I. Demokratik Çoğunluk ve Meşruiyet Sorunu

A- Demokratik Meşruiyet Sorunu

Eski Yunan site devletinde demokrasi, çoğunluğun rejimidir. Bu rejimde, sadece özgür, yabancı olmayan ve köylü olmayanların seçme ve seçilme hakkının bulunmasından dolayı, bu çağdaki demokrasiyi bir tür ilkel demokrasi diye tanımlayabiliriz. Buradaki statü,
hem seçkinci bir aristokrat zümreye bu hakkın tanınması, hem de bu çoğunluğun basit bir çoğunluk olarak görülmesidir.

İlk çağında demokrasinin unsurları şöylece özetlenebilir: Çoğunluk iktidarı, seçkinci bir zümrenin seçme/seçilme hakkı ve doğrudan seçmenin mümkün bulunduğu bir seçim tarzı.

Ancak, demokrasinin gelişim sürecinde sadece bu unsurlarla yetinilmemiştir. Gelişen demokratik anlayış, demokrasi kriterlerine hep yeni unsurlar ilave etmiştir. Önce basit çoğunluk olan 51’in 49’a üstünlüğü şeklinde algılanan klasik demokrasi anlayışında
sistem, çoğunluğun iradesi ekseni etrafında şekillenmekteydi. Sanayi Devriminden sonra, özellikle de (Fransız Devriminden sonra), birey haklarını öne çıkaran bir demokratik anlayıştan söz edebiliriz. Yirminci yüzyılda, insan haklarındaki gelişmelere
paralel olarak, çoğunluk kriteri yerine ‘çoğulculuk’, demokrasinin daha belirgin bir vasfı olmaya başlamıştır. Böylece çoğunlukçu demokrasiden, çoğulcu demokrasiye geçilmiştir.

Seçme ve seçilme hakkına getirilen sınırlamalar, Batı demokrasisinde, geçen yüzyıl son bulmuş ve kadınların seçme ve seçilme hakkı başta olmak üzere, seçim hukukunun genel ilkeleri kemale ermiştir. Ancak Türkiye başta olmak üzere gelişmekte olan ülkelerde,
seçme ve seçilme hakkı, demokratik standartların gerisinde kalmaktadır. Türkiye örneğinde, kanuni engeller bir yana, zaman zaman (Yüksek Seçim Kurulu aracılığıyla) siyasi ve ideolojik yorumlarla seçilme hakkına getirilen sınırlamalar, demokrasi standardının
seviyesini göstermektedir.

Doğrudan seçme ve seçilme hakkından dolayı, ilk çağ demokrasisi, demokrasi teorisyenleri tarafından hep ideal demokrasi olarak, ulaşılması gereken zirve olarak nitelendirilmiştir. Zira bu rejimde, katılımcı demokrasi tam olarak mümkün bulunmaktaydı; seçmenler,
alınan kararlara doğrudan katılıp, uygulanmakta olan kuralların/kanunların meşruiyet zeminini sağlıyordu.

Gittikçe artan nüfus ve kentlerin büyümesi, siyasi iktidarın doğrudan yönlendirilmesi imkanlarının ortadan kalkması üzerine, doğrudan katılım yerine, ‘temsili demokrasi’ kavramı ortaya çıkmıştır. Böylece demokrasi, artık o ‘ideal’ demokrasi olmaktan
gittikçe uzaklaşmıştır. Temsili demokraside seçmenler, seçtikleri parlamenterlerin her türlü kararlarına (kanun çıkarmak vs.), önceden muvafakat vererek, kanunların ve siyasi iktidarların meşruiyetini sağlamış sayılıyor. Ancak burada unutulmaması
gereken nokta, seçmenin bu iradesinin farazi bir nitelik taşımasıdır. Demokrasi üzerine geliştirilen her türlü teori ve açıklama bu faraziyeye dayandırılmaktadır. Bu tür bir meşruiyet, demokrasinin zayıf karnı olarak nitelendirilebilir. Öyle ise,
demokratik nitelemeli her türlü rejim kutsallaştırılmamalı ve tabulaştırılmamalıdır.

Partiler rejimi ile desteklenen bir demokrasi süreci, yine bu faraziyeye dayandırılmaktadır. Yani seçmenlerin zımni iradesiyle oluşan parti tüzükleri ve programları, seçmen çoğunluğu tarafından iktidara taşındığında, bu parti çoğunluğunca oluşturulan
parlamento tarafından çıkarılan yasalara (zımni) bir meşruiyet sağlanmaktadır.

Demokrasinin en mütekamil devrini yaşadığı kabul edilen geçen yüzyılda, apolitizasyon süreci yaşayan Batıda, gittikçe siyasal partilerin küçülmesi ve siyasal partilere olan güvenin yitirilmesi sonucu, tek başına iktidarların neredeyse imkansız olduğu
yeni bir siyasi gelişme yaşanmaktadır. Bir tür koalisyonlar demokrasisi yaşanmaktadır. Partiler sisteminin güçlü olduğu ve ikili sisteme sahip Anglosakson ülkelerinde bile, seçime katılma oranlarındaki gerileyişten dolayı, güçlü siyasal yönelimler yerine,
mevcut iktidarlara karşı tepki oyları bir sonraki iktidarı belirlemektedir.

Bu tepkiyi dikkatli bir gözle okuduğumuzda, tepkinin demokratik mekanizmaya karşı yapıldığını görmemek mümkün değildir. Zira demokrasinin en önemli unsuru seçimlerdir. Seçmenler, kendi iradelerinin siyasi iktidarlar tarafından yerine getirilmediğini gördüklerinde,
bu durum, onları, kendi iradelerinin hiçe sayıldığı şeklinde bir kanaate götürmektedirler. Seçmen kendi tercihlerini özellikle belirtmiyor/belirtemiyor ise, demokrasinin ‘seçim’ unsuru hayatiyetini kaybeder ve demokrasi (teorisi) yıkılmış olur.

