Freedom-Belief Relation in Said Nursi

Said Nursi’ye göre hürriyetin pek çok unsuru, pek çok argümanı olmakla
beraber, temelinde iman vardır. Ona göre “Hürriyet Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir.
Çünkü hürriyet imanın bir özelliğidir.”1 Hürriyet hayat gibi, vücut gibi, Rabbin
bir hediyesidir. Bir nimettir. Allah’ın verdiği bir nimeti ancak O geri alabilir.
Öyle olunca kimseden hürriyetimizi talep etme, isteme durumunda değiliz. Hürriyet,
varlığımız gibi Rabbin malıdır. O verir ve sadece o alır.

Nursi’ye göre; hürriyet ile iman arasında olmazsa olmaz bir ilişki
vardır. İman Rabbe intisaptır. İman insanı Sani-i Zülcelal’ine nispet eder. Ona
bağlar, Onunla irtibatlandırır. İmansızlık ise bu bağı kırar. İnsana kendi kendisine
sahiplik, serbestiyet vehmini verir. Öyleyse hürriyet anlayışı, kişinin bir yaratıcıya
inanmasıyla inanmaması arasında farklılıklar gösterir.

Rabbe olan intisabını kesen biri için hürriyet, başkasına zarar
verilmediği takdirde her istediğini yapabilme halidir. Oysa bir Rabbin kulu olduğunu
bilen, her an kendi varlığını devam ettiren, her an hayatı veren bir yaratıcıya
inanan birisi için hürriyet daha farklı özellikler taşır. İmani bir bakış açısıyla
var olan her şey, tüm eşya, yaratılan her hadise, her duygu, her anlam Rabbin bir
mahlukudur; ve her şey Rable bir mahlukiyet-yaratıcı ilişkisi içindedir. Doğumdan
ölüme, depremden baş ağrısına, büyümekten düşünmeye ve daha var olan her şey onunla
bir ilişki içindedir. Yaratılmıştır ve yaratıcısız düşünülemez. Laiklik, sekülerizm
gibi düşünce tarzları, insanın Rabbiyle olan bağını kopardığı için, onların teklif
ettikleri bir hürriyet anlayışının, Bediüzzaman’ın hürriyet anlayışı ile denk düşmesi
mümkün değildir. Said Nursi’ye göre hürriyetin temelinde iman vardır. Hürriyet imanın
bir özelliğidir. Kaynağı da, her şeyin olduğu gibi yaratıcıdır. Hürriyet duygusu,
bu kadar güçlü bir hürriyet isteği, bizim kendi kendisine, öylesine elde ettiğimiz
bir şey olmayıp; Rabbimizin bize bir ikramı, bir nimetidir.

Bediüzzaman, Hutbe-i Şamiye’de “İmandan gelen hürriyet-i şer’iye
iki esası emreder”2 diyerek, imani hürriyetin iki unsuruna vurgu yapar:

“Yani, iman bunu iktiza ediyor ki,

Tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek
ve zâlimlere tezellül etmemek…”3

Said Nursi, Şam hutbesinde kısa ve veciz bir şekilde ifade ettiği,
başkalarının hürriyetini kısıtlamama, onların tahakkümü ve istibdadı altına girmeme
ve başkalarının hürriyetimizi kısıtlamasına izin vermeme, zalimlerin zilleti altına
girmeme formülünü imani bir nazarla Münazarat’ta şöyle açıklar:

“Zirâ, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına
tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye
o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna
tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru
bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi
o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet
parlar. İşte Asr-ı Saâdet…”4

İman insanı doğrudan doğruya Sultan-ı kainata bağlar. Kainatın sultanına
bağlanan birisinin, başkasının tahakkümü altına girmesine, başkaları istiyor diye
hürriyetinin kısıtlamasına razı olmasına imkan yoktur. İmanlı insan Rabbinden daha
büyük hiçbir şeyi görmez ki onun yüzünden hürriyetini feda etsin. İmanlı insana
göre, karşısındaki kişi zorba da olsa, alacağı en fazla şu fani hayatıdır. Mü’min
için şehadet en üstün bir mertebedir. Hürriyeti için ölmek onun kaçacağı değil,
seve seve yöneleceği terciğidir. Allah’a hakkıyla kul olan hiç kimse ne ölümden
ne de zorbaların zulmünden korkar. Ki Said Nursi’nin hayatı, dahili ve harici zorbalar
karşısında sürekli ölüme meydan okumalarla geçmiştir.

