Science and Physics in the Interpretation
of Risale-i Nur

Giriş

Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin tefsirleri, şerhleri noktasında Risale-i Nur Külliyatı’ndan çıkarabildiğimiz fizikle ilgili dersleri, bir misal olması, belki belirli bir çerçeveye oturtma gayretlerine dua niyetiyle başlıyoruz.

Konuyu iki ana kısımda inceleyeceğiz. Öncelikle genel bakış altında; zaman, muhatap, akıl, bilim ve diğer dinlerin etkisi anlatılacak. İkinci kısımda ise fizikle ilgili bahislerden süzülen birkaç misal sunulacaktır.

A.GENEL BAKIŞ

Burada bazı hususlar fizik etrafında aktarılacaktır. Ancak bu, elbette bütün
bilimler için ve hatta sanat ve müzik için de geçerli olacak şekilde değiştirilebilir.

Kur’ân-ı Kerim Güncel bir Bilim Kitabı Değildir

İnsanların bilgisi ancak anlayabildiği, kavrayabildiği kadardır ve zamanla mukayyettir, yavaş yavaş gelişir, mutlak değildir. Bu özellik itibariyle bugünün taze bilimi yarının eskimiş bilgisi olacaktır. Kur’an-ı Kerim ise mutlaktır, değişmez. İfadeleri, kıyafeti hiçbir zamanın ilmine dar gelmez. Bütün
zamanlara hitap ettiği için sürekli gençtir, genç kalacaktır. Dolayısıyla kendisini ne Galileo’nun, ne de Kuantum fiziğinin içine, zamanına veya herhangi bir zamanın bilimsel kalıplarına mahkûm etmez.

“Yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, sular mürekkep olsa manaları yazmakla bitirilemeyecek” [1]
olan Kuran-ı Kerim elbette bütün ilimleri muhtevidir, kapsar. “Ahirzamanda insanlık ilime dökülecek, en değerli şey ilim olacaktır. Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek
[2]” diyen Said Nursî (ra) da,
bu döneme en büyük katkıyı yapmış ve yapmaya devam ediyor.

Evet, Kur’ân bilimden Allah’ın isimlerine ayna oldukları cihetinde örnek
vermek için bahseder, yoksa bilim yapmak için bahsetmez, çünkü vazifesi bilim
değildir.

Muhatap

İslâm’ı tebliğde muhatap bütün insanlardır. Çoğunluk normal halk olduğu
için tebliğ lisanında öncelik halka aittir; ancak bu lisanda bilim adamları,
sanatçılar, askerler vb. de ihmal edilmez. Risale-i Nur, yeri gelir ‘gökyüzünde
her parlayana yıldız denilir’ diyerek halkın gözüyle [3]
bakarken, yeri gelir en derin meseleleri fizik lisanındaki yıldız tabiriyle ve seyyare gezegen) kelimeleri kullanarak açıklar [4]. Bediüzzaman okuyucuya işari olarak der ki; ‘kullandığım
kelimelere dikkat et, tek muhatap sadece sen değilsin.’ Bu bakış açısı Kur’an-ı Kerim’in ve Hadis-i Şeriflerin bakış açılarıyla aynıdır. Bu Bediüzzaman’ın Kur’ân ve hadisten aldığı bir tarzın yansımasıdır.

Mesela; “Ay”ın ışığının kendinden olmadığı gibi bilimsel bir gerçek “ene ve zerre” bahsi gibi ağır bir mevzuya örnek olarak girmiş. Yine asker misalleri kâinattaki düzende kullanılırken, 33. Söz ve Ayet-ül Kübra’da ise her meslek sahibine hitap eden tarz kullanılmış.

Bütün Zamanlara Hitap Etmek

İslamiyet son din olması hasebiyle kıyamete kadar geçerlidir. Zaman yaşlandıkça Kur’an-ı Kerim gençleşecek, yeni mânâlar ortaya çıkacaktır. Aynı şekilde, onun en büyük tefsiri olan Hz. Muhammed’in (asm) hadisleri de bütün zamanları kuşatıcı olmak zorundadır ve öyledir.

Her asrın anlayışı, bilimleri, sosyolojisi de farklı olduğu için bazı İlâhi mesajların hususî zamanlara işaret etmesi, ancak zamanı gelince mânâsının anlaşılabilmesi gayet makul ve lüzumludur. Mesela, ‘Essemâu mevcun mekfûfun’ (Gökyüzü dalgaları kararlı bir denizdir) Hadis-i Şerifinin [5]
gerçek mânâsı tam 1400 sene sonra anlaşılabilmiştir [6]. İlginçtir, asırlardır özenle korunup rafta
bekletilen bu hadisi Bediüzzaman gün yüzüne çıkarmış, eserlerinin muhtelif
yerlerinde [7]ısrarla tekrarlayarak dikkatleri üzerine çekmekte, hususan modern çağın fizikçisine hitap etmektedir.

“Eşşemsu tecri” (Güneş döner)[8] ayetinde bütün zamanlardaki bütün sosyal tabakalar muhatap alınmaktadır. Bilimden habersiz birinin ve dünün bilim
adamının gördüğü şey; Güneş’in doğup-batarken döndüğüdür. Kişi bu olayın yaratıcısını düşünerek iman dersi alır. Asırlar sonra, günümüz bilim adamının ayetten anladığı ise; Güneş kendi etrafında dönerken aynı anda Samanyolu Galaksisinin merkezi etrafında, Samanyolu Galaksisi ile Andromeda Galaksisi ve civardaki uydu galaksilerin kütle merkezi etrafında döner ve hakeza. Böylece Güneş’in hareketinin ayrıntısı, hakikati ne olursa olsun, her bir insan tabakası Kur’ân’dan dersini alarak imanını geliştirebilir.

Yorum ile Aslı Karıştırmamak

Dikkat edilecek önemli düsturlardan biri de yorum ile aslı karıştırmamaktır. Gayr-ı Müslimlerin haklı itirazına sebep olan bir kısım hadisler, onlara eski zamanda eklenen ve şimdiki bilime ters olan yorumların hadis zannedilmesidir. Bunların iyi niyetli olanlarının yanında (ahirzaman eşhasıyla ilgili eklentiler gibi) diğer bir kısmı ise kasıtlıdır: Ay’ın ikiye yarılması mucizesini anlatan hadislere eklenen “cebe koyup, çıkartma” türü kasıtlı yorumlar gibi.

Örnek aslın yerine geçmemelidir. Dünkü Newtonculuk hastalığıyla bugünkü Kuantumculuk hastalığı arasında bir fark yoktur. Misallere temel olan bilimler zaman içinde değişebilirler, fakat asıllar –Kuran ve Hadis- daima sabittir, Âdetullah (Allah’ın kâinata yerleştirdiği kanunlar) sabittir.

Önem sıralaması

“Madem Kur’ân’da her şey var, neden uçak gibi medeniyet harikalarından açıkça bahsetmiyor?” sorusuna cevap olarak şöyle denilebilir: Allah’ın Rubûbiyetinin (terbiye ediciliğinin) bir uygulaması, göstergesi olan dünya, ay ve yıldızların fezada uçması yanında onların namına Kuran uçağa der “büyüklüğün kadar konuş” [9]. Hem sivrisineğin uçuş kabiliyetleri, küçük bir
hacme sığması ve canlılığı ile uçaklardan bir hayli üstün olması, sivrisineğin
Kuran’daki makamını niye uçağa bırakmadığını açıklıyor. Hem de metalden sadece kap-kacak, kılıç, vb. yapılan bir devirde uçan bir metalden bahsetmek delili müddeadan daha muğlak, daha anlaşılmaz hale getirir.

