Bu durûs-i Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme
ve müçtehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-i imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır
veya tanzimleridir.

Bediüzzaman Said Nursî

Beşinci Desise-i Şeytaniye

Neşrolunan Sözler, hakaik-i Kur’âniyenin birer anahtarı ve o hakaiki inkâr
etmeye çalışanların başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemal
ve kuvvetli enâniyet-i ilmiyeyi taşıyan zatlar bilsinler ki, bana değil, Kur’ân-ı
Hakîme talebe ve şakirt oluyorlar; ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi,
farz-ı muhâl olarak, ben üstadlık dâvâ etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını, avamdan havassa kadar, maruz kaldıkları evham ve şübehattan kurtarmak çaresini bulduk; o ulema ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu
çareyi iltizam edip ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemâü’s-sû’ hakkında bir
tehdid-i azîm var; bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli.

Haydi, farz etseniz ki, düşmanlarımızın zannı gibi, ben, benlik hesabına
böyle bir hizmette bulunuyorum. Acaba, dünyevî ve millî bir maksat için çok
zatlar enâniyeti terk edip, firavun-meşrep bir adamın kemâl-i sadakatle etrafına toplanıp, şiddetli bir tesanüdle iş gördükleri hâlde, acaba bu kardeşiniz,
hakikat-i Kur’âniye ve hakaik-i imaniye etrafında, kendi enâniyetini setretmekle beraber, o dünyevî komitenin onbaşıları gibi terk-i enâniyetle hakaik-i
Kur’âniye etrafında bir tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en
büyük Âlimleriniz de ona “Lebbeyk” dememesinde haksız değil midirler?

Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti kıskançlıktır. Eğer sırf
lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahâle eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına haset etmez ve kalbi aklına rekabet etmez. Öyle de, bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde, herbiriniz bir duygu, bir âzâ
hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilâkis birbirinizin meziyetiyle
iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.

Bir şey daha kaldı; en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir
kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında bir enâniyet-i ilmiye bulunur.
Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir; çabuk enâniyetini bırakmaz.
Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister,
kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri
sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu hâlde, nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu eder-tâ ki kendi mahsulât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar
gibi satılsın. Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve
izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u
imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin
enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk
bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü, çok delillerle ve
emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhâtıdır;
bizler, taksimü’l-a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.

(Mektubat, s. 412)

Kardeşim Hüsrev, Lütfi, Rüştü,

Size Üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde fayda verecek bir fikrimi
beyan edeceğim. Şöyle ki:

Sizler-haddimin fevkinde-bir cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn ve müşavirlerimsiniz.

Aziz kardeşlerim, Üstâdınız lâyuhtî değil… Onu hatâsız zannetmek hatâdır.
Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de,
sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir. Hakaike dair mesâilde
külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünuhat-ı ilhâmiye nev’inden olduğundan,
hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telâkkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına
dair değildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.

Fakat münâsebât-ı tevafukiyeye dair işaretler, mutlak ve mücmel ve küllî surette sünûhât-ı ilhâmiyedir. Tafsilât ve teferruatta bazan perişan zihnim karışır,
noksan kalır, hatâ eder. Bu teferruatta hatam, asla ve mutlaka zarar îras etmez.
Zaten kalemim olmadığından ve kâtip her vakit bulunmadığından, tâbiratım
pek mücmel ve nota hükmünde kalır, fehmi işkâl eder.

Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, benim hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah
razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmârenin enâniyeti hesabına Hakkın hatırı olan bilmediğim bir hakikati müdafaa değil, ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ederim.

Biliniz ki, şu zamanda şu vazife-i imaniye çok mühimdir. Benim gibi zayıf,
fikri çok cihetlerle inkısam etmiş bir biçareye yükletmemeli, elden geldiği kadar
yardım etmeli. Evet, mücmel ve mutlak hakaik, biz zahirî vesile olup çıkıyor.
Tanzim ve tasfiye, tasvir ise, kıymettar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazan onlara vekâleten tafsilâta, tanzimata girişiyorum, noksan kalıyor.