Öte yandan mü’minin imanı, onun, başkasının hürriyetine ve hukukuna
tecavüz etmesine de izin vermez. İnançlı kişinin imanından gelen şefkati başkalarının
hürriyetini ve hukukunu kısıtlamaya en büyük engeldir. İmani şefkat bir karıncayı
bile incitmeye izin vermezken, nasıl olur da insanların en temel haklarını ellerinden
almaya izin verebilir. Onun içindir ki Müslümanların kurdukları devletlerde, bilhassa
Asr-ı Saadette, her dinden insanlar kendi inançları doğrultusunda yaşayabilmişler,
asla zulüm görmedikleri gibi her türlü hakları da korunmuştur. İhtilaf durumlarında
ise İslami mahkemeler kişinin dinine, makamına ve milliyetine bakmadan adaletli
hükümler vermişlerdir.

Diğer bir taraftan bir insanın haklarını, hürriyetini kısıtlamak
ciddi bir kul hakkıdır ve bir mü’min için ateş kadar yakıcıdır. Günahları affedebileceğini
söyleyen yaratıcı, kul hakkını affetmeyeceğini, onu affetmenin, hakkı yenen kişiye
ait olduğunu defalarca tekrarlamaktadır. Bu anlamda mü’min sadece insanların değil,
tüm canlıların, hatta tüm varlıkların hakkına riayet etme durumundadır. Allah’ın
yarattığı mahluklar olma bakımından kişinin tüm yaratılmışlarla bir kardeşliği vardır.
Mümin kardeşine zulmedemez, zulmedilmesine razı olamaz, onu kendinden aşağı göremez,
ona sömürülecek bir meta olarak bakamaz.

Bu noktada mü’min için, ormanlardaki ağaçlar, hayvanlar bile milli
hazine olan para demek değil, kardeşlerimiz olan, Allah’ın kullarıdır. İnanç, tüm
varlıkların bir hakkının, hukukunun olmasını gerektirir. İnsanların maddi üstünlüğü,
güçlü oluşları, diğer varlıkların haklarına zulmetmeye, hürriyetlerini ellerinden
almaya sebep değildir. İman kişiye, her varlığı kardeş sayan bir ruh verir. Mü’min,
ormanların yanmasına paralarımız gidiyor, ciğerlerimiz bitiyor diye değil; kardeşlerimize
zulmediliyor, kardeşlerimize tecavüz ediliyor, kardeşlerimiz katlediliyor diye karşı
çıkar. Mü’min için çöp bile, çürüme bile nefret edilesi, iğrenilesi bir durum değil,
imani bir bakış açısıyla Allah’ın Kuddüs isminin bir yansımasıdır.

Yukarıdaki alıntının son cümlesinde söylendiği gibi; “İman ne kadar
mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar.” Biz burada Nursi’nin tüm hayat görüşünü,
hayat algısını görebilmekteyiz. O, her şeye mana-yı ismiyle değil, mana-yı harfiyle
bakan insandır. Her şey yaratıcısı ile güzeldir, yaratıcısı ile anlamlıdır. Bu noktada
Bediüzzaman, dünyanın üç yüzünün bulunduğunu ve her şeyin bu ölçü ile değerlendirilmesini
ifade eder:

“Dünyanın üç yüzü var.

Birinci yüzü, Cenab-ı Hakk’ın esmasına bakar; onların nukuşunu gösterir,
mana-i harfiyle, onlara ayinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedaniyedir.
Bu yüzü gayet güzeldir, nefrete değil aşka layıktır.

İkinci yüzü, ahirete bakar; ahiretin tarlasıdır, Cennetin mezrasıdır,
rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil,
muhabbete layıktır.

Üçüncü yüzü, insanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve
ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesatı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fanidir,
zaildir, elemlidir, aldatır. İşte hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği
nefret, bu yüzdedir.”5

Said Nursi’nin imani bir tavırla yaklaştığı hürriyet anlayışını,
yukarıdaki dünyanın üç yüzüne göre değerlendirebiliriz. Hürriyet, Allah’ın esmasına
muhatap olma bakımında mü’minin vazgeçilmezidir. Rabbin esmasını gösteren nakışlar,
mu’cizeler, Samedani mektuplar, ancak hür bir akıl, hür bir ruh ile okunabilirler.
Mesnevi’de belirtilen “Mahiyeti meçhul, mu’ciyatıyla malum olan kudret-i ezeliye”6
ancak hür bir bakış açısıyla algılanabilir. Yaratıcının esmasına ancak hürriyetimiz
ile muhatap olabildiğimiz gibi, Allah’ın Rahman, Rahim, Melik, Müheymin, Cebbar,
Kahhar, Kayyum, Vâli gibi pek çok isimleri de insanın hürriyetini gerektirir. Bu
anlamdaki dünyanın yüzü gayet güzeldir, rahmanidir, nefrete değil, aşka, ilgiye,
tefekküre layıktır.