Risale-i Nur Külliyatı da –Kuran’ı Kerim’in bu özelliğini yansıtarak- önem sıralamasına dikkat etmiştir. Mesela külliyatta Cennet Risalesi (28. Söz) vardır, ama Cehennem risalesi yoktur. Sadece cehennemle ilgili bahisler mevcuttur. Aynen, Kur’ân’daki Rahman-ür Rahim isimlerinin tekrarının Kahhar ve Müntakim isimlerinin tekrarından çok daha fazla olması gibi. Yine, Yirmi birinci Lema’nın girişindeki açıklamada; İhlâs konusunun, neden bir risalenin içindeki konulardan birinin altında bir konu olmayıp (ağacın gövdesindeki dal gibi), tek başına bir ‘İhlâs Risalesi’ olduğu ayrıntılarıyla anlatılmış. Ve üstelik bütün Risale-i Nur’da özel bir konuma oturarak “lâakal (en azından) her on beş günde bir defa okunması” lüzumludur kaydı konmuş. İlginçtir, tam da sıralamanın önemine vurgu yapılan bir risalenin sonunda sıra korku ve tama(cimrilik) bahsine gelince, falanca yerde açıklanmıştır deyip referans gösterilmesi “her on beş günde bir okunması gereken” kısımda yer alamamasında ince bir remiz olsa gerek. Bütün bunlar külliyatta önem sıralamasına ne denli özen gösterildiğini ispatlıyor.

Sayılar, Bir Gün Eşittir Bin Yıl

İslâmî literatürde 7, 70, 10, 100,1000, 40 gibi sayılar kendi değerleri yanında çokluktan kinaye olarak da kullanılırlar. Yazarın hangi mânâda kullandığına dikkat etmek gerektir. Aynı konuda bazen 40, bazen de 70 gibi farklı sayılar kullanılıyorsa, kasıt çokluktur diyebiliriz. Ancak ısrarla aynı sayı tekrarlanıyorsa, kasıt sayının kendi değeridir, meselâ tesbihte 33, açlıkta 40 gün, Allah’ın (cc.) 99 ismi gibi.

“Rabbinizin katında bir gün, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir” [10] ve “Melekler ve Ruh (Hz. Cebrail), O’na, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkarlar” [11]âyetlerine bakalım. İlk ayette sayının çokluktan kinaye olduğununşöyle ifade eder.” Beka âleminin birkaç dakikası dünyanın binler senesini tazammun eder (içine alır)” [12].Bizim hesabımıza göre; Dünya’nın bir günü ve senesi ile Venüs’ün, Jüpiter’in, Güneş’in, Samanyolu Galaksisi’nin vs. bir günü ve bir senesi çok farklıdır. Sisteminin içinde yaşadığımız veya gözlemlediğimiz bu tanımlardan hangisi tercih edilecek? Allah’ın katında/yanındayı –şimdilik[53]– Ahiret âlemi olarak yorumlayacak olursak: Ahiret hayatı sonsuzdur, sonlu olan bin rakamı ile bağdaşmaz. Dolayısıyla âyetteki bin sene tabiri çokluktan kinayedir, bin rakamının kendisi değildir. Bin ile elli bin arasındaki fark ise, birinin diğerine göre karşılaştırmalı olarak daha uzak/zor, ve meleklerin anlık (zamansız) yolculuklarına işarettir, diyebiliriz. Bununla beraber, doğrusunu ancak Allah bilir, Lâ ya’lemül gaybe illâllah.

Mecaz’ı Gerçek Sanmamak

Asr-ı Saadette bir gün büyük bir ses duyuldu. Peygamberimiz buyurdular ki; “70 (yetmiş) yıldır yuvarlanan taş nihayet cehenneme düştü, bu onun sesidir.” Biraz sonra bir sahabi haber etti ki “Meşhur münafık 70 yaşında öldü.” Yani bütün ömrü cehenneme yuvarlanmak gibi geçen adam nihayet öldü. Haber peygamberimizin belâgatının açıklaması oldu[13]. Böylece mânâ kaymasını engellemek, zahirperest olmamak ve yüzeysel düşünmemek noktasında bir misal oldu. Ayrıca bu hadis gösteriyor ki; peygamberimizin hadisleri mecaz mânâlar içerebilir, tefsirler buna dikkat etmelidir. Meselâ; “essemau mevcun mekfufun” hadisi ve Ahirzamandaki dehşetli şahıslar ve karşısındakilerle ilgili hadisler gibi.

“Ve enzelnakum hadid” âyeti[14] Risale-i Nur Külliyatı’nda açıklanıyor[15]. Nüzul kelime anlamı olarak inmek olduğu için âyetin zahir manası “demiri indirdik”tir. Yağmurun inmesi, nüzulü rahmet olduğu gibi demirin yerden çıkması da rahmettir. Yağmur da, demir de Rahman-ı Rahim tarafından O’nun makamından insanlara indirilir, yani ikram edilir. Demir insanlara rahmettir, çünkü ziraat için su ne ise sanayi için de demir odur. Demek ki, Kur’an-ı Kerim’deki ‘enzelna’ kelimelerine bu gözle (rahmet ve nimetiyet cihetinden) bakıp tefsir etmek gerekiyor.

Benzetme, Mana Farklılığı ve Uzmanlık

Yerçekimi, elektromanyetik, kuantum fiziği vb. kanunlar Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara sadece birer örnektir. Âdetullah’ın kendisi olmak zorunda değildirler.

Hırs ve hevesle tevil edip âdetullah’ın yerine koymak zararlıdır. Yabani arılar bal yapamaz. Başkasını taklit mümkün değildir, çünkü fıtrat ve yaratılışı müsait değildir[16]. Âlim-i mürşid koyun gibi olmalı, kuş gibi olmamalıdır. Koyun yavrusuna verir hazmolmuş safi sütü, kuş yavrusuna verir lûabâlûd kayyını (kusmuğunu) [17]. Tefsir veya şerh yapan kişi konuları iyice içine sindirmiş olmalı, ağzında gevelediklerini ilim diye sunmamalı. Burada liyakat öne çıkmaktadır. Fizikçinin fizikle ilgili, biyoloğun biyoloji ile ilgili bahisleri konu edinmesi lâzım. Hele ki, tartışmalı konulardan bahsediliyorsa, ancak uzmanı o konuda konuşmalıdır.

Kronoloji Değişmez

“Olmuşta hayır vardır” kaidesinin bir benzeri fizikte değişmez kuraldır. Bütün kanunlar buna uymak zorundadır. Gerçekleşmiş bir olayın diğer bir olayı takibine –dikkat buyurun; doğrudan sebep-sonuç ilişkisi olsun-olmasın- kronoloji diyoruz. Mesela, dedenin torunu dededen sonra doğar, bunu hiçbir fizik yasası çiğneyemez. Yani zamanda yolculuk yapıp bir şeyleri değiştirmek sadece filmlerde olur. Eğer bu kronoloji bozulsaydı, düzen bozulur ve zaten hayat da olmazdı. Gelecekte olabilir mi? Tabii ki hayır. Cevap evet olsa, gelecekten günümüze gelenler olur ve öngörülemez ölümler, değişimler olurdu, mesela gözümüzün önündeki gökdelen aniden vahşi bir ormana dönüşür, (gökdelenin müteahhidi, mimarları, vs zaman yolcusu tarafından öldürülürse), aniden bir grup insan yok olur, bir mahalle insan aniden ortaya çıkıverirdi. Bunun gibi zırvalıklardan kurtulmak için kronoloji fizikte temel bir zorunluluktur. Muhtemel olan şey, sadece geçmişin görüntülerini izleyebilmektir, müdahale etmek değil.

