On Advancement and Recession of Ottoman People in Positive Science
Giriş
Bediüzzaman’ın 1911 yılında Şam Emeviye Camii’inde verdiği hutbenin
ana konusu, Avrupalıların ilerlemeye devam edip adeta uçarak geleceğe doğru koşarken
bizim maddi açıdan hâlâ Ortaçağ seviyesinde kalmamız konusunda gösterdiğimiz dirençtir.
Bediüzzaman mezkur hutbesinde bu derece geri kalışımızın daha çok psiko-sosyal sebeplerini
ortaya koymaya çalışır ve bu engellerin nasıl aşılacağı hususunda bazı tekliflerde
bulunur. Ona göre “İslâmiyetin hakâiki, hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil(dir)
ve mükemmel bir istidadı var”dır.1
1. Avrupalıların İlerleme Sebepleri
Bediüzzaman’a göre Avrupalıların ilerleyişlerinin, biri maddî diğeri
mânevî olmak üzere iki temel sebebi vardır.
Maddî sebep, “Avrupa’nın vaziyet-i fıtriyesidir.” Avrupa dar ve
güzel bir ülkedir. Girintili, çıkıntılıdır. Bağırsak gibi kıvrılarak kıtanın her
tarafını sarmış olan nehirleri Avrupa ülkelerini doğrudan denize bağlar. Demir madeni
çoktur. Kıtanın dar olması sebebiyle deniz ve nehir yolları vasıtasıyla kısa zamanda
kıtanın her tarafına gitme imkanı vardır. Bu durum insanların tanışmasına ve yardımlaşmasına
sebebiyet vermiştir. Tanışma ticareti, yardımlaşma da ortaklaşa çalışmayı netice
verdiği gibi, kısa zamanda birbirleriyle temas kurabilmeleri dahi karşılıklı fikir
teâtîsini, rekabet de başarı konusunda yarışmaya girme sonucunu doğurmuştur. Demir
madeninin çokluğu da, sanayinin anası olmuştur. Ayrıca onlar bununla da yetinmeyerek
bir nevi gasb ve yağma sayılacak biçimde dünyanın bütün madenlerini alıp kendi ülkelerine
getirmişlerdir. Bu durum Avrupa’ya büyük bir silah kuvveti sağlamış ve mizan-ı zeminin
muvazenetini bozmuştur.
Ayrıca Avrupa soğuk bir ülke olup nüfusu da çoktur. Nüfus kesafeti,
görenek gibi bazı sebeplerle insanların ihtiyaçlarını çoğaltır. Bu ihtiyaçları zeminin
tabiî mahsulleriyle karşılamak mümkün olmaz. Bu durumda ihtiyaç san’atın, merak
ilmin, sıkıntı sefahete vasıta olacak şeylerin hocası olur; insanlar bilime yönelirler.
San’at düşüncesi ve bilime meyil çokluktan çıkar. Deniz ve nehirlerin sağladığı
ulaşım ve iletişim kolaylığı da üretilen bilginin kısa zamanda yayılmasına sebebiyet
verir.
Soğuk ülkelerin insanı, fıtraten orta yollu bir soğukluğa sahip
olur. Bu fıtrat da, her şeye geç almayı ve geç bırakmayı gerektirir. Avrupa insanı
böyle bir fıtrata sahip olduğu için çalışmalarında sebatkâr ve metanetli olmuşlardır.
Bu da onların medeniyetlerini devam ettirtmelerine sebebiyet vermiştir. Ayrıca,
devletlerini bilime dayalı bir şekilde kurmuş olmaları, düşman güçlerin birbirleriyle
çarpışmaları, acımasızca icra edilen istibdatın verdiği acılar, engizisyon zulümleri
neticesinde meydana gelen direnişler ve mütevazi unsurların rekabet ederek yarışma
halinde olmaları Avrupalıların istidatlarını geliştirip onlarda bazı meziyetlerin
ve milliyetçilik damarlarının uyanmasına sebebiyet vermiştir.
Mânevi sebep, Avrupaların nokta-i istinadıdır. Ne zaman bir Hıristiyan
kendilerini ilgilendiren herhangi bir işe el atsa, daima arkasında kendisini destekleyen
bir kuvve-i maneviye bulur. O da bu kuvvete ve desteğe dayanarak, en ağır ve büyük
işler karşısında bile kendisinde başkalarına karşı koyacak bir kuvvet hisseder.
İşte bu nokta-i istinat, her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının hayat damarlarına
kuvvet vermeye ve Müslümanların can damarlarını kesmeye her vakit âmade; dessas,
medenî engizisyon taassubuyla, maddiyyûn dinsizliğiyle yoğrulmuş ve medeniyetlerinin
galebesiyle gurur sarhoşluğuna kapılmış bir silahlı kitlenin kışlası veya büyük
bir kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir.
Bununla birlikte Hıristiyan Avrupa’nın üstünlüğüne hizmet eden bu
sebepler, bundan sonra onlarda ihtiyarlayacak; bizde ise gelişmemizi sağlayacak
genç ve dinç yeni sebepler ortaya çıkacaktır. Bunların da yavaş yavaş ortaya çıkmaya
başladığını görüyoruz.2
2. Müslümanların Gerileme Sebepleri
“Müslümanlar eskiden zengin, Avrupalılar ise fakirdi. Şimdi ise
durum tam tersine dönmüştür. Bunun sebebi nedir?” şeklindeki bir soruya karşı Bediüzzaman,
bunun iki sebebi olduğunu söyler:
Birincisi, Müslümanlar arasında çalışma azmi ve kazanma şevkinin
kırılmış olmasıdır.
İkincisi ise, gayr-ı tabiî, tembelliğe müsait ve gururu okşayan
imâret (askerlik) işini maîşetimiz için esas meslek edinmemizdir. Halbuki maişet
için tabiî, meşru ve canlı yol, san’at, ziraat ve ticarettir. Tabiî olmayan yol
ise memuriyet ve her çeşidiyle imârettir (idarecilik ve askerlik). Ne nam ile olursa
olsun imâret medâr-ı maîşet yapılmamalıdır. Memuriyete veya imarete giren, yalnız
hamiyet ve hizmet için girmelidir. Memuriyet filcümle (kısmen) ve askerlik bilcümle
(tamamen) bizde olduğu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçıp,
zâyi ettik.3
3. Terakkînin Düşman ve Çareleri
Bediüzzaman’a göre terakkinin en büyük düşmanı cehalet, zaruret
(fakirlik) ve ihtilaftır.4 Bu üç düşmana karşı san’at, marifet ve
ittifak silahıyla cihad edilmelidir.5
Bizi geri bırakan unsurlar üç tane olmakla birlikte, bunların da
esasını cehalet teşkil eder. Milletin baş hastalığı cehalettir.6 Yine üç düşmana
karşı kullanılan san’at, marifet ve ittifak silahları içinde de en önde geleni marifet,
yani ilimdir. Alemin her bir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiştir.7 Fenler, insandaki
terakkî meylinin ve çok tecrübelerle fikirlerin birbirine kuvvet vermesinin neticesidir.8
İslâmiyet’in kaynağı ilim, esası akıldır.9 Bu yüzden akıl ve nakil arasında çatışma
görüldüğünde, akıl asıl alınarak nakil tevil olunur.10
İslâmiyet, fenlerin seyyidi ve mürşidi, gerçek bilimlerin reisi
ve pederidir.11 İslamî bilgilerle fen bilimleri arasında gerçek anlamda bir çatışma
olamaz. Eğer böyle bir şeyin var olduğu zannediliyorsa, bu, tamamen bir hayal ve
vehimden ibarettir.12
I. Osmanlı Bilim Zihniyetinin Tarihsel Kökleri
Siyasî ve içtimâî açıdan Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti’yle
Beyliklerin tabiî bir devamı olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Özellikle Moğol baskısı
sonucunda medenî seviyesi yüksek olan yerleşik nüfusun Batı Anadolu’ya doğru hareket
etmesiyle başta Osmanlı Beyliği olmak üzere Batı Anadolu beylikleri tarımla uğraşan
nisbeten kültürlü bir tabana sahip olmuştur. XII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
şehirleşen Anadolu Selçuklu Devleti’nde XIII. yüzyıldan itibaren ilmî faaliyetin
başladığı görülmektedir.
Osmanlı ilim zihniyeti Anadolu Selçuklu, dolayısıyla İslâm medeniyetinin
bir devamı olduğundan bir kuruluş veya başlangıç dönemine sahip değildir. Fakat
yeni fethedilen coğrafyada kurumsallaşma ve toplumsallaşma bakımından farklı zaman
dilimleri başlangıç noktaları olarak ele alınabilir. Bu açıdan Bursa ile Edirne
ya da Balkanlar ile İstanbul farklı tarihlere sahip olacaktır. Klasik dönem Osmanlı
ilim zihniyeti, kendisinden önceki İslâm medeniyetinin bütün renklerini ihtiva eden,
ancak farklı zamanlarda değişik görüşlerin ön plana çıktığı bir dönemdir.13
Osmanlı’da, devletle toplumu kaynaştıran en temel unsur İslâm’dı.
Osmanlılar, Selçuklulardan Sünnî İslâm anlayışını devralıp bu anlayışın liderliğini
devam ettirme kararlılığında olmakla birlikte, devletin takip ettiği denge siyaseti
gereğince din ve mezhep farklılıklarını toplumsal bir çatışma sebebi olmaktan çıkarıp
birlikte yaşama zeminini oluşturmaya çalışmışlardır. Osmanlı bilim anlayışında da
Sünnî İslâm ve denge politikası belirleyici bir rol oynamıştır.
Osmanlı’da din, bilim, sosyal hayat, siyaset, edebiyat ve san’at
iç içe unsurlardı. Bunun bir neticesi olarak Osmanlı’da din ile bilimi birbirinden
ayırmak mümkün değildi. Osmanlı’da bilim zihniyetini oluşturan dört önemli unsur
vardı: Vahdet-i vücutçu tasavvuf düşüncesi, Hanefî fıkhı, Felsefî kelâm anlayışı
ve Merâga matematik-astronomi okulu, Semerkant matematik-astronomi okulu.
1. Vahdet-i Vücutçu Tasavvuf Düşüncesi
Tasavvufta vahdet-i vücut anlayışını ilk olarak teorileştiren kişi
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö.638/1240)’dir. Bu düşüncenin ondan sonraki en önemli temsilcisi
ise, üvey oğlu ve öğrencisi Sadreddin Konevî (ö.673/1274)’dir. Konevî, İbnü’l-Arabî’nin
ölümüne kadar onun yanından ayrılmamıştı. Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî (ö.672/1273)
ise Şam’da Muhyiddîn İbnü’l-Arabî ile uzun müddet sohbet ettiği gibi, Sadreddin
Konevî’nin de yakın dostu idi. XIII. yüzyılın ikinci yarısından sonra Selçuklu başşehri
Konya’da Sadreddin Konevî ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin tasavvuf alanındaki
eserleri hem Anadolu’ya hem Anadolu’nun dışına ciddî etkilerde bulunmuş; bu dönemde
yetişen din âlimlerinin büyük çoğunluğu vahdet-i vücut görüşü benimsediklerini açıklamışlar
veya bu görüşe karşı çıkmamışlardır.
Osmanlılar’da ilk medrese 1331 yılında İznik’te kurulmuş ve başına
da Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini benimseyen Ekberiyye mektebinin önemli
temsilcisi Dâvûd-i Kayserî (ö.751/1350) getirilmişti.14 Davûd-i Kayserî’nin en önemli
hocaları Sadreddin Konevî’den tasavvuf öğrenmek için Konya’ya gelen Abdürrezzâk
el-Kaşânî (ö.1329) ile Ahmed Eflâkî’nin “Aklî ve naklî bütün ilimlerde ikinci bir
Şâfiî idi”15 sözüyle takdir ettiği Siraceddin el-Urmevî (ö.682/1283) idi.16 Böylece
Osmanlılar, dengeli yönetim anlayışları sayesinde tekke çevreleriyle medrese çevrelerinin
yakınlaşmasını sağlamış ve tasavvuf düşüncesini Osmanlı medrese kültürü bünyesine
sokmuş bulunuyorlardı. İlk şeyhülislâmlık makamına17 da yine aynı mektebin mümessili
durumunda olan Molla Fenârî (ö. 834/1431) tayin edilmişti. Devletin bu tercihi toplumda
mutasavvıf âlim tipinin yaygınlaşmasını sağlamıştır.18
Ancak bu ifadelerden Molla Fenârî’nin tam tamına İbnü’l-Arabî çizgisinde
bir vahdet-i vücut görüşüne sahip olduğunu çıkarmamak gerekir. Çünkü o, kendisinden
önce usûl ilmi ile mantık ilmi bütünleştirildiği gibi, şer’î ilimlerle tasavvuf
ilminin uzlaşmasını sağlamak istiyordu. Bu yüzden o, vahdet-i vücut metafiziğinin
mantıkî yöntemlerle açıklanabilecek bir şekle bürünmesi çabası içerisindeydi. Molla
Fenârî’nin mantık, kelâm ve usûl ilminde ders arkadaşı Seyyid Şerif el-Cürcânî’nin
fikirlerine değil, vahdet-i vücutçu çizgiye karşı duran Teftâzânî’ye ağırlık vermesinin19
temelinde bu düşünce yatmaktadır.
2. Hanefî Fıkhı
Osmanlılar’da mahkeme uygulamaları, medrese müfredatı ve dinî kurumlar
ağırlıklı biçimde Sünnî-Hanefî anlayışa göre düzenlenmiştir. İlmiye teşkilatını
bu şekilde düzenleyip yerleştiren kişi de Molla Fenârî olmuştur. Bu düzenlemeye
göre Hanefî mezhebi, devletin resmî mezhebi olmakla birlikte, başka mezheplere mensup
olan bölgelerde o bölge halkının mezhebine göre fetva verilir ve medrese eğitimi
yapılırdı. Nitekim doğu medreselerinin çoğunda Şâfii fıkhı tedris ediliyordu.
3. Felsefî Kelâm Anlayışı
Osmanlı, Sünnî kelâm ekolünün takipçisi olmuştur. Sünnî kelâmın
mütekaddimîn dönemi Eş’ariyye’de Gazzâlî (ö. 505/1111), Mâtürîdiyye’de Ebü’l-Mu‘în
en-Nesefi (ö. 508/1115) ile sona erer. Müteahhirîn devri kelâm ekolünü başlatan
Gazzâlî, ilk önce klasik mantığı İslâm ilimleri arasına aldı, sonra akaidle örtüşmeyen
felsefî görüşleri eleştirmek amacıyla bu disipline ağırlık verdi ve tasavvufla kelamı
uzlaştırmaya çalıştı. Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin el-Âmidî ve Kâdî Beyzâvî gibi
Gazzalî’den sonra gelen kelâmcılar onun başlattığı yenilikleri benimseyip bunları
daha ileri boyutlara taşıyarak kelâm ilminde yeni felsefi bahisler açtılar ve kelâm
ilmini felsefîleştirdiler.20
İslâm akaidini kesin delillerle kanıtlayıp muhalif görüşleri reddetmeyi
peygamber mesleği olarak gören Râzî, özellikle tabiat ilimlerine ait konularda İbn
Sînâ’nın etkisinde kalmış ve felsefe ile kelâmın konularını birleştirip felsefî
kelâm dönemini başlatmıştır. Tasavvufa da ilgi duyan Râzî, aynı dönemde yaşamış
olan İbnü’l-Arabî’nin kendisini tasavvuf yoluna girmeye davet eden mektuplar yazdığı
da bilinmektedir. Dolayısıyla Gazzâlî’deki tasavvufî eğilim, Râzî’de de devam etmiştir.
