Demokrasinin Temelleri

Çağdaş anlayışta, demokrasi, sadece bir yönetim biçiminin adı değildir. Bir yaşama biçiminin, sosyal hayatı algılama biçiminin ve bir kültürün adıdır. Bunlar sırasıyla, özgürlükçü demokrasi, demokratik hoşgörü ve demokrasi kültürü olarak
isimlendirilebilir.

Demokratik kültürün temelinde fikirlere ve davranışlara karşı hoşgörü ve insan haklarına saygı vardır. Çağdaş insan hakları doktrini, insanlığın ortak değerlerinden biridir. Bu nedenle, bu yönüyle demokrasi, insanlığın rahatlıkla kabul edebileceği
bir yönetim biçimidir.

Demokratik devlet, kişilere nasıl düşüneceklerini ve nasıl yaşayacaklarını empoze etmez. Fikirleri ve inançları hoş görür, fikir açıklamalarını ve ibadetleri engellemez, kişisel tercihlere dayalı farklı yaşama biçimlerine müdahale etmez.

Herhangi bir ideolojiyi devlet zoruyla benimsetmek isteyen veya bir dinin gereklerini zorla yaptırmak isteyen ya da bir yaşama tarzını uygulatmak isteyen kişiler ve gruplar, ısrarla devleti ele geçirmeyi hedeflemişler, elde ettikleri devlet gücünü kullanarak bu
dayatmayı yapmışlardır. Buna engel oluşturacağı için, baskıcı zihniyetler demokrasiye karşı çıkmışlardır.

İnanç-İbadet Özgürlüğü ve Demokrasi

Kişiler üzerinde baskı uygulayarak onları bir dinin gereklerine uymaya zorlamak, din kavramının özüne yabancıdır. Zira her din özünde bir nasihattir ve teklifi içerir. Kişilerin birbirlerine din dayatma hakkı olmadığı gibi, devletin de kişileri bir dine
girmeye ve bu dinin gereklerini yerine getirmeye zorlama hakkı yoktur. Bu nedenle bir devletin, bizzat din ya da dinsizlik dayatmaması ne kadar önemli ise, güçlülerin zayıflara din dayatmasının önüne geçmeyi sağlayacak tedbirler alması da o derece önemlidir.

Diğer ifadeyle demokratik devlet, bireylerin sevap ve günah arasındaki tercihine müdahale etmez. İnanışlar arasında ayrım yapmaz, bir inancı diğerlerinden ayırarak, tercih etme ya da yasaklama yoluna gitmez.

Demokrasi ve Özgürlüklerin Sınırlandırılması

Ancak demokrasi, kamu düzeni kavramına özel bir önem verir. Bir davranış kamu düzenini bozacak nitelikte ise, bu davranışı yasaklar ve hatta cezalandırır. Bu anlayışta temel ölçü, birinin haklarının başladığı yerde başkasının haklarının biteceği
kuralıdır.

Demokratik devletin en önemli handikaplarından biri, sosyal grupları birbirine karşı -özellikle de azınlığı çoğunluğa karşı- koruma endişesidir. Bir grubun davranışları diğerlerine zarar veriyorsa, kamu düzenini bozan bu davranışların yasaklanmasının
gerektiği tabiidir. Bu davranışlar, maddi bir zarar vermemekle birlikte, kültürel ya da psikolojik etkileri nedeniyle bir grubu rahatsız ediyorsa, yasaklanmalı mıdır?

Bu soru; rahatsız olan grubun, haklarını korumak ve dolayısıyla kamu düzenini sağlamak gerekçesiyle devletten hangi ölçüye göre yasaklar koymasını isteyebileceği ile ilgilidir. Diğer ifadeyle hangi davranışların kamu düzenini ihlal eden bir davranış sayılacağı,
neticede bireysel tercihlerin kamusal alana yansıması ile ilgili bir sorundur.

Demokraside Kamu Düzeni ve Kamusal Alan Kavramı

Kamu düzeninin ve adaletin sağlanması, devletin öncelikli görevidir. Kamu hizmeti ise sosyal devlet niteliğinin de sonucu olarak daha sonra gelen bir görevdir. Günümüzde kamu düzenini ihlal eden davranışlar suç olarak tanımlanmakta ve cezalandırılmaktadır.
Kamu düzeninin korunması zorunluluğu, kamusal alan kavramının tanımlanması zorunluluğunu da beraberinde getirmektedir.