Özetlersek; zaman+olay bütünlüğü vardır, geçmiş zaman değiştirilemez.

Bilim-Din Sınırı veya Akıl-Vahiy Etkileşmesi: Aklı doğru kullanmak

Dinin verileri ile bilimi veya bilimin verileri ile dini anlamaya çalışmaktan hangisi nereye kadar geçerli? Veya “akıl ve vahiyde öncelik hangisine ait?” sorularının cevabı uzun olmakla beraber konumuz miktarınca bahsedelim. Burada üç konu var: Akıl, vahiy ve nurlu akıl. “Vahiy” derken Alîm olan Allah’ın (cc) sonsuz ilminden bildirdiklerini, “akıl” derken insanın vahiyden bağımsız sırf kendi aklını kastedeceğiz.

Akıl Yolculuğunda Sınır

Peygamberlikten önce İlâhını kâinat içinde ararken, Hz. İbrahim her ne
varlığa bakarsa baksın, o mahlûkun İlâh olmaya kabiliyeti olmadığını görür.
Kâinattaki nizamı, tertibi, güzelliği, hikmetli yaratılışı görür. Ve bu hikmeti
yaratacak kudret ve hikmet sahibi İlahını arar
[18]. Yolcu kâinattaki her
mahlûktan olumsuz cevap alınca ellerini açıp “Ey bu yerlerin hâkimi bana
kendini bildir” der[19] . İşte akıl burada durur. Sonrası vahiydir. Bilmediği İlâhı
kendisini İbrahim’e bildirir. Hz. İbrahim bildirilenin vahiy olduğunu hem
kalben hem aklen – akıl yolculuğundayken araştırdığı bütün hasiyetlere sahip bir İlâh’tan, hatta önceden akıl edemediği çok daha fazla özelliklere sahip bir Vâhid-i Ehad’den bahsedilmektedir – anlar, tasdik eder. Ve böylece akıl gelip vahye tâbi olur. Rahman Suresinde tavsiye edilen bu tarz akıl yürütme tafsilatlı olarak Bediüzzaman’ın Âyet-ül Kübra risalesinde yer almıştır.

Aklın İmana Etkisine Tarihî Bakış: Dehşetli Bir Yıkım

Hikmet-i Yunaniye’yi Müslüman yapmak için Halife Me’mun döneminde
başlayan Eski Yunan kitaplarının tercümesiyle beraber, “Yunan Aklı” çok ilâhlı
yapısıyla beraber İslâm toplumunun içine girmiş. Bu tarz akıl tevhide aykırı
olduğu için bir kısım âlimler nakillerle çözüm üretmeye çalışmışlar, ancak
pek de başarılı olamamışlar, karşı bir tez de oluşturulamadığından[54] , savunma amacıyla Yunan aklını terk kasdıyla akıl terk edilmiş, böylece tahkikî iman
taklidî imana dönüşmüş
[20]. Bu tarihî yıkım neticesinde İslâm toplumlarında ve kültürlerinde;

• Koyu taassup kök salmış,

• İsrailiyyat[55] nevinden hayalin hayalinin bile almayacağı hikâyelere ve hu-rafelere inanılır olmuş,

• Hadis tefsirleri, hatta bazı İsrailiyyat bile hadis zannedilmiş,

• Kâinat yüzünde yazılı Esmaül Hüsna gereğince okunamaz olmuş, [56], anlaşılamaz

• Akıldan kaçıldığı[57] için Kader gibi meseleler anlaşılmaz (sadece iman edilir) hale gerilemiş.

• Yukarıdaki hastalıkların ve benzerlerinin farkına varan İslâm karşıtlarının saldırısına zemin hazırlanmış, dine girmek isteyenlerin önüne engel olmuş.

• Haddini aşan bir iyi niyetle[58] bu devşirme akıl kullanılınca;

• Tevhide aykırı, iman sınırlarını zorlayıcı, Eflatun’un akıl kullanma metodunu benimseyen bir inanç tarzı doğmuş. Müntesiplerini öylesine yaralamış ki, İbn-i Sina ve Farabi gibi harika insanlar bile, “basit bir mümin” derecesini ancak alabilmişler.[22]

• Kişi, hadisleri tek ölçü zannettiği aklına göre yontarken Peygamberine (asm) yaptığı edepsizliğin farkına bile var(a)maz olmuş,

• “Lâ mevcûde illâ Hu” veya “Lâ meşhûde illâ Hu” diyerek mahlûkata hak
ettiği değeri ver(e)meyen tasavvuf meslekleri doğmuş, [23]

• Kâinat yüzünde yazılı Esma-ül Hüsna silikleşmiş, mânâsı yanlış okunur
olmuş.

• Yıllar sonra kelâm ilmi bile bu hastalıkla[24] sıtma olup, her türlü iman
hakikatinin sadece akılla çözülebileceğini zannedip egoizm kulvarında
koşmuş. Kur’ân-ı Kerim’de yazılı mucizeler harici mucizelere inanmaya-rak, hadisleri aktaran sahabe-i güzînin (ra) dürüstlüğüne dolaylı buhtanda
bulunmuşlar ve halen de bulunuyorlar. Doğru, sağlam bir ilm-i kelâmın
ehemmiyetini, ihtiyacını, müjdesini asırlar ötesinden İmam-ı Rabbani (ra)
haber vermiş [59]

[25].

Aklın nurlanması

Aklın vahyi anlamak için; Kuran, hadis, sahabeler, mezhepler ve
müçtehitlerden ders alması ve kullanmasıdır. Böylece konular arasında ilgili
bağlantılar akıl ile kurulabilir, anlaşılabilir.

Akıl-vahiy etkileşmesi en güzel misalini Risalelerde bulur. Risaleler de bu
tarzı Kur’ân ve hadisten almıştır. Akıl aşağıdakileri uyguladıkça nurlanır:

• Akıl vahyi anlamak için kullanılır,

• Vahyin hizmetinde olmalıdır.

• En genel sınırlarını Hz. İbrahim’dan (asm) alır.

• En güzel uygulamaları Hz. Muhammed (asm), Beş Halife[60]

, Bediüzzaman
ve mezhep imamlarında görülür.

• Üyeleri Üstâd-ı Mutlak Muhammed (asm), beş halife, sahabeler, mezhep
imamları ve mücedditler olan “zamanlar üstü muhteşem meclis”in görüş-lerine uygun davranmalıdır.

• Tefsirler ve şerhler İslamiyet’in genel kaidelerine zıt olmamalıdır.

• Zaman, zemin, maksat, kim kime söylemiş gibi temel kaidelere dikkat
edilmelidir.

• Akıl-vahiy çatışması olduğunu zannettiği yerde vahyi önceler,

• Ancak vahyin koyduğu hükmün şartlarını araştırır, anlamaya çalışır.

