"Yeni çıkan partiler de eski partiler gibi prensiplerinin kuvvetine değil, askerin kuvvetine müracaat ediyorlar. Siyasî partilerin programlarını müdafaa eylemeleri en büyük vazifeleridir. Hamiyet sahibi olanlar, böyle çalışmalıdır."
Vartkes Efendi"…Meşrutiyet hakikî surette ve fiilen tehlikeye düşmedikçe ordu ve kuvvet-i müsellaha tamamile bitaraf kalsın ve vezaif-i askeriyeleriyle meşgul olsun…"
Halâskâr Zabitân Grubu"Ordu Meşrutiyetin değil, yalnız vatanın bekçisidir. Ve onun çalışma sahası serhadlerin berisi değil, ötesidir. Asker yalnız top sesine koşar. Siyasetçilerin hitabet sadakaları ile muharrirlerin kalem hışırtısı o mesami-i besâletin [kahramanlık
kulaklarının] vazife haremine girmek imkânını bulmamalıdır."
Süleyman Nazif
Giriş
Meşrutiyetin ilânından sonra, ordu-siyaset ilişkisi açısından oluşan sosyal hareketler incelenecek olursa, günümüze kadar etkilerinin devam ettiği görülmektedir. Bunun sebebi, yeni ve modern bir siyasî anlayışın ortaya çıkması ve gelenek haline dönüşmesidir.
Bu siyasî akımın, oluşum esnasında antidemokratik bir yapı kazandığı da bir gerçektir. Bu dönemde hemen hemen bütün siyasî organizasyonlarda darbeci bir anlayış hakimdir ve ordunun gücü alet edilerek muhalifini tasfiye etme düşüncesi canlılığını
korumuştur. Bu tür çıkışlar hem ordunun içindeki bazı şahıs ve zümreler tarafından düzenlenmiş, hem de siviller tarafından teşvik görmüştür. Bu gelenek 1920’lerden sonra çok yoğun bir şekilde hükmünü icra etmiş, bütün muhalifler bir daha örgütlenmemek
ve fikir beyan etmemek üzere tasfiye edilme gayesi güdülmüştür. Bu tarzda gelişen siyaset, literatüre, daha doğrusu popüler söyleme "İttihatçı gelenek" olarak geçmesine rağmen, bunun eksik bir tanımlama olduğu açıktır. Zira, fırsatını bulan
siyasî oluşumlar ve bunların müstebit yöneticileri, bu totaliter ve militarist geleneği sürdürmekte bir beis görmemiştir; en azından bu anlayış, düşünce ve davranışlarında hakim bir tonda kalmıştır.
Bu antidemokratik ve militarist geleneğin ilk defa Demokrat Parti-Adalet Partisi çizgisiyle kırıldığı söylenebilir. Bu kırılmada, bahsi geçen partilerin önde gelen mensuplarının demokrasiye olan bağlılıklarından ziyade, II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan
siyasî konjonktürün zorlamasıyla halkın siyasete katılımının büyük rolü olduğunu belirtmek gerekir. Zira, Türk tarihinde ilk defa ve gerçek anlamda seçimlerle iktidarın değiştiği/değişebildiği görülmüştür. Dolayısıyla, halka dayanarak iktidara
gelme şansı olan partilerin demokrasiyi talep etmelerinden daha doğal bir davranış olmasa gerek. Bundan dolayı zamanla bu partilere mensup yöneticiler, siyasetçiler ve seçmenler, yeni oluşan demokratik geleneği içselleştirmeye çalışmışlar, büyük ölçüde
de bunda başarılı olmuşlardır. "İttihatçı geleneğe" (ordu + parti veya hizip = iktidar) kendini mensup hissedenlerin, daha çok bu harekete muhalif olan partilerde yer aldığı görülmüştür.
Ancak, 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen askerî darbe, demokratik gelenekler açısından meydana gelen müspet birikimlerin tonunu değiştirerek, "merkez sağ" diye adlandırılan kesimin önemli bir bölümüne de etki etmiş ve demokratik meşruiyet anlayışında
bir gerileme meydana getirmiştir.2 Yani, DP-AP çizgisinde oluşan, "halkın oyunu devşirerek iktidar olma" anlayışı yerine, sağdaki marjinal, militarist düşünceleri ve klasik CHP anlayışındaki antidemokratik ağırlıklı meşruiyet anlayışını
(ideolojik meşruiyet) andıran görüşlerin harmanlanmasıyla yeni bir partiler zihniyeti ortaya çıktığı görülmüştür. Bütün bu gelişmeler, dünyayla bütünleşme (dünyaya açılma) veya AB’ye girme gibi "büyülü" yorumlarla/propagandalarla ortaya
çıktığından meselenin önemi fark edilmemiştir. Kısacası, "ben iktidara geleyim veya iktidarda kalayım da nasıl olursa olsun" şeklindeki bir Makyavelyan anlayışın, demokratik meşruiyet düşüncesini ve idealini olumsuz yönde etkilediği ve gerilere
ittiği söylenebilir. Bu bakımdan, Meşrutiyet’in ilânıyla ortaya çıkan siyasî ilişkilerdeki antidemokratik davranış şekilleri, günümüz Türkiye’sindeki siyasî davranış biçimleriyle paralellik arz etmektedir; siyasî aktörlerin ve bazı kurumların benzer
sorunları bulunmaktadır.
Hasılı, 1950-1980 arasında demokratik meşruiyet yönünden meydana gelen ve geliştirilmesi gereken siyasî birikimler yeterince değerlendirilememiş, adeta arızalar güçlendirilerek piyasaya sürülmüştür. Bunun böyle olmasını isteyenlerin, şüphesiz, siyasetçilerin
yetkilerine ortak olma arzusu; hatta, birinci derecede siyaseti belirleme hak ve imtiyazına sahip olma isteği taşıdıkları söylenebilir. Bu antidemokratik yapılanma sonucunda birçok çelişkili düşünceler aynı kavramlarla milletin önüne sürülmeye başlanmıştır.
Demokrasi artık milletin hür iradesine dayalı bir rejim olma anlamının ötesinde, militarist ve vesayetin anlam bütünlüğü içinde, bir propaganda kelâmı olarak ileriye sürülmüştür. Bu demokratik ve meşru bir yönetimin nasıl olması gerektiği hususunda,
halkın ve aydınların arasında birçok çelişkiler ve "kavram kargaşası" meydana getirmiştir.
Diğer taraftan, kökleri eskilere dayanan sosyo-ekonomik ve kültürel bir yapının içinde varlığını sürdüren antidemokratik siyasî bir geleneğin, "Meşrutiyet" ortamında kendi kalıbını bulmakta gecikmediği görülmüştür. Hasılı, yüzyılı aşan
bir süreçte meydana gelen bu gelişmeler Meşrutiyet’le beraber siyasî geleneğimizde yer edinmeye başlamıştır. Bu dönemde meydana gelen siyasî oluşumlarda, savaşların ve sosyal patlamaların da menfi etkisi olduğunu belirtmekte fayda vardır.