Seçmen tercihlerini doğru okumak ve ona göre siyasi iktidarın şeklini ve rejim biçimini belirlemek, demokratik rejimin (farazi bile olsa) meşruiyetini sağlar. Son yapılan Ekim 2002 Sırbistan seçimlerinde, seçmenlerin yarıya yakını seçimlere katılmamıştır.
Bunun üzerine seçimler iptal edilmiştir. Daha sonra tekrarlanan seçimlerde, seçim çoğunluğu sağlanamayınca seçimler ikinci bir kere iptal edilmiştir. Bu seçimleri, katılımcı demokrasi ve meşruiyet sorunu açısından değerlendirdiğimizde aşağıdaki
bulgulara ulaşırız.

Birincisi, seçimlerin, demokratik iktidarların meşruiyet (farazi bile olsa) aracı oluşlarının teyid edilmesidir. Katılım çoğunluğu olmadığı zaman, en yüksek oyu bile almış olsanız, yine meşruiyetiniz yok demektir. Çünkü katılım çoğunluğunun oyu
(seçimlere katılmayanlar), en yüksek oyu alan siyasi partiden daha çoktur. Öyle ise, en çok yüksek oyu almış bile olsa, bir siyasi parti iktidara gelemeyecektir. Bu anlayışın bir benzerini de parlamentolarda görmek mümkündür. Zira parlamentolarda, katılım
yeter sayısı bulunmadığı zaman, yapılan oylamalarla alınan kararlar geçersiz sayılmakta ve kanunlaşamamaktadır.

İkinci sonuç, demokratik teorinin bir iç muhasebe yaşamasını gerekli kılmaktadır. Zira, seçmen çoğunluğu (% 54 civarı), çoğunluk rejimi olan bir sistemini (% 51 ile iktidara gelme fikrini) reddetmiştir. Yani halkın çoğunluğu, çoğunluk sistemini reddetmiştir.
Öyle ise burada, demokrasi teorisi, şu soruyu soracaktır kendi kendine: "Acaba, halkın çoğunluğu tarafından reddedilen bir rejim, kendi kendini idame ettirebilir mi?" veya, "Halkın çoğunluğu tarafından reddedilen bir rejim iktidarda iken,
demokrasi, kendi kendini müdafaa etme yetkisini/meşruiyetini nereden alacaktır?" Bu ve bu gibi sorular, anayasa bilimi çevrelerince tartışılmakta olan, demokrasinin ‘kendi kendini koruma hakkı’ başlığı altında zaten tartışılmaktadır. Bu makale,
demokrasi teorisinin eksikleri veya yetersizliği konusunu tartışmadığı için, bu alana girmeyeceğiz.

Üçüncü sonuç, demokratik rejimlerde görülmekte olan apolitikleşmeden ve siyasi parti ufalanmasından dolayı tek başına iktidarların yaşama şansı bir hayli azalmış görünmektedir. Ve Avrupa devletlerinin bir çoğunda koalisyonlar demokrasisi yaşanmaktadır.
Acaba, (Sırbistan seçimlerinden sonra, halk tarafından reddedildiği gibi) demokrasi, Avrupa’da da halkın çoğunluğu tarafından reddedilirse, demokratik rejim hala bir çoğunluk rejimi olarak kendinden söz edebilir mi? Demokrasinin seçmen çoğunluğunca
reddedilmesinin anlamı nedir? Bu ve buna benzer konular bilimsel çevrelerde henüz yeni yeni tartışılmaktadır.

Dördüncüsü, halkın siyasi partilere olan güveninin sarsılmasının bir başka ifadesi olan, kararsız seçmenlerin çoğalması ve bunların siyasi partilere yönelmemesi olgusudur. Bu durum, temsili demokrasiyi ve demokrasinin bir unsuru olan ‘seçimin belirleyiciliği’
faktörünü tartışmalı hale getirir. Zira, demokrasinin yaşaması, siyasi partilerin varlığıyla ve güçlü olmasıyla mümkündür. Zayıflayan bir partiler sisteminde, demokrasinin de bitkisel hayata girmesi kaçınılmazdır.

Demokratikleşmenin önemli bir sacayağını oluşturan seçim sistemlerinin, demokratik süreçlerle değil, demokrasi dışı güçlerce belirlenmesi, kitlelerin demokrasiye olan inancını zayıflatmaktadır. 1980 öncesi Türkiye’de politiğin aşırı özgürlükçü
yorumu, anarşizmle sonuçlandıysa; anarşizm de apolitizasyonu beraberinde getirmiştir. Başka bir deyişle, anarşizmin demokratik süreci zayıflatması sonucu, demokratik olmayan yollarla siyasete bir kalıp biçilmesi, toplumun önce siyasete sonra da demokratik
yollara olan güvenini sarsmıştır. Bu toplumsal mühendislik projelerinin, apolitikleşme ile sonuçlanması kaçınılmazdır.

Bugün bütün dünyada apolitikleşme rüzgarları esmektedir. Bu Jhon Lock’un önceden öngöremediği kadar ciddidir. Anayasa bilimi çevrelerinde uzunca bir süredir tartışılan bu konu, Doğu Bloğunun yıkılmasıyla bir süredir rafa kaldırılmıştır. Bu konu üzerinde
henüz yeterince tartışmalar olgunlaşmadığı için, Komünist sistemlerin çöküşünün sebepleri arasında, Batı demokrasilerinin ‘üstünlüğü’nün dışındaki faktörlerin de bulunduğu gözden uzak tutulmamalıdır.