Rabbin esmasına muhatap olabilmek için her şeyden önce özgür bir
ruha sahip olmak gerekir. Kafası dünyanın şartlanmışlıkları ile, imani olmayan bir
kültür ve geleneklerle, milliyetçilik, devletçilik, dünyevilik, laiklik tabularıyla
doldurulmuş bir insanın, özgür bir imani düşünce tarzına sahip olması mümkün değildir.
Özgürlük önce kafalarımızda, ruhlarımızda, gönüllerimizde, inançlarımızda başlar.

Dünyanın ikinci yüzü ahirete bakar. Oysa esaret; vücutlarımızın,
akıllarımızın, ruhlarımızın esareti, kişinin bakışını dünyaya çeviren, arzileştiren
bir fenomendir. Hürriyetsizlik dünyayı dünya için, nefsimiz için algılamaktır. Halbuki
insan ve içindeki her şeyle beraber, dünya önce esma, sonra da ahiretin tarlası
olmak için yaratılmışlardır. Hürriyetsizlik hali bir mücadele, bir zulüm, isyan
halidir. Oysa dünya bir çiçek bahçesidir. Bir seyirlik, bizi yaratanla karşılaştıran
bir tefekkür diyarıdır. Dünyanın şu yüzü de güzeldir. Tahkire, kavgaya, mücadeleye
değil, muhabbete, kardeşliğe, sevgiye layıktır. Ahireti isteyenler, önce bu dünyada;
bu dünyaya, insanlara ve nefislerine karşı, ruhları, kafaları ve gönülleriyle hür
olmalıdırlar.

Dünyanın üçüncü yüzü ise insanın heveslerine bakar ki, dünyevi bir
bakış açısının hürriyeti algılama şeklidir. Hürriyeti heveslerimiz için istemek
gaflet halidir. Ehl-i dünyanın heveslerinin çatışma noktasıdır. Böylesine Allah’sız
algılanan bir hürriyet, günümüz medeniyetinde olduğu gibi savaşları, diktatörlükleri,
yalanları, her türlü haksızlıkları, hırsızlıkları netice verir. Bu hal hadsiz arzularla,
hırslarla donanan insanı kainatın en mutsuz varlığı yapacak, anarşiyi, intiharları,
mücadeleleri netice verecektir. Mutlak hürriyet diye adlandırılan bu tavır, aslında
mutlak hürriyetsizlik, kişinin nefsine esir olmasıdır. En büyük esaret, insanın
belki kendisinin bile farkında olmadığı tabularının esiri olmasıdır. Ellerimize
zincirler bağlanırsa esaretimizin farkında oluruz ve kurtulmaya çalışırız. Ancak
kafalarımızdaki ve nefsimizdeki zincirleri görmek zordur. Onların esiri olur, ancak
bu esirliğimizin farkına varamayabiliriz. Fark edilmeyen bir esaretten de kurtulma
gibi, kurtulmaya çabalama gibi bir şansımız hiç olmaz.

Said Nursi’ye göre “insanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar”7
İnsanların Allah’ın kulu olarak ve yaratıcısına göre, onunla intisap kurarak yaşamalarını
engelleyen argüman laisizmdir. Fransızca “laik” sözcüğünden dilimize giren laisizmin
kökü, Latince “laicus” kelimesinden gelmektedir. “Din adamı olmayan kimse, din adamı
dışında kalan halk” anlamındadır. Oysa Nursi’ye göre herkes ve her şey Allah’ın
kuludur. Onun yaratmasıyla var olmuşlardır. Bu anlamda varlık âleminde din dışı
denilen bir şey yoktur. Hele din adamı veya din adamı olmayan şeklinde bir tasnif
hiç yoktur. Çünkü herkes Allah’ın kuludur. Kabul etsin veya etmesin herkes ve her
şey varlığını devam ettirebilmek için Allah’ın hayat vericiliğine, kayyumiyetine
muhtaçtır. Bir Allah’a kul olmak, insanın tüm varlığa, tüm insanlığa karşı hür olmasını
netice verir. Aksi takdirde, Nursi’ye göre bir Allah’ın kulluğundan kaçmaya çalışmak,
tüm varlığın kulu, kölesi olmayı netice verir. İnsanı her hadise, düşman gördüğü
her kuvvetli şey karşısında titreyen zavallı bir mahluk haline getirir.

