönemde Müslüman dünyada farklı geleneklerden gelen
iki farklı değerler kümesine rastlamaktayız. İlki; Eski Yunan’dan gelen ve Müslüman
filozoflar tarafından İslam kültürüne tercüme edilip uyarlanan kadim değerler skalasıdır.
Bu kadim değerler, Nasreddin Tusi’nin “Ahlâk-ı Nâsırî” adlı kitabında ifadesini
bulmuştur. Bilindiği üzere bu kitap, İslam dünyasında yazılmış ilk sistematik ahlak
kitabıdır. Felsefi üslupla yazılmış klasik ahlak kitapları, insanın özbenliğinin
arındırılmasını merkeze almakla birlikte ev ve ülke yönetimiyle ilgili görüşler
de ihtiva etmektedir. Başka bir deyişle mikro düzeyde insan ve insan ahlakını, meso
düzeyde ev ve aile yönetimini, makro düzeyde ise şehir ve ülke yönetimini konu edinirler.
Bu yönüyle bu eserler normatif yönelimli olmakla birlikle psikoloji, toplumbilim
ve siyaset bilim meselelerini ele almaktadırlar.

Nasreddin Tusi’nin de belirttiği gibi “önceki ve sonraki bilginler”in
fikrine göre dört tip erdem bulunmaktadır. Eski Yunan filozofları, sözgelimi Platon
bu değerleri bilgelik, yiğitlik, ölçülülük ve doğruluk olarak belirtmektedir. Bu
dört değer aslında devlette bulunması gereken özelliklerdir. Fakat iyi devlet, vatandaş
için de iyiliği temsil eden bir rol model oluşturur.

Devlette aranan ilk değer bilgeliktir, çünkü devlet kararlarını
bilgece vermek zorundadır. Bilgece karar vermek ise bir bilgi işidir ve insanlar
bilgisizlikleriyle değil, bilgi ve bilgelikleriyle doğru karar verirler.

İkinci değer olan yiğitliğe gelince, bu bir çeşit koruma ve savunma
işlemidir. Kanun koyucu, eğitim yoluyla neden korkulup, neden korkulmayacağını insanlara
aşılamıştır. Devleti koruma işini üstlenen azınlığın (koruyucular) işi, aşılanan
bu değerleri her yerde, her zaman korumaktır. Bugünkü terimlerle yiğitlik, hukuk
devletini içselleştirmiş kolluk kuvvetlerinin yasaların işlerliğini koruma ve kollama
işlemidir.

Üçüncü değer olan ölçü(lülük), öteki değerlerden daha çok bir düzen
ve ahenge benzer. Ölçü, insanların istek ve tutkularına vurduğu bir çeşit dizgindir.
Ölçülü devlet, kendine hâkim olan devlettir. Çünkü onda iyi yan, kötü yanı buyruğu
altına almıştır. İnsan da böyledir, kendinde bulunan kötü eğilimleri iyi yanıyla
kontrol altına almışsa kendine hâkim ve ölçülü biri olur. Kendine hâkim kişi, aynı
zamanda hem köle hem de efendidir.

Ölçü, yiğitlik ve bilgelikten farklı bir değerdir. Öncekiler toplumun
sadece bir kesiminde bulunur ve onlar sayesinde toplum yiğit ve bilge kılınır. Oysa
ölçü, bütün topluma yayılır. Hem bireysel hem de toplumsal olarak neyin önde tutulacağı
bilinirse toplumda bir ahenk ve uyuşum ortaya çıkacaktır. Bunun siyasal anlamı şudur:
Tutkularına hâkim olan yönetici azınlık, çoğunluğun kötü tutkularını kontrol etmekle
kalmamalı, ölçüyü tüm topluma (eğitim ve örneklik yoluyla) hâkim kılmalıdır. Açıktır
ki, Platon’un devleti ilk iki noktada seçkinci bir tutuma sahipken, ölçülülük konusunda
toplumcu bir anlayışa sahiptir.

Doğruluk ya da adalet, geriye kalan ve hepsini tamamlayan bir değerdir.
Pekiyi doğruluk nedir? Devlet ve toplumda doğruluk, herkesin kendi işini yapması
ve birinin diğerinin işine karışmamasıdır. Adalet, diğer değerleri de doğuran ve
yaşatan temel değerdir.

Platon, devlet için öngördüğü bu değerleri bireyler için de öngörür.
Devleti akıllı yapan neyse (bilgi), insanı da akıllı yapan odur. Bir devlet neden
yiğitse (kurallara uyma ve koruyuculuk) insan da aynı şeyden dolayı yiğittir. Bir
devleti ölçülü kılan şey neyse (kendine hâkimiyet) insanı da ölçülü kılan odur.
Bir devlette doğruluğun kuralı neyse (her sınıfının kendi işini yapması) insanda
da bu kural işlemelidir. Yani insanın içindeki her organ kendi işlevini yerine getirdiğinde
doğruluk sağlanmış olur.