Batıda yaşanan depolitizasyon sürecinde, gittikçe siyasal partilerin küçülmesi ve siyasal partilere olan güvenin azalması sorunu yaşanmaktadır. Bu durum, belki bir tür post modern olgu olarak görülebilir. Ancak, ister modernist, ister postmodernist olsun, bütün
çabalar, bu durum karşısında aciz kalmıştır.

Modernleşen Batı demokrasisi, nasıl ki kendisini merkezde kabul edip, diğer ülke ve coğrafyaları kendine tabi olması gereken ve kendi tecrübelerini yaşaması gereken ülkeler olarak görüyorsa, demokratikleşme konusundaki tavrı da aynı doğrultudadır. Batı
uygarlığı, bütün bir insanlık birikimi olan mevcut durumun kendi eseri olduğunu iddia eder. Bu konuda, demokratikleşme ve modernleşme arasında bir paralellikten söz edebiliriz.

B- Türk Anayasa ve Yasalaşma Sürecinde Meşruiyet Sorunu

Cumhuriyetin kuruluşundan beri gerek anayasaların, gerekse geçici rejim dönemlerinde çıkarılan diğer kanunların oluşturulmasında, demokratik meşruiyet şartının gerçekleştiğini iddia etmek oldukça zordur. Bu dönemlerde, kanunların oluşturulmasında, bürokratik
ve askeri seçkinlerin dominant karakteri gözlenmektedir.

Özellikle askeri ihtilallerden sonra, cumhuriyetin temel niteliklerini değiştirici anayasa değişikliklerinin yanında çok temel nitelikli kanun değişiklikleri yapılmıştır. 1980 askeri ihtilalinden sonraki 3 yıl içerisinde, 667 adet kanun çıkarılmıştır.
Kanun hükmünde kararnamelerle bu sayı, 800’e ulaşmıştır. Bu kanunların, kanun tekniği açısından değerlendirilmesi bu güne kadar yapılmamıştır.

Kanunlaşma süreci açısından değerlendirdiğimizde, bu dönemde çıkarılan hiçbir kanunun parlamento tarafından onaylanmadığını görmekteyiz. Milli Güvenlik konseyi kararları, ‘kanun’ şeklinde nitelenerek resmi gazetede yayımlanmaktaydı. Kanun, toplumsal
iradeyi yansıtan resmi bir belgedir. Bu belgeye resmiyet ve meşruiyet veren, onun millet veya onun iradesini temsile yetkili bir parlamento tarafından onanmasıdır. Bu, kanunun kurucu unsurudur. Yukarıda sözünü ettiğimiz kanunların hiç biri, parlamento tarafından
onaylanmadığı gibi, Anayasa Mahkemesinde uzun bir süre iptal davası prosedürü ile bile denetlenememiştir.

Kanuna meşruiyet veren, onun, parlamentolar tarafından çıkarılmasıdır. Ancak, yukarıda değindiğimiz gibi, hiçbir anayasa hukukçusu, bu metinlerin kanun niteliğini tartışma konusu yapmaması, anayasa bilimi açısından bir eksikliktir.

II. Demokratikleşmede ‘Yargı’nın Değeri

A- Anayasa Mahkemesi Kararları ve Demokratikleşme Sürecine Katkısı

Demokratik Hukuk Devletinin en önemli unsuru Yargı teminatıdır. Yargı teminatının fonksiyonel hale gelmesi, yargısal denetim ile ve kişilerin tek tek yargılanarak hukukun üstünlüğünün sağlanması ile mümkündür. Yargısal denetim denince, öncelikli olarak
Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve bunun alt derece mahkemeleri olan idare mahkemeleri sözkonusu olmaktadır. En üst yargı organı olarak Yargıtay ve onun alt derece mahkemelerince verilen (kanunların kişilere uygulanmasını sağladığı için, özel hukuk ve ceza
hukukuna ilişkin) kararlar ise, burada konumuzun dışındadır.

Toplumsal iradenin en üst tepesini anayasa oluşturmaktadır. Mevzuatı bir piramit şeklinde düşünürsek, anayasayı, bu piramidin en üst tepesine oturtmamız gerekir. Bunun anlamı, anayasanın altında bulunan her türlü kanun ve diğer mevzuatın anayasaya uygun
olmasıdır. Bu uygunluk testini Anayasa Mahkemesi yapar. Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin anayasaya uygun olup olmadığına karar verip, verdiği kararlarla, mevcut bir kanunu veya kanun hükmünde kararnameyi iptal edebilir. İdare
mahkemeleri ve Danıştay ise, anayasa ve kanunlar dışında kalan diğer mevzuatın anayasaya ve kanunlara uygun olup olmadığını test eder.

Anayasa Mahkemesi, siyasi iktidarların çoğunluk teşkil ettiği parlamentolar tarafından çıkarılan kanunları denetler. Anayasa Mahkemesi, kanunların halk çoğunluğunun gerçek iradesini temsil edip etmediğini kontrol eder. Ve insan haklarına ve hukukun genel
ilkelerine uymayan kanunları iptal eder. Easton şemasına göre, Anayasa Mahkemesi, toplumsal iradenin oluşmasında ve siyasi iktidara yansımasında fren görevi görmektedir. Şöyle ki:

Toplumsal irade, bu iradeyi parlamentoya yansıtması için siyasi partilere görev vermektedir. Siyasi partiler bu iradeyi gerçekleştirmek üzere, kanunların çıkarılmasını sağlarlar. Çıkarılan kanunlar, kendilerini oluşturan topluma uygulanması aşamasında,
toplumla çatışır ve onun iradesiyle çelişirse, bu, toplumun iradesinin parlamentoya yansımadığını göstermektedir. İşte burada Anayasa Mahkemesi devreye girer ve toplumun gerçek iradesini yansıtmayan kanunları iptal ederek, parlamentoya karşı bir fren görevi
ifa eder. Böylece demokrasi teorisindeki, aşağıdan yukarıya doğru, siyasi mekanizmanın şekillenmesi süreci tamamlanmış olur. Eğer Anayasa Mahkemesi, bu fren görevini ifa etmezse, toplumsal iradenin, kanunların oluşumundaki rolü eksik kalır ve demokratik süreç
tamamlanmamış olur.