Taşköprizâde, onun Necmeddin-i Kübrâ’ya intisap edip müşahede ehli arasına giren
bir sûfi olduğunu dahi kaydetmiştir.21
Kutbüddin el-Mısrî, Zeynüddin el-Keşşî, Şerefeddin el-Herevî, Esîrüddin
el-Ebhehrî, Tâceddin el-Urmevî ve Şemseddin Hüsrevşâhî onun yetiştirdiği ünlü kişilerdendir.
Cemâleddin Aksarâyî ve Musannifek ise onun soyundan gelen âlimler arasında yer alır.
Râzî, itikatta Eş’arî, amelde Şâfiî mezhebine mensuptu.22
Esasen Osmanlı kelâmı kesintisiz olarak ansiklopedik bir İslâm bilgini
olduğu kadar bir felsefe, mantık, matematik, astronomi ve tip âlimi de olan Kutbüddîn-i
Şîrazî (634-710/1236-1311)’ye dayanmaktadır. Kutbüddin’in babası. Şehabeddin es-Sühreverdî’nin
müridi olan bir tabipti. Din, tıp ve tasavvufla ilgili ilk derslerini babasından
aldı, on dört yaşında onun elinden hırka giydi. Nasîrüddîn-i Tûsî’nin ders halkasına
katıldı ve Merâga rasathanesinde Zîc-i İlhânî’nin hazırlanmasına katkıda bulundu.
Bir müddet Bağdat Nizâmiye Medresesi’nde hocalık yaptı. 670/1271 yılı civarında
Konya’ya yerleşti ve Mevlâna Celaleddîn-i Rûmî ile görüşmeleri oldu. Bu arada Sareddin-i
Konevî’nin derslerine katıldı. Malatya’da kadılık, Sivas Gökmedrese’de hocalık yaptı.
Hülâgû’nun oğlu Ahmed Teküder kendisini Mısır Memlük Sultanı Kalavun’a elçi gönderdi.
Bir müddet burada kaldıktan sonra memleketi Şîrâz’a döndü ve ömrünün son yıllarını
bir mutasavvıf gibi yaşayarak burada vefat etti.
Şîrâzî, Gazzâlî’nin yönelttiği eleştirilerle ilmî otoritesi geniş
ölçüde sarsılan felsefe geleneğini canlandırmaya çalışan düşünürler kuşağındandır.
Onun felsefî çalışmaları, Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin eserleriyle sistemleşen İşrâkıyye
ekolünün temel fikirleriyle yönlendirilmiştir. Sühreverdî ile Molla Sadrâ arasında
geçen dört yüzyıl boyunca etkili olmuş filozoflar içinde Şîrâzî, hocası Nasîrüddîn-i
Tûsî’den sonraki en önemli felsefî şahsiyetlerden biri sayılmaktadır. İslâm felsefe
ve bilim tarihindeki şöhreti, esas itibariyle birçok disiplinde uzman olup her biri
hakkında çok önemli eserler ortaya koymasından kaynaklanmaktadır. Nitekim Şîrâzî’nin
müslüman hakîm idealini ilmî şahsiyetinde gerçekleştirmek isteyen çok yönlü bir
düşünür olduğu görülmektedir. Filozofun Dürretü’t-tâc adlı Farsça eseri, İbn Sînâ
felsefesini tasavvufî ve dinî meseleler eşliğinde yeniden entelektüel ilgileri gündemine
taşımıştır. Sadreddin Konevî’nin öğrenciliğini yapmış olduğu göz önüne alındığında
düşünürün İbn Sînâ – Sühreverdî – İbnü’l-Arabî üçgenini kendi felsefî şahsiyetinde
birleştirdiği söylenebilir. Şîrâzî’nin din ilimlerinin de dahil edildiği böyle bir
senteze yönelmesi, XIII. yüzyıldan itibaren özellikle İran’da başlayan ve daha sonraki
dönemlerde Osmanlı ülkesinde devam edecek olan, çeşitli ekolleri tek bir bilgi sisteminde
bütünlemeye yönelik fikrî arayışlar için anlamlı bir model teşkil etmiştir.
Kemâleddin el-Fârisi, Tâceddin Ali b. Abdullah et-Tebrîzî, Kutbüddin
Muhammed b. Muhammed el-Büveyhî, Nizâmeddin en-Nîsâbûrî, Mahmûd b. Abdurrahman el-İsfahânî
ve Adudüddin el-Îcî onun önde gelen öğrencilerindendir.23 Bunlar arasında Adudüddin
el-Îcî’nin ayrı bir önemi vardır.
Kâdî Beyzâvî’nin talebelerinden Çârperdî ve büyük kelâmcı
Kutbüddîn-i Şîrâzî’nin öğrencisi olan Adudüddin el-Îcî (ö. 756/1355) hem kelâm
hem fıkıh usulü alanında aklî unsurları sem‘iyyâtla meczettiği için kendi
düşüncesinde felsefeye müstakil bir yer bırakmamıştır. Burada özellikle işaret
edilmesi gereken husus, onun her ne kadar felsefî unsurları kullansa da
kendisini bunlara bağımlı hissetmeyen, ancak düşüncesini açıklarken başkalarının
görüşlerine başvurmayı gerekli gören bir üslûbu tercih etmesidir. Bu husus onu
felsefî birikimine rağmen felsefeye bağımlı olmaktan kurtarmış ve kelâmî
çerçeveyi aşmasını engellemiştir. Nitekim kelâmcılarla filozoflar arasında
cereyan eden tartışma ve ihtilâf noktalarında Îcî genellikle kelâmcıların
tarafında yer almış, ancak kelâmcılar içinde herhangi bir kimsenin görüşüne
bağımlı kalmayıp kendi tavrını geliştirmiştir. İslâm düşüncesi ve özellikle
Osmanlı ilim anlayışı üzerinde kalıcı bir tesir bırakan Îcî’nin eserleri,
asırlarca ders kitabı olarak okutulduğu gibi kendisi de Cürcânî ve Teftâzânî ile
birlikte Osmanlı ulemâsının ideal âlim modelini oluşturmuştur.24
Osmanlı medreselerinden yetişen ulemaya aklî ilimler alanında verilen
icâzetnâmelerde hemen bütün silsilelerin Seyyid Şerif Cürcânî – Muhammed b. Mübârekşah
– Kutbüddin er-Râzî şeklinde sıralanması bu isimler arasındaki hoca-talebe ilişkisini
göstermektedir.25 Bu silsileye göre Kutbüddîn er-Razî (ö. 766-1365), Muhammed b.
Mübarekşah’ın hocası sayılmalıdır. 1362 yılından önce Seyyid Şerif Cürcânî Herat’a
gidip bir müddet Kutbüddîn er-Razî’nin yanında kalmış olsa da yaşlılığı sebebiyle
öğretim faaliyetini sürdüremeyen Razî kendisine, Mısırda ikamet etmekte olan tanınmış
mantık âlimi ve talebesi Muhammed b. Mübârek Şah’ın yanına gidip ondan okumasını
tavsiye etmiştir.26
İbn Sînâ geleneğine mensup mantık, felsefe ve din bilgini olan Kutbüddin
er-Râzî, Şîî el-Hıllî, Kutbüddin-i Şîrâzî, Adududdin el-Îcî, Şemseddin el-İsfahânî
gibi hocalardan ders almıştır. Öyle anlaşılıyor ki aradaki yaş farkı sebebiyle kelâm
ve felsefe ilimlerinde Kudbüddin-i Şîrâzî’den daha çok el-Îcî’den istifade etmiştir.
Muhammed b. Mübârekşah, Sa‘deddin Teftâzânî, Hacı Paşa, Seyyid Şerif Cürcânî, Muhammed
b. Ebû Muhammed et-Tebrizî, Takıyyüddin Abdullah b. Yusuf ed-Dımaşkî ve Şehîd-i
Evvel Şemseddin Muhammed b. el-Mekkî el-Âmulî (şîî) gibi âlimler ise onun önde gelen
öğrencileri arasında yer almaktadır.27
Fizik, felsefe, kelam, mantık, fıkıh usûlü ve astronomi alanlarında
eserleri olan Muhammed b. Mübârekşah (ö. 784/1382 sonrası), Kutbüddin er-Râzî’nin
önde gelen öğrencisi olup Osmanlı biliminin kurucu âlimlerini yetiştiren hocaların
başında gelmektedir. Molla Fenârî, Seyyid Şerif el-Cürcânî, Şeyh Bedreddin Simâvî,
Hekim Hacı Paşa ve Şâir Ahmedî, onun ve Ekmelüddîn Bâbertî’nin ortak öğrencelerindendir.
Hoca – Öğrenci Silsilesi
Kutbüddîn-i Şîrazî (634-710/1236-1311)
Adudüddin el-Îcî (ö. 756/1355)
Kutbüddîn er-Razî (ö. 766-1365)
Muhammed b. Mübârekşah (ö. 784/1382 sonrası)
Molla Fenârî, Seyyid Şerif el-Cürcânî, Şeyh Bedreddin Simâvî, Hekim
Hacı Paşa, Şâir Ahmedî
4. Merâga Matematik-Astronomi Okulu
Osmanlı biliminin tarihî köklerinden biri de Merâga matematik-astronomi
okulu idi. İlhanlı hükümdarı Hülâgû’nun, Bağdat’ı aldıktan bir sene sonra, bugün
İran toprakları içinde bulunan Merâga şehrinde 1259 yılında Nasîrüddîn-i Tûsî’ye
kurdurduğu rasathâne, İslâm rasathânelerinin gelişiminde önemli bir adımı temsil
etmektedir. Bu kurum, gözlem aletlerinin zenginliği ve rasathanede çalışan bilim
adamlarının sayısı ve seçkinliği bakımından daha önce kurulmuş olan rasathânelerden
çok ileriydi. Burası sadece bir rasathâneden ibaret olmayıp içerisinde sayısı dört
yüz bin cilt civarında kitap içeren zengin bir kütüphanesi, konferans salonu, çeşitli
sınıf ve atölyeleri bulunan bir külliye, bir üniversite idi. Nasîrüddîn-i Tûsî’nin
başkanlığında faaliyet gösteren bu rasathânede Müeyyedüddîn el-Urdî, Muhyiddîn b.
Ebü’ş-Şükr el-Mağribî, Kutbüddîn-i Şîrâzî, Esîrüddîn el-Ebherî, Necmeddîn Debîrân
ve Fahreddîn el-Ahlâtî, Rükneddîn b. Şerefeddîn el-Âmulî, Ali b. Ömer el-Kazvînî
bilginler çalışıyordu.
İlhanlılar döneminde burada yetişen âlimlerin Anadolu’ya gelmesi
neticesinde başta Sivas, Kayseri, Tokat, Aksaray olmak üzere Anadolu’nun pek çok
şehrinde nazarî ilimler sahasında üst seviyede bir eğitim verilmeye başlanmış, ilimler
tarihi açısından önemli eserler kaleme alınmıştır. Bu hareketin merkezinde Merâga
matematik-astronomi okulunun kurucusu Nasîrüddîn-i Tûsî’nin öğrencisi Kutbüddîn-i
Şîrâzî bulunmaktaydı. Kutbüddîn-i Şîrâzî’nin Anadolu’daki istikrarsızlık yüzünden
Tebriz’e Gâzân Han’ın kurduğu Şenb-i Gâzân Külliyesi’ne gitmesi, uzun yıllar bulunduğu
Anadolu ile İran bölgesindeki öğrenciler arasında bir bağ kurulmasına vesile oldu;
Safevî Devleti’nin ortaya çıkışına kadar Anadolu-İran coğrafyası ile Türkistan arasında
ilmî ve fikrî bir birliktelik oluşturdu. Merâga okulu mensuplarının ilmî çalışmaları
ve farklı düşünce çevrelerinin faaliyetleri de Anadolu’daki ilmî hayatı besledi.
Osmanlılar’ın İznik’te kurduğu ilk medresenin başmüderrisi olan Dâvûd-i Kayserî
böyle bir ortamda yetişti; özellikle Tokat Niksar’daki Nizâmiye Medresesi’nde Merâga
matematik-astronomi okulunun ikinci kuşak temsilcisi Çobanoğlu İbn Sertâk’ın talebesi
oldu. İbn Sertâk’ın yüksek seviyede bir matematik âlimi olduğu ve Sarakusta Emîri
Yûsuf b. Ahmed el-Mü’temen el-Hûdî’nin el-İstikmâl fi’l-hendese adlı eserini el-İkmâl
fî usûli’l-hendese adıyla tahrîr ederek okuttuğu düşünülünce öğrencisi Dâvûd-i Kayserî’nin
hem Merâga hem Endülüs ilim hayatını şahsında birleştirmiş bir âlim olduğu söylenebilir.
Osmanlı ilim hayatının, merkezinde Merâga matematik-astronomi okulunun bulunduğu
Anadolu Selçuklu ve Beylikler döneminden gelen alt yapısı, başta Mısır, Suriye,
Irak, İran ve Türkistan olmak üzere klâsik İslâm coğrafyasına tahsil için gidip
eğitimini tamamladıktan sonra dönemlerle bu coğrafyalara mensup âlimler tarafından
zenginleştirildi.28 Matematik, astronomi, felsefe ve kelâm bilgileri Nasîrüddîn-i
Tûsî (ö. 672/1274) – Kutbüddîn-i Şîrâzî (ö. 710/1311) – Ali Şah (14. yüzyılın ilk
çeyreği) – Sadüşşerîa es-Sânî Ubeydullah b. Mes‘ûd (ö. 747/1346) – Adudüddin el-Îcî
(ö. 756/1355) – Kutbüddîn er-Râzî (ö. 766-1365) – Muhammed b. Mübârekşah (ö. 784/1382
sonrası) – Seyyid Şerif el-Cürcânî (ö. 816/1413) silsilesiyle Osmanlı bilginlerine
ulaştı.
5. Semerkant Matematik-Astronomi Okulu
Osmanlı bilimini besleyen önemli kaynaklardan biri de Semerkant
Rasathanesi’dir. Bu Rasathâne, Timur’un torunlarından Uluğ (Bey) Gürgân (796-853/1394-1449)
tarafından Semerkant’ta kurulmuştur. Rasathanenin idaresi önce Gıyâseddin Cemşîd
el-Kâşî (ö. 832/1429)’ye verilmişti. Rasathânenin ikinci idarecisi ise aslen Bursalı
olan Kadızâde-i Rûmî (ö. 844/1440’tan sonra) idi.
Kadızâde-i Rûmî, dinî ve aklî ilimleri dedesinden ve Molla Fenârî’den
okudu. Ardından dedesinin öğrencilerinden Bedreddin Simâvî ile birlikte Konya’ya
giderek Müneccim Feyzullah’tan astronomi dersleri aldı. Anadolu’daki hocalarından
biri de Saferşah er-Rûmî’dir. 1400’lü yılların başlarında aile fertlerinin karşı
çıkmasına rağmen hocası Molla Fenâri’nin teşvikiyle, Merâga matematik-astronomi
okulunun ilmî mirası çerçevesinde canlılığını koruyan Mâverâünnehir ve Horasan bölgesine
giderek 814/1411 yılından itibaren Semerkant’ta, dönemin önde gelen âlimlerinden
kelâmcı-matematikçi Seyyid Şerif el-Cürcânî’nin derslerine devam etti.