İttihatçılara Karşı Oluşan Muhalefet
Meşrutiyet rejimine geçildikten sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ağırlığı ve denetimi gittikçe kendini hissettirmeye başlamıştı. Zaman zaman hukuksuzluğa kadar varan bu denetim ağı, 31 Mart Vak’ası’yla karşı bir direnişe sebep olmuş ve başkentte İttihatçıların
gücü adeta sıfırlanmıştı. Ancak bu olaylar zecrî tedbirlerle ortadan kaldırıldıktan sonra İttihatçıların gücü yeniden pekişmiş, büyük ölçüde kendilerine rakipsiz bir siyasî ortam meydana gelmişti. Bundan sonra yönetimi ve siyaseti daha rahat ve
tepkisiz bir şekilde yönlendirme imkânı hasıl olmuştu. Zira, ordunun içinde ve komuta heyetinde bulunan bazı Cemiyet üyelerinin veya büyük oranda İttihatçıların görüşleri doğrultusunda hareket edildiğinden, muhalifler, bahsi geçen olaylar bahane edilerek
büyük ölçüde tasfiye edilmişlerdi.3
İttihatçıların görüşlerini benimsemeyenlerin ("mefküre esareti"ni kendine yol seçmeyenler), "vatan haini" olarak suçlandığı yolunda yaygın bir kanaat oluşmuştur. A. Bedevi Kuran’a göre, Merkez-i Umumî nazarında, Osmanlı topraklarında
yaşayan gayrimüslimler ve Türk olmayan unsurlar; "Bulgarlar, Sırplar, Rum ve Ermeniler memleket düşmanı, Arap, Arnavut ve Kürtler vatan haini idiler. Muhalefet eden Türkler ise para ile satılmış birer metadan başka bir şey değillerdi." Diğer
taraftan, Meclisteki İttihat ve Terakki mensubu vekiller, halkın nazarında, vicdanının sesini dinleyen şahıslar değil, Merkez-i Umumî emrine girmiş, "minnet ve şükran borçlusu elemanlar" olarak görülüyordu.4
Ancak, askerlere sırtını dayayarak siyaseti tanzim eden İttihatçıların politikalarına karşı asker-sivil yeni bir muhalefet dalgası oluşmakta idi. Özellikle iç ve dış olayların etkisiyle, ordunun içinde, ülkenin geleceğiyle ilgili endişe duyanların sayısı
artmakta ve bu da bir takım hareketlerin ortaya çıkmasına sebep olmakta idi.
Arnavutluk İsyanı ve Muhalefetin Tutumu
Bazı siyasî gerilimler sebebiyle 18 Ocak 1912 tarihinde Meclis’in dağılması hakkında bir irade çıkarılmış ve daha sonra da feshedilmiştir. Ancak yenilenen seçimler demokratik teamüllere uygun yapılmamıştır. Bundan dolayı bu seçimler "Sopalı Seçim"
olarak adlandırılmıştır. İttihat ve Terakki Hükümeti, adaylarını kazandırmak için ordunun nüfuzunu kullanmış, meydana gelen baskılar neticesinde bazı bölgelerde halkın tepkileriyle karşı karşıya gelinmiştir. Ayrıca, bu hususları bahane edenler
Arnavutluk’ta isyana sebebiyet vermişlerdir. Böylece Arnavutluk’ta meydana gelen ve isyana dönüşen olaylar, siyasî muhalefetle ordu arasındaki ilişkileri ortaya çıkarmıştır.
Esasında, Meşrutiyet’in ilânından sonra İttihatçıların etkisindeki hükümetler Arnavutlara şüphe ile yaklaşmışlardı. Fırsat buldukça bu düşüncelerini göstermişler ve herhangi bir mesele bahane edilerek bölgede askerî harekât yapmışlardı. Örneğin
Malisör İsyanı ve silah toplama vesilesiyle Şevket Turgut Paşa’nın komutasındaki bir askeri kuvvet Arnavutluk’ta faaliyet yapmıştır. 1912 seçimlerinde de aynı şekilde İsmail Fazıl Paşa kumandası altındaki askerler kendi aslî görevlerinin uymayan bir
tarzda hareket etmişlerdir. Hatta, yapılanlar Meclis içinde de tenkit edilmiştir.
Yeni seçimlerle birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı mebusların dışında kalan adaylar seçilme imkânı bulamamış, böylece muhalifler tasfiye ederek Meclis tamamen ele geçirilmiştir. Bu arada Arnavut mebuslarının dışarıda kalması, siyasî-sosyal
patlamanın en önemli sebeplerinden biri olarak ortaya çıkmıştır.5 Halbuki, daha önceden meydana gelen Arnavutluk olaylarının akabinde hatasını anlayan hükümet, husumetin giderilmesine gayret göstermişti. Bunun için çeşitli teşebbüslere girişilmiş,
hatta padişahın da Manastır ve Kosova’yı ziyareti gerçekleştirilmişti. Kısacası halkın gönlü kazanılmaya çalışılmıştı. Ancak seçimlerde ortaya çıkan mücadeleler durumu tersine çevirmişti.6
Gelinen aşamada siyaset alanının büyük ölçüde daraltıldığı görülüyordu. Ayrıca, iktidarı eline geçirenlerin oyunu kurallarına göre oynamak gibi bir kaygı taşımadığı yönünde kuvvetli bir kanaat hasıl olduğundan,7 İttihatçılara karşı
muhalefetin şekli ve zemini değişmişti.
Bu gelişmeler esnasında Hürriyet ve İtilâf Fırkası muhalif grupların toplandığı bir yerdi. Bu partinin, Arnavutluk olaylarıyla doğrudan bir bağlantısı yoktu; ancak, önemli bir elemanı sayılan Dr. Rıza Nur’un olaylarda kışkırtıcılık yaptığı
bilinmektedir. Hatta, isyanın çıkması için çalışmalar yaptığı kendisi tarafından iftihar vesilesi sayılmıştır. Ona göre, başta zalim bir hükümet bulunmaktaydı ve buna isyan etmek en önemli insanî görevdi. Rıza Nur, isyanın liderlerinden olan ve
Sinop’ta sürgünde bulunan Yakova’lı Rıza ile Arnavutluk’ta çıkaracakları isyan için anlaştıklarını kaydetmektedir.8
Diğer taraftan, aktif mensuplarından birinin faaliyetlerine rağmen Hürriyet ve İtilâf Fırkası mensuplarının isyanla ilişkileri konusunda muhtelif görüşler bulunmaktadır. Bazıları isyanla irtibatlı olduklarını belirtse de, bazıları isyana karşı
oldukları hususunda görüşler ileriye sürmektedir.9
Arnavutluk İsyanı devam ettiği bir zamanda yüzbaşı rütbesinde olan Tayyar ve Mümtaz; teğmen rütbesinde olan Tahsin, Celâl, Kasım, Melek Fraşeri, Nafiz ve Hamza beyler; Meşrutiyet’in ilânından önceki olayları hatırlatırcasına (Resneli Niyazi’yi "taklîden")
Manastır’da, dağa çıkması (22 Haziran 1912) hükümeti telaşa düşürmüştü.10
İsyancı Arnavutları Priştineli Hasan, Necip Dıraga, Yakovalı Rıza ve İsa Bolatin idare etmekteydi ve "İstanbul ile irtibatı Rıza Nur sağlıyordu." Ancak subayların Arnavutluk’un bağımsızlığı gibi bir niyetle hareket etmedikleri bilinmektedir.
Bunların niyetleri iç politikaya yönelik bazı taleplerden ibaretti. A. Bedevi Kuran’ın ifadesine göre, yapılan davet üzerine kendisi de Paris’ten Manastıra gitmiş ve olaylara katılmış, hatta Manastır’da yayınlanan muhalif bir gazetenin yönetimini üstlenmiştir.