Kıta Avrupası ve Anglosakson ülkelerindeki anayasa mahkemelerinin, toplumsal iradenin şekillenmesinde katkısı böyledir. Ve bu ülkelerin anayasa mahkemeleri, hukukun uygulanmasında, hak ve özgürlükleri geniş bir şekilde yorumlayarak, siyasi iktidarların ve
parlamentoların, hak ihlallerine karşı kişileri koruyucu bir tavır takınırlar. Burada korunan bireydir. Birey, devlete karşı, devletin hak ihlallerine karşı korunmuş olur. Anayasa mahkemelerinin anayasayı kutsayıcı yorumları yerine, hukukun genel ilkelerine,
evrensel hukuk yorumlarına ve kişi haklarını ön plana çıkaran yorumlarına şahit olunmaktadır. Yine bu yüksek mahkemelerin, belli bir devlet ideolojisini ön plana çıkarıp, anayasayı yorumlamaları mümkün değildir. Anayasa mahkemeleri, toplumsal değerler
ile siyasi iktidarlar arasında hakem görevi görmekle, demokrasinin kıvamını teşkil ederler.

Türkiye Anayasa Mahkemesi örneğinde ise, mahkeme, kendini anayasa ideologu olarak görüp, bırakın toplumsal fren olarak görev yapmayı, siyasi iktidarların işlerini daha da kolaylaştırıcı bir görev ifa etmektedir. Siyasi iktidarların ve devlet iktidarının kişi
hak ve özgürlüklerini sınırlayıcı uygulamalarına meşruiyet gerekçesi hazırlama görevi, Türkiye’de, Anayasa Mahkemesine düşmektedir. Böylece Batı demokrasilerinde bireyi koruyan Anayasa Mahkemesi, Türkiye’de devleti bireye karşı korumaktadır.
Toplum-devlet ilişkilerindeki, gerilim noktası Anayasa Mahkemesi tarafından özenle korunmuş olmaktadır.

Öte yandan Türk Anayasa Mahkemesi, anayasanın kurucu iktidarına karşı, hukuku değil, kurucu iktidarı önceleyen anayasa yorumlarıyla dikkati çekmektedir. 1982 Anayasası örneğinde, Anayasa Mahkemesi, anayasanın metninde yer almayan kuralları, yaptığı
yorumlarla ihdas etmektedir. Bunu yaparken, anayasanın ruhu/ideolojisi diye kavramsallaştırılabilecek ve pozitif hukukla bağdaştırılamayacak bir teknik kullanmaktadır.

B- İdare Mahkemelerince Verilen Kararlar ve Demokratikleşmeye Katkısı

Vatandaşı devlete karşı korumakla görevli bir başka merci de idare mahkemeleridir. İdare mahkemeleri, devlet erkinin kişilere karşı hak ihlallerini engellemek ve verdiği zararları tazmin etme amacıyla kurulmuştur. İdare mahkemelerinin işleyişi kısaca şöyledir:

Herhangi bir kanuna dayanarak oluşturulan bir işlem (tüzük, yönetmelik, genelge, yönerge gibi devlet organları tarafından çıkarılan idari işlemlerin tümü), vatandaşa uygulandığı zaman, bunun hukuka uygun olması gerekir. Hukuka uygun olmayan işlemlerin
iptal edilmesi için, özel veya tüzel kişiler, idare mahkemelerine dava açıp bu işlemin hukuka uygun olmayan kısımlarını iptal ettirirler. İdare mahkemesi de önüne gelen davada, insan hakları sözleşmelerine (özellikle de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine)
hukukun genel ilkelerine, anayasaya ve diğer kanunlarda öngörülen kurallara aykırı bir işlem olması halinde bu işlemi iptal eder.

İdare mahkemelerinin bir başka özelliği de, herhangi bir idari işleme dayanmayan devlet uygulamalarını durdurup, varsa tazminata hükmetmesidir. Devlet idarelerince bazen hiçbir işlem yapılmadan da hukuka aykırı durumlar ortaya çıkabilir. İşte idare
mahkemeleri, bu tür hukuka aykırılıkları bertaraf etmek için kurulmuştur.

Türkiye’de idare mahkemeleri, verdikleri bir çok kararlarda, kişileri devlete karşı korumuş ve devleti hukukla sınırlamaya çalışmıştır. Ve verdiği kararlarla, bireyi devlete karşı korumakla görevli iken, devleti bireye karşı korumaya almıştır. Özellikle
laiklik ilkesinin devlet idarelerince uygulanması sırasında mağdur olan eğitimci, öğrenci, akademisyen ve diğer devlet memurlarının açtığı davalarda, hep devletin yanını tutmuş ve kuruluş amacına aykırı davranmaya başlamıştır. Başörtülü öğrencilerle
ilgili ve devlet kademelerinden atılan memurlar ile ilgili olarak verdikleri kararlar bu kabildendir.

İdare mahkemeleri, bu yanlı tutumundan dolayı hukuki açıdan eleştirilmektedir. Anayasa Mahkemesi nasıl ki, anayasadan bir devlet ideolojisi çıkarıp, davaları ona göre sonuçlandırıyorsa, idare mahkemeleri de anayasa ve diğer mevzuatın içinde bir ruh keşfedip(!)
bu ruha uygun bir şekilde davaları sonuçlandırmaktadır.