Semerkant’ta Uluğ Bey ile tanışan Kadızâde kısa zamanda hükümdarın
sevgi ve saygısını kazanarak özel hocası oldu; ardından Uluğ Bey Medresesi’nin başhocalığına
ve Cemşîd el-Kâşî’den sonra o dönemde inşa edilen Semerkant Rasathânesi’nin başına
getirildi.
Kadızâde-i Rûmî hayatta iken kendi ülkesine hizmet edememiş olsa
da, talebelerine Osmanlı ülkesine gitmeleri için telkinde bulunmuş, Ali Kuşçu ve
Fethullah eş-Şirvânî onun yönlendirmesiyle Anadolu’ya gelirken Semerkant matematik-astronomi
okulunun zengin birikimini de birlikte getirmişlerdir. Ayrıca Kadızâde’nin geometriyle
ilgili Şerhu Eşkâ-li’t-te’sîs’i ile astronomiye dair Şerhu’l-Mülahhas fî ‘ilmi’l-hey’e’si,
Osmanlı medreselerinde orta seviyede ders kitabı olarak okutulmuştur.29
Fethullah eş-Şirvânî (ö. 891/1486), Ali Kuşçu (ö. 879/1474), Bircendî
(ö. 934/1527-28) gibi âlimler ve öğrencileri Osmanlı ilim hayatını besledi. Semerkant’tan
gelen eserler yeniden üretilerek Osmanlı ilim hayatında yerini aldı. Türkistan ve
İran coğrafyasından gelen göç Safevî Devleti’nin kurulmasıyla 16. yüzyılın ilk yarısında
yoğunlaştı ve bu yüzyılın sonlarına kadar devam etti. Muslihiddin-i Lârî örneğinde
görüldüğü üzere Hint kıtasından Osmanlı coğrafyasına ilmî seyahatler oldu. Endülüs’ün
düşmesi ve Kuzey Afrika coğrafyasında vuku bulan istikrarsızlık bölgedeki Müslüman
ve gayri Müslim ilim adamlarını başta İstanbul olmak üzere Osmanlı coğrafyasına
çekti. Memlük Devleti’nin yıkılmasıyla pek çok âlim Osmanlı merkezine gelerek ilmî
hayata katkıda bulundu.30
Netice itibariyle Osmanlı’da öylesine bir büyüme meydana geldi ki,
on yedinci yüzyılın başı esas alınıp bizim medreselerimizle, Batı üniversiteleri
arasında öğretim üyesi, öğrenci, kütüphanelerin zenginliği, yılda üretilen kitap
sayısı ve benzeri kriterler göz önünde bulundurularak karşılaştırma yapılırsa, medreselerimizin
Ağrı Dağı’nın tepesinde, Batı üniversitelerinin Lut Çukuru’nda olduğu görülecektir.
Mesela Paris’in ünlü Sorbonne Üniversitesi’nin kütüphanesini, Osmanlı’nın Fatih
Medresesi’nin kütüphanesiyle mukayese etmenin mümkün olmadığını kayıtlardan haberdar
olanlar bilirler.31
II. Osmanlı Biliminin Gerilemeye Başlaması
XVI. asrın sonuna kadar Osmanlılarda bilim, devletin yükselişine
paralel olarak hızla yükseldi. Fakat bu asrın sonundan itibaren bilimde hızlı bir
düşüş yaşanmaya başlandı. Bu hususta hemen bütün ilim adamları ittifak halindedir.
Aşağıdaki tablo da, Osmanlı’nın bilimdeki yükseliş ve düşüşü hakkında bize net bir
fikir vermektedir.
Çeşitli Bilim Dallarında Osmanlılar’da Asırlara Göre Eserlerin Dağılımı
32
Genel Toplam 13.242
Eser konusundaki benzeri durumun yetişen müellifler açısından da
geçerli olduğunu söyleyebiliriz. 16. yüzyılda Matematik alanında 44 müellif eser
verirken 17. asırda bu sayı 41’e, Tabiî ve Tatbikî Bilimler alanında 35’ten 34’e,
Coğrafya alanında 29’dan 20’ye düşmüştür. Astronomi alanında müellif sayısının 85’ten
100’e ve Tıp alanında ise 73’ten 84’e yükseldiğini görüyoruz. Fakat müellif sayısının
artması eser sayısının artması anlamına gelmemektedir. 16. asırda 85 astronomi bilgini
300 eser yazarken, 17. asırda 100 müellif ancak 190 eser yazmıştır. Neredeyse 17
asırdaki müelliflerin verimliliği % 50 azalmıştır. Aynı durum tıp alanında da geçerlidir.
16. asırda 73 tabip 179 eser telif ederken, 17. asırda 84 tabip ancak 140 eser telif
etmiştir. Tıp alanında da verimliliğin % 50’ye yakın düştüğünü görüyoruz. Aklî bilimler
alanında en problemli alanın Astronomi olduğu müşahede edilmektedir. 19. asrın başından
itibaren diğer bilim alanlarında bir sıçrama olduğu halde Astronomi alanında hiçbir
zaman bir sıçrama yaşanmamış, bilakis 18. asırda bu alanda 344 eser yazılırken,
19. asırda ancak 267 eser verilebilmiştir. Bunun en büyük sebebi İstanbul Rasathânesi’nin
yıkılmasından (980/1980) sonra bu alanın yeni gözlemlerle desteklenememesi ve aslî
gelişme kaynağından mahrum kalınmasıdır.
III. Osmanlı’da Biliminin Gerileme Sebepleri
Büyük ve önemli bir olayı sosyolojik açıdan tek bir sebebe bağlayarak
izah etmek mümkün değildir. Bununla birlikte en etken sebep veya sebeplerden bahsetmek
mümkündür. Bilim adamlarının bu konuda tartışmasını yaptığı bazı meseleler şöyledir:
1. Aklî İlimlerin Medreselerden Kaldırılması
Medreselerin gerileme sebebi olarak çok aklî ilimlerin terk edilmesi
meselesi öne çıkarılmaktadır. Bu görüşü ilk ortaya atan kişi Kâtip Çelebi’dir (ö.
1656). O, iki ayrı eserinde bu konuya kısaca temas etmiştir.
Keşfü’z-Zunûn adlı eserinde şöyle diyor: “Felsefe ve Hikmet Rûm’da
(Anadolu) fetihten sonra, Osmanlı Devleti (tarihinin) ortalarına kadar revaç buldu.
(Bu devirde) bir kimse, aklî ve naklî ilimleri tahsili ve ihatası ölçüsünde şeref
ve itibara sahip olurdu… Gerileme devri ile birlikte ilimler de duraklama devrine
girdi. Bu sırada Şeyhülislâm’lardan biri hikmet’in okutulmasını menetti… Pek azı
dışında felsefî ilimler söndü.”33
Kâtip Çelebi, benzer eleştirilerini Mîzânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehak
adlı kitabında şöyle dile getirmektedir: “Nice boş kafalılar asr-ı saadette geçerli
sanılan birtakım söylentileri donmuş kalıplar gibi benimseyip, aslını ve nedenini
araştırmadan bilimi red ve inkâr eyleme yolunu tutuyor. Felsefe bilimleri diye bunları
küçümsemeye kalktılar. Yeri göğü bilmez cahil iken bilgin geçindiler. "Göklerin
ve yerin hükümranlığının kimin elinde olduğunu … görmediler mı?" (A‘râf, 185) uyarısı
kulaklarına girmeyip, yere ve göklere öküz nasıl bakarsa öyle bakmak gerektiğini
sandılar. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Sultan Süleyman çağına gelinceye dek
hikmet ile şeriat bilimlerini özünde toplayan bilginler yüksek değerde idiler. Ebü’l-Feth
Sultan Muhammed Han, Medâris-i Semâniye’yi yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun
diye ve Hâşiye-i Tecrîd34 ve Şerh-i Mevâkıf35 derslerinin okutulmasını bildirmişti.
Sonra gelenler, bu dersler felsefiyattır diye kaldırıp (bunların yerlerine) Hidâye36
ve Ekmel37 derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla
uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı, ne Hidâye kaldı, ne de Ekmel. Böylece bilim
pazarı kesada uğrayıp yıkılmaya yüz tuttu.”38
Aklî ilimler tabiri dar anlamda kullanıldığı zaman bununla tab’iyyât,
riyâziyât ve tabâbet kastedilir. Geniş anlamda kullanıldığı zaman bunlara kelâm,
mantık ve belâgat gibi dersler de eklenir. Kâtip Çelebi Hâşiye-i Tecrîd ve Şerh-i
Mevâkıf kitaplarının kaldırıldığından şikayet ettiğine göre o, bu tabirle kelâm
ilmini aklî ilimlerden saymış olmaktadır.
Kâtip Çelebi’nin bu sözlerini, tarihî gerçeği yansıtan ifadeler
şeklinde değerlendirenler, konuyu bu kitapların okutulmasının kaldırılması bağlamında
tartışmayıp, meseleyi felsefe alanına taşımışlar ve medreselerin gerilemesini doğrudan
felsefenin kaldırılmasına bağlamaya çalışmışlardır.
Öncelikle tartışılması gereken husus, Kâtip Çelebi’nin iddia ettiği
olayın ne kadar doğru olup olmadığı meselesidir. Konu, sözü edilen iki kitabın okutulmasının
terkedilmesi bağlamında ele alındığı zaman, bunun doğru olmadığı anlaşılmaktadır.
Şöyle ki:
a. “Fatih Mehmet II Vakfiyeleri” adıyla Kemal Edip Kürkçüoğlu tarafından
hazırlanan ve 1938 yılında Vakıflar Umum Müdürlüğü’nce basılan vakfiyelerde Kâtip
Çelebi’nin Mîzânü’l-Hak adlı eserinde zikrettiği “Ebü’l-Feth Sultan Muhammed Han,
Medâris-i Semâniye’yi yaptırıp kanuna göre iş görülüp okutulsun diye ve Hâşiye-i
Tecrîd ve Şerh-i Mevâkıf derslerinin okutulmasını bildirmişti” ifadesini doğrulayacak
hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Bu vakfiyelerde külliye ile ilgili genel hususlardan,
ders türleri ve kitap isimlerinden bahsedilmemektedir. Esasen bu kitaplar Semâniye
Medreseleri’nde değil, Hâşiyetü’t-Tecrîd yirmili veya yirmibeşli medreselerde, Şerhu’l-Mevâkıf
ise bizzat kendisinin Cihannümâ’sında belirttiği gibi Kırklı medreselerde okutulurdu.
Bu medreseler Semâniye Medreseleri’nden daha düşük seviyeli medreselerdi.39 Esasen
bizzat bu iki kitap olmasa bile kelâmla ilgili eserler medreseler lağvedilinceye
kadar okutulmaya devam etmiştir. XX. yüzyıla gelinceye kadar medreselerde bu kitapların
da okutulduğuna dair her zaman bazı kayıtlar bulmak mümkündür.
b. 1741 yılında Fransa’nın İstanbul elçiliğince hazırlattırılan
Kevâkib-i Seb‘a (Yedi Yıldız) adlı eser bize konumuz açısından çarpıcı bilgiler
sunmaktadır. Bir medrese öğrencisinin, sırasıyla aldığı dersleri ayrıntılarıyla
veren eser, talebenin nahivden sonra Mantık ilmine başladığını, bu dersle ilgili
olarak sırasıyla önce İsâgocî risâlesini, daha sonra bunun şerhi Hüsâm-i Kâtî ve
hâşiyesi Muhyiddîn risâlesini, sonra Fenârî ve hâşiyesini, sonra Şemsiyye kitabını,
sonra Tehzîb’i ta‘lîk ve şerhleriyle, sonra Şemsiyye’nin şerhi Kudbüddin-i Şirâzî,
haşiyesi Seyyid ve Kara Dâvûd ile okuduğunu ve Mantık tahsilini Şerh-i Metâli‘ ile
tamamladığını belirtir.
Esere göre daha sonra Nazarî Hikmet ilmine başlanır. Bu derse Hidâyetü’l-Hikme’yi
okuyarak başlayan talebe, daha sonra bunun şerhi Kadımîr ve hâşiyesi Lûrî’yi geçerek,
bu ilmi Hikmetü’l-‘Ayn kitabıyla tamamlar.
Eserde felsefe, astronomi, geometri ve matematik derslerinin okutulması
hakkında şu ifadelere yer verilmektedir: “Şerh-i Mevâkıf ve Mekâsıd, her ne kadar
kelâm ilmiyse de âlet ilimlerinin cümlesini, hikmet, hey’et, hendese ve hisâbı zikreder.
Hendese ve hisâb “mahsûsât” kabilinden olup çok fikre muhtaç olmadığından onu müstakillen
ders edip okumazlar. Hemen zikrolunan ilimler arasında müzakere ederler. İktisâr
rütbesinde hendese ilminde Eşkâl-ı Te’sîs adlı bir kitap vardır; onu okurlar. Ondan
sonra istiksâ rütbesinde delilleriyle Öklidis kitabını okurlar. Hisâbda dahi iktisâr
rütbesinde Bahâiyye vardır; onu okurlar. Üzerine Ramazan Efendi ve Çullî’si dahi
takrîr olunup yukarı rütbesine yakın olur.”
Eser, talebelerin tatil günleri ve bu günlerdeki meşguliyetleriyle
ilgili aktardığı bilgiler arasındaki şu ifadeler konumuz açısından oldukça önemlidir:
“…Mâlûm ola ki âlimler, öğrencilerin tabiatlarına melâl gelmeyip
dâima ilme teşvik etmek için Salı ve Cuma günlerini tâtil etmişlerdir. Bu iki günde
öğrenciler bazı malzemelerini hazırlar, yaz günü ise mesîre yerlerine gezmeğe giderler.
Orada da yine pek boş durmayıp hisâb, hendese ilmi, usturlâb, rub‘ = (mekânik) ve
bunlar gibi müstakilen derse ihtiyaç duyulmayan ilimleri müzakere ederler. Kış günü
ise, geceleri sohbet edip, muammâ, bilmeze, muhâdarât, târih, şiir, aruz ve divân
müzâkere ederler…”
Bu ifadeler, aklî ilimlerin 18. yüzyılın ilk yarısında da okutulmakta
olduklarını, hattâ tatil günlerinde bile öğrencilerin, Matematik, Geometri, Astronomi
ile ilgili bilgilerini geliştirmek ve uygulamakla meşgul olduklarını, açık bir şekilde
göstermektedir.40
c. Medrese tahsilini bitiren talebelere hocaları tarafından verilen
İcâzetnameler de, medreselerde öğrencilere aklî ilimlerin öğretildiğini göstermektedir.
Mesela Erginli Muhammed Hulusî Efendi’ye 1298/1881 tarihli icâzetnamede bu şahsın
dinî ilimlerin yanında Kelâm, Belâgat, Mantık, Hikmet, Edebiyat vesâire okuduğu
belirtilmektedir. Bir başka icâzetnamede ise Hasan Tahsin er-Rizevî adlı şahsın
nakî ilimler yanında aklî ilimlerden İsâgocî şerhini, el-Fenârî’yi, el-Hayâlî ve
Kadımîr’i, Şerhu’l-Metâli‘i, Şerh-i Mevâkıf ve Şerh-i Cağmînî’yi tahsil ettiği yazılmaktadır.41
d. Mübahat Kütüküoğlu tarafından yayınlanan “1869’da Faal İstanbul
Medreseleri” listesinde mevcut 5369 talebeden 1101’inin mantık; 287’sinin Akâid
Şerhi, 108’inin hikmetten Kadımîr, 182’sinin ise Kelâm’dan Celâl okumakta olduğu
görülmektedir. Bu da, aklî ilimlerden Mantık, Kelâm ve Hikmet’in 19. yüzyılın ikinci
yarısında dahi İstanbul medreselerinde tahsil edilmeye devam edildiğini göstermektedir.