Selanik’te Galip Paşa ve İzmir’de tabur kumandanı Hüseyin Avni Bey’in öncülüklerinde toplanan subaylardan da müracaat gelmişti.11 Böylece, Arnavutluk’ta ve İtalya’ya karşı İzmir’de yığılmış olan kıtaların subayları, İttihatçıların iktidardan
gitmeleri için baskı yapmışlardır.12
Priştineli Hasan ve diğer bir iki adayın mebus çıkarılmaması için yapılan müdahalelerin sebep olduğu bu olaylar, Arnavutluk’ta hükümetin otoritesini sarsmıştı. Bu arada diğer muhalifler olayları yakından takip ediyorlar ve hükümetin düşmesini,
memlekette asayişin teminini istiyorlardı. Bu gelişmeler esnasında, Avrupa’dan dönen Prens Sabahattin Bey de Halâskâran Grubu’ndan haberdar edilmişti. Satvet Lütfi Bey’in bu Grup ile işbirliği yapması bir çok arkadaşlarının da katılımını sağlayarak
hareketi güçlendirmişti.13
Manastırdan dağa çıkan subayların isteklerine Selanik ve İzmir’den katılım için talepler gelince Bostancı’da toplanan Halâskâran Grubu bir beyanname neşretmiş ve hükümeti düşürmek üzere Meclis Başkanı Halil Bey’in evine tehditkâr bir mektup bırakmışlardı.
Bostancı’daki toplantıda Ferid, Suphi ve Zeki Paşalar da bulunmuş ve mutavassıt rölü oynamışlardı. Hürriyet ve İtilaf’a bağlı elemanlardan bazıları da olayda dahli olmuştu (Melamiler Şeyhi Terlikçi Salih Efendi ve taraftarları gibi).14
Muhalefetin dozunu artıranların istekleri özetle şunlardı: Kabinenin düşürülmesi, Meclis’in feshi ve seçimlerin yeniden yapılması, askeri hizmetlerin mahalli olması, memurların Arnavutçayı bilmeleri veya Arnavutlardan tayini.
İsyancı Arnavut liderlerinin imzasını taşıyan bir beyannamede; "Osmanlı Devleti’ne ve Hilafete bağlı oldukları, asıl gayelerinin Osmanlılığın haklarını korumak ve hakiki Meşrutiyet’i kurmak olduğu" yönünde görüşler yer almaktaydı. Ancak
isyancıların asıl gayelerini gizledikleri yönünde görüşler bulunmaktadır. Dolayısıyla hükümetin bazı yanlış politikalarını bahane ettikleri görüşü ileriye sürülmektedir. Gayelerini açığa vurmamak için, seçimlere hile karıştırıldığı öne sürülerek
yeniden seçim yapılması ve Hacı Adil Bey’in dışındaki tüm bakanların kabineden ihraç edilmelerini istemekteydiler.15
İsyanın asker önderlerinden Tayyar Bey, hareketin gayesini, ülkeyi iç ve dış politikada zor durumda bırakan bir despot idareden kurtarmak olarak tarif eder.
Hükümet olayların yatıştırılması ve bastırılması için tedbirler almaya çalışır. Cemiyet’in umumî kâtibi Eyüp Sabri ve Ömer Naci olay yerine gitmiş ve bu arada tedbir olarak da Şehabettin Bey kumandasında bir askeri birlik gönderilmiştir.16
Hasılı, Arnavutluk’ta isyana teşebbüs edilmesi yanında bir grup subayın dağa çıkarak bazı siyasi taleplerde bulunması, hükümet açısından ürkütücü bir durum meydana getirdi. Zira Resneli Niyazi ve Enver’in dağa çıkarak Abdülhamid’i Meşrutiyet’in ilânına
mecbur bırakmaları olayının hatıraları tazeliğini korumakta idi. Ayrıca bazı askerlerin de isyancılarla uyum içinde olduğu görülmekteydi. Bunun sonucunda, Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın olayları zecri tedbirlerle bastırma isteği olmadığı anlaşıldığından,
düşürülmesi gündeme gelmiştir.17
Halâskâran Hareketi’ne Etki Eden Sebepler
Arnavutluk İsyanı’yla Halâskâran Hareketi’ni birbirinden ayırarak analiz etmek zordur. Zira, olayların birbiriyle bağlantılı olarak iç içe girdiği bilinmektedir; hatta, Halâskâran Hareketi’ni isyanın bir sonucu olarak görmek de mümkündür.18
Bu hareketin ortaya çıkışı ve örgütlenmesinin en önemli sebebi, ordu içinde, Cemiyet’le bağlantıları olan subayların daha imtiyazlı bir hale gelmesidir. Dolayısıyla liyakatin yegane kıstas olarak alınmaması yerine, bu ilişkilerin etkisiyle, tayinlerin ve
terfilerin yapıldığı görülmüştür. Halâskârlara katılmış birisi olan Hasan Amca’ya göre, "İttihatçı subaylar, iktidarın nimetlerinden imtiyazlı insanlar gibi faydalanıyorlardı." Cemiyetle ilişkisi olan subaylar, ilişkisi olmayan subaylardan
daha fazla itibar görmekteydi. Bu subayların sorunlarına öncelik tanınmakta ve kendilerine uygun olduğunu düşündükleri görevlere gelmek için diğerlerinden daha şanslı durumda idiler. Bir orduda "imtiyazlı subaylar"ın ve zümrelerin varlığının,
askerler arasında kırgınlıklara ve tepkilere sebep olacağı şüphesizdir. Dolayısıyla önünün açık olmadığını görenlerin durumu hazmetmeleri zordu. İttihatçıların ordunun nüfuzunu rakiplerinin aleyhinde kullanması da haksız bir rekabet meydana
getirmekteydi ve "askerin politikadan ayrılması politikası"nın yapılması gerekiyordu. Böylece, İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisi’nin bu tutumuna karşı orduda bir muhalefet grubunun doğması kaçınılmaz hale gelmişti ve bu grup Halâskâran adı altında
"isyan etti."19
Diğer bir husus, yaşlı ve genç subayların görüşlerinde de farklılık mevcuttu. Yaşlı olanlar muhalefete daha yakın durmakta idiler. Bu durum emir ve komutada sıkıntılar meydana getirmekte idi. Tecrübeli olan paşaların ve subayların, daha dikkatli ve
geleneklere bağlı tutumları yanında, dinamik ve düzeni değiştirmeyi kafasına koymuş inkılâpçı genç subayların arasında bir uçurum meydana gelmekte idi.20
1912 seçimlerinde İttihatçıların orduyu siyasete alet ederek, bazı seçim bölgelerinde, kendi menfaatleri doğrultusunda seçimi maniple etmeleri, muhalefetin Meclis’te ağırlığını tamamen yitirmesine sebep olmuştu. Bu durum, seçilemeyen muhalif milletvekili
adaylarını Halâskâr Zabitân Grubu’na meylettirdi.21
Halâskâr Zabitân Gurubu’nun Örgütlenmesi ve Siyasî Gelişmeler
Halâskâr Zabitân Grubu 1912’nin Mayıs ve Haziran aylarında teşekkül etmeye başlamış ve faaliyetlerini Temmuz ayında su yüzüne çıkarmıştır. Erkân-ı Harp Binbaşısı Gelibolulu Kemal (Şenkıl) Bey, Erkân-ı Harp Kolağası Kastamonulu Hilmi Bey, Süvari
Kaymakamı Recep Bey ve Yüzbaşı Kudret Bey’den oluşan gruba Rosinyol Hüsnü, Teğmen Hasan Ali ve Tevfik Bey de dahildi. Rıza Nur, Mahir Said ve Kemal Mithat beyler, Bahriye subaylarından İbrahim Aşkî Bey de bu harekete katılmışlardı. Bunların dışında birçok
sivil ve asker kökenli şahısların da harekete iştirak ettiği bilinmektedir.
