A Trial of Interpretation of “The Debates” at the
Centennial of Its Publication Text and
Interpretation 4 Relationship Between Goodness
and Wronddoing

2.METİN

İFADE-İ MERAM VE UZUNCA BİR MAZERET

“Yâ eyyühe’n-nâzır!

Hasenâtı seyyiâtına, sevâbı hatâsına tereccüh edenler, mağfiret ve affa müstehaktırlar.

İşte, iki inkılâp beni iki telif-i müşevveşe mecbur etti; iki rıhlet dahi, iki kitabı ilhâm ettirdi. Şu eserlerden her birisi Kürt olduğu gibi, aynı halde Türk, aynı
vakitte Arap’tır. Güyâ her bir eser Arap abâsını iktisâ ve Türk pantolonu giymiş külahlı bir Kürt’tür. Böyle acîbü’ş-şekil bir telif, telif kânununa muhâlefetle
muâheze olunmamak gerektir.” [2]

2. ŞERH

Münazarat uzunca bir ifade-i meram ve mazeret ile başlar. İfade-i meram
maksadın açıklanması, müellifin tarzının, usulünün ortaya koyulması demektir.
Said Nursî için, anlattığı konuların muhatapları tarafından anlaşılması önemlidir. Nursî “Ben anlatırım, anlayan anlasın, anlamayan beni ilgilendirmez, onun
sorunu” gibi bir tavrı benimsemez. Bu maksatla gerek Münazarat’ta gerekse
Mesnevî-i Nuriye, Muhakemat gibi eserlerinde kendi yazım tarzını, usulünü,
hatta anlaşılma zorluklarını ortaya koymuş, okuyucularına kendisiyle muhatap
olma noktasında yardımcı olmaya çalışmıştır.

Yazar, bu önsöz mahiyetindeki makalesinde, mazeret olarak da elinde olmadan takip ettiği üslubunu, usulünü ortaya koymaktadır. O’na göre üslubu biraz
karışık, hatta acaibdir.

Bediüzzaman bu uzun mazeret yazısına “Yâ eyyühe’n-nâzır!” diyerek başlar. Nâzır sıradan bir okuyucudan farklıdır. Bakmak, yönelmek, müteveccih olmak mânâlarına gelir. Nursî başka eserlerinde de zaman zaman söylediği gibi,
yazılarına sıradan bir okuyucu tavrıyla bakılmasını istemez. O’nun eserlerini
anlamak, derinlerine inmek, sırlarını keşfetmek için, yüzümüzle, gözümüzle,
aklımız ve gönlümüzle Risale satırlarına yönelmemiz, müteveccih olmamız gerekir. Said Nursî kendi kafasından konuşmaz. Madem ki o, Kur’ân âyetleri ve
hadislerle konuşmaktadır, bu kelimelere derinliğine nüfuz edebilmenin yolu,
her şeyimizle onlara yönelmek, nâzır olmakla mümkündür.

Bediüzzaman’ın ilk dönem eserlerindeki hitapları, Yeni Said dönemi eserlerine göre daha soyut ve daha genel hitaplardır. (Ey şu müşevveş sözlerimi
temaşa eden zat!, Ey dinî cemiyetler!, Ey Asâkir-i Muvahhidîn!, Ey Ulülemir,
Ey Hürriyet-i Şer’î) Sanırım Said Nursî’nin ilk eserlerindeki hitaplar ile daha
sonraki Risalelerindeki ve mektuplarındaki hitapları karşılaştıracak olursak,
Bediüzzaman’ın ilk dönemi ile Yeni Said dönemi arasındaki usul ve üslup farklılıkları hakkında da açıklayıcı ipuçları bulabiliriz. Bizce Risale-i Nur’daki hitaplar, Üstad’ın değişimini takip açısından üzerinde ayrıca çalışılması gereken
unsurlardır. Bu, Risalelerde önemli bir tavır değişikliğini gösteren hitaplar konusunu başka bir çalışmaya bırakıp, konudan uzaklaşmamak için İfade-i Meram ve Uzunca Bir Mazeret’e devam ediyoruz.

Bediüzzaman burada söze bir hüküm cümlesi ile başlar:

“Hasenâtı seyyiâtına, sevâbı hatâsına tereccüh edenler, mağfiret ve affa
müstehaktırlar.”

Cenab-ı Hak insanlar hakkında hüküm verirken, onları hasenatları ve seyyiatları, sevapları ve hataları cihetlerinden değerlendirir. Hasenat hüsün kelimesinin çoğulu olup, güzellikler, iyilikler, iyi ameller anlamına gelir. Seyyiât
ise seyyie kelimesinin çoğuludur ve kötülükler, günahlar, suçlar anlamına gelir.
Rabbimizin biz günah işlemesi mümkinattan olan kullarını her günah için değil de, hasenat veya seyyiat, sevap veya hata oranına göre cezalandırması veya
mükâfatlandırması, O’nun rahmetinin bir eseri ve merhametinin bir ikramıdır.
Ki Rabbimiz iyiliği kötülüklerine, sevapları hatalarına üstünse o kişiyi rahmetiyle bağışlamakta ve iyiler sınıfına dahil etmektedir.