• Ne maksatla, hangi şartlarda, neden gibi soruların cevabını yine; “zamanlar üstü muhteşem meclis” ten araştırıp kıyas yapar.

• Belâgatin lâzımı olan edebi üsluba aşina olmalı, ona uymalıdır.

• Okuma esnasında; büyük ediplerin kullandıkları dilin gramerinin ve keli-melerinin o edipçe yetersiz bulunup, diğer gramerlerden ve kelimelerden
ödünç alacağını, kelimeye yeni mânâlar katabileceğini göz ardı etmemeli-dir. Meselâ; Türkçede “,” ile “ve” bağlacı yan yana olamazken, İngilizcede
bu mümkündür[61] . Bu zengin ifade tarzı Bediüzzaman’ın eserlerinde sık-lıkla görülür.

• Mânânın vurgulanması için ardı sıra benzer manalı kelimeler ve zihinlerde
tesbit etmek için aynı konu tekrarlanabilir. Meselâ; Kuran ve hadislerdeki
tekrarlar ve hadislerde çokça görülen üç defa tekrar gibi.

Aklı gereği gibi kullanamamak hastalığı sadece Müslümanların değil
bütün İlâhi dinlerin tâbilerinin ve insanların yakalandığı en büyük, en temel
hastalıktır. Risale-i Nur’un bu hastalığı tedavisini, çıkış çaresi arayanların örnek
almasıyla bütün insanlık rahatlayacaktır[62].

Bilimcilik Bilimsellik Değildir

Bilimin kullandığı yönteme kısaca bilimsellik diyebiliriz. Her şeyi bilimle açıklamaya çalışmaya ise bilimcilik deniyor. Dikkat edilirse; ilki bilimin ta kendisi iken, ikincisi ise bilim dışı şeyleri de zoraki bilim içine alma gayretidir.

Allah’ın emir ve yasaklarında esas olan; Allah’ın o şeyi haram ya da helâl
kılmasıdır, o şey bizzat kendisi çirkin olduğu için yasaklanmamış, faydalı
olduğu için serbest bırakılmamıştır. Allah emreder güzel olur, Allah emreder
çirkin olur. Alîm-i Hakîm-i Mutlak hiçbir asr-ı hâzır ilmini kendine mühendis
tutmamıştır. Allah’ın mutlak iradesi değişken insan bilimine tabi değildir,
olamaz.

Bediüzzaman, “maddî nurânî” ve “yarı nurânî” olarak tanımladığı ışığı[63] ,
tamamıyla “nurânî ruhlar” olan meleklerden ayrı olarak ele alıyor
[27]. Zamansız
olarak Allah’tan emir alıp bir lâhzada belki bir anda peygambere ulaştıran
Cebrail (AS) ve aynı anda birçok yerde birçok ruhu kabzeden Azrail’in (as)
hızı hiçbir şekilde ışık hızıyla karşılaştırılamaz. Demek ki, meleklere bizim
anladığımız anlamda zorunlu, fiziksel bir hız ve mekân atfetmek imkânsızdır.

Hem, elektromanyetik spektrum içinde bir yerlerde bu mahlûklar dahil
olsaydılar elbette bir cihazla tespit edilebilirlerdi. Tespit edilememişler
ve edilemezler; çünkü imtihan sırrına aykırıdır. Bu ve benzeri “bilimcilik”
zorlamaları elbette reddedilir, reddedilmelidir. Muhâkemat’ta bilimciliğin
getirdiği sıkıntılar ayrıntılarıyla açıklanmış. Okuyucuyu, Halife Me’mun
döneminde başlayan çalışmalarla ilgili kısma davet ediyoruz.

Cihazla Tesbit-İmtihan Dünyası

Tefsir ve şerhlerin imtihan sırrını bozmaya yeltenmemesi lâzım. Dünyada
bulunuşumuzun sebebi olan imana teklif var, ancak kabule zorlamak yok. Bu
öylesine temel bir kuraldır ki; peygamberlerin mucizeleri bile bir derece perdeli
gelmiş, iradeyi devreden çıkarıp aklı kabule mecbur etmemiş. En fazla mucize
gören müşrik Ebu Cehil yine cehlinde sabit kalmış. O halde, imtihan sırrını
bozan şey ya yanlıştır ya da sahtedir. Meselâ 2004 yılında “Cehennemden gelen
seslerin kaydedildiği”ne dair bir haber epostalarla çığ gibi yayılmıştı. Halbuki
ahiret âlemlerinden gelen bir sesin kaydı imtihan sırrını bozacağından haberde
bir yanlışlık olmalıydı. Nitekim bunun farkına varan Yeni Asya Gazetesi’nin
araştırmasıyla bu haberin asparagas olduğu ortaya çıkmıştı
[28]. Aynı sebeple,
elbette meleklerin, ruhun ve ruhanî mahlûkların da resmi çekilemez.
[64]

İslâm’ı Başka Dinlerle Yorumlamamak

Kuantum Fiziğinin doğuşu determinizmin (belirlenimcilik) özünü oluştu-ran Newton Fiziğinin sınırlarını çizmiş ve indeterminizmin (belirlenemezcilik)
parlamasına yol açmıştır. Dindar çevreler tarafından 1800’lü yıllardan 1900’lü
yıllara kadar Newton Fiziği ne için sahiplenilmişse, 1900’lü yıllardan itibaren
Kuantum Fiziği de aynı sebeple sahiplenilmiş. Sebep; birinde düzenin yaratıcısının Allah olması, diğerinde ise ihtimallerden anlamlı bir düzen yaratanın Allah olmasıdır. Bu iki fiziğin çakışma noktasındaki kavgalarında Einstein “Allah
zar atmaz” derken Kuantum Fiziği taraftarı Bohr “Einstein, Allah’a ne yapacağını söyleme” der. Din kökenli bu tartışmaya çözümü Âdetullahın (Allah’ın
kâinata koyduğu kanunlar) işleyişini anlatan Bediüzzaman getirir.
[29]

Evet, gözlemlenen deney aynı olduğu halde, Einstein ve Bohr’un yorumları
taban tabana zıttır. Çünkü bakış açılarının temelinde farklı dinlerin, İsevilik ve
Mûseviliğin yorumları vardır. Bu bilim adamlarının yorumlama çabaları elbette
anlaşılabilir ve takdir edilir. Bu paranteze Paul Davies, David Bohm, John A.
Wheeler vb.lerini de ekleyebiliriz.

Anlaşılmaz olan ise, Müslüman dünyanın bilim adamlarının “sadece”
Gayr-i Müslimlerin kitaplarını tercüme etmekle yetinmeleridir. Tercümede –
tabir caizse– Hz. İsa (as) ve Hz Musa (as) yerine Hz Muhammed (asm), İncil
ve Tevrat yerine Kur’an-ı Kerim yazmakla İslâmiyet’e uygun bilim felsefesi
yapılamaz. İncil ve Tevrat arasındaki farktan daha fazlası bu kitaplarla Kuran
arasında vardır, İslamiyet’te daha fazla detay, yani daha fazla mutlak bilgi vardır.