Halâskâr Zabitân’ın siyasette etkili olmasının en önemli sebebi, birbirinden habersiz bir şekilde hükümetin aleyhinde faaliyette bulunanların aynı çatı altında toplandıklarının zannedilmesiydi.22 Bu zannın oluşmasında önemli bir etken, aynı zaman
diliminde ortaya çıkan Arnavutluk İsyanı ve Halâskâr Zabitân Hareketi’ne, muhalefetin destek vermesiydi. Bu Grup, bir organik bağı olmasa da, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın bir uzantısı gibi görülmekteydi.23 Ancak, bu fırkanın Grup namına hareket etmediğini,
işin içinde bulunanlar belirtmektedirler.24
Binbaşı Kemal Bey (Şankıl), işin başında Sabahattin Bey’le görüşmüştür. Ayrıca, Rıza Nur, Kemal Mithat ve Mahir Said’le de görüşen Sabahattin Bey, onlara hareketin başarı şansı hakkında sorular sorarak kendine yol çizmeye çalışmıştır. Olumlu
cevap alınca, Grubun programı konusunda yardım etmiştir.25 Ayrıca, Prens’in yakınında yer alan Mütekait Yüzbaşı Hamdi Bey vasıtasıyla, Merkez Taburu’na bağlı subayları ve Sarıyer’deki üç piyade taburu elde edilmiştir. Buna bağlı olarak üç torpidonun
da harekete katılması temin edilmiştir. Bunun yanında, birçok sivil ve "müteferrik zabit" ve Askeri Tıbbîye talebesi silahlandırılmış, ayrıca Melami Şeyhi Terlikçi Salih Efendi’nin sayesinde bir takım subay ve sivil de harekete katılmıştır. Rıza
Nur’un ifadesine göre, bu faaliyetler için Sabahattin Bey beş bin lira harcamıştır.26
Bu süreç içerisinde, bir grup Arnavut subayın dağa çıkması (21-22 Haziran) ve Arnavutluk İsyanı’na destek vermesini müteakiben, Said Paşa Hükümeti, Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa’nın tavsiyesiyle "Mensubin-i askeriyenin siyaset ile men’i işgali zımnında
Askeri Ceza Kanunnamesine zeyl-i kanun lâyihasının irsal kılındığına dair Sadaret tezkiresi"ni Meclis’e sevk etmişti (29 Haziran 1912).27 Türkiye siyaseti açısından önemli bir dönüşümü sağlayabilecek olan bu kanun tasarısını milletvekilleri kabul
etmişti (1 Temmuz 1912).28
Ancak Mahmut Şevket Paşa, Arnavutluk isyanının genişlemesinde gevşeklik gösterdiği yönünde suçlanmış, bunun yanında, İttihatçıların değişik siyasî mülahazaları sebebiyle istifa etmek zorunda bırakılmıştır (9 Temmuz 1912).29 Neticede, bu kanunun
yayınlanması için gerekli formaliteler tamamlanmadan, meselede birinci derecede rol alan bir bakanın görevini bırakması iyi olmamıştır.30
Bunun akabinde, Harbiye Nezareti, İbrahim ve Mahmut Muhtar Paşalara teklif edilmişse de kabul görmemiştir. Talat Paşa son çare olarak Nazım Paşa’ya teklif götürmüş, ancak, o da bu teklifi kabul etmemiş ve Nezaret "ihtiyar ve gevşek" bir kişiliğe
sahip olan Bahriye Nazırı Hurşit Paşa’nın elinde kalmıştı. Bu durum da olayların gelişmesine katkıda bulunmuştur. Zira, orduda nüfuzlu bir halefini bırakmadan mevkiinden çekilen M. Şevket Paşa önemli bir boşluk meydana getirmiştir. Daha sonra Sadrazam
Said Paşa Meclis’ten güvenoyu istemiş ve güvenoyunu almasına rağmen (15 Temmuz) ertesi gün istifa etmek durumunda kalmıştır. 18 Temmuz 1912’de toplanan Şura-yı Askeri’ye Harita Komisyonu Reisi Zeki Paşa aracılığıyla, Halâskâr Zabitân Grubu nâmına bir
mektup verilmiştir.31 Bu arada, Bahriye Nazırı olan Hurşit Paşa, Harbiye Nazırlığı’nı vekaleten yürütmekte ve bu vesileyle de Şura’ya başkanlık etmekteydi. Toplantı sonunda Saray’a iletilen bu mektupta, Anayasa’ya uygun bir şekilde seçimlerin yapılması ve
Kâmil Paşa’nın öncülüğünde yeni bir kabinenin işbaşına getirilmesi, tehditkâr bir üslûpla istenmekteydi.32
Nazım Paşa, mektup olayında sergilediği tutumdan, bu işten daha önceden haberli olduğu anlaşılmaktadır. Celâl Bayar’a göre, cuntacılarla hareket etmesi ikbal peşinde olmasından kaynaklanıyordu ve cuntacılar da yüksek rütbeli birisinin başlarına geçmesinden
menfaat bekliyorlardı. Olayı meşruiyet açısından değerlendiren Alkan’ın ifadelerinde haklılık payı büyüktür: "Usule aykırı biçimde kendine iletilen ve yazanlarını mesuliyet altına sokan mektubu geri çevirmesi veya tahkikat açtırması gerekirken, müzakereye
koyması ve Merkez Taburu Kumandanı Rosinyol Hüsnü’yü çağırtarak görüş sorması, Nazım Paşa’nın gelişmelerden haberdar olduğunu ve işe karıştığını açıkça belirtmektedir. Halâskârandan yana tavır alan Rosinyol Hüsnü’nün olumlu görüş
belirtmesi üzerine Nazım ve Hurşid Paşalar, meseleyi Padişaha açma kararı verirler." Ancak, Hurşid Paşa’nın meseleden haberi olmadığı anlaşılmaktadır.33
Olayı haber alan Padişah orduya hitaben bir beyanname yayınlamıştır (19 Temmuz). Buna göre Kanun-ı Esasi ve Saltanat hukukuna aykırı olduğu ileri sürülen bazı isteklerin yanlış olduğu belirtilmektedir. Ayrıca, yakın tehlikenin yaşandığı şu günlerde
subayların siyasete karışmak yerine, kendi asli görevleriyle meşgul olmaları gerektiği belirtilmiştir. İstanbul dahilindeki bütün askeri birliklerde de okunması emredilen beyannamenin bir etkisi olmadığı anlaşılmaktadır.