Bilirsiniz ki, yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arka-daşlarımızın çoğu fütûra düşüp tâtil-i eşgale mecbur oluyor. Ciddî hakaikle
tam meşgûl olamıyor. Cenab-ı Hak, kemal-i rahmetinden, iki senedir ciddî
hakaike nisbeten yemişler, fâkiheler nev’inden tevafukat-ı latîfeyle ezhânımızı
taltif etti, zihnimizi neş’elendirdi. Kemal-i merhametinden o tevafukat-ı lâtîfe
meyveleriyle, ciddî bir hakikat-i Kur’âniyeye zihnimizi sevk etti ve ruhumuza,
o meyveleri gıda ve kut yaptı. Hurma gibi, hem fâkihe, hem kut oldu. Hem
hakikat, hem ziynet ve meziyet birleşti.

Kardeşlerim, bu zamanda dalâlet ve gaflete karşı pek çok mânevî kuvvete muhtacız. Maatteessüf, ben şahsım itibarıyla çok zayıf ve müflisim. Harika
kerâmâtım yok ki, bu hakâiki onunla ispat edeyim. Ve kudsî bir himmetim yok
ki, onunla kulûbu celb edeyim. Ulvî bir deham yok ki, onunla ukulü teshir edeyim. Belki, Kur’ân-ı Hakîm’in dergâhında, bir dilenci hâdim hükmündeyim.
Bu muannid ehl-i dalâletin inadını kırmak ve insafa getirmek için, Kur’ân-ı
Hakîmin esrarından bazan istimdad ederim. Kerâmât-ı Kur’âniye olarak, tevafukatta bir ikram-ı İlâhî hissettim, iki elimle sarıldım.

Evet, Kur’ân’dan tereşşuh eden İşârâtü’l-İ’câz ve Risâle-i Haşirde kat’î
bir işaret hissettim. Emsalleri bulunsun bulunmasın, bence bir keramet-i
Kur’âniyedir. İşârâtü’l-İ’câz’ın bir sayfasına dikkat ettik; satırların başında
bütün hurûfât ikişer ikişer olup, harika bir intizamla hurufatın vaz edildiğini
gördük. Onuncu Sözde medâr-ı tevafuk 3, 4, 5, 6 rakamları, herbirisi 13’te
ittifakları; o 13’ün de, Altıncı ve Sekizinci, mahrem Dördüncü Remizlerde
mühim bir esrar anahtarı olduğunu gördük. Bunda şüphemiz kalmadı ki, kâğıt
üzerinde daima kalacak bir keramet-i Kur’âniyedir, bir ikram-ı İlâhîdir ve
doğrudan doğruya, risalenin ve iman-ı haşrin tasdikine bir imza telâkki ettik.
Havada uçmak, su üzerinde yürümeye benzemiyor; onlar muvakkat… Hem
şahsın kemaline ve ihtiyarına, belki istidrâca verilebilir. Doğrudan doğruya
hakikate-hususan bu zamanda-hizmet edemiyor.

Her neyse, bir küçük mesele münasebetiyle çok konuştum ve çok da israf
ettim. Ahbapla fazla konuşmak mergub olduğundan, inşaallah bu israf affolur.

Kardeşiniz Said Nursî

Barla Lahikası, s. 98

Aziz, sıddık kardeşlerim!

“Onuncu Şua namında, yazdığınız Fihriste’nin İkinci Kısmı bana şöyle
kuvvetli bir ümid verdi ki: Risale-i Nur benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir
bîçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun
için bundan sonra Risale-i Nur’un tekmil-i izahı ve haşiyelerle beyanı ve ispatı
size tevdi edilmiş, tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki: Bu sene çok defa
ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettimse de çalıştırılamadım. Evet, Risale-i Nur size mükemmel bir mehaz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, mesela Kur’ân Kelâmullah olduğuna ve i’câzî nüktelerine
dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı burhanlar cem edilse ve hâkezâ, mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.
Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş;
başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazen izah ve tafsile muhtaç kalmış.
Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve
inşallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve tâlimle, belki
Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektupları telif ve Dokuzuncu Şuâ’nın Dokuz
Makamı’nı tekmille ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashihle devam edecek. Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirtlerinin heyet-i mecmuasının
kuvvet-i ihlâsından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı mânevî,
size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.”