Meselâ, Türkiye’deki muhafazakâr bir dergide; “insanların karadeliğe
girdikten sonra akdelikten ahirete çıkacaklarını” anlatan bir yazı vardı.
Karadeliğe bir bütün olarak girmek imkânsız. Karadeliğin olay ufkuna
yaklaşınca, ışık hızına varan hızlarda atom bombasından beter bir tarzda
patlayıp (belki de buharlaşıp, plazmalaşıp) ışık ve elementer parçacıklara (atom
bile kalmaz) dönüşüp, belki binlerce, milyonlarca kilometreye yayıldıktan sonrakaradelik tarafından yutulan kalıntılar yığınını akdelik adlı tamamen hayalî bir
geçit öncesinde birleştirip, geçit sonrasında ahirete çıkarmak senaryosuna acı
acı gülünür ancak. İslâm’da ahiret inancı en ince ayrıntısına kadar açıklanırken,
önceki dinlerde ayrıntıların olmaması tabilerinin gayretlerini makul gösterebilir,
ama Müslümanların bunlara sahip çıkmasına ne ad verilebilir?

Çözüm nedir? Müslümanların yönlerini Aristo’dan, Paul’dan, David’den
İslâm’a dönüp 1100 senelik [65] taklitçiliklerini bırakıp, İslâmiyet’e uygun yeni
bir bilim felsefesi geliştirmeleridir. Tarzı ise Bediüzzaman’ın Muhâkemat’ında
mevcuttur.

B. RİSALELERDE FİZİK

Hadisler ve Risalelerde Fizik Keşifleri

Mi’rac bahsinden [30]
anladığımıza göre; Muhammed (asm) urûc esnasında
Esmâ-ül Hüsna’yı azam derecelerine kadar talim etmiş, bütün isimlerin
inceliklerine vâkıf olmuş, öğrenmiştir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan bütün asırları
ve bütün insanları kuşatır, her asrın fikrine, ilmine, insanına taptaze görünür,
yaşanan çağın kitabıdır, çağdaştır [31]. Onun bu özellikleri ise; en başta Hz.
Peygamber olmak üzere, Kur’ân ve din uzmanı olan çağların mücedditlerince
de gösterilmek icap eder, gösterilir. Risale-i Nur da son asırların (ahirzaman
sürecinin) müceddidi olmakla, elbette gayet makul ve lüzumludur ki; bilimlerin
son noktasını göstersin, son noktasına işaret etsin.

Ancak, Muhammed (asm) bütün beşerî ilimleri bilmekle beraber asıl
vazifesi bilim adamlığı değil peygamberliktir, risaleler de din kitabıdır, fen kitabı
değildir. Bu sebeple bilimlerden bahisleri de bilim kitapları gibi değildir, formül
sunmazlar. İfade tarzı, Hâkim-i Hakîm-i Zülcelâl’in kudretinin, kemâlinin,
cemâlinin tecellilerine örnek gösterme kabilindendir. Bununla beraber yüksek
bilimsel hakikatlere de işaret ederek bilim adamlarının dikkatini kendine celp
eder.

Risalelerde günün fiziği kullanıldığı gibi, henüz keşfedilmemiş bilimsel hakikatlere de işaretler var. Peki, hadislerde ve RNK’daki bahislerin güncel fizik mi yoksa yenilik mi olduğuna kim karar verecek?

Fiziği Fizikçiler Bilir, Başka Meslektekiler Değil

Fizikle ilgili bir olay ya da olguyu içeren veya misal olarak veren bir bahisteki fiziğin güncelliğini veya yeni olup-olmadığını fizikçilerin dışındakilerin anlaması pek beklenemez. Burada söz hakkı elbette ki fizikçilerindir ve “zamanlar üstü muhteşem meclis” üyesi olanlarındır.

Meselâ, Kuantum Fiziğine aşık olup Einstein’ın ömür boyu kuantum
fiziğine savaş açtığından habersizce Einstein ile konuya taraftar bulmaya
çalışan ve kitap yazmaya çalışan sosyologlar gibi.

Maddenin ömrü meselesine gelince; 2011 Nobel Fizik Ödülünün verildiği
“karanlık enerji” olgusu sebebiyle evrenin ömrü sonsuzdur. Evren genişleme enerjisi bitene kadar genişleyecek, sonra o haliyle evren hareketsiz kalıp
donacaktır. (günümüzde geçerli fiziğe göre; belki atomlarda çok minik bir
hareketçik, çok minik bir enerji -sıfır nokta enerjisi
[32]
– kalabilir). Hesaplanan süre ise; birkaç milyon sene değil, 10 üzeri 100 sene!
[33]
Yani, milyar kere milyar kere milyar kere milyar kere milyar kere milyar kere………. tam 11 tane milyarın çarpımından fazla sene.

Konunun uzmanı olmayan kişilerin yapacağı sadece nakilden ibarettir, hüküm
veremezler, yenilik getiremezler, aksi takdirde yanlış yapmaktan kaçınamazlar.
Örnek verirken yapılan hata çok da önemli değildir mazur karşılanabilir, çünkü
vurgulanan şey konudur örnek değil. Ancak hükümde öyle değil, söylenen şey doğru
olmak zorundadır ve burada verilecek örnek de doğru olmalıdır.

Bediüzzaman’la noktalayalım: “Bir fennin veya bir sanatın medar-ı münakaşa
olmuş bir meselesinde, o fennin ve o sanatın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve
âlim ve sanatkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin
icma-ı ulemasına dâhil sayılmazlar. Meselâ büyük bir mühendisin, bir hastalığın
keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez.”
[34]

Fizik Keşifleri, Tarifleri


Çağdaş fiziğin temel elemanlarından ışığın yapısının tanımlanması dalga-parçacık ikiliği 1900’de Planck’la başlayıp 1922’de Compton’un kesin delilini bulmasıyla tamamlandı [35]. Bu gelişme risalelerde ‘maddi nurani’ ve ‘yarı nurani’
tabirleriyle 1933 yılında [36] yer alır.

Gelecekteki bilimsel gelişmelerden verdiği bazı haberlerden fizikle ilgili
olanlarından tespit edebildiklerimiz ise şunlardır:


• “Essemâu mevcun mekfûfun” Hadis-i Şerifinden Risale-i Nurda defalarca bahsedilir. Bu hadis kozmik mikrodalga fon ışımasını (bulunuşu 1964) haber vermektedir [37]. Risalenin yazılış tarihi bundan yaklaşık 60 yıl öncedir.

Ay’a çıkış tarihi olan 1969’dan tam 40 yıl önce 1929 da telif edilen risalede “Ay’a gideceksiniz fakat kendi zatında karanlık, hayatsız olduğunu göreceksiniz” [38]
yazılı olduğu halde; 1990’lara kadar Ay’da hayat bulmak için
milyarlarca dolar kaynak israf edildi.

• Samanyolu Galaksisi Şems-üs Şümus tarafına doğru hızla ilerliyor [39].
Bediüzzaman’ın 1928-1930 yıllarında verdiği bu haberi, astronomlar bü-yük teknolojik imkânları kullanarak ancak 60 sene sonra 1986-1988 yıllarında keşfedebildiler. Buna göre; Güneş Sistemi galaksimizle beraber
Büyük Çekici adı verilen 150 milyon ışık yılı mesafedeki bir bölgeye doğru
saniyede 600 kilometre hızla yol almaktadır [40].

• Âyet ve tefsirine göre Güneş’in 12 gezegeni var (1928-1930) [41]. 12. Ge-zegen 2003’te keşfedildi [42].
Ancak, 24 Ağustos 2006 da gezegen tanımı
değiştirildi, Pluto da liste dışına alınarak sayı 8’e düşürüldü [43]!