Eski Yunan’da formüle edilen bu kadim değerler, Müslüman dünyaya
hikmet, şecaat, iffet ve adalet olarak çevrilmiştir. Felsefe kitaplarına atıfta
bulunarak bu değerleri temellendirmeye ve açıklamaya çalışan Tusi, bunları insanda
bulunan üç yetiyle birlikte ele alır. Akıl, düşünme yetisidir; bu yetinin bilgiyle
donanması ve gelişmesi hikmeti ortaya çıkarır. Gazap yetisi, insandaki saldırganlığın
kaynağıdır. Bunun akıl tarafından kontrol edilmesiyle şecaat elde edilir. Şehvani
yeti, insanın açlık ve cinsel arzu ya da istekleriyle alakalı olup akılla düzenlenmesiyle
iffet sağlanır. Bu üç erdemin olgunlaşmasıyla yeni bir erdem daha ortaya çıkar ki,
buna adalet denilir. Demek ki adalet ve doğruluk, ilk üç erdemin meyvesi olarak
doğmaktadır. Yani düşünme, şehvet ve gazap yetilerini iyi kullanan bir kişi kararlarında
daha isabetli olmakta ve adaleti yerine getirebilmektedir. Bu üç erdemin sağlanmadığı
durumlarda adaletten ayrılma ya da adaleti gerçekleştirememe gibi bir sorun ortaya
çıkmaktadır.

Tusi, kadim dört erdemi detaylandırarak hangi alt-erdemlerin hangi
temel erdemlerle alakalı olduğunu da ortaya koymuştur. Ona göre hikmetin alt türleri
zekâ, anlama hızı, zihin açıklığı, öğrenme kolaylığı, akıl güzelliği, hafıza ve
hazırcevaplılık olmak üzere yedi tanedir. Şecaat erdeminin sayısı ise on birdir:
Doygunluk, yiğitlik ve mertlik, âlicenaplık (yüksek düzeyde onurlu olmak), metanet
(sabretme gücü), hilm (yumuşaklık), temkinlilik, şehamet (yüksek amaçlar için hırslı
olmak), dayanıklılık, alçakgönüllülük, hamiyet (millet ve yurtseverlik) ve incelik-nezaket.
İffet erdemine giren erdemlerin sayısı on ikidir. Bunlar haya, yumuşaklık, samimilik,
dinçlik, perhiz (kendini dizginleme), sabır, kanaat, vakar (onurlu hareket), tedbirli
olmak, nizam, hürriyet ve sahavet (cömertlik ve yardımseverlik)tir.

İlk üç erdemin olgunlaşmasıyla elde edilen adalet, kendi içinde
on iki erdemi barındırmaktadır. Adil kişide sadakat, ülfet (dayanışma), vefa (yardım
ve koruma gerektiren hallerde hiç biri şeyi esirgememek), şefkat, merhamet, mükâfat
(iyiliğe iyilikle karşılık vermek), işbirliği, güzel hüküm vermek, hürmet (saygılı
olmak), teslimiyet (meşru otoriteye rıza göstermek), tevekkül (insan gücünü aşan
konularda sabretmek) ve ibadet (takva) duyguları gelişmiştir ve bunları onun üzerinde
görmek mümkündür.

Tusi, erdem türleri kadar erdemsizlik ya da erdemin zıddı olan değer
ve işleri de saymıştır. Bunlar erdemli bir kişi de bulunmaması gereken hallerdir.
Hikmetin zıddı cehalet; şecaatin zıddı korkaklık; iffetin zıddı hayâsızlık ve azgınlık;
adaletin zıddı ise zulümkarlıktır. Erdemsizlikler, ifrat (aşırı ileri gitme=fazlalık)
ve tefrit (aşırı geri kalma=azlık) durumlarında ortaya çıkarlar; doğru yol ve gerçek
erdem, “orta yol”dadır. Orta yolun ifratı da tefriti de erdemsizliğe yol açar.

Geleneksel Müslüman dünyadaki değerler kümesinin ikinci kaynağı
dini gelenektir. Bu gelenek içinde de özellikle fıkhın ayrı bir yeri bulunmaktadır.
Fıkıh, bir haklar ve sorumluluklar bilimidir. Kelime anlamıyla anlamak, kavramak
ve bilmek demektir. Kavramsal olarak ise, dinin kaynaklarını doğru bir şekilde kavrayarak
kişinin lehine ve aleyhine olan işleri bilmesidir. Nitekim İslam hukuk bilgini Ebu
Hanife fıkhı, kişinin haklarını ve vazifelerini bilmesi olarak tanımlanmıştır.