Kamusal alan, zannedildiğinin aksine, devletin doğrudan etkili olduğu alan demek değildir. Zira zaten, gerçekte devletin doğrudan ya da dolaylı etkisinin olmadığı hiçbir alan yoktur. Örneğin, devlet suçu önlemeye çalışır, nerede işlendiği ile ilgilenmez,
hatta yatak odasında işlenmiş olsa dahi. Demokratik devletin, halkından ayrı bir aristokrat zümresi ya da elitist varlığı olmadığına göre, halkın ayrı, devletin ayrı alanından bahsedilemez. Suç işlenebilecek olan her alan, diğer ifadeyle kamu düzeninin
ihlal edilebileceği her alan kamusal alandır.

O halde kamusal alan, başkalarının haklarının söz konusu olduğu her alandır. Ancak bu alanın bir kısmı aynı zamanda kamuya açık alandır. Kamuya (halka) açık olan alanda kişiler birbirleriyle tesadüfi ilişkiler içindedirler. Kamuya açık olmayan kamusal
alan ise, kişisel ya da ailevi mahremiyetin hüküm sürdüğü yaşam alanıdır.

Kamusal Alanda Dinî Telkin Oluşturan Eylemler

Demokratik devletin kamusal alanla ilgili açmazı, çoğunluğun, kamuya açık kamusal alanı kullanarak, dolaylı biçimde azınlığa da yönelik olan dinî bir telkinde bulunduğu ve bu telkinin azınlığı rahatsız ettiği hallerde, telkin oluşturan görünüşlerin
ve davranışların, kamu düzenini bozduğu gerekçesiyle yasaklanabilip, yasaklanamayacağı noktasında toplanmaktadır.

Şüphesiz bu tartışmanın azınlıklar lehine sonuçlanması, devletin demokratikleşmesini engellemek isteyen ve kendisi dinden uzak olduğu için azınlık durumunda olan yöneticilerin, azınlıkların haklarını da korumak adına, inanç ve ibadet özgürlüğüne müdahale
etmesine sebep olmaktadır.

Devletin bu alanda korumaya çalıştığı özgürlük, dini ya da dinsizliği tercih etme özgürlüğüdür. Ancak pek açıktır ki, bu özgürlüğü korumak adına, sınırlandırılan ve dolayısıyla ihlal edilen özgürlük de yine, çoğunluğun kendi dinini yaşama
özgürlüğüdür. Dolayısıyla sorunun, demokrasinin laiklikle bağlantısı konusu ile de ilgisi vardır.

İslam toplumlarında ve ülkemizde, çoğunluğun dinî ritüelleri (ezan gibi) ve bu ritüellerin (minare gibi) mekanları, yukarıda tanımladığımız anlamda kamuya açık kamusal alan kapsamındaki faaliyetler ya da yerler niteliğindedir. Ayrıca İslamî kıyafet ve
tüketim alışkanlıkları da yine kamuya açık kamusal alanda tezahür etmesi zorunlu olan durumlardır. Aslında bu durum, Hıristiyan toplumlar başta olmak üzere, diğer toplumlarda da az ya da çok, kendisini göstermektedir.

İslamî literatürde, kamusal alanda etkili olan, toplumun genel yapısına damgasını vuran bu türden dinî işaretlere "şeair" denilmektedir. Şeairin dini davranışlar (sünnetler) içinde, diğer dinî tavır ya da davranışlara nazaran daha özel bir
yeri ve önemi vardır. Zira bu işaretler, telkin edici rolü nedeniyle, toplumun dindarlaşmasında özel bir öneme sahiptir.

İşte son yıllarda, kamusal alan kavramını da kapsayan biçimde yürütülen, demokrasi-laiklik ilişkisi ya da devlet-toplum ilişkisi tartışmaları, yukarıdaki sorunun cevabı ile ilgilidir.

Şeairin Telkin Edici Etkisi ve Kamu Düzeni

Özetleyecek olursak, devlet, özellikle azınlıkta oldukları gerekçesiyle, bir kısım insanlarının, dinî telkinlerden etkilenmesini önlemek adına, diğer bir kısım insanlarının dinî tercihlerini yaşamalarına engel olabilir mi?

Aşağıda, demokratikleşmenin, dinî hayatımız ve dinî hayata katkı yapan şeair üzerindeki mevcut ve muhtemel etkileri incelenerek, demokratik devlet yapısından yana bir tavır almanın sonuçları değerlendirilecektir.

Demokrasinin İnsan Haklarına Karşı Tutumu

Demokratik devlet modeli, insanlığın gelişim sürecinin gelecekteki aşamalarında, insanlığın ortak değerleri olarak kabul edilen insan haklarına saygıyı benimsemiş olması nedeniyle, -olması gereken- evrensel devlet modeli olarak kabul edilmektedir.