Ancak bu listede Hendese ve Heyet’in yer almadığı dikkat çekmektedir. Bundan, söz
konusu dersleri mezkûr öğretim döneminde okuyan bir talebenin bulunmadığı anlaşılabilir.
Fakat, listenin bütün öğrencileri kapsamadığı ve İstanbul’daki medreselerle sınırlı
olduğu da unutulmamalıdır. Bir başka husus da, mezkûr derslerin, 18. asrın sonlarına
doğru kurulmaya başlayan ve 19. asrın ortalarından itibaren hızla yayılan Medrese
dışı eğitim-öğretim kurumlarına kaydırılmış olabileceğidir.42
e. Medreselerde aklî ilimlerin terk veya ihmalinin doğru olmadığının
bir başka delili, bu derslere ait kitapların medreselerde, değişik zamanlarda defalarca
istinsah edilmesidir. Meselâ Hisâb ilmine ait Hulâsatü’l-Hisâb adlı eser, ilki 1064’te
olmak üzere çeşitli bölgelerde bulunan 14’ten fazla medresede istinsah edilmiştir.
Yine Kadızâde-i Rûmî’nin Hendeseye ait Tuhfetü’r-Reîs adlı eseri de, aralarında
İstanbul Semâniye ve Şehzâde medreseleriyle Bursa Sultaniye medresesinin de bulunduğu
30’dan fazla medresede istinsah edilmiş ve üzerine çok sayında şerh ve haşiye yazılmıştır.
Kadızâde-i Rûmî’nin Astronomiyle ilgili Şerhu’l-Mülahhas fi’l-Hey’e’si de 20’den
fazla medresede istinsah edilmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İstinsahların
en yoğun olduğu dönem 18. yüzyıldır. Bu kitapları istinsah edenler, müderrisler
veya kısmen de talebelerdir.43 Bir müderris veya talebe bir kitabı ancak kullanmak
için istinsah eder.
f. “Çeşitli Bilim Dallarında Osmanlılar’da Asırlara Göre Eserlerin
Dağılımı” çizelgesi bize Astronomi, Matematik, Tabiî ve Tatbikî Bilimler, Tıp ve
Coğrafya alanlarında her asırda yeni kitapların telif edildiğini göstermektedir.
19. asrın ortalarından önce bu kitapları telif eden kişiler büyük çoğunlukla medrese
hocalarıydı. Bu da, konuyla ilgili eserlerin tamamı medrese programında yer almasa
bile, özel olarak medreselerde okunduğunu göstermektedir. Ancak burada dikkati çeken
en önemli husus, 16. asırdan sonra hızlı bir düşüşün olması ve bu düşüşün ancak
18. asrın ortalarından itibaren durmasıdır.
Bütün bu hususlar dikkate alındığında medreseler ayakta kaldığı
müddetçe buralarda hem kelâm ilminin, hem de başta Mantık, Matematik, Astronomi,
Geometri olmak üzere bütün aklî ilimlerin okutulduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla,
16. asrın sonundan itibaren ortaya çıkan düşüşün sebeplerini başka yerde aramak
gerekir.
Kâtip Çelebi 16. asırdan itibaren bir çöküşün başladığını tespit
etmiş, ancak bunun sebebi konusundaki görüşünde isabetli olamamıştır. Onun alaycı
üslûbu esasen bu konuda da bir abartı yaptığını göstermektedir. Muhtemelen o, bu
mezkûr ifadeleriyle, mezkûr ilimler okunsa bile, bunlar üzerindeki hakimiyetin eskisi
kadar güçlü olmadığına dikkat çekmek istemiştir.
2. Medreselerde Eş’arî Kelâm Anlayışının Hâkim Olması
Son zamanlarda özellikle ilâhiyat çevrelerinde dillendirilen görüşe
göre medreselerdeki geri kalmışlığın temel sebebi Eş’arî kelâm anlayışının hâkim
kılınmış olmasıdır. İlahiyatçı olmayan Mehmed Niyazi bu problemi şöyle özetliyor:
“Bu iki itikadi mezhep (Mâtürîdî ve Eş’arî) arasında en önemli fark
yaratılıştaki hikmet ve sebep konusudur. Eş’arî telakkîsinde yaratılışta hikmet
ve sebep aranmaz; Allah ‘ol’ demiş, olmuştur. Yağmur yağıyorsa, murâd-ı ilâhîdendir;
hikmetini ve sebebini araştırmamıza gerek yoktur. Hikmet ve sebebi araştırmak zararlı
değildir; ama insana ilim sevabı vermez. Gerçek ilim Kur’an ve hadistir. Ancak bunlarla
meşgul olmak insana ilim sevabı kazandırır. Mâtüridî telakkîsince yaratılışta hikmet
ve sebep aranmalıdır. Allah hiçbir şeyi hikmetsiz ve sebepsiz yaratmamıştır. Yağmurun
hikmetleri olduğu gibi onun yağabilmesi için de Allah sebepler halk etmiştir. Bunları
araştırmak insana ilim sevabı verir; bu uğurda dökülen ter ve sarf edilen mürekkep
‘şehidin kanından efdal’dir.”
“Kur’an ve hadisin dışındaki ilimlere felsefe deniyordu. Yan yana
okutulan iki itikâdî mezhepten, zamanla medreselerde Eş‘arî zihniyeti hakim olunca,
insana sevap kazandırmıyor gerekçesiyle fizik, matematik gibi felsefeye dahil olan
bilimler, medreselerden ayrılmaya başladı.” M. Niyazi, bundan sonra “Bu ilimlerin
okutulmamasının nelere mal olacağını …trajik bir üslûpla ifade etmektedir” diyerek
Katip Çelebi’nin sözlerine yer vermektedir.44 Bu sözlerde de pek çok abartı ve gerçeklere
aykırı düşen ifadeler bulunmaktadır:
a. İmam Eş‘arî’ye (ö. 324/935-36) göre “Bütün ilâhî fiiller hikmet
ve adalet ürünü olmakla birlikte irade sıfatına göre gerçekleşir. Dolayısıyla bu
fiillerde menfaat elde etme veya bir zararı bertaraf etme anlamında herhangi bir
şey O’nun hakkında herhangi bir hikmet aramak gereksizdir. Esasen hiçbir şey O’nun
hakkında vâcib değildir.”45
İmâm Eş‘arî’nin kurduğu “Eş’âriyye’ye göre yaratıcılık sadece Allah’a
ait olduğundan en ince ayrıntılarına kadar bütün varlıklar vasıtasız bir şekilde
O’nun tarafından icat edilmiştir. Bundan dolayı kâinatta cereyan eden ve varlıkların
meydana gelişinde etkili olan zorunlu bir illiyyet ilkesinden söz edilemez. Bâkıllânî
ve Cüveynî’de görülen, Gazzâlî tarafından geliştirilerek filozofların determinist
görüşlerini çürütmek maksadıyla kullanılan bu anlayışa göre varlıklar arasında zorunlu
bir sebep-sonuç ilişkisi (iktiran) yoktur. Odunun ateşe atılmasıyla yanma olayının
meydana gelişi o anda Allah’ın ateşte yakma, odunda yanma fiilini yaratmasına bağlıdır.
Esasen insanların ateşin odunu yaktığına ilişkin bilgileri aklî bir zorunluluğa
değil sürekli tekrarlanan âdete ve bu âdeti müşahede etmelerine dayanmaktadır.”46
İmam Mâtürîdî (ö. 33/944) ve Mâtüridiyye mezhebi de benzer görüşlere
sahiptir. Mâtürîdî’ye göre, “Maddî varlıkların belli bir tabiatı yoktur ve nesnelerde
gizlenmiş özellikler mevcut değildir; bu sebeple meselâ ilâç hastalığı iyileştirmez,
zehir de hastalık yapmaz, ilâcın ve zehirin içilmesinden sonra hastalığın iyileşmesini
ve zehirlenmeyi doğrudan doğruya yaratan Allah’tır. Ancak Allah, iyileşmeyi veya
zehirlenmeyi ilâç veya zehirin içilmesinin ardından yaratmayı bir âdet haline getirmiştir
(sünnetullah). Allah’ın sebep-sonuç ilişkisine bağlı olarak yarattığını söylemek,
kudretini sınırlandırmak ve ona acz nisbet etmektir.”47 Mâtürîdiyye çoğunluğu bu
görüşü benimsemekle birlikte Allah’ın nesneleri belli tabiatlarda yaratması ve evreni
meydana getirirken bunu sebep sonuç ilişkisi düzeninde gerçekleştirmesini naslara
ve aklî bilgilere uygun bulan bazı Mâtürîdî kelâmcılar da vardır. Beyâzîzâde Ahmed
Efendi48 bunlardan biridir.49
Mâtürîdîlerin hikmet konusundaki görüşleri de şöyledir: “Kemal sıfatlarından
birini teşkil eden hikmetin Allah’a nisbeti, karşıtı olan sefehin ise O’ndan nefyi
zaruridir. Allah’ın hakîm oluşu fiillerinin hikmetli olmasını gerektirir. İnsanlar,
ilâhî fiillerden bazılarının hikmetini biliyorsa da aklın hikmetini anlamaktan âciz
kaldığı ilâhî fiiller de vardır. Bazı fiillere ait hikmetlerin bilinmemesi, ayrıca
şer niteliğindeki fiillerin Allah’ın fiilleri zannedilmesi sonucunda ilâhî fiillerin
hikmetsiz ve şer olarak kabul edilmesi yanlıştır. Hangi şeyin hayır, hangisinin
şer olduğunu belirlemek amacıyla duyu ötesini duyular âlemine kıyaslamak da isabetsizdir.
İnsanlarca Allah’ın fiili zannedilen şerler fiilinin kendisi değil onun bir sonucudur.
Bu sebeple meselâ inkâr olgusu doğrudan değil insanı iradeli bir varlık olarak yaratmasının
sonucudur. İnsan hikmet felsefesi açısından ilâhî fiillere baktığı takdirde pek
çok hikmeti görebilir. Dünyada şer ve onun karşılığı olan ceza olmasaydı kişilerin
yaptıkları kötülüklerin karşılığını bulacakları Cehennemden sakınmaları mümkün olmazdı.
Şerler mutlak değil izafîdir, bir yönden şer olan diğer yönden hayır taşıyabilir.
Hikmetsiz fiil bilgisizlikten ve ihtiyaçtan kaynaklandığından Allah’ın fiilleri
hikmetsiz olamaz. Mâtürîdiyye çoğunluğu bu görüştedir.”50
“Mâtürîdiyye’nin tabiat ve varlık felsefesinde endeterminist bir
görüşü savunarak fizik ve metafizik alana ilişkin problemlerin çözümünde önemli
bir yeri bulunan illiyyeti reddetmesi, sebep-sonuç ilişkisini göz ardı eden genel
bir yaklaşımla bütün varlık ve olayları doğrudan Allah’ın yaratmasına dayandırması
bilimsel bilgilerle örtüşmediği, ayrıca kendi metafizik sistemleri ve insan fiilleri
anlayışıyla çeliştiği için eleştiri konusu olmuştur.”
“Sisteminde Eş‘ariyye’ye nisbetle daha akılcı ve yoğun bir kelâm
yöntemi geliştiren Mâtürîdiyye, İzmirli ve Ahmed Emîn’in aksine modern araştırmacılarca
Mu‘tezile’ye daha yakın görülür. Bununla birlikte Mâtürîdiyye kelâmcıları akılcılıkta
ve dinin aklîleştirilmesinde yakın görüşleri paylaştıkları Mu‘tezile’ye yer yer
tekfire kadar varan sert eleştirilerde bulunmuş ve onları İslâm filozoflarıyla aynı
çizgide yer alan dalâlet fırkası olarak değerlendirmiştir.”51
Tanrı ve tabiat olayları ilişkisinde her iki mezhep de yaratıcılığı
Tanrı’ya verir. Zorunluluk anlamında Tanrı ile tabiat olayları arasında bir illiyet
bağı yoktur. Ancak Allah hikmet sahibidir ve yarattığı her şeyi hikmetle yaratır.
Tabiî olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi bakımından zorunluluk seviyesinde bir
illiyet bağlantısı bulunmamakla birlikte bu olaylar arasında âdetullah veya sünnetullah
diyebileceğimiz bir ilişki mevcuttur.
b. Selçuklular ve 16. asra dek Osmanlılar döneminde felsefe ve fen
bilimleri alanlarında eser veren âlimlerin büyük çoğunlu itikatta Eş‘arî mezhebine
mensuptur. Ayrıca kelâmı felsefeleştiren isimler de yine bu mezhebe mensub olan
âlimlerdir. Sağlam tefekkürü ve zengin felsefî kültürüyle VI-VII. (XII-XIII.) yüzyılın
büyük şahsiyetlerinden biri olan Fahreddin er-Râzî el-Me‘âlim, el-Muhassal ve el-Metâlibü’l-‘âliye
adlı eserlerinde felsefeyle kelâmı birleştirerek felsefî kelâm dönemini başlattı.
Seyfeddin el-Âmidî Ebkârü’l-efkâr ve Ğâyetü’l-merâm’ında, Kâdî Beyzâvî Tavâli‘u’l-envâr
ve Misbâhu’l-ervâh adlı eserlerinde, Adudüddin el-Îcî de el-‘Akâid ve el-Mevâkıf’ında
Râzî’nin başlattığı felsefî kelâm metodunu devam ettirti.
Eş‘arî düşüncesi, kelâmı felsefîleştiren âlimleri felsefe ve fen
bilimleri alanlarında araştırmak yapmaktan ve kitap yazmaktan menetmememişse, nasıl
oluyor da bu düşünce, sonraki asırlarda yaşayan alimleri bu alanlarda araştırma
yapmaktan menediyor? Eğer ortada fen ve felsefe bilimlerinde bir gerileme mevcutsa
-ki mevcuttur- o zaman bunun sebebini yine başka yerde aramak gerekir.
c. Eğer Mâtüridî düşüncesi, Eş’arî düşüncesi karşısında etkisiz
hale gelmişse, ya da medreselerde okutulan Eş‘arî eserlerinin tesiriyle Mâtürîdîlik
Eş’ariliğe dönüşmüşse, nasıl oluyor da Kâtip Çelebi’nin (ö. 1656) ölümünden 31 yıl
sonra vefat eden ve Mâtürîdîlik düşüncesini daha ileriye taşıyan Beyâzîzâde Ahmed
Efendi (1098/1687) gibi bir kadı ve kazasker yetişiyor?
İyi bilinmelidir ki kelam alanıyla ilgili medreselerde okutulan
bütün eserler konuları mezhepler arası mukayeseli olarak inceler. Tek başına bu
eserler, bir kişinin Mâtüridi veya Eş’arî olmasını sağlamaz. Medreselilerin bu mezheplerden
birini tercih etmeleri genellikle sosyo-kültürel arkaplanla ilgili bir meseledir.
3. Âlet İlimlerinin Aslî Maksat Yapılıp Ulûm-i Âliye’nin Tabiî Mecrasından
Çıkması
Bediüzzaman Said Nursi’ye göre medreselerde sadece fen ve felsefe
bilimlerinin okutulmasında gerileme olmamış, aynı zamanda temel dînî bilimlerde
de gerileme olmuş ve bu ilimler tabiî mecrasından çıkarılmıştır. Ona göre bunun
sebebi, âlet ilimlerinin52 aslî maksat yapılıp ulûm-i âliye’nin53 ihmal edilmesidir.