Demokratik çoğulculuk, azınlık görüşü de olsa onun korunmasını gerektirmektedir. Bu korumayı sağlayacak olan da devletin bizzat kendisidir. Eğer devlet kişilere bu korumayı sağlayamıyorsa, mahkemeler tarafından frenlenmelidir. Eğer mahkemeler bu fren görevini
yapamıyorsa, demokrasinin çoğulculuğundan söz edemeyiz. Demokratik gelenek, yürütme-yasama-yargı üçlüsünün dengesiyle yürür. Bu üçlünün, ‘balans ayarları’yla dengesinin bozulması, toplumsal huzuru bozar.

III. Bir Toplumsal Değer Olarak Demokratikleşme ve Devletin Demokratikleşmesi

Bir rejim olarak değil, öncelikle bir toplumsal değer olarak demokratikleşmeyi ele almak gerekir. Anayasa Mahkemesi kararlarında da ‘demokratik toplum’ kriteri hep kullanılmıştır. Bunun anlamı, demokratik ülkelerde toplumun olaylara karşı tavrı, tepkisi, algısı
nasılsa, bunun karar verilirken dikkate alınmasıdır. Yani, sorun toplumda demokrasinin yaşanmasıdır.

Toplumda yaşayan gerçeklik olarak demokrasi mümkün mü? Demokratik değerler yanlış anlaşılınca, sivil toplum örgütleri de buna alet olup, sivilleşmeye götürmesi gereken kurumlar olması bir yana, resmi ideolojinin tektipleştirici özelliğine boyun eğmektedirler.
Demokrasi, ‘öteki’nin önce varlığını, sonra da olduğu gibi kabulünü gerektirir. ‘Öteki’nin varlığının kabul edilmediği hallerde, sadece ‘ben’ vardır. Sadece ‘ben’lerden oluşmuş bir toplumda, demokratik kültürden değil tek tek kişilerin totaliter bir eğiliminden
söz edebiliriz. Tek tek kişilerin totaliter eğilim taşıdıkları bir kültürde ise demokrasi ahlakı yeşermez ve demokratikleşme de olmaz.

Demokratik kültürün gelişmediği toplumlarda, sivil toplum örgütleri de gelişmez. Mevcut olan sivil toplum örgütleri de kendi içinde demokratik bir yapılanmaya gidemediğinden, devletçi bir yapılanma modeliyle kurulup hayatiyetlerini devam ettirirler. Böylece
sivil toplum örgütleri, demokrasinin önemli bir unsuru iken, kendi içlerinde demokratikleşememektedirler.

Hemen tüm siyasi partiler, bu tepeden inmeci anlayışın esiri olup, lider sultasından kendilerini kurtaramamaktadırlar. Parti içi demokrasi bir türlü işletilememektedir. Parti içi demokrasinin oluşabilmesi için, demokratik bir davranış biçimi olan parti içi
hesaplaşmalar yerine, herkes, yine bir ‘kurtarıcı’nın veya kurtarıcının koyacağı bir kanunun (siyasi partiler kanununa bir madde ekleyerek!), partilerin içine demokrasi getireceğini beklemektedir. Parti içi demokrasinin gelişmesi, yine parti içi etki ve
tepkilerin doğal seyriyle gelişmelidir. Parti üyelerinin iradesi, partinin iradesine yansımalıdır. Eğer, üyeler kendi iradelerine sahip olmazsa, parti iradesi liderler tarafından oluşturulur.

Sivil toplumun unsurlarından olan dernekler, kendi içinde demokratik kültürü yansıtamamaktadırlar. Devletin insan haklarını lütuf gibi gördüğü bir ortamda, dernek kurma hakkının da bir lütuf olmaktan azade olması düşünülemez. Demokratik toplum,
derneklerle kendini ifade eder. Siyasetten uzaklaştırılan, fikri altyapıları olmayan, fonksiyonel olmayan dernekler birer tabeladan ibaret kalırlar.

Türkiye tarihinde önemli bir yere sahip olan vakıflar, demokratik hakların en aktif biçimde kullanılmasının göstergeleridirler. Türkiye toplumu şu sıralar, vakıfların denetlenmesi uğruna vakıfların önemli bir bölümünün tarihe karışmasıyla karşı
karşıya. Vakıf, toplumsal mekanizma içinde üretilmiş sivil bir girişimdir. Meşruiyetini devletin onu tanımasından değil, toplumun derinliğinden almaktadır. Katılımcı demokrasinin, en üretken bir vasıtasıdır. Geçmiş asırlardan kalma vakıfların, vakıf
senetlerine bağlı kalmadan devlet tarafından idare edilmesi ve alanının daraltılması, katılımcılık ruhunu köreltir. Eğer bir demokratik mekanizma içerisinde üretilmiş bir unsur varsa, siyasi iktidarın yapması gereken, orijinalitesini bozmadan onun hukukiliğini
tanımaktır. Toplusal dayanışma ve yardımlaşmayı sağlaması, modern toplumun karmaşık kent yaşamında vakıflar, demokratik toplumun nefes alma organlarıdır.

Sivil toplumun önemli bir unsuru da cemaat yapılanmalarıdır. Cemaatler, plüralist bir toplumun gerçeğidirler. Aşağıdan yukarıya doğru yapılanmasında cemaat gerçeği (sosyolojik anlamda cemaat değil), toplumun dinamiklerini teşkil etmektedir. Demokratik
toplum da, bu plüralizmin dinamikliğiyle doğru orantılı bir şekilde gelişir. Yani cemaatler ne kadar aktif olursa, demokratik toplum anlayışı da o ölçüde gelişir.

Demokratik toplumun bir öğesi olmasına karşın cemaat yapılanmalarında, kendi iç dinamiklerinde demokrasi geçerli olması gerekir. Haddi zatında, bir bireyin davranışları kendi içinde, demokratik olamıyorsa, birden fazla bireyin de demokratik davranışlar
sergilemesi beklenemez. İki insan, birbirine tahammül edemiyorsa ve duyarlı değilse, bir cemaatin içinde de aynı davranışı gösterir; herhangi bir dernek veya siyasi partide de aynı davranışı gösterir.