Ülkemizin demokratikleşmesine katkı yapan asıl iç etken, halkın temel dinî değerleri ile demokrasinin zıtlaşmadığı konusunda gün geçtikçe yaygınlaşan kanaatlerdir. Bu kanaatlerin, imparatorluk kurmuş bir devlet geleneğinden gelmiş bir topluma ait olması
ve siyasal İslamcılık akımını gün geçtikçe zayıflatarak gelmesi, özellikle önemli ve değerlidir.

Demokratikleşmenin asıl dış etkeni ise, ülkemizin içinde bulunduğu coğrafyada kurulmuş olan -ve kendisinin de dahil olduğu ya da olmak istediği- NATO ve AB gibi Batı kaynaklı bazı devletlerarası organizasyonlarla ilişkileridir. Bu organizasyonlar, anayasal
sistemde, devlet yönetiminde ve dolayısıyla çeşitli toplumsal alanlarda yapısal değişimler gerçekleştirilmesi için doğrudan ya da dolaylı baskı yapmaktadırlar.

Demokratikleşmenin getirdiği, olumlu nitelik taşıyan önemli yapısal değişikliklerden biri, çağdaş insan hakları doktrininin temel prensiplerini kabul ettirmesidir. Diğer ifadeyle demokrasi yerleştikçe devlet, insanları kendi tercihlerinde özgür bırakmaktadır.

Din Seçme Özgürlüğü ve Sonuçları

Demokratik devlet din dayatmadığı gibi dinsizlik de dayatmamaktadır. Bu durumun sonucu olarak, hiç değilse "kılıç zoruyla Müslüman, aslında münafık" olanların sayısında bir azalma görülecektir denilebilir.

Ancak öte yandan, demokratikleşme nedeniyle Türk toplumu, Avrupa ve Amerika’nın sınırsız hürriyet anlayışına özenmekte ve bu anlayışı toplum hayatında da gittikçe daha fazla uygulamaktadır. Devlet laikleşerek din dayatmaktan vazgeçtiği gibi, toplum da
sekülerleşerek, bireylere dinî telkin yapma gücünden mahrum hale gelmektedir. Böylece demokratikleşme, toplumun kültürü ve ahlaki standartları üzerinde olumsuz bir değişiklik yapmaktadır.

Bu değişikliğin dinî hayat üzerinde olumsuz ve dolaylı bir sonucu vardır: Özellikle taklide dayalı iman sahiplerinin imanı zayıflamakta ve bu kişiler ibadetlerini terk etmektedir. (Belirtelim ki, bu olumsuz etki sadece, toplumsal iç dinamiklerin, devletin sağladığı
demokratik hak ve özgürlükler ortamında, serbestçe karşı harekete geçirilmesi ile -ve üstelik de ancak kısmen- engellenebilir. Devletin kültürü ve dinî hayatı koruması sun’i bir yöntemdir ve kanaatimizce faydalı da değildir.)

Olumsuz etkinin sebebini inceleyecek olursak; çağdaş insan hakları doktrini, diğer alanlarda olduğu gibi, din tercihi konusunda da bireyselleşmeyi ve özgürleşmeyi bir zorunluluk olarak kabul etmektedir. Bu özgürlüğe engel olan kamusal ya da toplumsal -ve hatta
aile içi- telkinleri dahi dayatma olarak kabul etmekte ve bu nedenle kaldırmaya çalışmaktadır.

Din Seçme Özgürlüğü ve Şeair

İslam toplumlarında, kamusal alanda kendisini gösteren ve şeair olarak isimlendirilen bir kısım dini motifler, bir toplumun çoğunluğunun hangi dine mensup olduğunu göstermeye yardımcı olur ve o dine mensup fertler -ve dolayısıyla devlet- üzerinde yönlendirici
(telkin edici) etki yapar. Örneğin, bireylerin henüz küçükken, farkında olmadan bir dini seçmiş olmaları sonucunu doğurur. Ayrıca dindarların moralini yükselterek, dinî hayatın daha iyi ve yoğun yaşanmasına katkıda bulunur.

Demokratikleşme, toplumu dinsizleştirme olmadığına göre, demokratikleşmenin sonucu olan bireyselleşme ve özgürleşme akımı, şeairin toplum hayatından sökülüp atılmasını gerektirmemekte, tam tersine yine özgürlük gerekçesiyle bunların korunmasını
kabul etmektedir.

Bununla birlikte demokratikleşmenin, şeairin bireyler üzerindeki etkisini azaltmakta olduğu düşünülebilir. Örneğin şeairin önemlilerinden olan oruç ibadeti ile ilgili olarak yaşanan değişim şudur; önceleri oruç tutmayanların kendilerini gizleme ihtiyacını
hissetmelerine karşılık, toplumun küreselleşme ile birlikte geçirdiği değişim sonucu, günümüzde artık açıktan yemek yiyen ya da sigara içen insanlara da sıklıkla rastlanmaktadır.