Said Nursi’nin ifadesiyle; “Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri
bulunmazsa, beşerin başında maddi manevi kıyametler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı,
en perişanı olacak.”8 Bu cihetiyle dünya hakikat ehli tarafından tahkir edilmiş,
hor görülmüş, nefret edilmiştir.

Said Nursi, “İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar”9
tezine Asr-ı Saadeti örnek göstermektedir. Bu dönem, yazımızın çok ötesinde örnekleri
olan muhteşem sahneler taşımaktadır. Nursi, Şualarda asr-ı saadetin bu hürriyet
güzelliğine, “İmam-ı Ali’nin (r.a.) hilâfeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede
oturup muhakeme olmalarını”10 örnek olarak verir. 

Bediüzzaman’a göre; “Nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla
uyanmış, intibaha gelmiş, insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz,
başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü,
acz-i beşerî ile beraber hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara
karşı istinat noktası; ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar
uzanmış arzularına medet ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i
Âlemi tanımak ve iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış
beşerin çaresi yok…”11

Öyleyse insan sadece imanla hakiki hür olabilir. Önümüzde iki yol
var: Ya Allah’ın izzetli, şerefli, hür bir kulu olacağız. Veya başta nefsimiz olmak
üzere, kainattaki her şeye dilenci, köle olacağız. Allah’a dayanmayan bir insan
için her şey düşmandır. Allah’sız bir insanın istinat noktası yoktur. Veya istinat
noktası olarak gördüğü şeyler kendisi gibi fani varlıklardır. Allah’sız insan istinat
noktası olarak göreceği her şeyin kulu, kölesi olma durumundadır. Sosyal hayattaki
riyakârlıkların, yalancılıkların, olduğumuzdan farklı görünme çabalarının sebebi
de bu fani varlıkları istinat noktası olarak görme zafiyetidir.

Bediüzzaman’a göre “Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz.
Birbirinizi, Allah’tan başka kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah’ı tanımayan her
şeye, herkese nispetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder.
Evet, hürriyet-i şer’iye Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır
ve imanın bir hassasıdır.”12

İman ne kadar genişler ve tahkiki olursa, kişinin hürriyeti de o
derece genişler ve anlam kazanır. Allah’ı bilen ve tanıyan sadece Allah’ın rızası
için çabalar. Başkalarını Rab olarak tanımaz. Dünyamızdaki savaşların, kargaşaların,
kinlerin, nefretlerin en büyük sebebi; Allah’ı tanımamaktan gelen, insanların birbirlerini
köleleştirme ve birbirlerini rableştirmeye çalışmalarının sonucudur. Aynen bunun
gibi de insanın iç dünyasındaki karışıklıkların, üzüntülerinin, sıkıntılarının,
psikolojik problemlerinin kaynağı da kişinin kendi nefsine karşı hür olamamasıdır.

Sonuç

Sonuç olarak, yukarıdan beri söylediklerimizi şu 11 maddede özetleyebiliriz:
Bediüzzaman’a göre hürriyet-i şer’iyenin özellikleri, olmazsa olmazları şunlardır:

1. Hürriyet-i şer’iye, Cenab-ı Hakkın Rahman, Rahîm tecellîsiyle
bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır. Öyleyse hürriyetimizi kimseden istemeye
ihtiyacımız yoktur. Hürriyet kimsenin hiçbir kulun lütfu değildir. Allah’ın verdiği
her hakkı sonuna kadar kullanırız.

2. İman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet o derece parlar.

3. İmanla donanmış bir hürriyet-i şer’iye, Müslüman olsun olmasın
hiçbir insana, hiçbir mahluka tahakküm ve istibdat etmememizi gerektirir. Hayvanlara,
bitkilere, hatta kendimize bile zulmetmenin mesuliyeti vardır.