İslam hukukçuları hüküm koyarken ve kural vaz’ederken bazı temel
ilkelere uymuşlardır. Bunların başında insanların maslahatlarını ve çıkarlarını
temin etmek ve adaleti gerçekleştirmek gelmektedir. Bu çerçevede insanın maslahat
ve çıkarları merkeze alınmış ve tüm hukuk, insanın temel haklarını korumak üzere
dizayn edilmiştir. İnsan haklarının özünü korunması gereken şu beş değer oluşturmaktadır:
Can emniyeti, mal emniyeti, din emniyeti, akıl emniyeti ve nesil emniyeti. Can emniyeti,
insanın doğrudan doğruya özvarlığı ve bedensel bütünlüğünü; mal emniyeti, onun emek
ve emek yoluyla sahip olduğu mülkiyetini korumayı; din ve akıl emniyeti ise inanma,
ibadet ve düşünce özgürlüğü gibi onurlu bir yaşamın temeli olan hak ve özgürlükleri
ifade etmektedir. Neslin emniyeti ise, insan neslinin bir tür olarak kendi varlığını
ve devamını sağlamak için koyulmuş temel bir ilkedir. Bunlar kendisinden taviz verilemez
ve vazgeçilemez haklar ve çıkarlardır. Devlet ve diğer otoriteler meşruluklarını
bu temel hak ve çıkarları koruma noktasından alırlar. Bu hakların çiğnenmesi durumda
otorite meşruiyetini kaybeder.

2. Modern Değerler

Modern değerlerin neler olduğunu bir çırpıda saymak kolay bir şey
değildir. Modern Batı uygarlığı Rönesans’la başlayan ve günümüze kadar gelen süreç
içinde pek çok düşünce, kavram, ideoloji ve sistem üretmiştir. Üstelik gerek felsefe
alanında gerekse ideolojiler alanında sıkça rastladığımız üzere birbirine oldukça
aykırı ve zıt düşen değerler ileri sürülmüş ve bunlar uzun mücadelelere konu olmuştur.
Bireysel haklara vurgu yapan liberalizm ne kadar çağdaş bir ideoloji ise, buna taban
tabana zıt sosyalizm de çağdaş Batılı bir ideolojidir. İlkinde ne kadar fazla birey
ve haklarına vurgu yapılmışsa, ikincisinde toplumculuk (yani toplumun faydası) ön
plandadır. Aydınlanma düşüncesi, ne kadar akılcı ise buna muhalefet eden Muhafazakârlık
ve Romantizm ise o kadar gelenek ve doğallık yanlısıdır. Bunların hangisinin modern,
hangisinin anti-modern olduğu saptamak bir hayli zordur.

Bu zorluklara rağmen modern değerlerin inşasında, herhalde 18. yüzyıl
Aydınlanma düşüncesi ile bir anlamda bunun siyasal pratiği durumunda olan Fransız
Devrimi ve onun ilke ve değerleri inkâr edilemez bir önem taşımaktadır. O zaman
modern değerlerin neler olduğunu anlamak için biri entelektüel diğer siyasal bir
hareket olan bu iki olguya yoğunlaşmak bir çözüm olacaktır.

Olabildiğince basitleştirmek gerekirse, Aydınlanma felsefesinin
başlıca unsurlarını şöyle sıralayabiliriz: İnsan, doğası gereği iyidir. İnsan yaşamının
amacı bu dünyada iyi olmaktır, bir sonrasındakinde kutsanmak değildir. Açıktır ki
insan hakkındaki bu olumlu görüş, Ortaçağ Hıristiyan görüşlerine taban tabana zıt
ve ona karşı bir tepkinin ürünüdür. Tüm Ortaçağ boyunca Kilise insanın günahkâr
olduğu fikrinden hareketle ona güven duymamış ve onun kurtuluşu için katı bir vesayet
rejimi kurmuştur. İşte, Aydınlanmacılar bu vesayet rejimini kırabilmek için insana
olan bu güvensizliği ortadan kaldırmaya yönelik olumlu bir insan görüşü ortaya atmışlardır.

Aydınlanma düşünürlerine göre insanın dünyada iyiliği gerçekleştirmesi
için bir yandan cehalet, hurafe ve hoşgörüsüzlükle mücadele etmeli, diğer yandan
da akıl ve bilimin yol göstericiliğine güvenmelidir. İşte, Aydınlanma bundan başka
bir şey değildir. Aydınlanma, Kant’a göre düşünmeye cesaret etmektir. İnsanın aklını
kullanması ve bilgiyi esas alması, onu tüm cehalet ve hurafenin boyunduruğundan
kurtaracaktır. Daha fazla aydınlanmayla insan otomatikman daha ahlaklı olur ve aydınlanma
sayesinde dünyada ilerleme sağlanacaktır.

Bu fikirleri daha da açmak gerekirse maddeler halinde şunlar söylenebilir:

1) Herkes akla sahiptir. Dolayısıyla ayrıcalıklı ve seçkin bir kesimin
vesayeti kabul edilemez.