Yaklaşık iki yüz yıldan bu yana yüzü Batıya dönük duran ve küreselleşmenin olumlu ve olumsuz bütün etkilerine açık bir İslam toplumu olan Türk toplumunun da, şeairin zayıflaması şeklinde özetlenebilecek bu olumsuz sonuçtan tamamen kurtulabilmesi mümkün
görülmemektedir.

Belirtelim ki, dinî alandaki özgürlüklerin, toplumsal yapı üzerinde olumlu bir sonucu da vardır: Dini tercihlerde netleşme yaşanmakta, toplum baskısıyla Müslüman "görünen" ancak aslında Müslüman olmayı reddeden kişilerin münafıkane davranma
mecburiyetleri böylece ortadan kalkmış olmaktadır. Kendisi inanmasa ya da ibadet etmese dahi inanana ve ibadet edene saygı göstermek isteyen kişiler, bu saygıyı göstermekte, ancak toplum, saygı göstermek istemeyeni saygı göstermeye zorlayamamakta ve böylece, görünen
saygı, samimi ve gerçek saygı haline gelmektedir.

Şeairin Telkininin, Devletin Din Dayatmasından Farkı

Ancak bu aşamada, devletin konumu ile toplumun konumu arasındaki farkı anlamayan ya da anlamak istemeyen bazı etkili kişiler, bir yanıltmaca yapmaktadır: Dinî yaşayış biçiminin, çevredeki insanlara ve genel olarak kamusal alanın tümüne etki ederek, bu
insanlara bir dine uygun yaşama mecburiyeti yüklediğini ve bunun da din seçme özgürlüğünü engellediğini savunmaktadırlar.

Diğer ifadeyle demokrasilerde devletin din dayatamayacağı gerçeği, toplumun dinî telkinde bulunamayacağı biçiminde anlaşılmak istenmekte ve bu yolla toplum sekülerleştirilmeye, aslında dinden uzaklaştırılmaya çalışılmaktadır.

Oysa devletin bir dini dayatması başka şeydir, toplumun ve ailenin bir dini telkin ya da tavsiye etmesi ise başka bir şey. Devlet cebir uygulama yetkisine sahiptir, nasihat ve şefkat etmez. Oysa toplum, şefkatten uzak olmaz, inanç ve yaşayış konusunda bir cebir
uygulama imkanına sahip değildir. Saygısızlığa ayıplamakla karşılık verebilir, ahlaksızları dışlamakla müeyyidelendirebilir, ancak, yeterli demokratik olgunluğa erişmiş ise, yapacağı baskının ihlas ve samimiyeti ortadan kaldıracağını anlayacak ve
inanmayana ya da ibadet etmeyene bir müeyyide uygulamayı düşünmeyecektir.

Kanaatimizce çağdaş demokratik sistemler bu iki durum arasındaki farkı ayırdetmekte ve devletin baskısına karşı çıkarken, toplumun telkinlerine ve bu kapsamda şeairin etkisine karşı çıkmamaktadır.

İşte ülkemizde tam da bu noktada bir kırılma yaşanmaktadır. Demokrasinin bu yaklaşımının farkında olan, ancak toplumu dinden uzaklaştırma projesini sinsice uygulamaya çalışan çevreler, özgürlükçü demokrasinin önünü kesmeye çalışmaktadırlar. Diğer
ifadeyle topluma güvenmeyenler, halkı beğenmeyenler, kendi hedeflerine uygun toplum yapısı kurabilmek için kamusal alan kavramına sığınmaktadırlar.

Bediüzzaman Said Nursi, devletin demokratikleşmesini istemiş ve hem devletin hem de bireylerin, insan haklarına -ve bu meyanda kişilerin din tercih etme hakkına- saygı göstermesi gerektiğini ısrarla savunmuştur. Toplumun demokratikleşmesi -ve bireylerin özgürleşmesi-
ise yukarıda anlatıldığı üzere, şeairin etkisini azaltan bir role sahiptir.

Öte yandan Bediüzzaman, gerek hayatında ve gerekse eserlerinde "şeairin tamiri ve muhafazası" ve "bid’aların istilası" gibi kavramlara sık vurgu yapmasından anlaşılacağı üzere; şeair kavramına ve şeairin muhafazasına da eski dönem
alimlerine ve hatta kendi çağdaşlarına nazaran özellikle önem vermiştir.

