(According to Bediüzzaman) Explaining the
Truths of Belief and the Laws of Nature with the
Principles of Arabic Language and Rhetoric

I. Giriş:

Arapça (‘a-l-m) fiil kökünden gelen, (ilm) kelimesi bilmek demektir. ‘Alâmet, âlem, âlim’ kelimeleri de aynı kökten türemiş kelimelerdir. Aynı kökten türemiş olmaları hasebiyle mana birliktelik ve kesişmeleri söz konusudur. Buradan hareketle örneğin Fâtiha sûresinin ilk ayetinde çoğul siğasıyla zikredilen ve âlemler anlamına gelen’âlemîn’ kelimesinin içinde bütün mana zenginliğiyle, ‘bilmeyi, bilinmeyi, alâmet olmayı’ aramak gerekir.1 Yani varlık âleminde yer alan örneğin ruhlar âlemi, eşbah âlemi, misal âlemi, berzah âlemi ve canlıdan cansızlara zerreden yıldızlara kadar her varlık Cenâb-ı Hakka ait bir alâmet ve bir delil olarak arz-ı endâm etmekte olup Allah (c.c) bu alâmetlerle okunur, bilinir. Bütün ilimler O’nu anlatır ve dillendirirken aynı zamanda da O’na ulaştırır. Bu okuma, okuyanı ‘âlem’ kelimesi ile aynı kökten gelen ‘âlim’ mertebesine çıkarır.

Bediüzzamana göre Arap dili gramer ve belâğatı da bu kervanda ayrı bir hizmet ifâ etmektedir. Ömrünü iman hizmetine adamış olan Bediüzzaman âfak ve enfüs seyahatinde bu ilimlerden istifade etmiş, o çerçeveden Cenab-ı Hakkı tanımaya bir menfez aralamıştır. Bu ilimlerin felsefi boyutuna da işaret eden Bediüzzaman şöyle der: “Felsefe-i beyâniye müşabih, Nahvin dahi bir felsefesi vardır. O felsefe ise vâzıın hikmetini beyan eder. Kütüb-ü nahviyede mezkûr olan, münasebat-ı meşhure üzerine müessestir. Tenbih: Bu münasebât-ı nahviyye ve sarfiyye olan hikmet-i vâzıh ise; felsefe-i beyan derecesinde olmaz ise de, pek büyük bir kıymeti vardır. Ezcümle: İstikra’ ile sabit olan ulûm-u nakliyyeyi ulûm-u akliyenin sûretlerine çeviriyor.’’