Bu sayımızda yine insan hayatına dair temel sorgulamalarımızdan birisi üzerine düşünmek istedik. Fert, aile, toplum ve devlet düzeyinde ilişkilerimizi sorgularken, her zaman bir anahtar kelime olarak karşımıza çıkan demokrasi, insanlığın
iki bin beş yüz yıldan beri tartıştığı bir kavramdır.
Bugün bütün insanlığın üzerinde birleştiği evrensel değerler çerçevesinde bir demokrasi kültürü oluşmuştur. İnsan haklarına saygılı, hukuk devleti anlayışına sahip, serbest piyasa ekonomisi ve açık rejimden yana anlayışlar demokratik kültürün
en belirgin temaları olarak ele alınmıştır.
İslam toplumlarında demokrasi kültürünün algılanış biçimi, her zaman farklılıklar göstermiştir. Bu farklılıkların üretilmesinde temel kriter, çoğu zaman din olmuştur. Kimi Müslümanlar, "demokrasi" kavramının yabancı bir kültürden
kaynaklanmasından dolayı, İslâm düşüncesiyle bağdaştıramamış, bu kavrama karşı sürekli bir mesafe koyma ihtiyacı hissetmiştir. Kimileri ise, demokrasi ismine takılmadan ifade ettiği anlamı öne çıkararak sahip çıkmıştır.
Bu iki farklı bakış açısını, Osmanlıdan günümüze kadar süreklilik arzeden iki çizgi olarak yorumlamak mümkündür.
Bu iki çizgi, ilk defa Tanzimat döneminde tezahür etmeye başlamış, I. Meşrutiyet’in ilanı sırasında yoğun tartışmalara neden olmuştur. Ahmet Midhat Efendi, "Üss-ü İnkılab" (1295) adlı eserinde Kanun-u Esasiye karşı tavır alışları,
"Hilafgiran" ve "Tarafgiran" şeklinde isimlendirerek kategorize etmiştir. Muhakkak ki, ne I. Meşrutiyet yıllarında, ne de daha sonraki yıllarda bu iki çizgi, kendi içinde homojen bir fikir yapısı göstermiyordu.
Hilafgiran yani Kanun-u Esasi karşıtları, meşrutiyeti bid’at olarak görüyor, Müslüman olmayanların Meclis’te temsil edilebileceğini bir türlü İslâm’la bağdaştıramıyorlardı. Bu bağlamda fikirler ileri sürenler, o günden bugüne var olarak bu tartışmanın
hep canlı tutulmasına neden olmuşlardır.
Ahmed Midhat’ın Tarafgiran dediği Kanun-u Esasi yanlıları, iktidarın Meclis tarafından anayasa dahilinde kullanılmasını savunuyorlardı. Esasen bunlar kendi içinde iki gruba ayrılıyordu. Bunlardan birisi, meşrutiyetin İslamî kaynaklarla ters düşmediğini,
Hz. Peygamber ve Dört Halife devirlerindeki pratiklerden örnekler vererek savunuyorlardı. Diğerleri ise, "İslâm’ı rüşvet vererek" meşrutiyete sahip olmak istiyorlardı. Yani, İslâmî öğretide meşrutiyetin yeri olmadığına inandıklarından, İslâm’a
karşı olmasına rağmen meşrutiyete sahip çıkmak gerektiğini savunuyorlardı. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren etkili olmaya başlayan Yeni Osmanlılar, hürriyet ve demokrasinin İslam düşüncesindeki temellerine dikkat çekerek, Batıdaki demokratik kültürün
temellerinin, İslam düşüncesinde bulunduğunu iddia etmişlerdir.
Tanzimat döneminde Namık Kemal, Ali Suavi gibi düşünürlerin geliştirdiği demokratikleşme yanlısı düşünceler, II. Meşrutiyet yıllarından itibaren 1960 yılına (vefatına) kadar Bediüzzaman Said Nursi tarafından İslamiyet’in temel kaynaklarına ve orijinal
uygulamalarına dayandırılarak ve güncel gelişmelere (zamanın ilcaatına) uygun bir yapı kazandırılarak dile getirilmiştir.
Nursi, demokratikleşmeye dini kaynaklardan deliller getirip, din adına sahip çıkarak bu olgunun temelini; hürriyet, kanun hakimiyeti, millet hakimiyeti, eşitlik ve adalet gibi kavramlarla pekiştirmiştir.
Bediüzzaman İslâm toplumlarının gelişebilmelerine dair tezlerini, hürriyet ve demokrasi üzerine bina eder; yani gelişebilmenin ilk şartı hürriyettir. Her türlü istibdattan kurtularak hürriyete kavuşabilmek için de bireylere görev düşmektedir. Vazifelerini
ne kadar acele yaparlarsa hürriyet de o kadar çabuk gelecektir. Bundan dolayı insanların, tembelliği terkederek hürriyetin bir an evvel gelmesi için çalışması gerekmektedir. Nursi’ye göre, İslâm toplumlarının demokratikleşmesinin önündeki engeller şöyle
özetlenebilir:
1. Sosyolojik yapıları incelendiği zaman, İslâm toplumlarının, İslamî olmayan pek çok geleneğin esiri olduklarını görmek mümkündür. Bediüzzaman’ın "vahşi ayılar" dediği bu alışkanlıklar terkedilmedikçe, demokrasinin yerleşmesi mümkün değildir.
2. İslâm toplumları dünyada eğitim-öğretim seviyesinin en düşük olduğu topluluklar arasında yer almaktadır. Nursi’nin "cehalet ejderhası" dediği eğitimsizlik her türlü istibdadın yerleşmesine zemin hazırlamaktadır. Bu açıdan demokratikleşmenin
temel zemini "marifet ve fazilet" ile oluşturulmalıdır.
3. İnsanların birbirlerine tahammül edebileceği, hak ve hürriyetlere saygı gösterebileceği ortamların oluşması, demokratikleşmenin ön şartlarındandır. Bediüzzaman’ın ifadesi ile, "husumet kurtları"na karşı önlem almak gerekmektedir. Toplumun
cephelere bölündüğü, düşmanlıkların had safhaya vardığı, insanların birbirlerinin hak ve hürriyetlerine saygı göstermediği ortamlar istibdada davetiye çıkarır.
Toplumumuz demokratikleşmenin önündeki bu engelleri kaldırdıktan sonra, ancak hürriyete kavuşabilecektir. Yoksa, Bediüzzaman’ın ifadesiyle "yüz sene sonra tamamen cemalini görmek" mümkün olacaktır.
***
Bugün Türkiye’de, bu tarihi birikimin saflaşarak hürriyet ve demokrasiye karşı önyargıların yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladığını, özellikle İslami kesimin demokrasiye ısındığını görüyoruz. Yeni Osmanlılarla başlayarak Bediüzzaman’la devam
eden demokratikleşme taleplerinin kısa sürede gerçekleşebilmesi için herkese görev düşmektedir.
Sizleri demokrasiye dair görüşlerinizi, yeniden düşünmenize imkan sağlayacak dosyamızla başbaşa bırakırken, dosya konusu "Medeniyet" olan Kış/2003 sayımızda yeniden buluşmayı diliyoruz.