Böylece, bütün zihinler Arapça ibareyi çözme meselesiyle meşgul edilmiş, asıl gaye
olan ilim ikinci dereceye inmiştir. İbareleri bir derece eski olan ve ders kitapları
çerçevesinde okutulan kitapları anlamak için, öğrencilerin uzun zaman medreselerine
kapanıp onlarla meşgul olmaları gerekiyordu. Bu yüzden öğrenciler dışarı çıkıp başka
bir şeyle meşgul olma imkânını bulamıyorlardı.54
4. İstanbul Rasathanesi’nin Yıkılması
İslâm dünyasında fen bilimlerini destekleyen en önemli unsur rasathânelerdir.
Osmanlı Devleti’ne gelinceye kadar İslâm dünyasında 27 adet rasathane kurulmuş ve
bunların etrafında pek çok bilgin yetişmiştir. Osmanlı Devleti’nde İstanbul Rasathanesi’nden
önce sadece 15. yüzyılın ilk yarısında Kütahya’da Vâcidiye Rasathânesi’nin kurulduğundan
söz edilir. Ancak günümüzde Vâcidiye Medresesi olarak bilinen bu yapının da medrese
mi, yoksa rasathane mi olduğu tartışmalıdır. Ayrıca rasathane olarak kurulmuş olsa
bile bu yönde önemli bir etkinliği olmadığı da açıktır.
İstanbul Rasathanesi, Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi ve Sadrazam
Sokullu Mehmed Paşa’nın desteğiyle III. Murad (1475-1585) zamanında Takıyyüddin
er-Râsıd tarafından Tophane sırtlarında kurulmuştu. Bu rasathâneyi önemli kılan
bazı özellikler vardır. Her şeyden önce bu rasathânede 16. yüzyılın en mükemmel
gözlem araçları inşa edilmişti. Bu araçlar aynı dönemde Tycho Brahe tarafından kurulan
rasathânede (1576) yapılan gözlem araçlarıyla tam bir paralellik taşımaktadır. Aynı
zamanda Takıyyüddîn, saati bir gözlem aracı olarak kullanma başarısını da göstermiştir.
Batı’da sâniyeyi gösterebilen saatlerin yapılışı ve bunun Tycho Brahe’nin rasathânesinde
kullanımı ise İstanbul Rasathânesi’nde kullanımından sonradır.
Bu rasathâne uzun ömürlü olamamış, siyasî çekişmeler, ulema arasındaki
kıskançlar ve 985/1577 yılında görülen bir kuyruklu yıldızla ilgili talihsiz astrolojik
yorum bahanesiyle toplumun bazı kesimlerinin gösterdiği tepkiler rasathânenin yıkılmasına
sebep olmuştur. Zamanın Şeyhülislâm’ı Kadızâde Şemseddin Ahmed Efendi, Padişah III.
Murad’a “İhrâc-i rasad meş’ûm ve perde-i esrâr-ı felekiyyeye küstahâne ıttılâ‘a
cür’etin vehâmet-i âkıbeti meczûmdur. Hiçbir mülkte mübâşeret olunmadı ki, ma‘mûr
iken harâb ve bünyân-ı devleti zelzele-nâk-ı ınkılâb olmaya” şeklinde bir mektup
yazmış, bunun üzerine Padişah da, Kaptân-ı Deryâ Kılıç Ali Paşa’ya 4 Zilhicce 987/22
Ocak 1580 Perşembe günü bir hatt-i humâyûn göndererek rasathânenin yıkılmasını emretmiştir.
Kılıç Ali Paşa da bu görevi yerine getirmiştir. Böylece Takıyyüddîn’in gözlemleri
yarım kalmıştır.
Çağdaş kaynaklar özellikle kuyruklu yıldız bahanesiyle ortaya çıkan
olayın, Takıyyüddîn’i destekleyen devlet adamlarının güçlerinin zayıfladığı bir
dönemde rakiplerinin siyasî oyunları sebebiyle meydana geldiğini ifade eder.
Rasathânenin yıkılması, Osmanlılarda genellikle bütün bilimsel çalışmaları,
özellikle astronomiyi çok olumsuz etkilemiştir. Oysa Kepler (1571/1630), Batı’da
Tycho Brahe’nin (1576-1597) rasathânesini kullanarak büyük bir başarı sağlamış,
astronomiye yepyeni ufuklar açmıştır.55
Bilimlerde teori ve pratik birbirini destekler, birbirinin önünü
açar. Ayrıca bilimler de birbirini destekler ve birbirinin yolunu açarlar. Osmanlı
döneminden önceki İslâm devletlerinde matematik ve geometri gibi soyut bilimleri
Astronomi destekliyordu. Geçmişte hemen her dönemde bir rasathane bulunduğu için
Astronomide ve diğer bilimlerde önemli bir kesinti olmadı.
Osmanlı döneminde esasen Rasathanenin açılışı bir hayli gecikmişti.
Merâga ve Semerkant Matematik-Astronomi Okullarında yetişen bilginler çoktan göçüp
gitmiş, yerlerine kendileri seviyesinde birilerini bırakamamışlardı. Takıyyüddin
biraz da kendi çabalarıyla kendini geliştirerek o zaman için son derece modern ve
mükemmel sayılan bir rasathane kurmuş olmakla birlikte daha gözlemlerini bile tamamlayamadan
beş yıl sonra yıkılmıştı. İşte bu yıkılış Osmanlı biliminin de yıkılmaya başlanması
demekti. Artık yeni deneylerle matematik ve geometri bilimlerinin önünü açmak mümkün
değildi. Bundan sonra yapılacak şey, eskiden yazılanları anlamaya çalışmak, onlara
şerh ve hâşiyeler yazmak olacaktır. Bundan sonra Matematiğe dayanmayan fizik biliminin
de, tabiî ve tatbîkî bilimlerin de ilerlemesi mümkün olmayacaktır. Sadece şiddetli
ihtiyaç saikiyle silah sanayinde 17. yüzyılın sonlarına kadar onlarla eşitliğin
sürdürülebildiğini söyleyebiliriz. Fakat bilimden destek almayan bir teknoloji ne
kadar gelişebilir ki?
Fen bilimlerinde ayağı kalkış 18. yüzyılın ortalarında Mühendishâneler’in
kurulmasıyla başlamıştır. Ancak bu tür okulların kuruluşunda son derece geç kalınmıştı.
5. Merâga ve Semerkant Rüzgârlarının Erken Kesilmesi
Danişmend Oğulları ve Türkiye Selçukluları zamanında ilk 130 yıl
boyunca Anadolu’da telif edilen eserlerin büyük bir kısmı tıp, astronomi, matematik,
felsefe gibi aklî ve tabiî ilimlere dairdir. Nitekim, o dönemde Anadolu’ya gelen
Ömer b. Muhammed b. Ali es-Sâvî’nin “Akâid-i Ehl-i Sünnet” adlı bir eserinin önsözündeki
“Diyar-ı Rûm’a geldim. Herkesin ilm-i nücûm ile uğraşmakta olduklarını, dinî ilimlerden
bî-haber olduklarını gördüm” sözü bu gerçeği vurgu yapmaktadır.56 Kâtip Çelebi’nin
“Felsefe ve hikmet, Anadolu fetihten sonra, Osmanlı Devleti tarihinin ortalarına
kadar revaç buldu. Bu devirde bir kimse, aklî ve naklî ilimleri tahsili ve ihatası
ölçüsünde şeref ve itibara sahip olurdu.” sözü de bu gerçeği ifade etmektedir.
Bu revaç ve itibar, Meraga ve Semerkant matematik ve astronomi okullarının
bir esintisiydi. Bu rüzgâr 16. asrın ortalarına doğru yavaşlamaya başladı. Nitekim
Taşköprizâde daha 1540’larda medreselerde tartışmalı kelâm ve matematik bahislerinin
ulema arasında önemini yitirmesinden, ilim seviyesinin düşmesinden yakınmaktadır.57
Bununla birlikte bu rüzgâr Ali Kuşçu (ö. 879/1474), Fethullah eş-Şirvânî (ö. 891/1486),
Hocazâde (ö. 893/1487-88), Fethullah’ın öğrencisi Kemaleddin Şirvânî (ö. 905/1500),
Mîrim Çelebi (ö. 931/1525)58, Bircendî (ö. 934/1527-28)59 ve Kaptan-ı deryâ Seydi
Ali Reis (ö. 970/1562) gibi astronomi bilginleri tarafından 16. asrın son çeyreğine
kadar bu rüzgârı estirmeye devam ettirdiler. Ancak bir rasathane kurulmadan bu rüzgârın
daha fazla esmesi mümkün görünmüyordu. Takıyyüddîn er-Râsıd (ö. 987/1585) bir sıçrama
yaparak bu rüzgârı tekrar hızlandırmak istedi. Fakat rasathanenin yıkılmasıyla bu
rüzgâr tekrar hızını kaybetmeye başladı.
6. Bilim Adına Her Atılımın Medreseden Beklenmesi
Osmanlı bilim tarihi bize gösteriyor ki her türlü bilimsel atılım
medreseden beklenmiştir. 18. yüzyılın ortalarına akli ilimlerle ilgili kitapların
büyük bir kısmı müderrisler ve dini makamlarda görev yapanlar tarafından yapılmıştır.
Halbuki medreselerin temel görevi kaynaklardan yararlanarak görev yapacak kadı,
müftü ve müderris yetiştirmekti. Medreselerin görevleri arasında tabip, mühendis,
astronom yetiştirmek yoktu. Müderrisler bu işlerle ikinci, üçüncü derecede uğraşırlardı.
Temel görevleri dikkate alındığında medreselerin fazlasıyla görevlerini
yaptıkları söylenebilir. Çünkü bu görevlere ilaveten akli bilimler alanında da önemli
çalışmalar yapmışlardır.
Yazılan eserlere bakıldığında askerlerin, devlet bürokrasisinin
ve meslek erbabının bilim adına fazla bir şey ortaya koymadığını söylemek mümkündür.
Ünlü bilgin Gelenbevî’nin60 başrolünü oynadığı şu olay bunun en açık göstergesidir:
III. Selim’in huzurunda cereyan eden bir olay dikkatlerin Gelenbevî
üzerinde toplanmasına vesile olmuştur. Kâğıthane’de gerçekleştirilen bir bayramlaşma
töreninde humbaracıların başarısız atışlar yapmasına çok üzülen padişah, istikamet
hesaplarını doğru bir şekilde yapacak bir uzmanın bulunmasını emretmiş, bunun üzerine
huzura getirilen Gelenbevî toplardaki açı hatalarını ince riyâzî hesaplarla düzeltmiş,
böylece atışlarda tam isabet kaydedilmesini sağlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin bütün kurumları ile gerilemeye başladığı bir
dönemde yaşamış olmasına rağmen teoriyi pratik alana aktarabilmiş, ilmî gücünü Avrupalılar’a
kabul ettirmiş ve ününü devletin sınırları dışına taşırabilmiş olan Gelenbevî bir
medrese hocası ve bir kadı idi.
7. Mühendishane ve Mekteplerin Kurulmasıyla Medreselerin İkinci Sıraya Atılması
Temelde dinî eğitim kurumları olan medreselerin bilimsel anlamda
her türlü ihtiyacı karşılamadıkları anlaşıldı, hatta temel bilgiler alanında dahi
önemli eksikliklerin olduğu kabul edildi. Bu durumda yapılması gereken ilk iş, medreselerin
zamanın gereklerine göre yeniden ıslâhı ve tanzimi iken, bunun yerine bir nevi alternatif
okullar sayılabilecek olan mühendishaneler, mektepler, rüşdiyeler ve idâdîler açıldı.
Osmanlı’nın en başarılı deniz savaşı Preveze Deniz Muharebesi sayılır.
Bu savaşta Anrea Doria komutasındaki düşman askeri kare yelkenli 140 kalyon, 168
kadırga ve pek çok nakliye gemisiyle 55.000 askerden oluşuyordu. Buna karşılık Barbaros
donanmasında kadırga türü 122 gemi ve 20.000 asker bulunuyordu. Şüphesiz bu savaşta
askeri taktikler çok önemliydi. Ancak bir önemli husus daha vardı. İlk top atışını
A. Doria’nın kalyonları başlatmış olmakla birlikte, kalyon toplarının menzili kısa
olduğu için bütün gülleler denize düştü. Barbaros’un karşı hücumunda kadırgaların
top menzilinin daha uzun olması sebebiyle önce bütün kalyonlar hedef alınıp vuruldu
ve bu durum düşmanın yenilgisine sebep oldu.61 Bu savaşta taktik üstünlüğün yanı
sıra teknoloji üstünlüğünün önemi inkâr edilemez.
Zamanla Avrupalılar ve Ruslar teknik üstünlüğü tamamıyla ele geçirdiler.
1770 Çeşme olayından sonra donanmanın yeniden yapılanması cihetinde bazı tedbirler
alınmış olsa da bunlar kalıcı olmadı. Eğitilmiş kadrolara olan ihtiyaç bir deniz
mühendishânesi açılmasını kaçınılmaz kılmıştı. Bu ihtiyaç sebebiyle 1775 tarihinde
Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun açıldı. 1781 yılından itibaren bu okul Mühendishâne-i
Tersâne-i Âmire adıyla anılmaya başlandı ve 1784 yılından yeniden düzenlendi.62
M. Bahrî’nin ilk hocası birkaç yabancı dile hakim olduğu bilinen
Cezayirli Seyyid Hasan Bey’dir. Daha sonra yıllarda hocalık vazifesi devrin riyâziyecilerinden
Seyyid Osman, Gelenbevî İsmâil, Palabıyık Mehmed, Ali Bahar ve Mehmed Salih efendilerdir.