İttihatçıların destek verdiği Said Paşa Hükümeti’nin beklenmeyen bir tarzda istifa etmesiyle yönetimde Cemiyet’in ağırlığı sona ermiş; bunun yanında, siyasî ve askerî desteğin de kaybedildiği anlaşılıyordu. Bundan sonra muhalefetin de sıcak bakabileceği
Ahmet Muhtar Paşa Sadrazamlık makamına getirilerek hükümet kurduruldu.34 Bu hükümet, 27 Temmuz 1912 günü programını okudu ve itimat reyi aldı. Bu gelişme, İttihat ve Terakki’nin hükümete karşı olduğu düşüncesini de bir noktada çürütmekteydi.35
Hasan Amca’nın ifadesine göre Grup, Kurmay Yarbay Gelibolulu Kemal’in başkanlığında toplanmıştı. Prens Sabahattin’in Kuruçeşme’deki korusunda vuku bulan ve sivillerden oluşan bir toplantıya kendisinin de katıldığını belirtmektedir. Ancak Grubun ihtilalci
mahiyeti anlaşılınca bazıları fikrinden caymak istemişlerse de sonuç alınıncaya kadar korudan ayrılmamaya zorlandılar. Akşama doğru kabine teşekkül etmiş ve İttihat ve Terakki iktidardan düşmüştü.36
İttihatçılar çok zayıf bir kuvvete boyun eğdiklerini anladıktan sonra, harekete geçmeye başladılar. İşin başında Halaskar Zabıtan Grubu’yla ilişkisi olduğu görülen Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın, daha sonraki safhada (nazır olduktan sonra) ilişkilerini
askıya aldığı anlaşılmaktadır. Harbiye Nazırı’nın bu tutumundan dolayı ve İttihatçıların tekrar iktidara gelmesi halinde Gruba mensup olanların zor durumda kalacağı korkusu hakim olmaya başlamıştı.37
Hasan Amca’nın görüştüğü arkadaşı Nafiz Bey de bu tür endişelerini dile getirerek, Nazım Paşa’nın İttihatçılarla olan beraberliğinin tehlikelerine işaret etmişti. Ayrıca, mevcut durumun meydana getireceği menfi sonuçlardan sakınmak için Talat’ın
ortadan kaldırılmasından başka çare olmadığı görüşü dile getirildi. Bunun için de Talat Paşa’ya suikast yapılması üzerinde duruldu. Prens Sabahattin’in, haberdar olduğu bu tasarıya karşı çıkmasıyla teşebbüsün önüne geçilmişti.38
Ancak durum ülke açısından hayli kritik noktaya gelmişti. Birbirini tasfiye etmek isteyen kapıkulu ocakları misali, her iki kanadın da siyasî ve askeri uzantıları tetikte beklemekteydi. Hasan Amca’nın şu ifadeleri meselenin vahametini göstermesi açısından
ilginçtir: "Biz artık öyle iktidar ve onu kontrol edici muhalefet zümresi olmaktan çıkmıştık. Biri diğerini vatan haini tanıyan iki hasım zümre olmuştuk. Ne iktidarın göz açacak hali, ne muhalefetin kontrol yapacak insaf ve itidali kalmıştı.
Birbirini boğazlamaya hazır iki düşman saf teşkil etmiştik."39
Faaliyetlerinin semeresini aldığını düşünen Halâskâr Zabitân Grubu siyasî değişikliklerden sonra da faaliyetlerini sürdürmeye devam etmiştir. Meclis toplandıktan sonra başkanlığa Halil Bey seçilmiştir. Tarafsız olduğu ve askerleri yola getirebileceği
düşünülen Ahmet Muhtar Paşa’nın Sadrazamlığı zamanında, Halaskar Zabitân’dan tehdit mektubu alan Halil Bey, Talat Bey’le istişare ederek meseleyi Meclis’e götürmüştür (25 Temmuz 1912).40 Vekillerin huzurunda okunan mektup infiale sebep olmuştur. Bunun üzerine
Harbiye Nazırı meseleye açıklık getirmek üzere Meclis’e davet edilmiştir. Nazır, vekilleri yatıştırmak için, meselenin fazla büyütülecek bir tarafı olmadığı üzerinde durmuş ve bu konunun takipçisi olacağını söylemiştir.41
Bu arada Halâskâr Zabitân Grubu 25 Temmuz 1912’de bir beyanname ve program yayınlamıştır. Grubun düşüncelerini ve isteklerini kapsamlı bir şekilde ortaya koyan bu metne göre:
1- Meşrutiyet yönetimi bu memleket için son bir adım olduğu halde, "Abdülhamid devrinde" olduğu gibi memleket buhran geçirmekte ve inkıraz tehlikesiyle karşı karşıya gelinmektedir.
2- Osmanlı ordusunun yardımıyla kazanılan Meşrutiyet rejimi sayesinde, Avrupa devletlerinin Osmanlıyı parçalama planları geçici olarak durdurulmuştu. Ancak meşrutiyet perdesi altında eski alışkanlıklar su yüzüne çıkmaya başladıktan sonra Avrupa bu geçici
tavrını değiştirmeye başlamıştır.42
3- Bu şartlar içinde olan vatanın kurtarılması yine en çok "zabitâna" düşmektedir.
4- Borçlanmalarla elde edilen ve orduya tahsis edilen paralar, orduyu dışa karşı güçlü kılmak maksadı taşımaktadır. Ancak ordu ne kadar güçlü olursa olsun; eğitimi, sanayii, ticareti, ziraati gelişmeyen bir milletin ordusu da gelişmez. Ordu, Meşrutiyet’i
zulmün kalkması, milletin refahının gelişmesi ve iktisadî kalkınmasını temin etmek için istemişti. Bunun için, hükümetin yönetimi Meşrutiyet’in esaslarına uygun olmalı; ayrıca, ordunun yönetiminde de adaletle işlerin yürütülmesi; kanunlara ve
nizamlara kesinlikle uyulması gereklidir. Bunlar, vatanı çöküşten kurtarmak için en önemli iki meseledir. Ancak, bir süre işlerin düzelmesi/düzeltilmesi beklendi. Fakat bu mümkün olmadığı için, vatanı düşünen subaylardan bir Grup meydana getirmek
mecburiyetinde kalınmıştır (Halâskâran Zabitân Grubu).
5- Hangi kesime mensup olursa olsun, ülkede yaşayan yurttaşların hepsi saygıdeğerdir. "Fırkaları teşkil edenler, efradı muhtereme-i millet, babalarımız, kardeşlerimizdir." Dolayısıyla, meşrutiyet idaresinde herkes davranışlarında ve fikirlerini açıklamakta
serbest kalsın. Ordu, meşrutiyet tehlikeye girmediği sürece herhangi bir müdahalede bulunmadan tarafsız kalsın ve aslî göreviyle ilgilensin.43
6- Çöküşün sebebi meşrutiyetin esaslarına riayat edilmemesinden, ordu içinde adaletle hükmedilmemesinden ve disiplin sorunlarından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu arızaların giderilmesi gerekmektedir. Bunun için;
a) İşbaşında olan kabinenin yerine Avrupa’nın güvenini kazanabilecek girişimci, namuslu ve muktedir şahıslardan meydana gelen bir kabinenin iktidara gelmesi.
b) Hükümetin işine sorumluluk taşımayan hiçbir gücün müdahale ettirilmemesi.
c) Kabine değişikliğinden sonra seçimlerin tarafsız bir şekilde yapılması.
7- "Ordunun esasını tahrip eden"44 problemlerin ortadan kaldırılması için;
a) Ordu mensuplarından hiç kimsenin siyasetle uğraşmaması, ordunun tamamen ve fiilen siyasetten çekilmesi, meşrutiyet fiilen tehlikeye düşmedikçe subayların fırkalara karşı tarafsız kalması ve bu tarafsızlığın halka ilanı.
b) Fırka "murahhaslıklarında veya mülkiye memuriyetlerinde" bulunanların askerlikle ilişkilerinin kesilmesi veya tamamen aslî görevlerine dönmeleri.
c) "Orduda kaide-i adil ve müsâvâta, ahkam-ı kavânin ve nizamâta, terbiye-i askeriye mukteziyatına tamamiyle riâyet edilmesi" icap etmektedir.