2) Doğal hukuk bireyin haklarını korur. Sadece ayrıcalıklı sınıfların
değil.

3) Aydınlanmış öz-çıkar ahlak teorisi, hepimizin kendimiz için en
iyi olanı aramamız gerektiğini salık verir.

4) Öz-çıkarlarımız için mücadele herkesin mutluluğuna katkıda bulunur.

5) İdeal bir devlet, mülkiyet haklarını ve birey özgürlüğünü garanti
eder, ayrıca verimlidir.

Burada dile getirilen ilkelerin ilk ikisi doğal haklar felsefesinin
bir ifadesi iken, son üç nokta liberalizm ve utilitarianizmin temel değerleridir.

Netice itibariyle Aydınlanma, büyüyen orta sınıf içindeki ilerici
bir iyimserlikle belirlenmiştir. Bu iyimserliğinin özünü akla ve insana güven fikri
oluşturmaktadır. Bunlar mutlak bir krallığa ya da asilzadelere hizmet etmek için
değil, özel girişimciliği ve özel mülkiyet haklarını güvence altına almak suretiyle
ticareti ve endüstriyi çabucak büyütmeyi hedefleyen yükselen orta sınıf için uygun
fikirlerdi.

Fransız Devrimi ve bunun arkasındaki motor güç olarak burjuvazi,
söz konusu değerlerin siyasal anlamda iktidara gelmesiydi. Burjuvazi, daha sonra
tüm dünyada popüler değerler haline gelecek olan üç değeri simge haline getirmiştir:
Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik. Avrupa Birliği çerçevesinde avronun dolaşıma girmesine
kadar bu simge-değerler, Fransız paralarının üstünde yazılı kalmıştır. Her ne kadar
bu üç modern değer Fransız Devrimi’ne özgü ve onun yarattığı değerler ise de iki
noktada açılım olmuştur. Birincisi, Fransız Devrimi’nin etkisiyle önce Avrupa kıtasına
sonra da tüm dünyaya bu değerler yayılmıştır ve pek çok ülkede büyüleyici etkiler
yapmıştır. Aydınlar başta olmak üzere tüm toplum kesimlerinin ama özellikle de eylemci
kadın ve gençlerin ağzında uzun dönem haykırılan sloganlar olmuşlardır.

İkinci ve daha az bilinen bir açılım ise, sosyolojide değerler genelleşmesi
olarak adlandırılan bir süreçle Fransız Devrimi’nin ilke ve değerlerinin birbirinden
farklı siyasal akımların kavramsal önceliklerini ve böylece modern demokratik siyasal
kültürü belirlemiş olmasıdır. Bu noktayı biraz açmamız gerekiyor: Başlangıçta bu
değerler liberal bir ideolojinin ve siyasetin kavramlarıydılar. Burjuvazi, özgürlük
denilince özellikle teşebbüs özgürlüğünü, hür teşebbüsün önündeki engellerin kaldırılmasını;
eşitlik denilince, yurttaşların kanun önünde eşit muamele görmesini; başka bir deyişle
geçmiş dönemde bazı sınıflara özgü ayrıcalıkların kaldırılmasını; kardeşlik denilince
ise, sınıflar arasında dayanışma ilişkilerini; yani sınıf çatışmasının olmadığını
veya olmaması gerektiğini düşünüyorlardı.

Avrupalı sosyalistler ve işçi partileri bu üçlü değerin en fazla
burjuva sınıfının işine yaradığını biliyorlardı. Bu değerlerden kendilerine bir
pay çıkarmak için daha çok EŞİTLİK ilkesini/değerini ön plana çıkarmaya ve bu kavrama
sosyo-ekonomik bir içerik kazandırmaya yöneldiler. Onlara göre hukuk kuralları önünde
eşitlik, aslında sosyo-ekonomik bakımdan eşit olmayan vatandaşların eşitmiş gibi
muamele görmesinden başka bir şey değildir. Gerçekte ortada sınıflı bir toplum vardır
ve kapitalizm, onların dilinde eşitlikçi olmayan bir toplumu ifade etmektedir. Zamanla
feministler, liberal eşitliğin kadın erkek eşitliğini sağlayamadığını ve dolayısıyla
ataerkil bir toplumda eşitliğin olamayacağını söyleyerek, eşitlik idealine yeni
bir boyut getirdiler. Bu boyut şüphesiz ki cinsiyet temelli eşitlik düşüncesidir.
Bu bakımdan gerek sosyalistler gerekse feministler "eşitlik" idealini öne çıkardılar.