Allah’ın adaleti ve merhameti bu şekilde tecelli ediyor ve biz insanlara da
böyle olmamız emrediliyor. Bu hüküm biz insanlar için geçerli olduğu gibi,
mezhep, meslek, meşrep, cemaat, ekol hatta siyasi partiler için de geçerli bir
bakış açısıdır. Yani insanları, olayları ve toplulukları değerlendirirken onların
iyilik ve kötülük durumlarına bakmalıyız. İyilik tarafı baskınsa kötülük taraflarını bağışlamayla, afla karşılamalıyız.

Zira hiçbir insanın, meslek ve topluluğun, yüzde yüz her tarafı iyi ve hak
olmaz. Bizim kendimizin her hareketi, her tavrı hak mıdır, doğru mudur ki
başkalarının da her durumlarının hak olmasını bekleyelim? Bazı yanlışlıklar,
kusurlar biz insanlara olduğu gibi, başka insanlara da, topluluklara da ârız
olabilir. Onun içindir ki kendimizi, kardeşlerimizi ve toplulukları yargılarken
hasenat ve seyyiat dengesine bakmalıyız. İyilikleri, güzellikleri, kötülüklerine,
yanlışlarına üstünse onları iyi ve olumlu kabul etmeli; yanlışlarını düzeltmelerine ikramla, merhametle yardımcı olmalıyız. Bunun aksi olan, birkaç yanlışı
ile insanları ve toplulukları olumsuz yargılamak, Allah’ın yaklaşımına, arzusuna uygun düşmez.

Ayrıca hiçbir batıl ve haksız ekol ve insanın da her tarafı batıl ve kötü değildir. Orada da bazı haklar ve doğrular olabilir.

Bu konuya ışık tutması için Mektubat’ın Altıncı Risale olan, Altıncı
Meselesi’nde geçen bir paragrafa bakalım:

“Üçüncü Nükte

Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakîkat bulunur. Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak
ve hakîkat ise ve menfì cihetleri müsbet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır.
Eğer içindeki hak ve hakîkat, neticelere hükmedemiyor ve menfì ciheti müsbet
cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’ a ve dalâlet olur.

İşte bu kâideye binâen, Âlem-i İslâmdaki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, her biri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat, menfì ciheti ya garaz,
ya inat gibi bir sebeple, o mesleğin âsârı dalâlet hesâbına çalışmıştır. Meselâ,
Şîalar Kur’ân’ın emrine imtisâlen Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra
intikâm-ı milliye cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbet-i Ehl-i Beytin
âsârını zapt ederek; Sahâbe ve Şeyheynin buğzuna binâ edip, âsâr göstermişler;
olan darb-ı meseline mâsadak olmuşlar.

Hem meselâ, Vehhâbiler ve Hâricîler ise, nusûs-u Şeriate ve sarîh-i âyâta
ve zevâhir-i ehâdise istinad ederek hâlis Tevhîde münâfı ve sanemperestliği
îmâ edecek herşeyi reddetmekliği kâide tutmuşlar. Fakat, birinci nüktedeki
üç esasta beyân edilen sebepler cihetinden gelen menfì garazlar, onları haktan
çevirip,dalalete saptırmış ki, ifrat derecesinde tahribât yapıyorlar. Ve hâkezâ,
Cebriye olsun, Mûtezile olsun, hangi fırka olursa olsun, böyle bir hakîkati, mesleğinde görüp, onunla aldanıp, sonra dalâlete saplanır.

Her ne ise… Her bâtıl bir mesleğin her bir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, her bir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir. Bu
binâen, sâdattan olan şerif i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken, zaaf gösterip, İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne müstebidâne girmesine meydan
verdi. Nass-ı âyetle küffârın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni,
İngiliz siyasetinin, Âlem-i İslâmı aldatacak bir sûrette, merkez-i siyâsiyesi hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid’attan olan Vehhâbiler, hariçten
medâr-ı istinad aramayarak, filcümle nimmüstakil bir siyaset-i İslâmiye takip
ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler denilebilir.” [3]

Münazarat’ı, yapabildiğimiz kadarıyla Risalelerin diğer bahisleriyle anlama
gayreti bu çalışmamızın özünü teşkil etmektedir. Ancak ana konudan ayrılmamak için, çoğunlukla alıntıladığımız Risalenin diğer bahislerini açıklayamadan
geçiyoruz.