Bunun için;
ca) Sorumluluk korkusunun sadece alt rütbeliler için değil, üst rütbeliler için de geçerliliği sağlanmalıdır.
cb) Divan-ı harpler, kararlarını özgürce vermesi için buralara ehil insanların tayini ve kanunlara riayet edilmediği taktirde bunun sorumluları cezalandırılmalıdır.
cc) Askeri birimlerde görev yapan subayların tayinlerinde torpil yapılmamalıdır. Subaylar, gerekli bütün birimlerde görev yapmaları temin edilmeli, hava şartlarının ağır geçtiği ve medenî imkânların kısıtlı olduğu beldelerde uzun süre
bekletilmemelidir.
cd) Ordu içindeki terfilerde liyakatın esas alınarak uygulanması gerekmektedir.
Diğer taraftan, Grubun yönetimi ve kendi içindeki yapılanmasıyla ilgili olarak şu hususlara yer verilmektedir:
1- Grubun merkezi şimdilik gizli tutulacaktır. Bu harekete dahil olanlar düşüncelerinde kararlıdır. Bu düşünceler, ordunun ve vatanın layık olduğu mertebeye yükseltilmesi için gayret göstermek amacını taşımaktadır. Bundan dolayı, Gruba mensup olanlar,
ihtiras, gurur, kibir gibi kötü ahlakla sivrilmek isteyenlerin davranışlarını tasvip etmez. Gruba mensup olsun-olmasın bütün ordu mensupları saygıdeğerdir, kendileri hakkında ayrımcılık yapılmamalıdır.
2- Siyaset ve orduyla ilgili talepler bir layiha şeklinde yazılarak resmen takdim edilecek ve hemen icrası istenecektir. Bu talepler kabul edilmeyecek ve Gruba mensup olan fertlere karşı menfi bir tutum sergilenecek olursa, bu tutumu ortadan kaldırmak için mücadele
edilecektir. Ayrıca, "Grup metalibâtının kabul edildiği ve icraat-ı siyasiye ve askeriyeye girişildiğini fiilen görüp, kanaat hasıl ettikten sonra kendiliğinden mefsuh addolunacaktır."
3- Grubun fertlerine kura çekilerek görev verilecektir. Gelecekte Grubun mensuplarının ve yakınlarının başına gelecek bir sorunun çözülmesine diğerleri yardımcı olacaktır. Bunun için ayrıca bir yardımlaşma sandığı kurulacaktır.45
Beyannamenin yayınlanmasından sonra, İstanbul Mebusu Bedros Hallaçyan Efendi ve arkadaşları, Halâskâr Zabıtan Grubu adına yayınlanan beyanname ve nizamnameler hususunu Meclis’in gündemine getirmiş ve Harbiye Nezareti’nden açıklama istemiştir.46
Arnavutluk İsyanı ve Halâskâran Hareketi’nin Sonuçları
Arnavutluk İsyanı’nın ve Manastır’da bir grup subayın öncülüğünde dağa çıkan askerlerin meydana getirdiği hadiselerin hükümet üzerinde etkili olması, iktidarda siyasî zaafa yol açmıştı. Böylece, İttihat ve Terakki’nin 31 Mart olaylarından sonra ilk
defa nüfuzu kırılıyordu.
Halâskâr Zabitân Grubu’nun faaliyetlerinden sonra, İttihatçıların desteklediği Sait Paşa Hükümeti görevinden çekilmek zorunda kalmıştır. İttihatçıların sayısal üstünlüğe rağmen hükümetten çekilmeleri, dengelerin oturmadığını göstermektedir.47
Belki de, bir "cuntanın" hükümete karşı düzenlediği darbenin ve bunun meydana getirdiği otorite boşluğunun neticesinde çoğunluğun kendisini muktedir görememesi açısından ilk örneklerden biri yaşanmıştır.48 Küçük bir subay grubuna dayanarak
ve bir bölgede isyan çıkarılarak hükümetin dağıtılabilmesi, bir noktada rejimin yerleşmediğini gösteriyordu. Talat Paşa’ya göre bu krizin en önemli sebebi, Halâskâr Zabitân Hareketi’nin ordu disiplini üzerinde meydana getirdiği olumsuzluklar ve Arnavutların
yeniden silaha sarılmaları neticesinde asayişin bozulmasıydı. Zira, asayişi temin etmek üzere gönderilen kuvvetlere mensup bazı subaylar, birlikleriyle isyancılara katılmışlardı. Bu şekilde gelişen siyasî olayların ordu içinde tahrip edici özelliği olduğu
açıktır.49
Hürriyet ve İtilaf yanlısı matbuatta, olayların iktidarın aleyhinde gelişmesinden dolayı memnuniyet sezilmektedir. Lütfi Fikri, Halâskâran’ın, ordunun siyasete bulaşması tarzında bir sonuca sebebiyet vermeyeceği fikrindeydi. Ancak, bu hareketin en tabii
sonucu, ordu içinde bölünmenin ve siyasî taraftarlığın daha da derinleşmesine yol açmasıdır. Ordu içinde tayinlere ve terfilere kadar bu yanlılığın etki etmesi, orduyu zaafa uğratmıştır. Bu anlayış içinde yoğrulan tarafların birbirlerini tasfiye
etmeye çalışmaları, kötü bir geleneğin devamı anlamına gelmektedir.50
Diğer taraftan, Arnavutluk İsyanı esnasında askerin siyasetle ilgisinin kesilmesi için Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa tarafından hazırlanan tasarı Meclis’e sevk edilmiş (29 Haziran 1912)51 ve 1 Temmuz 1912’de görüşmelere geçilmişti. İlgili bakan tarafından
kanunun gerekçeleri vekillerin huzurunda dile getirilmişti. Bu konuda askeri cezaların, meydana gelen olaylarda ihtiyaçları karşılayamayacağı gerekçesiyle iki madde eklenerek mevcut durum giderilebilecekti. Bu maddeler şu şekilde ortaya kondu:
1- Siyasetle uğraşan askerî personel, işledikleri suça ve durumlarına göre bir cezaya çarptırılacaktır.
2- Siyasî partilere giren askeri personel, askerlikten ilişkisi kesilerek iki aydan altı aya kadar hapsedilecektir.52
Bu tasarı, basında ve siyasî arenada, olumlu-olumsuz birçok değerlendirmeye tabi tutulmuştur.