• Görüldüğü gibi; Bediüzzaman Said Nursi (ra) bütün bilimsel keşifleri güncel olarak takip ettiği gibi bundan fazlasını dahi haber vermiştir.
Bediüzzaman’ın bilgisi birilerinin zannettiği gibi geçmişte kalmamış, halen hayattar ve taptazedir, değerini anlayabilen bilim adamlarını araştırmaya beklemektedir.

Ruh ve Madde

Ruh; üzerine duyuları olan haricî (kendinden olmayan, hariçten) bir vücut
giydirilmiş, şuuru başına takılmış bir kanundur. Ruh bu âlemi o vücuttaki gözle
görür, elle hisseder, kulakla işitir ve hakeza. Ruhun namusu (yani olmadığında
sahibinin özünü, kendisini tamamıyla iptal edip bozan şey) şuurlu bir harici
vücuttur[44]
. Ruhtan şuur kaldırılıp, vücudu çıkarılırsa, yine ölümsüz kanun
olur. Bu sebeple ölüm yeni bir yaratılıştır. Ceset ruhun yuvasıdır, kıyafeti değil.
Ruhun, ruha uygun bir kılıfı vardır, ölümle yuvasından çıkar, ahirete uygun bir
bedeni giyer, giydirilir[45] .

Evren küçültüldüğünde, bu yeni ölçekte tek bir kanunla, yerçekimi
kanunuyla yönetildiği için ve bir bütün olarak sınırları onun bir nevi harici
vücudu olduğundan, tek bir ruh gibi olur. Her bir insan ise, ruhu cesediyle
sınırlandırılmış bir ruha sahip olmakla, tek bir insan bir evren değerinde, belki
daha da önemlidir diyebiliriz. Bu da esasen, elma çekirdeğinin elmayı içermesi
gibi bir şeydir. Böylece İlâhî dinlerin insana verdiği büyük önem ve insanın
evrendeki konumu daha iyi anlaşılır.

Günümüzde birçok Hıristiyan, −Hıristiyan kalmakla beraber− üçlemeden
vazgeçip Tevhid’le şereflenirken; bazı tasavvufçular Hz. Adem’in meleklerle
ilk buluşmasını Ulûhiyete zıt bir şekilde yorumlayıp, Hıristiyanların Hz. İsa’ya
atfettikleri ruhullah şirkini bile az bulup bütün insanlara teşmil edilmesini
isteyebiliyorlar. Ruhun mahlûk olduğunu, yaratılmış olduğunu kavrayamıyorlar.
Hâlbuki “Heme ez ost[66]” tur, “Heme ost[67]
” değil [46].

Bediüzzaman’ın eserlerinde bahsedilen madde ve ruh uyumu ile her türlü
ruhani mahlûku fiziksel maddî bir kılığa sokmak farklı farklı şeylerdir. Aslan
ruhuna koyun vücudu, koyun ruhuna aslan vücudu elbette uygun değildir.
Aslan vücudu içindeki kükreyen bir aslan –Hz. Mevlâna’nın “Ya olduğun gibi
görün, ya da göründüğün gibi ol”, şeklinde belirttiği– namuslu, dürüst, dengeli
ve âdil bir yaratılış fıtratın gereğidir. Bunun çapraşık hali olan, aslan ruhu koyun
vücuduna yerleştirilse, yani aslana koyun vücudu giydirilse; dişleri sadece ot
kesebilen, tırnakları, bacakları, cüssesi hatta midesi hiçbir şekilde avlanmaya
ve ava müsait olmayan bir aslan açlıktan ölmeye mahkûm bir hilkat garibesi
olurdu. Ki, Hâkim-i Hakîm-i Âdil, şanına yakışmayan böyle bir eksiklik ve
noksanlıktan beridir, uzaktır, fesübhane men tehayyere fi sun’ihil ukûl[68].

Mademki, ruh ve ruhun kılıfı yani cesedi birbiriyle uyumludur, o halde bu
kural elbette melekleri, ruhani mahlûkları ve cin taifesini de kapsayacaktır. Bunu Bediüzzaman şu şekilde beyan eder: ‘Belki, madde-i nurdan, hatta zulmetten,
hatta esîr maddesinden, hatta mânâlardan, hatta havadan, hatta kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halk eder ki, hayvanatın pek çok muhtelif ecnasları gibi pek çok muhtelif ruhanî mahlûkları, o seyyalât-ı latife maddelerinden halk eder’ [47]. Aynı şekilde, her bir melek taifesi melek olmakla beraber vazifeli oldukları
mekâna uygun, farklı bir vücuda sahip olacaktır. Meselâ, yağmur damlasına
nezaret eden bir meleğin vücudu elbette, yıldızdaki nükleer reaksiyonlara
nezaret eden meleklerden farklı olacaktır.

Determinizm-İndeterminizm

Determinizm (belirlenimcilik); sebep-sonuç zinciridir, genellikle Newton’un
Klasik Fiziği ile birlikte anılır. İndeterminizm (belirlenemezcilik) ise; sebep-sonuç arasındaki ilişkinin birebir net olmaması, ihtimallere dayanmasıdır,
özellikle Kuantum Fiziği sonrasında gündeme gelmiştir.

Kısaca bahsedecek olursak; klasik ve modern fizik Allah’ın yarattığı
kanunların (Âdetullah’ın) birer parçalarıdırlar. Her iki fizik sahasına da ihtiyaç
vardır, biri diğerinden üstün değildir, vazife yerleri farklıdır. Ancak her biri
teker teker ‘Hikmet-i İlâhiyi’, ve hatta beraberken de Âdetullah’ı açıklamaya
yetmez. Çünkü Âdetullah sabit olduğu halde bilim zaman içinde sürekli değişir,
Adetullah’ı anlamaya çalışır. Bununla beraber insanın cüz-i aklı kâinattaki küllî[69] güzelliği ihata edemez, kuşatamaz, anlayamaz[48] .

[1]
[1]

[1]

Kadim Yunan’dan Günümüze Esir Maddesi

Kökü Kadim Yunanistan’a kadar giden esir maddesi tarih boyunca farklı
şekillerde tanımlanmıştır. Fizik ders kitapları ve popüler fizik kitaplarındaki
klasik esir maddesi fikri ise 1887’deki Michelson-Morley deneyinde ve sonraki
benzer deneylerde gözlemlenemediği için terk edilmiştir. Einstein da 1905
teki Özel İzafiyet Teorisi’nde esir maddesine gerek yok der. Ancak 1916’da
yayınladığı Genel İzafiyet Teorisi sonrasında, 1918-1930 yılları arasında yazdığı
makalelerinde bu teoriye uygun bir “yeni esir maddesi” tanımı yapmıştır [49]
.
Bugüne kadar esir maddesiyle ilgili birçok çalışma yapılmış, hatta fizikteki
bazı kavramlara da esirdir denmiştir. Bazılarını hatırlayacak olursak: boş uzay,
uzay köpüğü, Planck parçacığı, kuantum dalga durumu, sıfır noktası enerjisi,
kuantum köpüğü ve vakum enerjisi, quintessence (beşinci öz), Dirac Esîri,
Lorentz Esîri, Einstein Esîri, quintom, phantom, chameleon ve chaplygin gaz
vb.
[50]
.