Liberaller, burjuvanın çıkarlarına işleyen bir "özgürlük", sosyalistler
ve feministler sosyo-ekonomik ve cinsiyet içerikli bir "eşit" idealine öncelik verirken,
Avrupa’da Hıristiyan demokratik partiler de "kardeşlik" değerine vurgu yapmaya yönelmişlerdir.
Onlara göre insanlar, temelde aynı Tanrı’nın yarattığı ve aynı ailenin birer üyesidir,
yani kardeştirler. Dolayısıyla toplumda farklı sınıflar olsa da bunlar arasında
dayanışma olmalı ve bu dayanışmayı, sosyal devlet organize etmelidir. Nitekim Avrupa’da
bundan başka bir şey değildir. Tüm bu siyasal akımlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra uzlaşarak bir sosyal devlet inşa etmişlerdir. Bu bakımdan sosyal devlet, farklı
değer önceliklerine sahip olan çeşitli siyasal akımların bir uzlaşması olarak görülebilir.
Deyim yerinde ise, Fransız Devrimi’nin tüm değerleri bu devlette ete kemiğe bürünmüştür.

3. Hutbe-i Şamiye: İçtimaî ve İslamî Bir Bildiri

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, Hutbe-i Şamiye, Said Nursi’nin
başlangıç bölümünde ifade ettiği üzere “hakikatli ve taze bir ders-i içtimaî ve
İslâmî”dir. Türkiye’de bilinen anlamıyla hutbe; “Cuma ve Bayram günlerinde camilere
gelen mü’minleri, dinî konularda aydınlatmak üzere hatibin yaptığı bir konuşmadır.”
(Diyanet tanımı) Klasik anlamıyla ise hutbe, dini olduğu kadar güncel sosyal, siyasal
ve kültürel konular hakkında görevli ya da hatip olarak bilinen kişilerin yaptıkları
konuşmadır. Eğer bu tanımlar esas alınacaksa, Hutbe-i Şamiye bir klasik hutbe tanımlarının
dışındadır. Çünkü Hutbe-i Şamiye’de salt dini meseleler ele alınmadığı gibi, çok
güncel ve pratik meselelere de pek yer yoktur. Hutbe-i Şamiye, asrın gidişatı ve
o asırda yaşayan Müslümanların yapısal sorunlarını analiz eden ve bu konularda çözümler
öneren toplumsal ve İslami bir bildiridir.

Bu bildiriyi anlamak için Said Nursi’nin sadece yaşadığı dönemi
değil, aynı zamanda kendi yaşamının da hangi döneminde olduğunu bilmek gerekir.
Bilindiği üzere adı geçen konuşma, 1911 yılında Emeviye Camii’nde, dönemin Şam ulemasının
ısrarıyla ve oldukça kalabalık bir kitleye yönelik olarak yapılmıştır. Bu kitle
içinde hem ulemadan seçkin insanlar, hem de sıradan insanlar bulunmaktadır. Bu konuşmada
öngördüğü olayların İslam âleminde tezahürlerinin görünmeye başlamasıyla, Said Nursi
hâlâ güncel bir değer ifade ettiğini düşünerek bu konuşmaya yaptığı eklemelerle
birlikte en son 1951 yılında yeniden neşretmiştir.

Konuşmanın yapıldığı dönem, Müslüman dünyanın tanıdığı en güçlü
ve son devlet olan Osmanlı devletinin dağılıp çözülmeye başladığı; toplumsal ve
siyasal nitelikli hareketlerin ve çatışmaların yoğun olarak yaşandığı bir dönemdir.
Bu dönemin ruhuna ve genel eğilimlerine bağlı olarak Said Nursi’nin de bu zaman
diliminde toplumsal ve siyasal olaylara ilgi duyan ve eylemci bir kimliğe sahip
olduğunu biliyoruz. Dönem değişip yeni bir yaşam ve çalışma biçimine geçtikten sonra
kendisi bu dönemi, “Eski Said” dönemi olarak niteleyecektir. Dolayısıyla Hutbe-i
Şamiye, Eski Said’in; yani bir eylem ve bir siyaset adamının konuşmasıdır. Onu “Yeni
Said”in perspektifinden anlamak mümkün değildir. Yeni Said, ne kadar içine ve öte
dünyaya dönükse, Eski Said o kadar dışa ve bu dünyaya dönüktür. Yeni Said’in ele
aldığı konular ne kadar dini ve imani ise, Eski Said’in ele aldığı konular o kadar
içtimai ve siyasidir. Yeni Said, ne kadar kişilerin imanlarını kurtarmaya çalışan
ve dolayısıyla bireysel kurtuluşa önem veren biriyse, Eski Said o kadar toplumsal
ve siyasal kurtuluşa ve bağımsızlığa önem veren biridir. Yeni Said, ne kadar mütevazı
ve düşüncelerini yazıyla ifade eden bir kişiyse, Eski Said o kadar kabına sığmayan,
etken ve düşüncelerini sözle ifade eden biridir.