4. Allah’a kul olan başkalarına kul olmaz. Allah’tan başka, peygamberler
dahil herkes yaratılmıştır ve kuldur. Yaratılış noktasında herkes eşittir. Üstünlük
sadece takva, ihlas, tevazu iledir. Tek efendi vardır, o da Allah’tır. Sahabeler
Peygamberimize (asm) bile efendi, Efendimiz diye hitap etmemişlerdir. Resulullah
Efendimiz (asm), Peygamber efendimiz (asm), diye hitap etmişlerdir. Hz. Muhammed’in
şerefi, büyüklüğü, peygamberliği, efendiliği Allah’ın resulu olmasından gelir.

5. “Bir kısmınız, Allah’ı bırakıp da bir kısmınızı ilahlaştırmasın.”13
Firavunlardan, deccallardan, krallarda zıllullah sayılan padişahlardan beri, âlemdeki
zulümlerin, kavgaların, haksızlıkların çoğu sebebi insanların birbirlerini ilahlaştırmalarıdır.

6. Allah’ı tanımayan herkese, her şeye bir rububiyet tevehhüm eder
ve her şeyin kulu, kölesi olur.

7. İmanla cihazlanmayan bir hürriyette kişi nefsinin, arzularının
kölesi haline gelir. Hakiki mü’min ne başkasına, ne de kendisine zulmetmez. Nefsine
zulmeden hür değil, olsa olsa şeytanın kölesidir.

8. Hürriyet her istediğini yapabilmek değil, Rab ile yaratılan-yaratıcı
ilişkisi kurarak hayatımızı tanzim etmektir.

9. Allah’ın isimleri insanın hür olmasını gerektirirken, Rabbin
esmasına muhatap olabilmenin yolu da hür olmaktan, hür yaşamaktan geçer.

10. En büyük esaret insanların ellerinin kelepçelenmesi değil, akıllarının,
ruhlarının, gönüllerinin kelepçelenmesidir. Varlığımızın kelepçelerinden ancak imani
bir hürriyetle kurtulabiliriz.

11. İnsanlar hür oldular ama yine Allah’ın kuludurlar. Rabbe intisabı
olan hayatı, dünyevi ve uhrevi diye ikiye ayırmaz. Hayat Rable kurulan intisapla
güzeldir, anlamlıdır, hürdür.

Öz

Said Nursi’ye göre hürriyetin temelinde iman vardır. Ona göre hürriyet,
Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir. Çünkü hürriyet imanın bir özelliğidir. Bu
açıdan hürriyet anlayışlarının kişinin bir yaratıcıya inanmasıyla inanmaması arasında
farklılıklar gösterdiğini söyleyebiliriz. Yaratıcısı ile olan bağını kesen biri
için hürriyet, başkasına zarar verilmediği takdirde her istediğini yapabilme hali
iken; Rabbi ile bağını koparmayan biri için ise ne kendisine ne de başkasına zarar
vermeden istediğini yapabilme durumudur. Bu çalışmada hürriyet-iman ilişkisi Said
Nursi’nin fikirleri ışığında irdelenmektedir.

Anahtar Kelimeler: Hürriyet, hürriyet-i şeriye, iman, kul hakkı,
istibdad, tahakküm

Abstract

For Said Nursi, in the basis of freedom lies belief. For him, freedom
is a gift from Allah, the Compassionate. Because freedom is a characteristic of
belief. In this sense, we can say that understandings of freedom show differences
in the context that whether one believes in a creator. For someone that cut her
link to the creator, freedom is the ability do anything unless it gives harm to
another one, while for someone, who did not cut her link to the creator, it is the
situation of ability to anything without giving harm to herself and the others.
In this study, freedom-belief relation is analyzed in the light of Said Nursi’s
ideas.

Keywords: Freedom, freedom in Islamic law, belief, rightful share,
domination, tyranny

Dipnotlar

1. Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Münazarat, İstanbul, 2009, s.
238.

2. Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Hutbe-i Şamiye, İstanbul, 2009,
s. 355.

3. A.g.e., s. 355.

4. A.g.e., s. 238.

5. Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s. 571.

6. Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Hubab, s. 85.

7. Said Nursi, Volkan, Sayı 70, 11 Mart 1909, s. 1.

8. Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Hutbe-i Şamiye, s. 328.

9. Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Münazarat, s. 238.

10. Said Nursi, Şualar, Risale-i Nur Enstitüsü, s. 330.

11. Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Hutbe-i Şamiye, s. 328.

12. A.g.e., s. 355.

13. Said Nursi, Eski Dönem Eserleri, Münazarat, s. 237.