Bediüzzaman İfade-i Meram’ın bu ilk cümlesi ile bizlere hayat boyu pek
çok şartta kullanabileceğimiz bir prensip vermiş, kendi yazılarına da bu prensip
dahilinde bakılmasını istemiştir.

Ele aldığımız paragrafın devamında Üstad; “İşte, iki inkılâp beni iki telif-i
müşevveşe mecbur etti; iki rıhlet dahi, iki kitabı ilhâm ettirdi.” demektedir.[*]

İki İnkılap:

1. Mutlakiyetten meşrutiyete (İkinci Meşrutiyet, 1908)

2. Meşrutiyetten tahakküm ve ceberrutiyete geçiş. (31 Mart Vak’ası)

Yani birinci inkılap, saltanattan 1908’de Temmuz ayında ilân edilen İkinci
Meşrutiyet’e geçiş; diğeri zahiren Meşrutiyet’in devam etmesine rağmen, hakikatte İttihat ve Terakki’nin zorba ve baskıcı yönetimi.
[4]

İki Telif-i Müşevveş:

1. Birincisi İki Mektep-i Musibetin Şehadetnâmesi olarak anılan, Divan-ı
Harb-i Örfî’dir.

2. İkincisi Münazarat. Bediüzzaman bu teliflerine müşevveş demesinin sebeplerini İfade-i Meram’da geniş geniş anlatmaktadır.

Üstad’ın cümlede geçen ve iki kitabı ilhâm eden iki rıhlet ise şöyle düşünülebilir:

Birinci Rıhlet

II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Bediüzzaman hürriyeti ve meşrutiyeti her
fırsatta anlatmıştır. İstanbul’da, Selanik’te pek çok nutuklarla, gazete makaleleri
ile meşrutiyeti desteklemiştir. Bu amaçla Bediüzzaman Doğu’da aşiretleri ziyaret ederek halka, beylere, ağalara, din adamlarına hürriyeti ve meşrutiyeti anlatmıştır. Bölge halkını meşrutiyete sahip çıkmaya çağırmış, meşrutiyet karşıtı
hareketlere karşı uyarmıştır. Bu Şark gezisi birinci rıhlet olabilir. Ki Münazarat
adlı eseri netice vermiştir.

İkinci Rıhlet

Bu rıhlet Bediüzzaman’ın Şam’a yaptığı gezi olabilir. Ki bu göç de Hutbe-i
Şamiye adlı eseri netice vermiştir.

Bu dönemde Said Nursî’nin 31 Mart hadisesinden sonra Kocaeli’ne kadar
gitmesi, sonra hapishaneye gönderilişi, hadise sırasında yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen, isyancılarla aynı kefeye koyularak yargılanması ve beraattan
sonra İstanbul’u terk edip Van’a gitmesi de bir rıhlet olarak zikredilebilir. Ki bu
rıhlet de Divan-ı Harb-i Örfî’yi netice vermiştir. [**]

Bediüzzaman bölümün devamında şunları söylemektedir: “Şu eserlerden
her birisi Kürt olduğu gibi, aynı halde Türk, aynı vakitte Araptır. Güyâ herbir eser Arap abâsını iktisâ ve Türk pantolonu giymiş külahlı bir Kürt’tür.”

Bu cümleler aslında Üstad’ın kendi yazılarının müşevveşiyetini izah anlamında söylenmişlerdir. Yani onun eserleri Kürt, Türk, Arap karışımı bir
şeydir. Böyle olunca bir müşevveşiyet doğmaktadır. Ancak biz bu müşevveşi yetin olumsuz bir şey olmadığı, bilâkis Üstad’ın yazdığı tüm eserlerin Kürt,
Türk ve Arap oluşunun (Hatta buna Farsçayı, İran’ı da dahil edebiliriz) onun
harika, Kur’anî üslubunu meydana getirdiği düşüncesindeyiz. Gerçekten de
Bediüzzaman’ın eserlerinde örneği görülmeyen, dört dilin terkibinden oluşan
harika, belki de acayip bir üslup vardır. Hatta Türkçenin gramer kaidelerine
uymayan bazı ifadelerinde bile değiştirilemeyen bir güzellik, bir orijinallik bulunmaktadır. Risale-i Nur’lar bir de bu bakımdan sadeleştirilemezler ki; onlar
sadece Türkçe değil, dört dilin terkibinden mürekkep, âdeta Kur’anî bir “Din
Dili” ’nin terkibidir.