Tasarı bazı değişikliklere uğrayarak yeniden Meclis’e sevk edilmiş, ancak Said ve Mahmut Şevket Paşalar görevlerinden çekilmişlerdi. Ahmet Muhtar Paşa Kabinesi ise tasarı için mehil istemiş, ancak bu sırada Meclis feshedilmişti (4 Ağustos 1912). Bundan
sonra, irade ve geçici kanunlarla askerlerin ve memurların siyasetle uğraşmaları yasaklanmıştı.53
Arnavutluk İsyanı ve Halâskâran Hareketi’nin en önemli sonucu sayılabilecek hadiselerden biri de, Harbiye Nazırlığı gibi önemli bir mevkide olan kudretli bir paşanın istifası olmuştur. Mahmut Şevket Paşa, İttihatçılara yakınlığıyla bilinen etkili bir
kumandandı ve onların hükümetinde görevini sürdürmekteydi. Paşa, Arnavutluk İsyanında yeterli tedbirler alamadığı gerekçesiyle ve bütçe görüşmelerinde bazı ihtilaflar yüzünden istifa etmek zorunda kaldı. Ancak, Paşa’yı evinde ziyaret eden İttihatçıların,
başka gerekçeler göstererek kendisini ikna ettiği bilinmektedir (19 Temmuz 1912).54
Sonuç
II. Meşrutiyet’in ilânından sonra, askerlerin hükümetler karşısında takındığı tavrın, Türk siyasetinde en önemli ve belirleyici unsurların başında geldiği bilinmektedir. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik çağından sonra asker-siyaset ilişkisi
konusunda hayli sıkıntılar olduğu görülse de, Meşrutiyet’in ilânından sonra ordu-siyaset ilişkisi bir noktadan sonra farklılık arz etmektedir. Bunun en önemli sebebi ve gerekçesi; Türkiye’nin güvenlik sorunudur. Zira, yüzyılın başından itibaren Osmanlı
Devleti gücünü büyük oranda kaybettiğinden, bu sorun en yoğun dönemini yaşaya gelmiştir. İç politikadaki çalkantılar ve savrulmalar, ülkenin güvenliği konusunda birinci derecede sorumluluk sahibi olan ve bu şekilde yetiştirilen bir zümrenin telaşını
artırması tabiîdir. Birçok meseleyle beraber meydana gelen güvensizlik, kısa zamanda, ordu içinde çeşitli yapılanmaları gündeme getirmiştir. Halâskâr Zabitân’ın beyannamesinde dile getirildiği gibi, benzer gerekçeler sürekli gündeme gelmiştir. Ancak, ülkenin
hayati sorunlarının ve siyasî yapısından kaynaklanan belirsizliklerin, demokratik bir rejimle daha sağlıklı çözülebileceğine bütün kesimlerin ve kurumların güvenmesi gerekmektedir. Zira, gerekçesi ne kadar ulvî olursa olsun antidemokratik ve hukuk dışı
yollarla sorunları çözme girişimi, Meşrutiyet döneminde olduğu gibi, daha büyük sorunları doğurmuştur.
Dipnotlar
1. Arnavutluk İsyanı ile Halâskâr Zabitân Hareketi’nin aynı döneme rastlaması ve her iki hareketin sonucunda meydana gelen olayların iç içe girmesi, bazı şahısların her iki olayda da dahli bulunması, ayrıca, maksatta birlikteliğin görülmesi sebebiyle bu
başlık uygun bulundu. Diğer taraftan, Celal Bayar Halâskâran hakkında "cuntacılar" tabirini kullanıyor (Celâl Bayar, Ben de Yazdım, Milli Mücadeleye Giriş, c. II, İstanbul: Sabah Kitapçılık, 1997, s. 136). Üç devri görmüş ve bir çok olaya şahit
olmuş bir siyasetçinin kullandığı bu tabirin isabetli olduğu açıktır. Zira, bir kısım subayların belli amaçlar doğrultusunda iktidarı değiştirmek üzere, ordunun içinde, meşru olmayan bir tarzda örgütlenmeleri söz konusudur.
2. Askerî darbenin ardından, iktidarda bulunanlar tarafından sipariş edilen Anayasa, tartışılmadan ve herhangi bir muhalefete meydan verilmeden halk oyuna sunulmuş ve % 90’ların üzerinde bir tasdikle yürürlüğe girmiştir. Yeni Anayasa’nın bu kadar yüksek bir
oranda tasdike mazhar olmasının sebebi, anarşi ve terör konusunun iyi işlenmesiydi. Menfi oy kullanmak teröristlerle aynı kefede olmak anlamı (!) taşımaktaydı. Böylece, tek yanlı olarak yapılan propaganda tesirini göstermiş ve hazırlanan metin ezici çoğunluk
tarafından onaylanmıştır. Ancak bu "hizmeti" yerine getiren halkın, partileri seçime sokulmamış, liderleri uzun bir süre siyasî yasağa tabi tutulmuştur. Bunların yerine yapay siyasî oluşumlar ikame edilmiştir. Demokrasi açısından vahim olan
hususun, halkın bu oyunu bozacak bir refleks gösterememiş olmasıdır veya bunu gösterecek bir donanıma sahip olamamasıdır. Daha önceden destek verdikleri siyasî oluşumlara ve liderlere yeterince güven duymamaları, bunun önemli bir sebebi olarak da görülebilir.
3. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Nazmi Eroğlu, "31 Mart Vak’ası’nın Oluşumunda İttihatçıların Etkisi ve Bazı Yanılgılar", Köprü Dergisi, Bahar/2002, s. 92-108.
4. Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz İttihat ve Terakki, İstanbul: Tan Matbaası, 1948, s. 261-262.
5. Kuran, 269-270, 271-272; Ahmet Turan Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, İstanbul: da Yayınları, 2001, s. 153-154.
6. Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, c. I, İstanbul: Nehir Yayınları, 1992, s. 115.
7. Bu oluşumun meydana gelmesindeki en önemli sebepleri Kuran şu şekilde belirtmiştir: "Abdülhamit istibdadını" aratacak bir istibdadın İttihatçılar eliyle yürütülmesi, Meclis’in feshedilmesi ve yeni seçimlerde yapılan yolsuzluklar… (Kuran, 273).
8. Rıza Nur, Hürriyet ve Îtilâf Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl Öldü, İstanbul: Kitabevi, 1996, s. 63; Hayat ve Hatıratım, c. I, İstanbul: İşaret/Ferşat Yayınları, 1991, s. 367, 370; Bayar, 112.
9. Alkan, 155.
10. Nur, Hürriyet…, 63-64; Bayar, 112; Kuran, 173; Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, c. II, kısım: I, TTK. 1991, s. 257.
11. Kuran, 273-174; Bayar, 112; Halil Menteşe, Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986, s. 146; Alkan, 155-156.
12. Ahmet İzzet, 116.
13. Kuran, 274; Nur, Hürriyet…, 64.
14. Kuran, 274; Nur, Hürriyet…, 64-65; Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İstanbul: Dergah Yayınları, 1990, s. 171.
15. Bayar, 112-113; Alkan, 157.
16. Bayar, 113-115; Alkan, 158.
17. Alkan, 159.
18. Alkan, 161.
19. Hasan Amca, Doğmayan Hürriyet, Bir Devrin İçyüzü 1908-1918, İstanbul: ARBA Yayınları, 1989. 104, 113; Birinci, 166-167; Alkan, 162.
20. Alkan, 163.
21. Alkan, 163-164
22. Kuran, 173; Bayar, 131; Amca, 104; Alkan, 165.
23. Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki, 1908-1919, Çeviren: Nuran Ülken, İstanbul: Sander Yayınları, 1971, s. 166; Alkan, 173.
24. Alkan, 175.
25. Nur, Hürriyet…, 63-64.
26. Nur, Hürriyet…, 64-65; Hatıratım, 365; Bayur, 258; Bayar, 132.
27. Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), c. I, Devre: 2, İnikad: 22, 29 Haziran 1328, s. 537-538; Ahmad; 161; Alkan, 166.