Cemaatlerin bir çoğunda, yukarıdan aşağıya doğru bir şekillenmeyle işlerin yürütüldüğü bilinen bir gerçektir. Türkiye örneğinde, toplumun yukarıdan aşağıya doğru şekillenmesi gibi, cemaatlerin de yapılanması hiyerarşik bir şekildedir. Cemaat yöneticilerinin
çoğu da bir devleti yönetir gibi cemaati yönetmektedirler. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti devletinin yapılanma şekliyle organik bir benzerlik arzetmektedirler. Türkiye’nin demokratikleşmesi, cemaat yapılanmalarının demokratikleşmesinden geçer. Batı
demokrasisinin inşa edilmesinde nasıl sivil toplum kuruluşlarının inşai etkisi varsa, Türkiye toplumunun yeniden inşasında, cemaatlerin kendi iç mekanizmalarının demokratikleşmesi ve cemaatler arasındaki demokratik kültürün inşası önemli bir rol
oynayacaktır.

Demokrasinin inşa edilmesinde, bütün kesimler ‘asli’ birer unsurdur ve demokrasinin kurucu unsurudur. Bir kurucu unsurun diğer unsurları yok sayması veya gerçekten yok etmesi, demokrasinin kurucu unsurlarını yok eder. Kurucu unsurlarının bir tanesinin dahi olmaması,
demokrasiyi ortadan kaldırır. Öyle ise, demokrasinin bir unsurunun olmaması halinde ‘biraz’ demokrasiden değil, ‘hiç’ demokrasiden söz edemeyiz. Yani demokrasi ya vardır ya da yoktur. Demokrasinin yarım hali mevcut değildir. Öyle ise demokratikleşmeden
bahsederken, yarı demokrasi halinden tam demokrasi haline bir geçiş değil, olmayan bir demokrasiyi yeniden inşasını hedeflemek gerekiyor.

Demokratik kültür, fikirlerin yarışmasıyla gelişir. Bu, bütün sivil toplum kuruluşları içerisinde/arasında ve toplumun her noktasında uyulması gerekli bir kuraldır. Fikirlerin yarışmasında, devletin rolü, tarafsızlıktır. Devlet aygıtı, eğer tarafsız
olmazsa, toplumda fikirler yarışamaz.

Devletin, plüralist bir toplumda yapması gereken, hakem rolü üstlenmektir. Her türlü fikrin -bu fikir toplumda azınlık bir kesim tarafından savunulsa bile- bir gün çoğunluk olma hakkı vardır. Bu hakkı demokratik rejim, eğer teminat altına almazsa, demokratik
bir mekanizmadan değil, totaliter bir mekanizmadan söz edilir. Bu hakkın korunmadığı hallerde, bir çoğunluk totalitarizmi ortaya çıkar ve bu çoğunluk totalitarizmi, azınlık haklarını ezme pahasına kendisini koruma altına alır.

Bir ideolojinin iktidarında, devlet, diğer ideolojileri de demokratik uzlaşma alanına çektiği ölçüde demokratiktir. Uzlaşma alanına çekilmeyen fikirlerin marjinalleşmesini, yer altında kendilerine bir yer bulmasını başka tarzda izah etmek mümkün değildir.
Yer üstünden yer altına bir kayma söz konusu ise, burada suçu, yer altına geçenlerde değil, onlara yer üstünde tahammül edemeyenlerde aramak gerekir. İktidar muhalefet ilişkilerinde, demokratik tahammülün nasıl olması gerektiğini muhalefete (toplumsal
muhalefete) öğretmek/göstermek siyasi iktidarın görevidir.

IV. Demokratikleşmenin Önündeki Engeller

1. Sosyo-psikolojik engeller: Ümitsizlik (Biz adam olmayız psikolojisi)

2. Siyasi istibdat: Toplumun kendi içinde var olan ve her tarafı sarmış, sarmalamış olan istibdat ruhu. Bir davranış kalıbı olan bu ruh, önce kişide bitmeli, sonra toplumda bitmeli; toplumda istibdat bittikten sonra devlet istibdadının da sona ermesi mümkün
hale gelir.

5. İlmi istibdat: Demokratikleşmede, önce fikirler hür olmalı. Fikirlerin farklı olmasından korkulmamalı; fikirlerin çatışmasından da korkulmamalı. Fikirlerin çatışmasına izin verilmezse, bu gerilimin kaynağı haline gelir ve kişiler çatışmaya başlar.
Bunun en önemli sebebi, bir fikrin kendi doğruluğu hakkında en ufak bir şüphe duymayıp, diğer fikirlerin yanlış olduğu hususunda kesin kanaate sahip olmasıdır. Böyle düşünen biri, diğer (yanlış olduğunu düşündüğü) fikirlere tahammül edemez ve o
fikirler üzerinde bir tür manevi istibdat uygulamaya başlar.

6. Hukuki engeller: Anayasada ve diğer kanunlarda yer alan ve demokratik sürecin süzgecinden geçmemiş kanunlar yeniden ele alınmalı, halk iradesine başvurulmalıdır. Yukarıda sözünü ettiğimiz ve teknik anlamda kanun sayılmasında kuşku duyulan kanunların
yasama meclislerince yeniden görüşülerek ele alınması gerekir. Bunun içine anayasa ve kanunlar girebildiği gibi, diğer tartışılan devrim kanunlarının da dahil edilmesi gerekir.