Nursî’nin bu ifadelerini millet olarak düşünecek olursak, onun Kürt, Arap,
Türk, (İran) hemen hemen büyük çoğunluk İslâm milletlerine seslendiğini
görmekteyiz. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur eserleri, imanî açıdan tüm İslâm
toplumlarının ferdî hayatlarına birer rehber olduğu gibi; Münazarat, Hutbe-i
Şamiye, Divan-ı Harb-i Örfî gibi eserleri de, imanın sosyal ve siyasî hayata
yansımasında, sosyal ve siyasal hayatın imanî bir bakışla tanziminde tüm İslâm
toplumları açısından rehber eserlerdir.

Bediüzzaman ele aldığımız bölümü şu cümlelerle bitirmektedir: “Böyle
acîbü’ş-şekil bir telif, telif kânununa muhâlefetle muâheze olunmamak gerektir.”

Evet, kendisine Ebu Lâşey diyen Nursî’nin sözleri de, kıyafeti ve yaşayış
şekli gibi acîbü’ş-şekil’dir. Pek çok veli, âlim zatlar gönderilmesine rağmen,
onun 19, 20 ve 21. asırlarda bir örneği daha görülmemiştir. O acayip bir dağ
eteğinde, acayip bir evde doğmuş, gençliğinde de, yaşlılığında da acayip yaşamış
ve acayip eserler bırakarak, bu dünyadan sevgililer Sevgilisine göçmüştür.

Onun böylesine acîbü’ş-şekil eserleri, telif kanunuyla, zamanın klasik eserleriyle değerlendirilmemelidir. Bediüzzaman’ın eserleri başkalarına benzemez,
onlar sadece Bediüzzamanca eserlerdir.

Özet

Bu çalışmada Münazarat Şerhi Denemesi olarak başlanan şerh denemesine
devam edilmektedir. Bu kısımda Münazarat’ın giriş yazısı olan İfade-i Meram
ve Uzunca Bir Mazeret başlığı ile aktarılan paragraf izah edilmektedir.

Anahtar Kelimeler

Şerh, Münazarat, ifade-i meram, hasenat, seyyiat

Abstract

We continue our trial of the interperetation of The Debates in this study.
The present section explains the paragraph reported as the introductory part
of The Debates, with the title, The Expression of Purpose and a Long Excuse.

Key Words

Interpretation, Debates, expression of purpose, goodness, wrongdoing

Dipnotlar:

NOT: Bu zor ve kapsamlı çalışmaya ekleme, tenkit ve tavsiyelerinizle katkıda bulunmanız
bizi memnun edecektir. (leventbilgi@gmail.com)

[2] 2. BSN, Eski Said Dönemi Eserleri, Münazarat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2009, s.201

[*] *Editör Notu: İki inkılâbın neticesi Nutuk ve Divan-ı Harb-i Örfî; iki rıhletin neticesi Münâzarat ve Hutbe-i
Şamiye’dir.

[3] 3. BSN, Mektubat, Risale-i Nur Enstitüsü, s.354-355

[**] **Editör Notu: İki rıhlet, Münazarat’ın başında yer alan “Vaktâ Meşrûtiyetin ikinci yaşında, İstanbul, temsil
ettiği asırdan tarihvârî bir nazar ile göçüp, kurûn-u vustâya karşı aşağıya inmekle, aşâir-i Ekrâdın içinde cevelân
ile bahardan güze bir rıhlet-i sayfiye, güzden bahara bilâd-ı Arabiyeden bir rıhlet-i şitâiye ettim. Dağ ve sahrâyı
bir medrese ederek meşrûtiyeti ders verdim.” ifadelerinde belirtilen ve Şark’a doğru yapılan yaz ve kış yolculukları olarak da anlaşılabilir. Buna göre birinci rıhlet 31 Mart hadisesinden sonra Van’a ve Şam’a yapılan yolculuk
olarak; ikinci rıhlet de Şam’dan İstanbul ve Rumeli seyahatını netice veren yolculuk olarak düşünülebilir. Bu
rıhletler Münâzarat ve Hutbe-i Şamiye’yi netice vermiştir.
4. NOT: Abdullah Aymaz, “Münazarat -Metin, Sadeleştirme, Açıklama-“ adlı eserinde İki İnkılap için
Birinci ve İkinci Meşrutiyet ifadelerini kullanmıştır.(syf.41) Ancak 1876 yılında ilân edilen Birinci Meşrutiyet döneminde Said Nursî daha doğmamıştı. Dolayısıyla Birinci Meşrutiyet’in Üstad’ı bir eser yayınlamaya
mecbur etmesi pek mümkün görünmüyor. Ki Münazarat Birinci Meşrutiyet’ten 35 yıl sonra yayınlanmıştır. Bu
bakımdan biz birinci inkılabı II. Meşrutiyet, ikinci inkılabı ise Meşrutiyet’ten İttihat ve Terakki’nin istibdadına
geçiş olarak düşünüyoruz.