(Barla Lahikası, s. 588)

Hâtime

Bu mukaddemeden maksadım, efkâr-ı umumiye bir tefsir-i Kur’ân istiyor.
Evet, her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat
ise, bir keşşaftır. Efkâr-ı âmmeye hocalık edecek, yine efkâr-ı âmme-i ilmiyedir.
Bu sırra binaen ve istinaden isterim ki: Müfessir-i azîm olan zamanın taht-ı
riyasetinde, herbiri bir fende mütehassıs, muhakkikîn-i ulemadan müntehap
bir meclis-i meb’usan-ı ilmiye teşkiliyle, meşveretle bir tefsiri telif etmekle sair
tefasirdeki münkasım olan mehasin ve kemâlâtı mühezzebe ve müzehhebe olarak cem etmelidirler. Evet, meşrutiyettir; herşeyde meşveret hükümfermâdır.
Efkâr-ı umumiye dahi didebandır. İcma-ı ümmetin hücciyeti buna hüccettir.

(Muhakemat, s. 20)

“Hem, mâdem bütün emirler, mânâ-i melâikenin vücuduna şehâdet ederler; elbette, bilâ şek velâ şüphe, melâike vücudlarının ve ruhânî hakikatlerinin
en güzel sûreti ve ukùl-ü selîme kabul edecek ve istihsan edecek en mâkul
keyfiyeti odur ki, Kur’ân şerh ve beyân etmiştir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân der
ki: “Melâike, ibâd-ı mükerremdir. Emre muhâlefet etmezler, ne emrolunsa onu
yaparlar. Melâike, ecsâm-ı latîfe-i nurâniyedirler, muhtelif nevilere münkasımdırlar.”

(Sözler, 471)

“Nakş-ı nazmî-i i’câzî İşârâtü’l-İ’câz’da öyle bir tarzda beyân edilmiş ki, bir
nakş-ı nazmî-i i’câzî teşkil eder. On Üçüncü Sözde beyân edildiği gibi, güyâ ekser âyât-ı Kur’âniyenin herbirisi ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır
bir yüzü vardır ki, onlara münâsebâtın hutût-u mâneviyesini uzatıyor. Birer
nakş-ı i’câzî nesc ediyor. İşte, İşârâtü’l-İ’câz, baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i
nazmiyeyi şerh etmiştir.”

(Sözler, 336.)

İfadetü’l-Meram

Kur’an-ı Azimüşşan, bütün zamanlarda gelip geçen nev-i beşerin tabakalarına, milletlerine ve fertlerine hitaben Arş-ı aladan irad edilen İlahi ve şümullü bir nutuk ve umumi, Rabbani bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi, bir ferdin
veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan ve bilhassa bu zamanda, dünya
maddiyatına ait pek çok fenleri ve ilimleri camidir. Bu itibarla, zamanca, mekanca, ihtisasca daire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden ve karihasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur’an-ı Azimüşşana tefsir olamaz. Çünkü,
Kur’an’ın hitabına muhatap olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine ve
maddiyatlarına, cami bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir fert, vakıf ve sahib-i
ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin. Hem bir ferdin mesleği ve meşrebi taassuptan hali olamaz ki, hakaik-i Kur’aniyeyi görsün, bitarafane beyan
etsin. Hem bir ferdin fehminden çıkan bir dava, kendisine has olup, başkası o
davanın kabulüne davet edilemez-meğer ki bir nevi icmaın tasdikine mazhar
ola.

Binaenaleyh, Kur’an’ın ince manalarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlerinin tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere
muhakkıkin-ı ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin
yapılması lazımdır. Nitekim, kanuni hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin
fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tetkikatından geçmesi lazımdır ki, umumi bir emniyeti ve cumhur-u nasın itimadını kazanmak üzere
millete karşı bir kefalet-i zımniye husule gelsin ve icma-ı millet, hücceti elde
edebilsin.

Evet, Kur’an-ı Azimüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nafiz bir
içtihada malik ve bir velayet-i kamileyi haiz bir zat olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azim bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin
telahuk-u efkarından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden
ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassuplarından azade olarak tam ihlaslarından
doğan dahi bir şahs-ı manevide bulunur. İşte, Kur’an’ı ancak böyle bir şahs-ı
manevi tefsir edebilir.