Bediüzzaman’a Göre
Özgürlükçü Demokrasi ve Şeair

Bu durumda şu sorunun cevabını aramak gerekir: Bediüzzaman, devletin demokratikleşmesini mi, yoksa demokratikleşmenin şeairin etkilerini azaltma yönündeki olumsuz sonuçlarına karşı mevcut durumu muhafaza etmeyi mi tercih etmektedir? Diğer ifadeyle Bediüzzaman’ın,
şeair üzerindeki olumsuz etkisinden kaçınmak gerekçesiyle, demokratikleşmeye bağlı olarak gelen, inanç ve ibadet tercihinde tümüyle özgürleşme hakkına karşı çıktığı ileri sürülebilir mi?

Bize göre, Bediüzzaman, özgürlükçü demokrasinin ve bu kapsamda din seçme özgürlüğünün tam olarak yerleşebilmesini daha önemli bir gelişme olarak kabul etmektedir. Şeairi ise imanın kuvvetlenmesinde ve dinî hayatın yaşanmasında telkin edici rolü
nedeniyle, topluma ait bir ibadet olarak şahsi fazilet ve ibadetten daha önemli bulmaktadır. (Lem’alar, s. 58) Demokratikleşme ve özgürlüklerin rahatça yaşanması şeairin hayat bulması ve etkilerinin güçlenmesi sonuçlarını beraberinde getirecektir. Çünkü
sistemli bir toplum mühendisliği çalışmasıyla demokratikleşme durdurularak şeairin etkileri de ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Demokratikleşmenin tekrar başladığı süreçte de şeairin güçlenerek etkilerini hissettirdiği görülmüştür. Gerçekten
de demokratikleşmenin durdurulduğu dönemlerdeki resmi açıklamaların önemli argümanlarını şeairin etkilerinin arttığı yönündeki tezler oluşturmaktadır.

Günah İşleme Özgürlüğü ve Demokrasi

Bir davranış suç niteliği taşıyorsa, laik devlet, günah olup, olmadığı ile ilgilenmeksizin bu davranışı cezalandırır. Toplumun çoğunluğunun inançlarına göre günah sayılan davranış, suç olmamakla birlikte, aynı zamanda görgüsüzlük ya da
ahlaksızlık olarak kabul ediliyorsa, bu kez devletin değil, toplumun ve bireylerin uygulayabileceği ayıplama, dışlama, ilişkilerini sınırlama gibi müeyyideler var demektir.

Diğer ifadeyle, demokratik yönetimlerde günah işleme özgürlüğü devlete karşı bir özgürlüktür, ancak toplumun uygulayacağı ayıplama, dışlama gibi müeyyidelere devlet de hoşgörüyle yaklaşmaktadır.

Demokratik Hoşgörü ve Toplumsal Refleksler

Ancak demokratikleşme, demokratik hoşgörünün yanlış anlaşılması ve gereksiz yere genişletilmesinin de sonucu olarak, toplumsal refleksler üzerinde olumsuz bir etki yapmaktadır. Toplum hayatında kendisini gösteren yanlış davranış hukuka aykırı ise bunun müeyyidesini
kanun belirler ve devlet uygular. Ancak yanlış davranış sadece hukuka aykırılıktan ibaret değildir. Zira hukuk, hayatın her alanını düzenleyemez. Hukuk kuralına aykırılık niteliği taşımayan -salt- ahlaka aykırılık ve görgü kurallarına aykırılık da
toplum tarafından, uyarma, kınama, dışlama gibi müeyyidelerle karşılanmalıdır.

Demokratikleşme toplumun değer yargılarını da etkilemekte ve değiştirmektedir. Gerçekten doğru-yanlış, iyi-kötü, ahlakî-gayriahlakî, haram-helal gibi kavramların ölçüsü değişmektedir. Bunların değişmesi hiç şüphesiz kültürel erozyonu beraberinde
getirmektedir. Ancak kanaatimizce erozyonun asıl sebebi, değer yargılarının değişmesinden çok, bu değer yargılarına uymayanların karşılaşacakları toplumsal müeyyidelerin ortadan kalkmaya başlamasıdır. Böylece, müeyyidesi olmayan -ve dolayısıyla varlığı
ile yokluğu arasında fark bulunmayan- toplumsal kurallar (!) ortaya çıkmaktadır.

Özgürleşme ve bireyselleşmenin kentleşmeyle birleşmesi ile ortaya çıkan "kim kime, dum duma" bir toplum hayatında, "bana dokunmayan yılan, kaç yıl yaşarsa yaşasın" düşüncesindeki insanlar, yanlış yapanları kınamak, dışlamak gibi
toplumsal reflekslerini de kaybetmektedirler. Esasen, sadece kendisine zarar veren "suç"luyu devlete şikayet etmekle yetinen ve fakat, kişileri suça götüren görgüsüzce ya da ahlaksızca davranışları görmezden gelen bir toplumun, suçtan kurtulması mümkün
değildir.