Said Nursi, Hutbe-i Şamiye’nin girişinde dönemin iki önemli özelliğine
dikkat çekerek, kendince asrın bir portresini çizmiştir. Ona göre zamanın iki dehşetli
halinden biri, ileriyi ve ilerde elde edeceği sonuçları görmeyip, şimdiye ve kısa
vadeli sonuçlara endeksli pragmatik, dar görüşlü ve dünyevi bakış açısının insanlarda
galip gelmiş olmasıdır. Said Nursi’ye göre, bu bakış açısına sahip insanları kurtarmanın
yegâne çaresi, aynı dünyevi lezzetin elem yönünü göstererek olayın başka bir cephesi
olduğunu da hatırlatmaktır. Said Nursi kendisi söylemese de “ehl-i sefahet” olarak
nitelediği bu insanlar, sıradan insanlar olup bunlar inançları gereği inkârcı oldukları
için değil, yaşadıkları pratik hayat gereği öte bilincini yitirmişler ve dünyaya
yönelmişlerdir. Nitekim bu bölümde Nursi, “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete
tercih ederler” (İbrahim, 3) ayetini zikretmekte ve bu eğilimin yeni olmadığına
işaret etmektedir.

Son asırda yeni olan ikinci dehşetli hal, eski zamanda mutlak inkârcılık
ve bilimden (fen) kaynaklanan dalaletler şimdiye nispeten az iken, bu zamanda her
kasaba ve şehirde bunların sayısının artmış olmasıdır. Eskiden dalalet, daha çok
cehaletten kaynaklanıyordu ve bunun izalesi kolaydı, şimdi ise delalet bilim, felsefe
ve fenden kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle dünyevileşme halkın tutulduğu bir
hastalık iken, felsefi materyalizm de aydınların dillendirdiği bir ideoloji ve söylemdir.
Bu yeni bir durumdur ve yeni bir söylem gerektirmektedir.

Said Nursi’ye göre bilim ve fen Allah’ı inkâr etmek bir yana O’nu
bize tanıtmaktadır. Risale-i Nur yaklaşımıyla kâinat, Allah’ın bir kitabıdır; fen
bilimciler bu kitabın ayetlerini inceleyerek Yüce Yaratıcı’nın varlık ve kudretini,
sıradan insanlara kıyasla daha iyi anlayabilirler. Modern materyalist felsefenin
bilimi kullanma biçimi inkâr yönünde iken, Risale-i Nur’un bilimi kullanma biçimi
insanları ikna etmeye ve imana çağırmaya yöneliktir.

Said Nursi, asrın genel temayül ve portresini çizdikten sonra Müslüman
dünyanın da tutulduğu ahlaki, sosyal ve siyasal hastalıklara parmak basmaktadır.
Ona göre bu hastalıkların sayısı altı tanedir:

Birincisi: Ümitsizliğin (yeis) içimizde yeşermesi;

İkincisi: Doğruluk ve dürüstlüğün (sıdk) toplumsal ve siyasal yaşamda
kaybolması;

Üçüncüsü: Düşmanlık duygularının (adavet) artması;

Dördüncüsü: Müslümanlar arasındaki bağlılık ve dayanışmanın (rabıta)
azalması;

Beşincisi: Siyasal baskının (istibdat) şiddetlenmesi;

Altıncısı ise: Bireysel menfaat ve çıkarların (menfaat-i şahsiye)
toplumsal faydanın önüne geçirilmesidir.

Müslüman toplumların içine düştüğü sosyal, psikolojik, siyasal ve
kültürel sorunlara Said Nursi, Kur’an’dan ilhamla altı kelimelik/maddelik bir çözüm
önerisinde bulunmaktadır. Bunlarda sırasıyla;

1) Ümitsizliğe karşı, ümitvar olmak (emel);

2) Toplumsal ve siyasal tutarsızlığa karşı doğruluk ve dürüstlükten
(sıdk) yana olmak;

3) Düşmanlık duygularına karşı sevgi, merhamet ve iyimserlik (muhabbet)
duygularını harekete geçirmek;

4) Müslümanlar arasında zayıflayan toplumsal ve kültürel bağların
güçlendirilmesi için kardeşlik ve dostluk (uhuvvet) duygularının vurgulanması;

5) Siyasal baskıya karşı özgürlük (hürriyet) hareketine katılım
sağlamak;

6) Bireysel menfaat ve çıkarlara karşı toplumsal menfaat ve dayanışmayı
(hamiyet) öne çıkarmaktır.