Bu hocalar genellikle medrese kökenli idi. 1784 yılında yapılan yeni düzenlemeden
sonra okulun eğitim kadrosu Fransa’dan getirilen La fitte-Clavé ve Monier gibi mühendislerle
takviye edildi. Daha sonraki yıllarda da özellikle Fransız mühendisler bu okulda
çalışmaya devam etmişlerdir.63
1768’de başlayan Rus savaşında Osmanlı ordusunun teknik açıdan zafiyet
içinde bulunduğu iyice anlaşılmış olduğundan, bu konuda bazı tedbirlerin alınması
düşünülmeye başlanmıştı. Nihayet Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn’dan sonra 1795 yılında
Hasköy’de bir Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun açıldı. Mühendishâne-i Bahrî’de olduğu
gibi bu mektepte de yabancı hocalar istihdam edilmiştir. Riyâziye ve hendese ağırlıklı
olarak verilen dersler, okulun idareciliğini ve başhocalığını uzun yıllar üstlenen
geometri ve cebir hocası Abdurrahman Efendi başkanlığında Türk hocaları (Hüseyin
Rıfkı, İbrahim Kâmi, Hâfız Seyyid İbrahim Edhem, Elhac Hâfız Abdullah) tarafından
yürütülmüştür.64 1864 yılında Mühendishâne-i Berrî’nin topçu kısmı
idâdî talebeleri Galatasaray’a nakledildi. Burada Harbiye, Bahriye ve Tıbbiye
mekteplerinin idâdî kısımlarıyla Mekâtib-i İ‘dâdî-i Umûmî adı altında
birleştirildi. 1867’de Galatasaray’daki mektep kapatılarak talebeleri eski
binalarına iade edildi.65
Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun ve Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun’un
kurulmasıyla daha önce önemli ölçüde bünyesinde barındırdığı teknik eğitimden mahrum
kalmış, 19. yüzyılın birinci yarısında tıphânenin teşkiliyle tıp tahsilinden, Avrupaî
mekteplerin, ardından mülkiyenin kurulup devlet imkânlarıyla donatılması sonucu
da önemli ölçüde fikrî ve idarî alandan uzak kalmıştır. 1826’da Evkaf-ı Hümâyun
Nezâreti teşkil edilip bütün vakıf gelirleri devlet hazinesine alınınca medrese
ve ulemânın malî imkânları daralmış, nizamiye mahkemelerinin teşkili ve daha sonra
hukuk mektebinin ortaya çıkmasıyla büyük ölçüde yargı alanından uzaklaştırılmış,
sadece din hizmetleri ifa eden bir konuma gelmiştir.66
Günümüzde tıp bayramı olarak kutlanan 14 Mart 1827 günü Asâkir-i
Mansûre-i Muhammediyye’ye hizmet edecek tabip ve cerrahların yetiştirilmesi amacıyla
Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda Mekteb-i Tıbbiyye öğrenime başladı. Öğretim
kadrosu maaşlı hoca, halife ve muallimlerden oluşuyordu. Bu okulda tıbbi bilgilerin
yanı sıra Kur’an-ı Kerim ve ilmihal dersleri de vardı. Tanzimatın ilanından sonra
hahambaşının isteğiyle mektepte daha önce alınmaya başlanan Musevî öğrencilerin
ibadetleri için imkânlar sağlandı. 1842-1843 öğretim yılında Mekteb-i Tıbbiyye’ye
öğrenci hazırlayan üç yıllık idâdîlerin ilavesiyle tıp ve cerrahi eğitimin toplam
süresi yedi yıla çıktı.67
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından (1826) sonra Asâkir-i Mansûre-i
Muhammediyye’nin kurulması ve bu ordunun subay ihtiyacını karşılamak üzere Şehzadebaşı’ndaki
Acemi Ocağı Kışlası’nda yaşları on beşin altındaki gençler için bir talimgah açılması
Harbiye’nin başlangıcı sayılabilir. Ancak Osmanlı-Rus savaşı yüzünden bu ilk teşebbüs
sonuçsuz kalmıştır. Başlangıçta Mekteb-i Ulûm-i Harbiye, Mekteb-i Fünûn-ı Harbiyye,
Asâkir-i Hâssa-i Şâhâne, Mekteb-i Harbiyye-i Mansûre ve Mekteb-i Hâssa gibi çeşitli
adlarla anılan ve kısaca Harbiye denilen okul ancak II. Mahmud zamanında 1835 yılında
açılabilmiştir. Mekteb-i Harbiyye’nin en büyük âmiri mektep nâzırı idi, ondan sonra
ders nâzırı geliyordu. Harbiye’nin ilk nâzırı olan Mustafa Mazhar Bey zamanında
(1834-1836) okul modern bir eğitim kurumu özelliklerine sahip değildi. Öğrenciler
hiçbir eğitim almadan geldikleri için Harbiye’de ilk, orta ve lise birinci sınıf
seviyesinde eğitim yapılıyordu. Dokuz yıl süreli olan eğitimin ilk sekiz yılına
“birinci mektep”, dokuzuncu yılına da “ikinci mektep” deniliyordu. Daha ziyade okuma
yazma ve ilmihal derslerinin okutulduğu birinci okulu başarıyla bitirenler ikinci
okulda okumaya hak kazanıyorlardı. Burada hendese, fizik, astronomi gibi fen dersleriyle
askerliğe dair uygulamalı bilgiler veriliyordu. Okuldan mezun olmanın şartları belirlenmediğinden
sınıf geçme yerine yıl ve bitirilmesi gereken kitaplar esas alınıyordu. Böylece
bir kitabı bitiren ikinciye geçiyor, liyakatini ispat edenler subay olarak okuldan
mezun ediliyordu. Daha sonra Avrupa’dan askeri öğretmenler getirtilerek eğitim sisteminde
önemli gelişmeler sağlandı. Piyadecilik ve istihkâm derslerine ağırlık verildiği
gibi 1840’tan itibaren Fransızca zorunlu dersler arasına alındı. Arapça ve Farsça’ya
da önem verilerek bu dilleri iyi bilen hocalar Harbiye’ye öğretmen olarak tayin
edildi. 68 Sonraları Harbiye daha modern bir öğretim tarzına kavuştu.
Osmanlı’da Batı tarzında kurulan okullardan biri de Dârülmaârif’tir.
Tanzimat’ın getirmiş olduğu zihniyet değişikliği ve devlet hayatındaki yeni teşkilâtlanmanın
gerektirdiği formasyona sahip memur yetiştirmek üzere bu yönde geliştirilmiş programlarla
eğitim ve öğretim veren bu okul 21 Mart 1850’de öğretime başlamıştır. İlk talebeleri
arasında Abdülmecid’in çocukları Murad Efendi ile (V. Murad) Fatma Sultan da bulunuyordu.
İlk açılışında rüşdiye seviyesinde bir okul olarak açılmış olup 250-260 kadar öğrencisi
vardı; daha sonra öğrenci kontenjanı 180 olarak tesbit edilmiş ve giriş imtihanı
konulmuştur. 1873 yılında kurulan ilk mülkî idâdî sınıfları Dârülmaârif içinde açılmış
ve böylece mektep fiilen idâdî statüsüne geçmiştir. II. Abdülhamid devrinde mektebin
bir kısmı önce Mekteb-i Mülkiyye’nin, daha sonra Dârülfünûn-ı Şâhâne’nin (1900)
bazı sınıflarına ayrılmış ve bina II. Meşrutiyetin ilânına kadar bütün bu öğretim
müesseselerini içinde barındırmıştır.69
1859’da devletin yönetici ihtiyacını karşılamak üzere bir siyasal
bilgiler okulu (Mekteb-i Mükiyye) açılmıştı. Bu okul, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda
ve gelişiminde önemli rol oynayan sivil bürokrasinin kadrolarını yetiştirmede hayati
bir rol oynamıştır.70
1868’de açılan Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi Osmanlı Devleti’nin
Batı’yla ilişkilerinde ihtiyaç duyduğu Avrupa dili ve kültürüne vakıf insan gücünü
yetiştirmek ve farklı dini ve etnik gruplara mensup çocukları Osmanlılık ülküsüyle
yoğurup bir Osmanlı milleti oluşturmaya katkıda bulunmak amacıyla kuruldu. Ancak
ilk yıllarda yalnız Müslüman halk değil Hıristiyan ve Musevî tebaa da dinî itikatlarının
bozulacağından kaygı duyarak çocuklarını bu okula göndermek istemedi. Benzer bir
durum Amerikalı Protestan misyonerler tarafından açılan Robert College’da da yaşandı.
Fakat bu psikolojik engel birkaç yıl sonra aşıldı ve imparatorluğun en seçkin aileleri
çocuklarını bu iki okula gönderme yarışına girdi.71
Mekteb-i Sultânî’nin Nizamnâme’sine göre mektebe yarısı gayri müslim
olmak üzere 600 öğrenci kabul edilecekti. Okulu bitiren öğrencilere imtihanla diploma
verileceği ve her türlü devlet hizmetinde istihdam edilecekleri kaydedilmekteydi.
Öğrenciler imtihanla alınacak, eğitim süresi beş yıl olacak, imtihanı kazanamayanlar
üç yıl idâdî (hazırlık) sınıfında okuduktan sonra normal sınıflara alınacak ve beş
yıllık eğitimlerini tamamlayacaklardı. Mektepte Türkçe, Fransız dili ve edebiyatı,
ahlâk ve âdâb, Latince, Grekçe. Osmanlı tarihi, genel tarih, Osmanlı coğrafyası,
genel coğrafya, matematik, kozmoğrafya, mekanik, fizik, kimya, tabiat bilgisi, hukuk,
mülkî idare, hitabet ve edebiyat, hat ve resim, muhasebe, defter tutma gibi dersler
okutulacaktı. Rumca ve Ermenice genel dersler kapsamına alınmayacak, ancak aileler
istediği takdirde bu diller de okutulacaktı. Her öğrenci mensup olduğu din ve mezhebin
âyin ve ibadetlerini yerine getirmekle yükümlü olduğundan Müslüman öğrenciler camiye
devam edecekler ve kendilerine dinî vazifelerini öğretmek üzere mektepte bir hoca
bulunacaktı. Aynı şekilde gayri müslim öğrenciler de mensup oldukları mâbedlere
gönderilecek ve gerekli bilgiler cemaat reisleriyle ailelerin isteği üzerine öğretilecekti.72
Mühendishâneler ve tıbbiye diğer yüksek okullar Osmanlı’da Batı
tipi programa sahip ilk eğitim kurumlarıydı. Bunların medreselerle bir ilişkisi
yoktu. Bu okulların kurulmasıyla birlikte özellikle kendisini riyâziyât alanında
geliştirmiş olan hocalar buralara transfer edildi ve bundan sonra ve medreselerde
bu alanda kendisini yetiştirenler azaldı. Bu azalmayla paralel olarak medreselerde
dini konularda taassup başlarken, Mühendishânelerde de dine karşı lâkaytlık yükselişe
geçti. Esasen Mühendishâneler, Kanuni dönemindeki Tıp Medresesi’nde olduğu gibi
medreselerle ilişkili bir yüksek okul şeklinde kurulabilir ve geliştirilebilirdi.
Ancak böyle yapılmadı.
Gelelim orta ve lise düzeyindeki okullara. Osmanlılar döneminde
temel, orta ve yüksek eğitim medreseler tarafından verilirdi. Bunun bir istisnası
Enderun mektebi idi. Osmanlılarda temel eğitim “sıbyan mektebi, dârü’tta‘lîm, darülilm,
muallimhâne, mahalle mektebi, taş mektep, mekteb-i ibtidâiyye gibi adlarla anılan
ilk mekteplerde verilirdi.73
Osmanlı’da medrese orta, lise, yüksek okul ve üniversite eğitimine
tekabül ediyordu.74 Devletin kuruluşundan 19. yüzyıla gelinceye kadar medrese ilmî
ve fikrî hayatta etkili, devlet ve toplumu belirli seviyelerde yönlendiren bir kurumdu.
Şer‘î ve hukukî mevzûatın tedvini, idari ve askerî müesseseler yanında vakıf sistemi
gibi toplumsal kurumların teşkili ve benimsenmesinde, devletin zorlandığı yerlerde
çözümler üretilmesinde sistemin temel bir unsuru olarak faaliyet göstermişti. Osmanlı
dünya görüşünün ve zihniyetinin oluşması, devlet-halk, devlet-asker ilişkilerinde
dengeli ve uzlaştırıcı ortamın sağlanmasında, dinî ilimler başta olmak üzere tarih,
coğrafya ve edebî sahalardaki eserlerin telifinde, her alandaki tercüme eserlerin
özellikle II. Murad ve III. Ahmed dönemlerinde heyetler halinde yapılan tercüme
faaliyetlerinde, devlet kanunnâmeleri ve birçok arazi kanunnâmesinin, büyük vakfiyelerin
hukuk ve örf ile uyum içerisinde hazırlanmasında, 19. yüzyıl öncesinde ve sonrasında
girişilen ıslahat faaliyetlerinde, değişik dini ve ırkî zümreleri kucaklayan anlayışın
oluşmasında ulemânın ve medrese eğitiminin önemli rolü olduğu söylenebilir. Bununla
beraber başlangıçta dinamizmin kaynağı olan medrese zamanla hantal duruma gelerek
esnekliğini kaybetmiş, daha da önemlisi kendini yenileyecek zihniyet gelişim ve
dönüşümünü sağlayamamıştır.75
Tanzimat’la birlikte medreselerin ıslahı yerine Avrupaî tarzda yeni
okulların kurulmasına karar verildi. Sultan Abdülmecid’in 1845 yılında, Tanzimat
fermanında sözü edilen düzenlemelerin gerçekleştirilmesi için ülkede Avrupaî standartlarda
yeni bir eğitim sistemi kurulmasını öngören bir ferman yayımlamasıyla başladı. Muvakkat
Meclis-i Maârif, 1846’da sunduğu bir raporda sıbyan ve rüşdiye mektepleriyle dârulfünûn’dan
meydana gelen, Avrupa’da olduğu gibi üç kademeli bir eğitim sistemi kurulması teklif
etti. Bu proje gereğince İstanbul’da ilk rüşdiye 1847 yılında açılmış oldu. Bu okulda
usûl-i cedîde yöntemlerine göre eğitim ve öğretim gerçekleştirildi. İlk yılın öğrencileri
başarılı görülünce bir sene sonra bu okulların sayısı 5’e çıkarıldı. Daha sonra
sayıları gittikçe fazlalaştı. Nüfusu 500 haneyi geçen her yerleşim biriminde rüşdiye
açılması hedeflendi. İlk kurulan Rüşdiye programlarında Temel dini bilgiler, Osmanlıca,
Güzel yazı, Arapça, Farsça, Resim, Matematik-Geometri, Defter tutma usûlü, Genel
tarih, Osmanlı tarihi, Coğrafya, Beden eğitimi, mahalli dil, Fransızca dersleri
yer alıyordu. II. Meşrutiyet döneminde bunlara Vatandaşlık ve Fen dersleri de eklenmiştir.
II. Abdülhamid döneminde özellikle taşrada bulunan rüşdiyeler devlet dairelerine
memur yetiştiren birer kurum haline geldi.76
1984 yılına kadar 1844 Bahriye, Mühendishâne, Tıbbiye ve Harbiye
gibi mekteplere öğrenci hazırlayan bir orta öğretim kurumu yoktu. 1845 yılında askeri
mekteplere alınacak öğrencilerin daha önce bir hazırlık okulunda eğitilmelerine
karar verildi. 1853 yılında ilk askerî idâdî mektebi (askerî lise) açıldı ve Sultan
Abdülmecid buraya sadece rüşdiye mezunlarının alınması emretti. II. Abdülhamid döneminde
İstanbul’da Mekteb-i Harbiye-i Şâhane İdâdîsi ile Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhane İdâdîsi
adında iki idâdî bulunuyordu. O zaman bu okulların ders müfredatında yer alan dersler
arasında din dersi kaydı bulunmamaktadır.77
1869 tarihli Maârif-i Umûmiye Nizamnâmesi’ine göre, 1000 haneyi
geçen her yerleşim biriminde sivil yüksek okullara öğrenci yetiştirmek üzere
rüşdiyelerin üstünde ve sultanîlerin (Galatasaray Sultanîsi) altında idâdî
adıyla mekteplerin açılması öngörülmekteydi. İlk idâdî şubesi 1874’te
Dârülmuallimîn-i Âliye içinde hizmete girdi. Bundan sonra idâdîlerin sayısı
arttı. 1898-1899 öğretim yılında yedi yıllık idâdîlerde okutulan dersler ve yedi
yıl içinde haftalık toplam ders saatleri şöyleydi: Maa tecvîd-i Kur’an ve ulûm-i
dîniye 14, Türkçe 22, Edebiyet ve ahlâk 3, Kitâbet-i resmiyye 2, Arabî 11,
Fârisî 4, Fransızca 19, Kavânîn 4, Hesap 6, Usûl-i defterî 2, Cebir 4, Hendese
7, Müsellesât 1, Kozmoğrafya 1, Makine 1, Hikmet-i tabîiye ve kimya 6, Mevâlid
4, Coğrafya 13, Tarih 10, İlm-i servet 2, Ma‘lûmât-ı nâfia ve hıfzıssıhha 5,
Hüsn-i hat 5, Resim 5, Elsine (Mahallî diller) 7).78
19. yüzyılda II. Mahmud ve II. Abdülhamid dönemlerinde eğitim konusunda
ıslahat ve yenilikler yapılırken en çok ıslaha muhtaç olan medrese ihmal edildi.