Ayrıca, yine demokratik hoşgörünün yanlış anlaşılması sonucunda, temel hak ve özgürlüklerden biri olan "kimsenin düşünce ve kanaatlerinden ve bunları açıklamaktan dolayı kınanamayacağı" ilkesi, gereksiz yere genişlemekte ve kimsenin
"davranışlarından" dolayı kınanamayacağı noktasına gelip dayanmaktadır. Bu durum hoşgörüyü abartmak olarak da ifade edilebilir.

Oysa günah işlemek, bir dine "uygun" değil, "aykırı" davranmaktır ve bunu yapanın, "inanç ve ibadet nedeniyle kınanmama hakkı"ndan yararlandırılması söz konusu değildir. Günahın kınanmaması şeklinde gelişen demokratik hoşgörü,
bir süre sonra, "kınayanın kınanması" riskini artırmakta ve bu da toplum hayatının önemli düzenleyicilerinden biri olan "toplumsal refleksleri" zayıflatmakta, hatta yok etmektedir.

Şeairin İnanç ve İbadetlere Katkısı

Genelde dinler ve özelde İslamiyet birbirine bağlı iki kavram üzerine oturmaktadır: İman ve ibadet. İman soyuttur, aklî ve kalbî olmakla birlikte bireyseldir. Varlığı için dış dünyada bir uç vermiş olması gerekmez. Ancak, şüphesiz ki, güçlenmesi için
hayata aksetmiş olması gerekir.

Lemaat’ta Bediüzzaman’ın da belirttiği üzere; "kalp ile vicdan, mahall-i iman"dır. İnanmak için tatmin olmuş olmak gereklidir. Ancak, inanma hali bir düşünme ve sorgulama sürecinin sonucudur. Nitekim bu nedenledir ki; "fikir ile dimağ, bekçi-i
iman"dır.

Akıl ve kalbin iman ile ilgisi neyse, şeairin ve özgür düşüncenin iman ile ilgisi de odur. Şöyle ki; iman, yaradılışa ilişkin temel felsefi sorunun, bir mantık yürütme ve muhakeme faaliyeti sonucunda cevaplanması ile başlar ve aşkın varlık olarak Allah’ın
varlığını kabul halinde inanma, red halinde ise inanmama ile sonuçlanır.

Yaratıcının varlığını kabul etmek konusunda dinler arasında fark yoktur. Yani "yaratıcı var mıdır?" sorusuna "evet" demiş olmak, din ayırdetmeye yetmez ve bir dine girmeyi gerektirmez. Ancak, bu birinci evet, ikinci bir soruyu gündeme
getirir: "Yaratıcı, amacını ve dileklerini iletmek için insanla konuşmuş mudur?" Bu soruya "evet" cevabının verilmesi "vahiy" kavramını kabul etmeyi ifade eder. İşte tam bu noktada din tercihi başlar. Vahye aracılık yaptığı
kabul edilen kişi, aynı zamanda seçilmiş olan peygamberdir ve inanılan dinin temsilcisidir.

Bu aklî sorgu süreci ve iman olarak kalbe yerleşmesi ya çocuklukta "öğretilmiş" bir muhakeme yeteneği ile kazanılır ya da daha sonra -dış etkenlerin katkısı olsun ya da olmasın- başlayan bir sürecin sonucunda elde edilir.

Belirtelim ki, çocukluktan itibaren telkinlerle elde edilmiş bir iman da tamamen "öğretilmiş" bir iman olarak kalmaz. Düşünme yeteneğinin gelişmesi ve şeytanın tasallutu ile, az-çok, bir düşüncenin ürünü haline gelir.

Şeair denilen toplumsal dini motifler, dini terbiye ve eğitimde anne babayı destekleyerek, çocuğun, daha çocuklukta, önce Allah’a inanmasına ve ardından da hangi inanç sistemine tabi olacağına karar vermesine yardımcı olur. Böylece, yetişkin ve mümeyyiz hale
gelen bir kişinin bir inanç sistemini tercih etmesinde, -imanın akıl bekçisinden geçip, kalbe yerleşmesinde- toplumsal motifler ve refleksler de rol oynamış olur.

Diğer ifadeyle şeairin telkini ile kazanılmış olan iman da bir sorgulama sürecinin sonucunda kalbe yerleşmekle, çoğu zaman tahkiki bir iman haline gelmiş olur. Örneğin mezarlıklarda mezar taşlarına yazılan "Ya Baki, ente’l Baki" kelimeleri, anne
babanın soyut kavratma yöntemiyle çocuğa anlatamayacağı bir çok imanî meseleyi bir çırpıda anlatabilme imkanı verir.