7. Hukuk denetiminden geçmeyen idari işlemler: Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı işlemler, OHAL kanunu ve YAŞ kararları gibi işlemlerin, hukuk denetiminden geçirilecek tarzda yeniden düzenlenmesi, demokratikleşmenin devlete yüklediği görevlerdendir.

Yine Kriz Yönetmeliği ve Milli Güvenlik Siyaset Belgesi adıyla yürürlükte olan metinlerin ve bunlara dayalı işlemlerin hukuk süzgecinden geçirilmesi ve uygulamasının şeffaflaştırılması gerekmektedir. Hukuk devleti ilkeleri, hiçbir metnin anayasa, kanunlar
ve hukukun genel kuralları çerçevesinin dışında bırakılmasına izin vermez.

8. Askeri ve bürokratik engeller: Parlamenter rejimde üçlü bir denge bulunur: Yasama-yürütme-yargı erkleri arasında bir denge sözkonusudur. Bu denge her üç erkin birbirini sınırlamasını gerektirir. Türkiye örneğinde ise, bu erklere bir dördüncüsünü
eklemek gerekir: Askeri erk. Böylece parlamenter sistem, prezidansiel (başkanlık sistemi) ve yarı prezidansiel (yarı başkanlık sistemi) de dahil olmak üzere, hiçbir rejimde bulunmayan yeni bir sistem ortaya çıkmıştır. Anayasa bilimcilerinin bu yeni sistemin
teorisini bulmaları ve mukayeseli olarak çalışmaları gerekmektedir. Ve "içinde askeri erkin de dengeleyici (balans ayarcısı) olarak bulunduğu sisteme ne ad verilir?" sorusuna cevap aramaları gerekir. Maurice Duverger’in "pretoryen diktatörlüğü"
kavramsallaştırması, sanırım Türkiye için tamıtamına uygun bir tanımdır.

9. Milliyetçi/ırkçı/faşist söylemler: Devletin tanımladığı gibi ifade etmeye çalışırsak, ‘Kürt sorunu’, ‘İslamcılık sorunu’ ve buna benzer sorunlara karşı, demokratik refleks yerine militarist refleks göstermenin demokratik düşünce içerisinde yeri
bulunmamaktadır. Her türlü sorunun uluslararası boyutu olabilir. Ancak, bu bize bir çözüm sunmamaktadır. Bu sorunun çözümü, başta milliyetçilik olmak üzere devletin kendisine temel ilke kabul ettiği bütün kuralların, anayasada yeniden tanımlanmasıdır.

1960’lı yılların başlarında geliştirilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde, Türkiye için öncelikli tehdit unsurlarının başında sırayla komünizm, Yunanistan ve İran yer aldı. 28 Şubat 1997’den itibaren birinci öncelikli tehdit olarak irtica belgedeki
yerini aldı.

Anayasa’nın önünde ve devletin gizli anayasası olarak kabul edilen bu belge, hukuki bir temele oturtulmalıdır. Anayasaya konmalı, yasalaşma sürecine tabi olmalı veya diğer mevzuat arasına alınmalı. Anayasaya aykırı haller, yasaya aykırı haller ve diğer
mevzuata aykırı haller ve bunların müeyyidelerinin belli olmaması halinde, o devletin hukuk devleti olduğu kuşku uyandırır. Hukuk devletinde, her vatandaşın ne ile cezalandırılacağını bilme hakkı vardır. Buna aykırı uygulamalar, hukuk devletini
zedelemektedir.

V. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye’ye İlişkin Davalar ve Türkiye’nin Kendi Kendiyle Yüzleşme Zamanı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine, hakkında insan hakları ihlalleri ile ilgili şikayet başvurusu yapılan ülkeler arasında, Türkiye başta gelmektedir. 1987 yılından itibaren açılmış bulunan ilk 2500 davanın konularına göre dağılımı şöyledir:

-İfade özgürlüğü ile ilgili olarak açılmış bulunan dava sayısı: 59.

-Parti kapatma ile ilgili olarak açılmış bulunan dava sayısı: 6.

-Güneydoğu Anadolu Bölgesinde köy boşaltma ve köy yakma ile ilgili dava sayısı: 358.

-Güneydoğu Anadolu Bölgesinde işkence, faili meçhul cinayet ve kayıplarla ilgili olarak açılmış bulunan dava sayısı: 114.

-Kamulaştırma ile ilgili olarak açılmış bulunan dava sayısı: 204.

-İşkence ve gözaltı süresinin uzunluğu ile ilgili olarak açılmış bulunan dava sayısı: 136.

-Yargılanma süresinin uzunluğuna dair açılan dava sayısı: 48.

-Kayıp, ölüm ve faili meçhul durumlara dair açılan dava sayısı: 23.

-Hükümet aleyhine açılmış bulunan diğer dava sayısı: 847.

BM ve Avrupa Konseyinin İşkenceyi önleme sözleşmeleri çerçevesinde oluşturulan izleme komiteleri, Türkiye’de yoğun bir biçimde sözleşme ihlali tespit edip raporlarına koymuşlardır.

Haziran 2002 tarihi itibariyle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Türkiye’den 5000’den fazla bireysel başvuru yapıldı. Bunlardan 157’si Türkiye aleyhine, sadece 9’u da Türkiye’nin lehine karara bağlandı. 400 dava ise dostane çözümle sonuçlandı; 57 dava kabul
edilemez bulundu; 13 dava da usuli nedenlerden ötürü kayıtlardan silindi. 15 Mart tarihi itibariyle Türkiye Hükümeti, aleyhine sonuçlanan veya dostane çözüme gidilen toplam (400+157) 557 davada yaklaşık 11 milyon dolar tazminat ödemeye mahkum edildi. Davaların
geneline bakıldığında, en çok 1500 dava ile Güney Doğu Anadolu bölgesi öne çıkmaktadır. Bu başvuruların büyük çoğunluğu ise bölgede operasyonların yoğun olarak yaşandığı 1990-96 yılları arasında gerçekleşti. Bu dönemde yapılan başvuruların
şikayet konularına baktığımızda, köy yakma, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar ve işkence iddialarının dosyaların çoğunluğunu teşkil ettiğini söyleyebiliriz.