Bediüzzaman’ın tanımladığı esir maddesi (1934-1936)
[51]
ise daha
farklıdır. Özellikle evrenin % 96’sını oluşturan karanlık enerjinin ve kara
maddenin keşfi sonrasında esir maddesinin tanımının bilim camiasında
tekrar gözden geçirilmesi gerekmektedir. Zaten 2011 Nobel Fizik Ödülünün
karanlık enerjinin gözlemlenip kesinleşmesine verilmesinden sonra bu yöndeki
çalışmalar iyice artmıştır.

Bilimcilik Modası: Ahiret Kaç Metrekare

Bir yazarın ahiretin yüzölçümünü hesaplamaya kalkışmasının
televizyonlarda yayınlanması sonrasında moda oldu, hesabı yenileyenler de
çıktı. Astronomide hesaplanabilir mi, hesaplanamaz mı, dinen anlamı var mı?

“Bütün Zamanlara Hitap Etmek” kısmında anlatıldığı üzere, Güneş’in ve
etrafında dolaşan Dünya’nın birlikte sistem olarak çok değişik, iç içe geçmiş
farklı hareketleri var. Dolayısıyla, Güneş ile Dünya arasına kurulacak olan
Ahiret meydanının yüzölçümünü hesaplamak hiç de kolay değil, belki de
imkânsız.

Öncelikle, madem bu kadar hareket içinde hareket var;

a) sadece dünyanın güneş etrafındaki dönüşü mü esas alınacak (yazarın
yaptığı gibi)?

b) eğer yukarda bahsedilen bütün hareketler esnasındaki yüzölçümü
alınacaksa, ne zamandan başlayacak? Dünya’nın yaratıldığı zamandan mı, Hz.
Âdem’in Dünya’ya teşrifinden mi, yoksa peygamberimizin teşrifinden itibaren
mi?

c) hem hangi tarihe kadar hesaplanacak, Hz. Âdem’in teşrifine kadar mı,
kıyamete kadar mı vs. vs.

d) Hesaplarda yüzölçümünden kasıt yaşanılacak mekân olduğuna göre
mekânımız üç boyutludur, hadi zamanı da eklersek dört boyut. O halde ahiret
kaç boyutlu olacak? Cennetin ve Cehennemin tabakaları, kaç katlı vs. vs.?

Bütün bu sorular ısrarla ahireti dünyamızla birebir eşleştirmeye,benzetmeye
çalışmaktan kaynaklanıyor. Oysa ki Hz. Muhammed (asm) cenneti “hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği bir güzellik, hiçbir aklın
düşünemeyeceği ve hiçbir hayalin hayal edemeyeceği güzel bir yer
[52]” olarak
tarif ediyor. Cehennem ise yukarıdaki güzellik kelimelerinin neredeyse[70]
zıddı
yerleştirince elde edilen dehşetli mekândır. Bunlara bir de zaman ve sonsuzluğu
yan yana kullanmak gereğini eklersek “ahiretin fiziği”nin yapılamayacağı, bu
dünyadaki fizikle ahiretin açıklanamayacağı daha iyi anlaşılır. Çünkü dünyamız
fiziğinde “bir şeyde hareket varsa, onda gelişme vardır ve mutlaka bir sonu
vardır, ölümlüdür.” Ahirette ise hareket olduğu halde “bir son” yoktur. Bu temel
yanlış yukarıdaki sorulara cevap bulmaya çalışmanın ne denli yersiz, lüzumsuz
bir gayret olduğunu göstermektedir.

Özet

Bu makalede Kur’ân, hadis ve Risale-i Nur Külliyatı’nın bilimden (ve
hususen fizikten) bilim hesabına değil, ancak Allah’ın isimlerine aynalık
noktasında bahsettiği dile getirilmektedir. Bununla beraber bahsedilen
kaynakların hem güncel hem de gelecekle ilgili fizik bilgileri barındırdığı;
ilgili bilgilerin çıkarımının ise konunun uzmanlarınca olacağı ve bu uzmanlara
Bediüzzaman’ın da dâhil olduğu gözler önüne serilmekte ve İslâm aleminde
aklın bin yılı aşkın dengesiz kullanımı, sonuçları ve çözümleri anlatılmaktadır.

Anahtar Kelimeler

Şerh, bilim ve fizik, akıl ve vahiy, bilimcilik, bilimsellik

Abstract

This article states that Quran, Hadith and the works of Risale-i Nur talk
about science (especially physics) not for its own sake but for its being a mirror
for the names of Allah. However it is also claimed that the mentioned sources
contain the knowledge of both the actual physics and the physics in the future
and that this knowledge can be deduced by the specialists of the area, one of
which is Bediüzzaman. Additionally we put forward that reason has been used
in the Islamic world in an unbalanced way for a millennium and we explain the
results of this situation and its solutions.

Key Words

Interpretation, science and physics, reason and revelation, scienticism, being
scientific

Dipnotlar:

[1] 1. Lokman Sûresi:27.

[2] 2. Nursi B.S., Tarihçe-i Hayat,s.80, www.risaleara.com.

[3] 3. Nursi B.S., Sözler, 15. Söz, s.167.

[4] 4. Nursi B.S., Sözler, 24.Söz, s.316, s.357 ve Lemalar, Münacat, s.351, a.g.s.

[5] 5. Tirmizi, tefsir: 59; Müsned, 2:370.

[6] 6. Hz. Muhammed ve Kozmik Mikrodalga Fon Işıması, Yeni Asya Gazetesi, 16/01/2004.

[7] 7. Nursi B.S., Sözler, 31. Söz,s.523, Lemalar, 12. Lema, s.72, a.g.s.

[8] 8. Yasin sûresi:38.

[9] 9. Nursi B.S., Sözler, 20. Söz,s.240, a.g.s.

[10] 10. Hac Sûresi: 47.

[11] 11. Me’âric Sûresi: 4.

[12] 12. Nursi B.S., Lemalar, 3. Lema, s.23, a.g.s.

[13] 13. Nursi B.S., Lemalar, 14. Lema, s.94, a.g.s.

[14] 14. Hadid Sûresi:25.

[15] 15. Nursi B.S., Lemalar, 28. Lema, 4. Nükte, s. 23.

[16] 16. Muhâkemats.39-40.

[17] 17. Nursi B.S., Sözler, Lemaat.

[18] 18. En’am Sûresi: 76.

[19] 19. Nursi B.S., Sözler, 8. Söz.

[20] 20. Nursi B.S., Muhâkemat, s.17, Sözler Neşriyat, 1977.

[21] 21. Nursi B.S., Lemalar, 14. Lema, s.94, a.g.s.

[22] 22. Nursi B.S., Sözler, 30. Söz.

[23] 23. Nursi B.S., Mektubat, 26. Mektup.

[24] 24. Nursi B.S., Mektubat, 26. Mektup, 4.Mebhas, 2. Mesele.

[25] 25. Nursi B.S., Şualar, 7. Şua, 2. Bab, 5. Hakikat, s.152,a.g. CD-ROM.

[26] 26. Nursi B.S., Lemalar, 7. Lema, Bir Tetimme, s.41, a.g. CD-ROM.

[27] 27. Nursi B.S., Sözler, 16. Söz, s.178, a.g. CD-ROM.

[28] 28. Salihoğlu M. L., 31.Mayıs.2004, Yeni Asya Gazetesi.

[29] 29. Ziyaoğlu R., Bohr-Einstein Kavgasında Bediüzzaman’ın Yeri, Köprü, 90 Bahar 2005.