Demokratikleşmenin Şeaire ve İmana Etkisi

Demokratikleşme, İslam toplumlarında sözkonusu toplumsal motifleri bu gerekçeyle tümden kaldırmaya yönelmemekte, dolayısıyla çocuğu anne babanın ve fertleri şeairin elinden almamaktadır.

Ancak demokratikleşme ile birlikte, kişinin çevresine karşı özgürleşmesi ve dolayısıyla nefsin taleplerine boyun eğmesi riski artmış olduğundan, kişiler erişkin olduklarında, çocukluklarından itibaren bu yolla elde etmiş oldukları ancak henüz sorgulama
sürecinden geçirmedikleri imanlarını (taklidi imanı) sürekli sorgulayabilmekte ve sonucunda, insanların önemli kısmı, imansız hale gelmese dahi imanın gereğini yapamamaktadır. Ayrıca taklidi iman, yine toplumsal etkilerle sürekli aşınmakta ve unutulmaktadır.

Buna karşılık, aile ve toplumun etkisi ile çocuklukta taklidî imanı elde etmiş bireylerin önemli kısmı, bireyselleşmenin ve özgürleşmenin etkisiyle, gençlik yıllarında imanından uzaklaştıktan hatta bazen tamamen kaybettikten sonra, bunların içinden az
sayıda kişi, yakınlarının ölümü, rüya, tartışma ortamı gibi bir tesirle, yeniden sorgulama sürecine geçebilmekte ve bu sefer daha sağlam ve artık sık sık sorgulanmayan ve şeairin de katkısıyla teslim olunan bir iman (tahkiki iman) elde edebilmektedir.
(Bu iki imandan ikincisinin, tahkikî (hakiki) olması nedeniyle sağlam ve daha kıymetli olduğu açıktır. Ancak taklidi iman da bir imandır ve tahkiki imana dönmesi ihtimali kuvvetli olduğundan ve sahibini imansızlıktan kurtardığından, hiç yoktan iyidir.)

Bu durumda, demokratikleşmenin tahkiki iman sahipleri üzerinde pozitif bir etkisinin olduğu, ancak taklidi imanı büyük bir sınava tabi tutarak tahkiki olma yönünde ilerlettiği, ilerlemenin bir sonucu olarak da taklidi iman sahibi olanların bir kısmını imansızlıkla
karşı karşıya bıraktığı söylenebilir.

Demokratikleşmenin Şeaire ve İslam’ı Yaşamaya Etkisi

Her din, inanılan aşkın varlık ile insan arasındaki doğrudan ya da dolaylı ilişkinin kurulmasını sağlamaya yönelik olarak, az ya da çok, çeşitli ritüeller (ibadetler) ve günlük hayatta uygulanmak üzere emirler ve yasaklar koymaktadır. İslam dininde de
ibadetler ve bunlara teşvik edici şeair önemli bir yer tutmaktadır.

Bediüzzaman’ın Lemeat’ta; "Her bir şeair bir hoca-yı dânâdır; rûh-u İslam’ı daim enzara ders veriyor" ifadeleriyle açıkladığı üzere, şeair özellikle namaz, oruç ve hac ibadetinde önemli bir destekleyici unsur durumundadır. Minare ve ezan,
sahura kalkmak, iftar davetleri vermek, mukabele okutmak, teravih namazları, hac için helalleşme, hacı olan kişilerin kıyafetini ve üslubunu değiştirmesi, fatiha okumak gibi toplumsal dini motifler, toplum içinde yaşayan insanları, taklidî de olsa imana ve bu
ibadetlere doğru yöneltmektedir.

Demokratikleşme özgürleşmeyi de beraberinde getirdiğinden, kişilerin şeaire rağmen ibadetleri terk etmeye başlamaları, yani şeairin gücünün zayıflaması kaçınılmazdır. Bununla beraber, demokratikleşme doğrudan bu alandaki şeairi yasaklamak ya da sınırlamak
suretiyle etkilemediğinden, dinî hayat ve ibadetler üzerindeki yıkıcı etkileri de sınırlıdır. Özgürlüklerin yasaklandığı, hakların kısıtlandığı demokratik olmayan ortamlarda ise insanın birey olarak iradesi elinden alındığı için yıkıcı etkileri
çok daha güçlü olmaktadır. Çoğu zaman kişi hak ve özgürlükleri kısıtlanırken en büyük darbeyi İslami şeair ve dini yaşantı almıştır.

Buna karşılık dinin ritüeller dışındaki emir ve yasaklarının bir kısmı doğrudan şeair niteliği taşımaktadır. Demokratikleşmenin getirdiği hoşgörü, özellikle kadınların örtünmesi gibi konularda, moda ve özenti gibi etkenlerle şeairin uygulanmasını
doğrudan doğruya ve olumsuz biçimde etkilemektedir.