Çünkü “Cüzde bulunmayan, küllde bulunur” kaidesine binaen, her fertte
bulunmayan bu gibi şartlar, heyette bulunur.

(İşaratü’l- İcaz, s.13)

Mesleğimizin bir medar-ı şevki ve zevki olan tevafuk letâifinden üç-dört
nümune:

Birincisi: İktisat Risalesi, birbirinden habersiz altı müstensihin yazdıkları
altı nüshada, elif ’lerin elli üç adedinde tevafukları, telif ve istinsah tarihi olan
elli üçe muvafık gelmesidir. Sonra baktım ki, asıl müsvedde-i ûlâda çok çıkıntı
ve tashihlerle beraber elli üç adet sırrını muhafaza ettiğini hayretle gördük.

İkincisi: Risalelerin Fihristesi tamam yazıldıktan sonra, birinci müsevvid,
ihtiyarsız “Bu güzel Fihriste tamam oldu” deyip yazmış. O müsevvid hesab-ı
ebcedî hiç bilmediği gibi, hiçbir şey de düşünmemiş. “Bu güzel fihriste tamam
oldu,” aynen bin üç yüz elli iki tarihini gösterip Fihristenin tarih-i telif ve istinsahını göstermiştir.

Üçüncüsü: Yirmi Üçüncü Lem’anın müsveddeden tebyiz edilirken, hiç
elif ’lerin adedini hatıra getirmeden, yazıldıktan sonra yüz yirmi sekizinci risale
olduğuna işareten, yüz yirmi sekiz elif olmasıdır.

Dördüncüsü: Dünkü gün Mucizât-ı Ahmediye (a.s.m.) tashih edilirken,
küçük, lâtif iki tevafukun on dakika fasılayla vücuda gelmesidir. Şöyle ki:

İkişer arkadaş Mucizât-ı Ahmediye ve Mirâcı ayrı ayrı tashih ediyorlardı.
Mirâcın altı yüz satırı içinde birtek satır, kuru direğin ağlamasından bahsediyor.
Mucizât-ı Ahmediye yüz elli sayfa içinde bir sayfa o bahse dairdi. Birden o iki
kısım musahhihler aynı kelimeyi söylüyorlarken, içlerinden bir efendi intikal
etti, iki kısım aynı kelimeyi söylüyoruz dedi. Baktık, fevkalâde bir surette iki
tashih aynı kelime üzerindedir.

On dakika sonra, yedi mucizeye mazhar yedi çocuğun bahsi tashih edilirken, umulmadığı bir zamanda, hazır zatların nazarında mübarek Meliha isminde beş yaşında bir çocuk geldi, oturdu. Çocukların bahsini zevkle dinlemeye
başladı. Çay verdik, çocuk bahsi bitinceye kadar içmedi. Hazır olan biz dört kişi
şüphemiz kalmadı ki, sırr-ı tevafukun birinci menbaı olan Mucizât-ı Ahmediyenin telifçe ve istinsahça ve kıraatça ve harika tevafukça kerametini gösterdiği
gibi, bu iki küçük tevafukla, yine o kerametin şuâsından iki lâtifeyi gösterdi.

Hem bir sene evvel bir seyre giderken, arkamdan bir kız çocuğuyla bir kadın
geliyorlardı. Ben yoldan çıktım, yolu onlara bıraktım. Baktım, beni geçmiyorlar.
Sıkıldım. Acele geçtim, bir bahçeye girdim. Baktım, onlar da bahçeye girdiler.
Hem hiddet, hem hayret ettim. Mucizât-ı Ahmediye elimdeydi. Tefe’ül gibi
açtım. En evvel gözüme ilişen ve yalnız risalede birtek defa zikredilen bir isim
ki, aynı o kadının ismini o sayfa içinde gördüm. Baktım, o kadını tanıdım.
Fesübhânallah, dedim. Bunlar kim olduklarını anlamak için, daha evvel o kitaba baksaydım, bu hayretten kurtulacaktım. Bu hadiseye hem ben, hem hazır
olan Şamlı Hafız ve hadiseyi anlayan o kadın ve başkaları hayret ettik.