28. Bayar, 123.
29. Menteşe,147-148.
30. Nazım Paşa’nın Harbiye Nazırlığı zamanında kabul edilen bu kanun, muhalif milletvekillerinin süre taleplerine göre üç aydan fazla geciktirildikten sonra "Mensubin-i askeriyenin siyasetle men-i iştigaline dair Askeri Ceza Kanunu’na müzeyyil kanun-ı
muvakkat" adı altında neşredildi (Bayar, 123-124; Düstur, Tertip II, c. IV, 25 Eylül 1328 / 8 Ekim 1912, s. 650-651)
31. Menteşe,147-148; Alkan, 166.
32. Bayar, 133; Ahmad, 162-163; Alkan, 167.
33. Bayar, 133-134; Alkan, 167.
34. Menteşe, 149; Alkan, 168-169.
35. Şehit Sadrazam Talat Paşa’nın Hatıraları, c. II, Hazırlayan: Cemal Kutay, İstanbul: Kültür Matbaası, 1983, s.736.
36. Amca, 104-105.
37. Amca, 105-106; Nur, 367.
38. Amca, 108.
39. Amca, 109.
40. Halil Bey’in evine bırakılan bu mektupta, kendisinin ülke için hayırlı bir iş yapmadığı, bunun yanında padişahı da entrikalarına alet etmeye çalıştığından haberli olduklarından bahisle, bu durumdan vaz geçmesi ve Meclis’in feshi konusunda bir engel
teşkil etmemesi, aksi halde bunun bedelini kendisine ödetecekleri belirtilmiştir. Hatta, Meclis’ten küçültücü ifadelerle bahsedilmiş, "Fındıklı Kulüp ve Tiyatrosu" şeklinde tarif edilmiştir. Meclis’te okunan bu tehdit mektubu ve hususan bu küçültücü
ifadeler Mebusların üzerinde oldukça menfi bir tesir meydana getirmiş ve söz alıp konuşan üyeler bu durumu protesto etmişlerdir. Ayrıca Harbiye Nazırı’nı açıklama yapmak üzere Meclis’e davet etmişlerdir. Konuşma yapanlar veya söze karışan mebuslar şunlardır:
Seyyit Bey (İzmir), Şahin Bey (Camlık), Ohannes Vartkes Efendi (Erzurum), Mehmet Talat Bey (Ankara), Yusuf Ziya Bey (Lazistan), Hasan Fehmi Efendi (Sinop), Bedroson Hallaçyan Efendi (İstanbul), Harbiye Nazırı Nazım Paşa…vs. (MMZC, c. I, İnikad: 40, 12 Temmuz
1328, s. 444-449).
41. Menteşe, 161; Ahmad, 163-164; MMZC., c. I, İnikad: 40, 12 Temmuz 1328, s. 444-449.
42. Önemli siyasî sıkıntıların çözülmesi için reformlar, rejim değişiklikleri vs. gibi tedbirlere Avrupa’nın gerçek anlamda sempatiyle baktığı düşüncesi Türk elitleri tarafından geleneksel bir inanç haline gelmiştir. Halbuki, Batılı devletlerin
kendi menfaatlerinden başka bir ölçüsünün olmadığı bilinmektedir. Örneğin, menfaatlerine uymayan demokratik bir yönetimi devirmek için kurulan askeri cuntalara destek sağlayabildikleri yaygın olarak bilinmektedir. Bunun yanında yine menfaatleri gereği,
despot rejimlerle iyi ilişkiler kurabilmektedirler.
43. "Rejimin tehlikeye girmesi" halinde ordunun siyasete müdahale etme düşüncesi önemini sürekli korumuştur. Esasında bu meşrutî/demokratik bir rejim için geçerli olmayan bir gerekçedir; zira, bu rejimlerde meselenin çözümü orduda aranmaz. Bunun için
başka mekanizmalar vardır.
44. Bu konudaki düşüncelerin bir nevi özeti, metinde şu şekilde ifade edilmektedir: "Demek istiyoruz ki, siyasiyat kapısından kat’i surette ayrılırken memlekette kendi yüzünden hasıl olduğu zannolunan gayri tabiilik ve fenalığa kat’iyen hatime çekmelidir."
45. Beyanname için bakınız: Kuran, 274-278; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, İkinci Meşrutiyet Dönemi, c. I, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları, 1984, 337-344.
46. MMZC, c. I, inikad: 46, 21 Temmuz 1328, s. 616-617.
47. Alkan, 177
48. Talat Paşa’nın bu olay hakkındaki ifadeleri, darbelere maruz kalanların psikolojisini göstermesi bakımından açıklayıcı niteliktedir: "Sağ kalan bir çocuğu iddia-yı sahabet eden iki valideye karşı Hazret-i Süleyman’ın verdiği hüküm gibi, vatanı
iki parça etmektense, muarızlara bırakmayı daha hamiyetkârane gördüm. İnşaallah hüsn-ü idare ederler" (Süleyman Nazif’ten nakleden Alkan, 177). Sultan Abdülhamit’ten beri, genellikle muhafazakâr partilerin iktidarda olduğu zamanlarda yapılan bütün
darbe ve siyasî müdahalelerde, karşı karşıya gelinen bir durumdur bu… Paşa’nın ifadeleri, iktidardan birinci derecede sorumlu ve darbeye muhatap olan şahısların psikolojisini de göstermektedir… Burada esas endişe, ifade edildiği gibi, vatanın bütünlüğü
olduğu tahmin edilebilir. Darbelerin meydana getirdiği ortam, yani siyasî bölünmüşlük (daha doğrusu halkın bölünmüşlüğü), uzun bir süre etkisini göstermektedir. Köklü bir milletin girdiği en ağır savaşların ve maruz kaldığı yenilgilerin yaralarını
belli bir zaman içinde sarması mümkündür. Ancak, içerde birbirine yabancılaşmaktan dolayı meydana gelen bölünmüşlüğün ve askeri darbelerin yaralarını sarması hayli zordur. Yeniden güveni tesis edebilmek hayli zaman alacağından, çoğu zaman, sorumluluk
sahibi olan yetişmiş devlet adamları bu tür olayları asgarî bir zararla atlatmanın çarelerini ararlar. 31 Mart Vak’ası’nı değerlendiren birçok yazar, olayların iktidarını ortadan kaldıracağını görmesine rağmen Abdülhamit’in, "kardeş kanı dökülmesin,
birlik bütünlük bozulmasın" gerekçesiyle menfi bir tavır takınmadığını belirtmektedir. Bu anlayış, en çok askerî darbeye muhatap olan bir siyasetçiye atfedilen "şapkayı aldı ve gitti" sözleriyle simgelenmiştir. İktidardaki muhafazakâr ve sağ eğilimli siyasetçilerin, askerî muhtıra
ve darbelere karşı "korkaklığına" delil olarak gösterilen bu tutumları, esasında daha derinde bir anlam taşımaktadır.
49. Şehit Sadrazam…, 736.
50. Alkan, 178.
51. Daha önce ciddi bir şekilde gündeme gelmeyen bu konunun İttihatçılar tarafından gündeme getirilmesi dikkat çekici bir durumdur. Sırtını askeri zümreye dayayarak siyaset yapan İttihat ve Terakki, bu haksız rekabeti bir türlü göz ardı edememişti. Ancak,
aynı tarzda gelişen karşıt bir hareketin partilerini dağıtabileceğini görmeleri, kendilerini olması gereken noktaya getirmiştir.
52. Ayrıntılı bilgi için bakınız: MMZC., c. I, inikad: 22, 16 Haziran 1328, s.537-539; inikad: 23, 18 Haziran 1328, s. 543-577; Alkan, 179-180.
53. Bayar, 117, 118, 123-124.
54. Bayar, 124-125.