Demokrasi, Laiklik ve Sosyal Devlet İlişkisi

Demokratik devlet aynı zamanda gerektiği ölçüde müdahaleci sosyal devlettir. Demokratikleşmenin sonucu olarak, devletler artık, iki aşırı uç durumundaki zıt sistemlerden (tam müdahaleci sosyalizmden ve tam özgürlükçü liberalizmden) vazgeçerek, ortak bir
noktada (sosyal devlet anlayışında) buluşmaktadır. Gerçekten, anayasalarında bu ilke yazılı olsun ya da olmasın, artık dünya üzerindeki bütün devletler; sosyal hizmetlerin finansmanı için vergi toplamak, emredici düzen kuralları koymak, rekabet piyasasını
düzenlemek ve benzeri yöntemlerle, çoğunluğun mutluluğunu sağlamak uğruna, toplumsal hayata sınırlı biçimde müdahale etmekte, klasik benzetmeyle, "Robin Hood Devlet" haline gelmeye çalışmaktadırlar.

Sosyal devlet olmanın gereği olarak devletler, vatandaşlarının bütün sosyal alanlar gibi dini alandaki ihtiyaçlarını da karşılamayı üstlenmektedirler. Ancak bunu yaparken bir dini diğerlerine tercih etmemektedirler. Dolayısıyla bu üstlenme, devletlerin
"dinin hizmetinde" olmalarının bir sonucu değildir. Aksine, devletlerin, "vatandaşının hizmetinde" devletler olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer ifadeyle, sosyal devletin vatandaşlarının dini taleplerine cevap vermesi, dine hizmet etmesi anlamına
gelmeyeceğinden laiklik ilkesine de aykırı değildir.

"Kamusal alan" kavramının şeairi toplumdan dışlamak için kullanılmasını reddeden ve şeairi yaşatmayı demokratik insan hakları kapsamında bir hak olarak kabul eden demokratik devletler, bir yandan da sosyal devlet olmanın gereklerini yerine getirerek,
kamusal kaynakları kullanmak suretiyle dinî değerlere ve şeaire hizmet etmektedirler. Bunu yaparken dinler arasında bir tercih yapmamaktadırlar. Böylece bu hizmet de yine şeairin dinî motif olmasından değil, halkın değer yargılarına uygun olmasından ve halkın
yaşama biçimini oluşturmasından kaynaklanmaktadır.

Sonsöz

Bediüzzaman’ın, özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında, şeairin ilgasına yönelik atılan adımlarla ve bid’alarla mücadelesinin zorlu ve sıkıntılı cereyan etmesinin sebebi; bu adımları atanların, antidemokratik yöntemler kullanarak, görünüşte reform
perdesi altında, gerçekte dinsizlik hesabına bir tahribat yapmalarıydı. Aksak da olsa demokratik devlet düzenine geçildiği dönemlerde, şeair üzerindeki baskılar kalkmıştır.

Diğer ifadeyle Cumhuriyetin ilanından bu yana ve halen, dinden uzak bir toplum yapısı kurmayı amaçlayanların amacı, devleti ele geçirmek suretiyle, bir yandan antidemokratik uygulamalarla devlet zoruyla bid’aları yerleştirerek, diğer taraftan kamusal alanda şeairi
yasaklayarak, şeairi -parça parça ama sonuçta tümden- toplum hayatından silip atmak ve böylece toplumu dinden uzak hale getirmektir.

Bu değişikliklerin şer ve tahrip hesabına geçtiğini bilen ve din lehinde düşünenlerin amacı ise, şeairin bir parçasına dahi dokundurtmamak için mücadele etmek ve bu uğurda her türlü fedakarlığı yapmaktır. Bunu yaparken de demokratikleşmeyi savunan
siyasi kadroların, halkın değerlerine, insan haklarına ve şeaire saygılı devlet yapısı kurmaktaki başarısını bir destek olarak görmektedirler. Demokratikleşmeyi savunanların, toplumu ve bireyleri, her konuda -ve bu arada, bir taraftan bireysel din tercihi
konusunda, diğer taraftan da dini telkin hakkı konusunda- özgürleştirmek istemesi ve bunu başarması, din lehinde düşünenlerin amacına zarar vermemekte, aksine, bu amaca hizmet etmektedir.

Sonuç olarak, demokratikleşmeyi benimsemek, aslında şeairi tahribe yeltenen tahribatçı ehl-i bid’anın karşısında olmak ve şeairin hayatlanması için gayret edenlerin de yanında yer almak demektir.