Said Nursî

(Barla Lahikası, s. 197)

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvela: İkinci vazife Mucizat Mecmuasına birinci vazifeyi bitirenler başlamalarını müjde vermeniz, sizleri bu hizmet-i imaniyede bana hakiki kardeş
veren Erhamürrahimin, beni hadsiz şükre sevk eyledi. Hatt-ı Kur’âni lehinde
birincisinin bir kerameti, merkezde hatt-ı Kur’âninin bir kursu açılması olduğu
gibi, inşaallah ikincisi, daha mucizane bir keramet gösterecek.

Saniyen: Konyalı Sabri sizin vasıtanızla benimle muhabere etse, daha maslahattır ve münasiptir. Çünkü ekserce siz benim bedelime istediğini yapabilirsiniz. Mesela, tashihat için oradaki alimler tam yardım edebildikleri için, orada
tashihat yapılsın, etsinler. Siz benim tashihimden geçmiş bazı nüshaları onlara
gönderirsiniz. Hakikaten tashih meselesi ehemmiyetlidir. Bazan bir harfin ve
bir noktanın yanlışı, kıymetli bir manayı zayi eder. En evvel yazanlar, bir kere
güzelce mukabele etsinler. Sonra tashihçi adamlara ve bana versinler. Maşaallah, bu defa bana gelen Asa-yı Musa mecmualarında hem yanlışlar azdır, hem
bir derece tashih edilmiş. Cenab-ı Hak hem yazanlardan, hem tashihçilerden
ebeden razı olsun. Amin.

Salisen: Yozgat ta oturan, Risale-i Nur la alakadar Tonuslu Hoca Haşmet,
evvelce vefatımı, sonra hayatta olduğumu işitip buraya samimi iki mektup yazmış. Ona benim tarafımdan selam gönderiniz.

Rabian: Rüştü nün çok defadır hususi selam eden kahraman biraderi Burhan, eskiden beri, ümmiliğiyle beraber, Nurlara lüzumlu zamanlarda ehemmiyetli hizmetleri için, onu da haslar sırasında her gün ismiyle kazançlarımızda
hissedar ediyoruz.

Manidar bir tevafuktur ki, ben Hüsrev in ve Sabri nin mektupları gelmemesinden külli endişelerimi yazarken, aynı zamanda memulümün haricinde en
cemiyetli ve bütün o endişelerimi izale eden müteaddit mektupları kapıya geldi.

Umum kardeşlerime selam…

(Emirdağ Lahikası, s. 131)

Camiü l-Ezher ulemasına gönderilen iki nüsha benim tashihimden geçmemiş olduğundan, bazı harekeler ve Arabi kelimelerde sehivler elbette vardır.
Hususan ahirdeki arabi Hülasatü l-Hülasa harekelerinde ilm-i nahivce, başka
nüshalarda müteaddid sehivler gördüm. Onun için, tam Arabi hocalarının tetkikinden geçmiş birer nüsha Asa-yı Musa HAŞİYE ve Zülfikar dan, münasip
gördüğünüz zaman Camiü l-Ezhere göndermekle beraber, onlara yazınız ki:

Nur Risalelerinin Medresetü z-Zehrası, Camiü l-Ezherin şefkatine çok
muhtaç bir mahdumudur, bir talebesidir, şiddetli düşmanların hücumuna hedef
olmuş bir şakirdidir ve bütün medreselerin başı ve alem-i İslamı daima tenvir
eden o büyük Camiü l-Ezherin küçük bir daire ve şubesidir. Onun için, o ali-kadir üstad ve müşfik peder ve hamiyetkar mürşid-i azam, biçare evladına ve
şakirtlerine tam yardım etmesini onların ulüvv-ü himmetinden bekliyoruz. O
pek büyük üstadımıza takdim edilen iki kitap ise, bir talebe, dersini ne derece
anlamış diye akşamda babasına ve üstadına yazıp vermesi gibi, o iki dersimiz,
o şefkatli allamelerin nazar-ı müsamahalarına arzedilmiş diye bu mektubu yazarsınız.

(Emirdağ Lahikası, s. 160)