[30] 30. Nursi B.S., Sözler, 31. Söz.

[31] 31. Nursi B.S., Risale v.1.0, CD-ROM, Risale-i Nur Enstitüsü, 1998, Lemalar, s. 72.

[32] 32. Einstein, A., Stern, O. (1913), Einige Argumente für die Annahme einer molekularen Agitation
beim absoluten Nullpunkt, Annalen der Physik 40 (3): 551, içinde http://en.wikipedia.org/wiki/Zero-point _energy.

[33] 33. http://en.wikipedia.org/wiki/Heat_death_of_the_universe.

[34] 34. Nursi B.S., Şualar, 7. Şua,s.94, risaleara.com.

[35] 35. Beiser A., Concepts of Modern Physics, McGraw-Hill, New York, 1987, chap. 2.

[36] 36. Nursi B.S., Sözler, s. 178-179, a.g.CD-ROM.

[37] 37. Hz. Muhammed ve Kozmik Mikrodalga Fon Işıması, Yeni Asya Gazetesi, 16/01/2004.

[38] 38. Nursi B.S., Sözler, s. 306. a.g.CD-ROM.

[39] 39. Nursi B.S., Sözler, s. 615, a.g.CD-ROM.

[40] 40. Dressler A., Voyage to the Great Attractor: Exploring Intergalactic Space, New York, Alfred A.
Knopf, 1994.

[41] 41. Yusuf Sûresi: 4 ve Nursi B.S., Şualar, 3. Şua.

[42] 42. http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/4795755.stm, 2006.

[43] 43. http://www.iau.org/static/resolutions/Resolution_GA26-5-6.pdf.

[44] 44. Nursi B. S., Lâtif Nükteler, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1988.

[45] 45. Nursi B.S., Sözler, 29. Söz, 2. Maksad, s.478, a.g.CD-ROM.

[46] 46. Nursi B.S., Sözler, Lemaat.

[47] 47. Nursi B. S., Sözler, 29. Söz, s. 824, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, Şubat 2005.

[48] 48. Nursi B. S., Muhâkemat, Birinci Mesele ve Sekizinci Mesele.

[49] 49. Kostro L., Albert E instein’s New Ether and his General Relativity, içinde, (edt.) Gr. Tsagas,
Proceedings of The Conference of Applied Differential Geometry – General Relativity and the Workshop
on Global Analysis, Differential Geometry and Lie Algebras, 2004, s. 78-86, Balkan Society of Geometers,
Geometry Balkan Press, 2004.

[50] 50. Ziyaoğlu R, Akıl ve Vahiy Bağlamında Bediüzzaman ve Bir Fizikçi, Köprü Dergisi, 97, Kış 2007.

[51] 51. Nursi B.S., Lemalar, 12. Lema ve 30. Lema, a.g.CD-ROM.

[52] 52. R. Sâlihîn, 1878. Buhârî, Tefsîr, Sûretu’s-Secde, 1.

[53] 53Allah (C.C.) zaman ve mekândan münezzehtir. Ahiret âlemi ise Kadir-i Zülcelâl-i vel Cemal’in kudret ha-rikalarını gösterdiği sonsuzluk mekânıdır. Bunu anlamaya çalışmak Rabbimizin Katı’nı anlamaya çalışmaktan
çok daha kolaydır. Ve konumuz itibariyle yeterlidir.

[54] 54Risale-i Nur bu problemi de çözmüş. Nümûne olarak, Ayet-ül Kübra, 30. Söz ve Muhâkemat’ a bakılabilir.

[55] 55 Benî İsrail ulemasının bir kısmı Müslüman olduktan sonra, eski malûmatları dahi onlarla beraber Müslüman
olmuş, İslâmiyet’e mal olmuş. Hâlbuki o eski malûmatlarda yanlışlar var. O yanlışlar elbette onlara aittir,
İslâmiyet’e ait değildir[21].

[56] 56 “Okumak” burada; Allah’ın isimlerinin mahlûklar üzerinde tecellisini, yansımasını aklen anlamak, tefekkür
etmek demektir. Meselâ, Güneş ve Dünya’daki hikmetli, amaçlı işler Hakîm olan Allah’ı gösterir.

[57] 57 Savaş meydanındaki ricat gibi. Tahrip olacağına kuvvet kazanmak için geri çekilir. Dinde kalma mücahedesi
adına yaptıkları “geçici olarak” doğrudur. Nurlanmış akılla beraber akıl tekrar kullanılabilir hale gelmiştir. Bu hal
RNK’dan kısmen istifade eden bazı tarikatlarda da görünmeye başlamıştır.

[58] 58 Hem İslam toplumuna bilim getirmek, hem de Batılılara anladıkları tarz ve paradigmayla İslamiyet’i
anlatmak iyi niyeti olduğu halde; Kadim Yunandan bir bütün olarak gelen bilim-din-felsefe ayrıştırılamamış ta ki Bediüzzaman’a kadar.

[59] 59 Müjdenin Risale-i Nurda tahakkuk ettiğini zaman ve kitapların hususiyetleri göstermiş.

[60] 60.İlgili hadis: “Benden sonra hilâfet 30 senedir”(Müsned, 5:221) in göstermesiyle, Hz. Hasan’ın (RA) altı aylık
yarım kalan hilâfeti de eklenmiştir [26].

[61] 61.Peşpeşe cümlecikler “, ve” sayesinde tek bir cümle haline gelerek, anlam bütünlüğü sağlanmış/tekleşmiş olur.

[62] 62.Hristiyan Teoloji Fakültesine doktora seviyesindeki ilgili makalelerin tartışıldığı “Bilim, Din ve Mitoloji”
dersine davete icabet etmiştik. Bu derin hastalığın özünün aynı olduğunu görüp, RNK’dan birkaç cümle akta-rınca, Risale-i Nur’u dinlemek istediklerini, bu konuda ders almak istediklerini söylemişlerdi.

[63] 63. Benzer şekilde, fizikte ışığın yapısı dalga-parçacık ikiliğiyle (wave-particle duality) açıklanır.

[64] 64. Maalesef ruh resmi çektiklerini iddia eden birileri çektikleri kızılötesi resimlerle hem insanların inançlarıyla alay edip, hem de kitaplarıyla ceplerini boşaltıyorlar.

[65] 65. Said Nursi Muhâkemat’ı yazarken 1000 sene idi.

[66] 66. Yani her şey O’ndandır (Allah’tandır), O icad eder.

[67] 67. Her şey O değil ki; “Lâ mevcûde illâ Hu” denilsin.

[68] 68. Sanatında akılların hayrete düştüğü Allah, her türlü kusur ve noksandan uzaktır [46]

[69] 69. Bir bütün olarak, ve bütünün anlamlı ama birbirinden farklı parçalarının bütünle aralarındaki anlamlı
bağlantılarıyla birlikte (bkz. Vahidiyet içinde Ehadiyet tecellisi)

[70] 70. Cehennemdekiler imtihan dünyasının bir parçası olarak görev yaptıkları için “azaba bir nevi ünsiyet kesbede-rek” görevlerinin Rahman’dan karşılığını alırlar. Cehennem buna rağmen öylesine şiddetlidir ki, şiddeti İşarat-ül
İ’caz da ”en hafifin hafifi”nin etkisi anlatılarak gösterilmiş.