Bu sorunları ve çözüm yollarını önerirken Said Nursi, bunu karşılaştırmalı
bir mantıktan hareketle yapmaktadır. Ona göre ecnebiler; yani Avrupalılar terakki
bayrağını ellerine alıp geleceğe doğru koşarlarken, Müslümanlar maddi ilerleme alanında,
bizi engelleyen ve Ortaçağ şartlarında bırakan birtakım hastalıklara maruz kalmışlardır.
Bu hastalıklardan kurtulmalarının yolu, yeniden Kur’an’ın asli değerlerine dönmek
ve bu şekilde Batı’yla aramızda açılan uçurumu kapatmaktır. Müslümanlar bunu yaptıklarında
üstelik Batı’dan daha ileri bir noktada olacaklardır. Çünkü Avrupa’nın ilerlemesi
sadece maddi ve teknik anlamdadır; oysa Müslümanlar hem maddi hem de manevi anlamda
ilerlemek zorundadırlar.

Bu yaklaşımıyla Said Nursi, daha geçen asrın başlarında Avrupai
ilerlemenin isabetli bir eleştirisini yapmıştır. Oysa Avrupalı sosyal bilimciler
ve entelektüeller, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sürekli büyüme ve ilerleme içinde
olan Avrupa’nın tekboyutlu bir gelişme içinde olduğunu ancak altmışlı yıllarda keşfetmişlerdir.

Sonuç ve Değerlendirme

Eski Yunan kaynaklı kadim değerler, ideal devlet ve toplum arayışının
sonucu olarak ortaya çıkmışlardır. Hayatın gerçeklerin değil filozofların zihinsel
spekülasyonlarından türemişlerdir. Hayata aktarılabilmeleri için seçkinci/elitist
bir yönetim ve devlet biçimini gerekmektedirler.

Felsefe geleneğinden gelen kadim değerlerin Müslüman dünyaya geçmesi
bir tercüme işleminin sonucu olsa da, Müslüman filozoflar ve bilgeler bu değerleri
dini bir gelenek içinde yeniden ifade etmekle onlara yeni bir temel ve dolayısıyla
yeni bir soluk üflemişlerdir. Bu temel sayesinde söz konusu değerler yaşayan bir
geleneğin parçası olmuşlardır.

Fıkıh temelli değerler, daha otantik ve daha işlevsel olagelmişlerdir.
Çünkü İslam hukuk kurumu bu değerlere duyarlı ve bunları korumak üzere gelişmiştir.
Tarihsel süreçte ne kadar uygulandıkları soru işaretlerine maruz kalsa da, dini
kaynakların içinden türeyen bu değerler her zaman saygıya layık görülmüş ve günümüzde
de Müslüman toplumun insan hakları idealini ayakta tutmaktadırlar.

Modern değerler temelde Aydınlanma ve Fransız Devrimi’nin ürünü
olup Avrupa toplumlarını motive eden ve peşinden koşturan değerler olarak eski Yunan’ın
felsefi değerlerinden daha gerçek ve gerçekçi olmuşlardır. Modern dünya, bu değerler
eşliğinde inşa edilmiştir. Üstelik bu değerler ortaya çıktığı kıtayla sınırlı kalmamış,
yakınında olan Osmanlı ve İslam toplumlarına ve hatta tüm dünyaya yayılmıştırlar.

Şimdi tekrar yazımızın başında sorduğumuz soruya dönebiliriz: Hutbe-i
Şamiye hangi değerleri temsil etmektedir? Modern ve geleneksel değerler skalası
içinde onun yeri nedir?

Said Nursi’nin Hutbe-i Şamiye’de dile getirdiği değerler, son yüzyılda
Müslüman toplumların karşı karşıya kaldıkları sorunların çözümüne ya da onun deyimiyle
hastalıkların tedavisine yönelik önerilerdir. Bu öneriler, çağın sorunlarıyla alakalı
olup onun doğasından türemektedir. Bu anlamda Said Nursi bir din adamı ya da bir
filozof olmaktan ziyade bir sosyal gözlemci ve çözümlemecidir. Amacı sorunlara tanı
koyup çözüm yolları önermektir. Ama çözüm önerilerinde başvurduğu kaynak, altı dehşetli
hastalığın ilacını aradığı ve bulduğu, bir tıp fakültesi hükmünde olan “eczane-i
Kur’âniye”dir. Bu anlamda da o, çağdaş sosyal bilimcilerden ayrılmaktadır. Çünkü
çözüm önerilerde takip ettiği yöntem modern laik değil, geleneksel ve İslamidir.
Daha öncede belirttiğimiz üzere kendisi de Hutbe-i Şamiye’yi “içtimai ve İslami”
bir bildiri olarak nitelemektedir.