Bu tutum muhtemelen medresenin ve temsil ettiği zihniyetin ıslahının çok zor, hatta
mümkün olmadığı kanaatine dayanmaktaydı. II. Abdülhamid’den sonra İttihatçılar devrinde
Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım ve Mustafa Hayri Efendiler zamanında ciddi olarak medrese
ıslahı yapılmak istendi. Islâh-ı Medâris Komisyonu oluşturulup çeşitli nizâmnâmeler
hazırlandı. Geleneksel yapısından tamamen farklı, mektep tarzında yeni program dâ-rü’l-hilâfe
medreselerinde uygulanmaya başlandı. Ayrıca Medresetü’l-kudât, Medresetü’l-eimme
ve’l-hutabâ (1913), Medresetü’l-vâizîn (1913), Medresetü’l-mütehassısîn (1914),
Medresetü’l-hattâtîn (1914], Medresetü’l-İrşâd kuruldu. Ancak 1. Dünya Savaşı ve
arkasından imparatorluğun tasfiyesi sebebiyle bu okullar uzun süreli olmadı. 20.
yüzyılın başlarından itibaren Beyânülhak, Sırât-ı Müstakim ve Seb’ilürreşâd gibi
devrin muhafazakâr mecmualarında medreseyi değerlendiren, çözüm önerileri ileri
süren makaleler yazıldı. Medreseler, 3 Mart 1340 (1924) tarihli Tevhîd-i Tedrisat
Kanunu ile Maarif Vekâleti’ne devredildi ve kanunun neşrinden on üç gün sonra bütün
medreseler kapatıldı.79 Esasen rüşdiye ve idâdîlerin açılmasıyla birlikte medreselerin
dini alanların dışındaki yüzü tamamen kapatılmış, Arapça ve dini bilgilerin dışındaki
bilgiler ellerinden alınmış ve sosyal hayattan dışlanmıştı. Rüşdiye ve idâdîler
medreseleri büyük ölçüde fonksiyonsuz ve işlevsiz hale getirmişti.
18. asrın ortalarından sonra Batılı okullar örnek alınarak kurulan
mekteplerle medreseler arasında da kısa zamanda önemli problemler ortaya çıktı.
Medreseliler mekteplileri iman zaafı ile, mektepliler de medreselileri taassup ve
cehaletle suçlamaya başladılar.
Bediüzzaman’a göre bu durum büyük bir tehlikeydi ve bunun da yegâne
çaresi, mekteplerde din ilimlerini hakkıyla okutmak, medreselerde ise artık lüzumsuz
kalan eski Yunan felsefesine bedel, yeni müsbet ilimleri okutmak, tekkelerde de
mütebahhir (ilmi deniz gibi derin olan) âlimleri bulundurmaktır. Böyle olunca, bu
üç şube ahenk içinde yükselecek ve yüksek mertebelere çıkacaktır.80 Sebebi mekteplerde
yeteri kadar din dersi, medreselerde ise fen bilimlerinin okutulmamasıydı.
Bediüzzaman’a göre din ve ilim ayrılmaz bir bütündür. Din ilimlerini
tahsil edenin bir ölçüde fen bilimlerini, fen bilimlerini tahsil eden birinin de
belli ölçüde din bilimlerini bilmesi gerekir. Eğer bunlar ayrı ayrı okutulursa mektepliler
ve medreseliler arasındaki çatışma kaçınılmaz olacaktır. O’nun veciz deyişiyle:
“Vicdanın ziyası ulûm-u diniyedir. Aklın nuru fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizaciyle
hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri
vakit birincisinde taassup, ikincisinde hile ve şüphe tevellüd eder.”81
8. Etkin Şahısların Kalıcı Etkileri
Karizmatik ve etkin şahsiyetler her zaman tarihte iyi veya kötü
bir iz bırakırlar. Bilimin ilerlemesinde de gerilemesinde de bu etkin şahısların
izini görmek mümkündür. Osmanlı’da bilimin gerilemesinde etkin rol oynayan kişilerden
biri Kadızâde Mehmed Efendi’dir (ö. 1635). Bu zat gençliğinde İstanbul’da Tercümen
Tekkesi şeyhi ve Halvetî tarikatına mensup olan Ömer Efendi’ye intisab ettiyse de,
sonradan tasavvufun mizacına ve fikirlerine uymadığını söyleyerek tarikat ve tasavvuf
düşmanlığı yapmaya başladı. Ayasofya Câmii’nde ders veriyor ve etkili konuşmalar
yapıyordu. Zamanla takipçileri çoğaldı. İnançları gereğince bid’at ehli kabul ettikleri
için birçok insanı rahatsız etmeye başladılar.
Kadızâdeliler denilen bu grup, Sûfîlerin semâ ve devranının; aklî
ilimleri (matematik, felsefe gibi) okumanın; Hz. Muhammed ve Sahabeye isimleri geçtiği
zaman “sallallâhu aleyhi ve sellem” (tasliye) ve “radıyallâhu anh” (tarziye) demenin
caiz olmadığını ileri sürdüler. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin kâfir; Hz. Hüseyin’in
şehâdetine sebep olan Yezîd’e lanet etmenin gerekli; Hz. Peygamber (asm) zamanından
sonra ortaya çıkan bid’atları terketmenin şart olduğunu; kabir ziyaretinin; Regaib,
Berat ve Kadir gibi mübarek gecelerde cemaatle nafile namaz kılmanın caiz olmadığını
iddia ettiler. Tütün ve kahve gibi keyif verici maddelerin kullanılmasının haram
olduğunu; namazlardan sonra musâfaha ve inhinanın (el etek öpme, selâm verirken
eğilme) caiz olmadığını söylediler. Halvetî şeyhlerinden Abdülmecid Sivâsî ise söz
konusu meselelerde aksi görüşte olduğunu söylemiş, bazı kişiler de onun tarafını
tutmuştu. Bunlara Sivâsîler deniliyordu.
Tarihçi Nâimâ’ya göre Kadızâdeliler sadece Halvetîler,
Mevlevîler ve diğer tarikatlara mensup olan dervişleri değil onların tekkelerine
giden halkı da küfürle suçluyorlardı.82
Şüphesiz Kadızâdeliler bazı görüşlerinde haklıydılar. Fakat akli
ilimleri okumanın caiz olmadığı konusunda onları haklı kabul etmek mümkün değildir.
Fiili olarak Kadızâdeliler’in etkisi bir asır kadar devam etti. Ancak fikrî olarak
kalıcı bir iz bıraktıklarını da rahatlıkla söyleyebiliriz.
9. Diğer Sosyal Sebepler
Toplumlar için ilerleme ve gerileme meselesi tek yönlü işlemez.
Bir toplum bir alanda gerilemeye başlamışsa, genellikle diğer alanlarda da gerileme
başlamış demektir. Osmanlı Devleti’nin gerilemesinin genel sebepleri ne ise medreseler
için de bunların geçerli olduğunu düşünmemiz gerekir.
Nitekim, son derece dürüst ve tavizsiz bir ilim adamı olan Birgivî
(ö. 981/1573), özellikle memuriyetlerin rüşvet karşılığı satılmasına, kadı, muhtesip
ve diğer görevlerin rüşvet almalarına, ehli olmayanlara ilmî ve idârî rütbelerin
verilmesine şiddetle karşı çıkmış; hatta bazı haksız menfaatler elde ettiği, görevliler
nezdinde nüfuz sağlayarak devlet işlerine karıştığı gerekçesiyle II. Selim’in hocası
tanınmış âlim Atâullah Efendi’yi bile ikaz etmiştir.83
Divan edebiyatının büyük şairlerinden biri olan Nâbî (1642-1712)
şiirinde şöyle vasfeder: Allah’ın emriyle değil, rüşvet ve kayırma ile karar verirler.
Bunları çoğu cahil, dinsiz ve mezhepsizdir. Bir davada karar vermeden önce, kararı
sanki “mezad”a çıkmakta, en fazla rüşvet verenin lehine hüküm verebilmektedirler.
Bunlar için ne Allah, ne padişah korkusu vardır. Canları nasıl isterse öyle karar
verip bazen haklıyı haksız, alacaklıyı borçlu çıkarabilmektedirler. Bunlar şeriat
namına zulümden çekinmeyen iki yüzlü, dalkavuk, çıkarcı bir topluluktur. Şehrin
idarecilerine istediklerini zorla yaptırır, şeriatın hizmetinde bulunmaları gerekirken,
şeriatı kendilerine hizmet ettirirler. Bunların yaptığı zulmü haşerat yapmaz. Yetim
malı yemenin bunların yanında “tütün içmek kadar” bile günahı yoktur. Rüşvet öylesine
normal hale gelmiştir ki, adına “mahsul” demekten çekinmezler.84
Sözgelimi torpille tayin edilen bir müderristen ne hayır gelir?
Gerileme dönemlerinde diğer alanlarda olduğu gibi medreselerde de bu tür olayların
meydana geldiğinden söz edilmektedir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Esasen 16. asrın sonlarına kadar
Osmanlılar’ın Batı’dan alacakları pek bir şey yoktu. R. Murphey, Osmanlılar’da madencilik
konusunda yapmış olduğu araştırmada 16. yüzyıl maden teknolojisi ve işletmeciliğinde
Osmanlılar ile Avrupa arasında pek bir farkın olmadığını ve 1580’lerde Osmanlıların
madencilikte Avrupa ile hemen hemen aynı teknikleri kullandıklarını belirtir.85
KAYNAKLAR
Aydüz, Salim, “Rasathâne”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
(DİA), XXXIV, 457-58.
Bayraktar, Mehmet, “Dâvûd-i Kayserî”, DİA, İstanbul 1994, IX, 33.
Bayram, Mikâil, Danişmend Oğulları Devleti’nin Bilimsel ve Kültürel
Mirası, Konya 2009.
Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, Germany
1994.
Bediüzzaman Said Nursî, İsârâtü’l-î’câz, Yeni Asya Neşriyat, 1994.
– Makaleler (İçtimâî Reçeteler 2’den), Tenvir Neşriyat, 1990.
– Muhakemât, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2010.
– Münâzarât, Mega Basım Yayın, İstanbul 2004.
– Sünuhat, Tuluât, İşârât, Gaye Matbaası, Ankara 1976.
Beydilli, Kemal, “Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun”, DİA, XXXI, 514-16.
– “Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun”, DİA, XXXI, 516-18.
Bostan, İdris, “Preveze Deniz Muharebesi”, DİA, XXXIV, 343-345.
Çağrıcı, Mustafa, “Sirâceddîn el-Urmevî”, DİA, XXXVII, 262-63.
Çavuşoğlu, Semiramis, “Kadızâdeliler”, DİA, XXIV, s. 100-102.
Fazlıoğlu, İhsan, “Osmanlılar – İlim ve Kültür”, DİA, XXXIII, 548.
– “Kadızâde-i Rûmî”, DİA, XXIV,98-99.
Görgün, Tahsin, “Îcî, Adudüddin”, DİA, XXI, 411-12.
Gümüş, Sadreddin, “Cürcânî, Seyyid Şerif”, DİA, VIII,134.
İhsanoğlu, Ekmeleddin (Ed.), Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi,
– Osmanlı Tabiî ve Tatbikî Bilimler Literatürü Tarihi
– Osmanlı Tıbbî Bilimler Literatürü Tarihi,
– Osmanlı Coğrafya Literatürü Tarihi,
– Osmanlı Matematik Literatürü Tarihi,
İpşirli, Mehmet, “Medrese-Osmanlı Dönemi”, DİA, XXVIII, 327-333.
İrfan Abdülhamid, “Eş‘arî, Ebü’l-Hasan”, DİA, XI, s. 446.
Kaplan, Mahmut, Hayriyye-i Nâbî, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara
2008.
Karlığa, H. Bekir, “Muhammed b. Mübârekşah”, DİA, XXX, 559.
Mehmed Niyazi, Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, Ötüken Yayınları,
İstanbul 2007.
Öngören, Reşat, “Osmanlılar – Tasavvuf ve Tarikatlar”, DİA, XXXIII,
541.
Özcan, Abdülkadir, “Harbiye”, DİA, XVI, 115-119.
Öztürk, Cemil, “İdâdî”, DİA, XXI, 464-66.
– “Osmanlılar – Eğitim ve Öğretim Kurumları”, DİA, XXX, 565-68.
– “Rüşdiye”, DİA, XXXV, 300-303.
Sarı, Nil, “Mekteb-i Tıbbiye”, DİA, XXIX, 2-5.
Sarıkaya Yaşar, “Osmanlı Medreselerinde Aklî İlimlerin İhmali Meselesi
Üzerine Bazı Mülâhazalar”, Osmanlı Dünyasında Bilim ve Eğitim Milletlerarası Kongresi,
IRCICA, İstanbul 2001, s. 147.
Sarıoğlu, Hüseyin, “Kutbüddin er-Razî”, DİA, XXXIV, 485-86.
Sezgin, Fuat, İslam’da Bilim ve Teknik, II, 34-35.
Şahiner, Necmettin, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi,
3. Baskı, İstanbul 1974, s. 75.
Şentürk, M. Hüdai, “Dârülmaârif”, DİA, VIII, 548-49.
Şerbetçi, Azmi, “Kutbüddin-i Şîrâzî”, DİA, XXVI, 487-88.
Şişman, Adnan, “Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi”, DİA, XIII, 323-
26.
Topdemir, Hüseyin – Unat, Yavuz, Bilim Tarihi, s. 157-58.
Yavuz, Yusuf Şevki, “Fahreddin er-Râzî”, DİA, İstanbul 1995, XII,
89-91.
– “Eş‘ariyye”, DİA, XI, 449-450.
– “Mâtürîdiyye”, DİA, XXVIII, 168-169.
Yüksel, Emrullah, “Birgivî”, DİA, VI, 191-194.
Öz
Bediüzzaman’ın 1911 yılında Şam Emeviye Camii’inde verdiği hutbenin
ana konusu, Avrupalıların ilerlemeye devam edip adeta uçarak geleceğe doğru koşarken
bizim maddi açıdan hâlâ Ortaçağ seviyesinde kalmamızdır. Bediüzzaman mezkur hutbesinde
bu derece geri kalışımızın daha çok psiko-sosyal sebeplerini ortaya koymaya çalışır
ve bu engellerin nasıl aşılacağı hususunda bazı tekliflerde bulunur. Bu çalışmada,
Bediüzzaman’ın hutbesinde bahsettiği gerileme sebeplerinin arka planı, Osmanlıların
müsbet ilimler alanında ortaya koyduğu gelişmeler çerçevesinde gözler önüne serilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Müsbet ilimler, gerileme sebepleri, terakki,
kelam ilimleri, felsefe, medreselerin bozulması
Abstract
The subject of the sermon Bediüzzaman gave in 1911 in Damascus Emeviye
Mosque was while Europeans continue to advance and run towards the future, our remaining
in the Middle Age materially. Bediüzzaman tries to reveal psycho-social reasons
for our such drawing back in his aforementioned sermon, and suggests some ways to
overcome such obstacles. In this study, background of the reasons Bediüzzaman mentioned
in his sermon are discussed in the framework of the Ottoman development in positive
sciences.
Keywords: Positive sciences, reasons for recession, progress, linguistics,
phylosophy, corruption of madrasas
Dipnotlar
1. Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı, Yeni Asya Neşriyat,
Germany 1994, s. 80.
2. Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat, Tuluât, İşârât, Gaye Matbaası,
Ankara 1976, s. 57-60.
3. Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât, Mega Basım Yayın, İstanbul
2004, s. 47-49.
4. Bediüzzaman Said Nursî. Makaleler (İctimâî Reçeteler 2’den),
Tenvir Neşriyat 1990, 2/272, 295, 297.
5. Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, s. 57.
6. Bediüzzaman, Makaleler (İçtimâî Reçeteler 2’den), 2/274.
7. Bediüzzaman Said Nursî, Muhakemât, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
2010, s. 63.
8. Bediüzzaman, Muhâkemât, s. 211-212.
9. Bediüzzaman Said Nursî, İsârâtü’l-î’câz, Yeni Asya Neşriyat,
1994, s. 159.
10. Bediüzzaman, Muhâkemât, s. 29.
11. Bediüzzaman, Muhâkemât, s. 25.
12. Bediüzzaman, A.g.e., s. 24.
13. İhsan Fazlıoğlu, “Osmanlılar – İlim ve Kültür”, Türkiye Diyanet
Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul 2007, XXXIII, 548.
14. Mehmet Bayraktar, “ Dâvûd-i Kayserî”, DİA, İstanbul 1994, IX,
33.
15. Mustafa Çağrıcı, “Sirâceddîn el-Urmevî”, DİA, İstanbul 2009,
XXXVII, 262.
16. Bütün kaynaklarda felsefe, mantık, cedel, kelâm, fıkıh ve fıkıh
usûlü, tefsir, hadis gibi aklî ve naklî ilimlerde dirayetli bir âlim olduğu ifade
edilen Sirâceddîn el-Urmevî, Mevlânâ’nın yaşadığı dönemde Konya kadısı idi. Konya’nın
ileri gelen bazı âlimleri kendisine gelerek haram olmasına rağmen halkın rebaba
ve semâ âyinine rağbet etmesinden, özellikle Mevlânâ’nın ilim ve fazilette üstün
bir mertebede olduğu halde bu bid’atların yayılmasına öncülük etmesinden yakınmışlar,
kadıdan bunu önlemesini istemişler, ancak Urmevî, Mevlânâ’nın zahir ilimlerindeki
mertebesini hatırlatıp aleyhte hüküm vermekten kaçınmıştır. Mevlânâ’nın ölümünde
de cenaze namazını Urmevî kıldırmıştır (Mustafa Çağrıcı, “Sirâceddîn el-Urmevî”,
DİA, XXXVII, 262-63).
17. Fenârî’nin ilk şeyhülislâm olarak anılması, payitaht müftülük
makamının XVI. yüzyılın ortalarında ulaştığı kurum hüviyetiyle kelimenin kazandığı
“devletin bütün ilmiye sınıfının resmî mercii” anlamında düşünülmemelidir.
18. Reşat Öngören, “Osmanlılar – Tasavvuf ve Tarikatlar”, DİA, İstanbul
2007, XXXIII, 541.
19. İhsan Fazlıoğlu, “Osmanlılar –İlim ve Kültür”, DİA, İstanbul
2007, XXXIII, 549.
20. Yusuf Şevki Yavuz, “Kelâm”, DİA, Ankara 2002, XXV, 200.
21. Yusuf Şevki Yavuz, “Fahreddin er-Râzî”, DİA, İstanbul 1995,
XII, 89-91 (Taşköprizâde, Miftâhu’l-‘ulûm, II, 117,122-127’den naklen).
22. Yavuz, Y. Ş., “Fahreddin er-Râzî”, DİA, İstanbul 1995, XII,
89-91.
23. Azmi Şerbetçi, “Kutbüddin-i Şîrâzî”, DİA, Ankara 2002, XXVI,
487-88.
24. Tahsin Görgün, “Îcî, Adudüddin”, DİA, İstanbul 2000, XXI, 411-12.
25. H. Bekir Karlığa, “Muhammed b. Mübârekşah”, DİA, İstanbul 2005,
XXX, 559.
26. Sadreddin Gümüş, “Cürcânî, Seyyid Şerif”, DİA, İstanbul 1993,
VIII, 134.
27. Hüseyin Sarıoğlu, “Kutbüddin er-Razî”, DİA, İstanbul 2007, XXXIV,
485-86.
28. Fazlıoğlu, İ., “Osmanlılar – İlim ve Kültür”, DİA, XXXIII, 548-49.
29. Fazlıoğlu, İ., “Kadızâde-i Rûmî”, DİA, İstanbul 2001, XXIV,
98-99.
30. Fazlıoğlu, İ., “Osmanlılar – İlim ve Kültür”, DİA, XXXIII, s.
549.
31. Mehmed Niyazi, Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, Ötüken Yayınları,
İstanbul 2007, s. 35.
32. Bu tablo, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun editörlüğünde her biri yetkin
bir bilim heyeti tarafından hazırlanmış ve IRCICA tarafından yayımlanmış olan Osmanlı
Astronomi Literatürü Tarihi, Osmanlı Matematik Literatürü Tarihi, Osmanlı Tabiî
ve Tatbikî Bilimler Literatürü Tarih, Osmanlı Tıbbî Bilimler Literatürü Tarihi,
Osmanlı Coğrafya Literatürü Tarihi adlı eserlerde yer alan özel alanlarla ilgili
tabloların birleştirilmesinden elde edilmiştir.
33. Yaşar Sarıkaya, “Osmanlı Medreselerinde Aklî İlimlerin İhmali
Meselesi Üzerine Bazı Mülâhazalar”, Osmanlı Dünyasında Bilim ve Eğitim Milletlerarası
Kongresi, IRCICA, İstanbul 2001, s. 147.
34. Hâşiyetü’t-Tecrîd, Nasîrüddin-i Tûsî’ye ait Tecrîdü’l-Kelâm
adlı esere Semseddin el-İsfahânî’nin yazdığı şerh üzerine Seyyid Şerif Cürcânî (740-816/1340-1413)
tarafından kaleme alınan bir hâşiyedir. S. Ş.Cürcânî kelâm, felsefe, mantık, tefsir,
hadis, fıkıh, tasavvuf, Arap dili ve edebiyatı ile astronomi alanlarında yüz civarında
eserler vermiş olan bir âlimdir.
35. Şerhu’l-Mevâkıf, yine Cürcânî’nin Adudüddin el-Îcî’nin el-Mevâkıf
adlı eseri üzerine yazdığı başka bir şerhtir. Cürcânî hem kendisinden önceki kelâmcıların,
hem de İslâm filozoflarının görüşlerini tartıştıktan sonra genellikle Eş‘arî kelâmcılarının,
özellikle de Âmidî’nin görüşlerini benimser görünmektedir. Cürcânî fıkıhta Hanefî
mezhebine bağlıdır; itikadî konularda ise çoğunlukla Eş’arîler’in görüşlerini benimser.
36. El-Hidâye, Burhâneddin el-Merginânî’nin (ö. 593/1197), Kudûrî’ye
ait el-Muhtasar ile Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî’nin el-Câmi‘u’s-Sagîr’inde mevcut
meseleleri bir araya getirmek suretiyle kaleme aldığı Bidâyetü’l-Mübtedî adlı eserinin
şerhidir. Eser, Hanefî fıkhının en tanınmış ve muteber metinlerinden biridir.
37. Ekmel adıyla kastedilen kitap Ekmelüddîn Bâbertî’nin (710-786/1310-1384)
el-‘İnâye adlı meşhur şerhidir.
38. M. Niyazi, Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, s. 37 (Mîzânü’l-Hak,
s. 10-11’den naklen); Sarıkaya, a.g.m., s. 149.
39. Sarıkaya, a.g.m., s. 149.
40. Sarıkaya, a.g.m., s. 152-153.
41. Sarıkaya, a.g.m., s. 154-155.
42. Sarıkaya, a.g.m., s. 155.
43. Sarıkaya, a.g.m., s. 155.
44. M. Niyazi, Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, s. 36.
45. İrfan Abdülhamid, “Eş‘arî, Ebü’l-Hasan”, DİA, XI, s. 446 (Eş’arî,
el-Lûma‘, s. 148-153’ten naklen).
46. Yusuf Şevki Yavuz, “Eş‘ariyye”, DİA, XI, 449-450.
47. Yusuf Şevki Yavuz, “Mâtürîdiyye”, DİA, XXVIII, 168-169 (Mâtüridî,
Kitâbü’t-tevhîd, s. 52-56’dan naklen).
48. Beyâzîzâde Ahmed Efendi’nin (1098/1687) babası İstanbul kadılarından
ve aslen Bosnalı olan Hasan Efendi’dir. Beyâzîzâde, Edirne ve İstanbul’un çeşitli
medreselerinde müderrislik yaptı. Bu arada Sahn-ı Semân medreselerinde ders okuttu.
Halep, Bursa, Mekke ve İstanbul kadılıklarından sonra 1680’de Rumeli kazaskerliğine
getirildi. Tarih kitaplarında vak’a-i recm olarak geçen hadise onun kazaskerliği
sırasında meydana gelmiştir. İtikadî konularda Ebû Hanîfe ve Mâtürîdî’nin görüşlerine
bağlı kalmıştır. Aklı her türlü iyilik ve kötülüğün (hüsün ve kubuh) belirleyici
kriteri kabul eden Mu‘tezile ile onu geri planda tutan Eş’arîler’i eleştirir ve
aklın gerçekleri anlamak için bir vasıta olduğunu kabul eder. Mâtürîdîler’le Eşa’rîler
arasındaki görüş farklarının elli civarında olduğunu söyleyen Beyâzîzâde bunlardan
36 tanesini İşâratü’l-merâm adlı kitabında zikreder.
49. Yavuz, Y. Ş., “Mâtürîdiyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XXVIII,
169.
50. Yavuz, Y.Ş., “Mâtürîdiyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XXVIII,
170 (Mâtüridî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 60-62, 168-172,260-268; Nesefî, Tebsıratü’l-edille,
I, 96-97, II, 661-670’ten naklen).
51. Yavuz,Y. Ş., “Mâtürîdiyye”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XXVIII,
174.
52. Sarf, nahiv gibi başka bilgilerin öğrenilmesine yardımcı olan
ilimler.
53. Yüksek ilimler. Tefsir, hedis, fıkıh, kelâm gibi medreselerde
okutulan temel dinî ilimler.
54. Bediüzzaman, Muhâkemât, s. 79.
55. Fuat Sezgin, İslam’da Bilim ve Teknik, II, 34-35; Ekmeleddin
İhsanoğlu ve diğerleri, Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi (OALT), I, 199-204;
Topdemir – Unat, Bilim Tarihi, s. 157-58; Salim Aydüz, “Rasathâne”, DİA, XXXIV,
457-58.
56. Mikâil Bayram, Danişmend Oğulları Devleti’nin Bilimsel ve Kültürel
Mirası, Konya 2009, s. 31-32.
57. Mehmet İpşirli, “Medrese-Osmanlı Dönemi”, DİA, XXVIII, 329.
58. Mîrim Çelebi’nin asıl adı Mahmud’dur. Kadızâde’nin oğlu olan
dedesi Muhammed, Semerkand’da Ali Kuşçu’nın kızıyla evlenmiş, fakat erken yaşta
vefat etmişti. Mirim Çelebi’nin babası Kutbüddîn Muhammed, dedesi Ali Kuşçu ile
İstanbul’a gelerek burada Hocazâde Muslihuddîn Efendi’nin kızıyla evlendi ve bu
evlilikten Mirim Çelebi doğdu. Babası Kutbüddin Muhammed’in de Bursa Manastır Medresesi
müderrisi iken oldukça genç yaşta ölmesi üzerine Mîrim Çelebi’yi dedesi Hocazâde
yetiştirdi ve onun Sinan Paşa gibi âlimlerden ders almasını sağladı.
59. İran’ın Afganistan ve Özbekistan sınırlarına yakın şehirlerinden
Bircend’de doğdu. Devrin büyük bir ilim merkezi olan Herat’ta okudu. Hayatının sonlarına
doğru İstanbul’a geldi. Uluğ Bey ve Ali Kuşçu’dan sonra İslâmî ilim geleneğini en
iyi temsil edenlerden biri olup matematik, astronomi, takvim, rasat, rasat aletleri,
coğrafya, fıkıh ve usul alanlarında önemli eserler kaleme aldı.
60. 1143/1730 yılında Manisa’nın Kırkağaç ilçesine bağlı Gelenbe’de
doğan Gelenbevî Medrese tahsilini tamamladıktan sonra 1177/1763 yılında açılan ruûs
imtihanını kazanarak müderrislik unvanını aldı. Daha sonraki yirmi yıl içinde getirildiği
resmî görevler hakkında kaynaklarda yeterli bilgi bulunmamakla birlikte, İstanbul’un
Zeyrek semtindeki evine kapanarak günlerini daha çok mantık ve matematikle ilgili
eserleri mütalaa ve telifle geçirdiği bilinen bir husustur. III. Selim sözünü ettiğimiz
başarısından dolayı Gelenbevî’yi çeşitli hediyelerle ödüllendirmiş; kendisine Mora’daki
Yenişehir mevleviyeti tevcih edilerek oraya kadı tayin edilmiştir (1204/1790). Gelenbevî
kısa bir süre sonra Yenişehir’de vefat etmiştir (1205/1791).
61. İdris Bostan, “Preveze Deniz Muharebesi”, DİA, XXXIV, 343-44.
62. Kemal Beydilli, “Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun”, DİA, XXXI,
514.
63. Beydilli, K. “Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun”, DİA, XXXI, 514-15.
64. Beydilli, K., “Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun”, DİA, XXXI, 516.
65. Beydilli, K., “Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun”, DİA, XXXI, 517.
66. İpşirli, M., “Medrese-Osmanlı Dönemi”, DİA, XXVIII, 332.
67. Nil Sarı, “Mekteb-i Tıbbiye”, DİA, XXIX, 3-4.
68. Abdülkadir Özcan, “Harbiye”, DİA, XVI, 115-16.
69. M. Hüdai Şentürk, “Dârülmaârif”, DİA, VIII, 548-49.
70. Cemil Öztürk, ”Osmanlılar – Eğitim ve Öğretim Kurumları”, DİA,
XXX, 567.
71. Cemil Öztürk, ”Osmanlılar – Eğitim ve Öğretim Kurumları”, DİA,
XXX, 567.
72. Adnan Şişman, “Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi”, DİA, XIII, 324.
73. Cahit Baltacı, “Mektep-Osmanlı’da Mektep”, DİA, XXIX, 6.
74. İpşirli, M., “Medrese- Osmanlı Dönemi”, DİA, XXVIII, 327.
75. İpşirli, M., “Medrese- Osmanlı Dönemi”, DİA, XXVIII, 332.
76. Cemil Öztürk, “Rüşdiye”, DİA, XXXV, 302.
77. Öztürk, C., “İdâdî”, DİA, XXI, 464.
78. Öztürk, C., “İdâdî”, DİA, XXI, 465.
79. İpşirli, M., “Medrese- Osmanlı Dönemi”, DİA, XXVIII, 332.
80. Necmettin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said
Nursi, 3. Baskı, İstanbul 1974, s. 75.
81. Bediüzzaman, Münâzarât, s. 108.
82. Semiramis Çavuşoğlu, “Kadızâdeliler”, DİA , XXIV, s. 100-101.
83. Emrullah Yüksel, “Birgivî”, DİA, VI, 192.
84. Mahmut Kaplan, Hayriyye-i Nâbî, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara
2008, s. 116-117.
85. Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlılar ve Bilim, s. 233.