Said Nursi’nin Müslüman toplumların çağdaş sorunlarını çözmek üzere
önerdiği kavramlar ve değerler dikkatle incelendiği zaman, ilk etapta bunların hemen
hemen hepsi geleneksel-İslami değerlerdir. Özellikle emel/ümitvar olmak, sıdk/doğruluk,
muhabbet/sevgi, uhuvvet/kardeşlik ve hamiyet/dayanışma kavramları, İslami kaynaklarda
sık sık rastladığımız değerlerdir. Bu kavram ve değerler içinde İslami kaynaklarda
pek göze çarpmayan şey, hürriyet/özgürlük kavramıdır. Gerek kadim felsefe kökenli
gerekse fıkıh kökenli değerler arasında hürriyete rastlamıyoruz. Hürriyet kavramı,
Meşrutiyet’te Osmanlı aydınlarının çoğunun sık sık başvurduğu muhalif söylemin kilit
kavramıdır. Sözgelimi Namık Kemal, “Hürriyet Kasidesi” adıyla uzun bir şiir kaleme
almıştır. Hürriyet, Abdülhamid’in istibdat rejimi karşısında talep edilen bir şeydir.
Geleneksel İslam kültüründe hürriyet, kölelerin azad edilmesinden daha fazla bir
anlam taşımaz. Oysa modern dönemde bu kavramı, meşrutiyet rejimini ifade eden siyasal
bir kavramdır. Osmanlı yönetiminin tek patronu olan sultanın yönetimine karşı, halkın
temsilini ve temsilciler meclisini ifade eder. Bununla aydınlar artık padişahın
kendi başına kararlar almasını bırakıp halka ve halkın temsilcilerinden oluşan meclise
danışmasını, onların da karar sürecine katılmalarını anlatmak isterler.

Aslına bakılırsa diğer geleneksel ve İslami gözüken kavramların
seçiminde de Batı etkisi olduğu söylenebilir. Sözgelimi uhuvvet/kardeş, muhabbet/sevgi
ve hamiyet/dayanışma gibi kavramlarda Fransız Devrimi’nin yankılarını duyar gibiyiz.
Fransız Devrimi’nin temel değerleri arasında sadece eşitlik kavramına rastlamıyoruz.
Sözgelimi bu kavram pekâlâ geleneksel değerler içinde çok önemli bir yer tutan adalet
kavramıyla karşılanabilirdi. Her ne kadar adalet sadece eşitlik demek değilse de
elbette onu içeriyordu. Sorun temelli düşünmüş olması, böyle bir temel bir değerden
uzak durmasını sağlamış olabilir. Ancak dönemin Müslüman toplumlarında yoksulluk
ve eşitsizlik de önemli bir problemdir. Said Nursi başka risalelerinde bu hususa
da değinmiştir. Hutbede bu hususa yeniden değinilmemiş olması bir eksik gibi gözükse
de dönemin akımları içinde eşitliğe vurgu yapan sosyalist akımların olmaması bunu
açıklayan bir faktör olabilir. Yine aynı şekilde dönemin koşulları içinde toplumsal
meselelerden daha fazla siyasal meseleler ön plandadır. Özellikle yönetimin ıslah
edilmesi ve Batı karşısında tutunmanın yollarını aramak Osmanlı aydınlarının başlıca
uğraşısı olmuştur.

Özetlersek, Hutbe-i Şamiye’nin temsil ettiği değerler temelde geleneksel
ve İslami olmakla birlikte modern değerlerden de etkilenme söz konusudur. Özellikle
istibdada karşı alternatif olarak sunulan hürriyet kavramında bu açıkça gözlemlenmektedir.

Öz

Her kültür ve medeniyet farklı değerler manzumesine göre kurulmuştur.
Medeniyetleri birbirinden ayıran şey, aralarındaki değer farklılıklarıdır. Bir medeniyet,
temelde belirli değerler manzumesinin bir somutlaşmasıdır. Müslüman dünyadaki değerleri
"Klasik değerler" ve "Modern değerler" olarak iki kümede ele almak doğru olacaktır.
İlk kümede yer alan değerler, geleneksel dönemde geçerli olan ve daha çok İslamî
bir arkaplana yaslanan değerlerdir. 19. yüzyıldan itibaren Batı’dan ve özellikle
de Fransız Devrimi’nin ilkelerine yaslanan modern değerler etkisini hissettirmeye
başlamıştır. Bu çalışmada; İslam âleminin yapısal sorunlarını analiz eden ve bu
konularda çözümler öneren toplumsal ve İslami bir bildiri olan Hutbe-i Şamiye, değerler
sosyolojisi açısından irdelenmektedir.

Anahtar Kelimeler: Değerler, normlar, klasik değerler, modern değerler,
kültür, medeniyet, toplum

Abstract

Each culture and civilization is established based on different
values. The difference between civilizations is the difference of values. A civilization
is basically an embodiment of a series of certain values. It would be adequate to
divide the values in the Muslim world into two categories as ‘Classical Values’
and ‘Modern values’. The ones within the first category are those that were valid
in the traditional period and based more on an Islamic background. As from 19th
century, modern values from the West and in particular based on the principles of
French Revolution have been felt. In this study; Hutbe-i Şamiye, which is a social
and Islamic statement analyzing structural problems of Islamic world and offering
solutions in these issues is elaborated in the framework of sociology of values.

Keywords: Values, norms, classical values, modern values, culture,
civilization, society