Şimdi, Mart 2002 tarihi itibariyle sonuçlanan davaların sayısına (627 dosya) baktığımızda, bunun, açılan toplam dava sayısının (5000 dava) sadece % 12.5’ini teşkil ettiğini görürüz. Bunun anlamı şudur: Karar verilen dosyalarda Türkiye aleyhine verilen
kararlar için ödenen toplam tazminat 11 milyon dolar olursa, geriye kalan % 87.5 davanın aynı oranda mahkumiyet ve dostane çözümlenmesi halinde, 87 milyon dolardan fazla bir tazminat miktarı ortaya çıkmaktadır ki, bu Türkiye ekonomisi açısından ciddi rakamlar
demektir.

Dostane çözümlerde davanın Türkiye lehine değil aleyhine bir durum teşkil ettiği unutulmamalıdır. Bundan dolayı Türkiye aleyhine verilen kararları değerlendirirken, dostane çözümleri de Türkiye’nin aleyhine olan kategoriye dahil etmek gerekir. Zira dostane
çözüm şu demektir: Türkiye, aleyhine açılan bir davada haksız/suçlu olduğunu kabul etmekte (suçu ikrar), ancak barışmak istediğini bildirmektedir. AİHM ise, bu talep üzerine tarafları uzlaştırmakta, ancak Türkiye aleyhine tazminat verme kararından vazgeçmemektedir.
Böylece Türkiye hükümeti, hem aleyhine açılan davalarda hem de uzlaştığı davalarda tazminat ödemeye mahkum olmaktadır.

Türkiye ile ilgili olarak verilen kararların (627 dosya), %25’i (157 dosya) Türkiye aleyhine sonuçlanmış; % 64’ü dostane çözümle sonuçlanmıştır. 627 dosya içinde sadece 57 dosyada Türkiye hükümeti haklı bulunmuştur. Bu 57 dosyanın toplam sonuçlanan
dosya içindeki yeri ise sadece % 11’dir. Yani davaların % 89’unda Türkiye suçlu bulunmuş, % 11’inde ise haklı bulunmuştur.

Yaptıkları kanundışı eylemlerle Türkiye’yi AİHM nezdinde yüklü miktarda tazminat ödemeye mahkum ettiren sözde vatanperver devlet görevlileri sadece sözkonusu eylemlere muhatap olanları değil, bütün milleti cezalandırmış oluyorlar. Yine bu yetkililerin
"hizmet" için kullandıkları ve fakat şeffaf olmayan/denetlenemeyen kaynaklar da işin cabası.

Avrupa Birliğine girme uğruna 40 yılını vermiş bu ülke, bir anayasa değişikliği ile, ana dilde yayın yapma da dahil olmak üzere bir seri demokratikleşme kararını yürürlüğe sokmaya çalışmaktadır. Antidemokratik uygulamaların demokratik standarda kavuşması
taleplerine direnen Türkiye, -çoğu ekonomik nedenlerle- AB’ne girmek zorunda kaldığı için, anayasada bir takım değişiklikler yapmıştır. Uygulamada bu yasalara ne kadar uyulacağından sarfı nazar, sadece bu yasaların çıkarılmasının gecikmesi dahi
demokratikleşmede ne kadar geri durduğumuzu gözler önüne sermektedir. Zira, kendi vatandaşı için değil, AB’ye girme psikolojisiyle hareket eden devletin bu tavrı, yasaların demokratikleşme yasaları olmaktan çok, ‘uyum yasaları’ diye adlandırılmasıyla da
kendisini göstermektedir.

Sonuç Yerine Bir Öneri

Anayasa, toplumsal iradenin en üst düzeyde buluştuğu noktadır. Piramidin tepesidir. Zira, diğer tüm yasalar, kanun hükmünde kararnameler ve diğer mevzuat anayasaya göre şekil alır ve piramidin alt taraflarını teşkil eder. Toplumsal irade toplumun tüm
katmanlarından oluşuyorsa, bu bir tür mutabakat metni haline gelir ve herkes buna uymakla yükümlüdür.

Ancak, anayasayı oluşturan irade, toplumun tüm katmanlarından oluşmuyorsa, yani mutabakat yoksa ne piramit ne de tepesi sağlıklı bir şekilde oluşmaz. Türkiye örneğinde anayasalar, genellikle belli bir ideolojinin bir mutabakat metni diye sunulmasıyla oluşur.
Toplumsal mutabakat olmadığından, ne anayasanın bağlayıcılığı yeterli ve gerekli etkiyi yapar; ne de özel ve tüzel kişilerin anayasaya bağlı kalmak gibi bir dertleri olur. Böyle olunca, anayasalar, gereksiz metinler ve formalite belgeler hükmünde algılanmıştır.

Bunun yanında, anayasa iradesi eğer toplumun bir kesiminin iradesini yansıtıyorsa burada bir resmi ideolojiden söz edilir. Ve bu ideoloji, anayasanın ruhu hüviyetini alır. Anayasal ideolojinin olduğu bir metin, ne kadar demokratik hükümler barındırırsa barındırsın,
mahkemelerce bu ideolojiye göre yorumlanmak zorundadır. Her türlü hak ve özgürlük, bu ideolojinin rengine bürünür. Her türlü hak ve özgürlük kullanımı, bu ideolojinin sınırlarına toslar.

Demokratikleşme için atılacak en önemli adım, renksiz bir anayasa hazırlamaktır. Anayasalar ideolojisiz olmak zorundadır. Eğer ille de bir anayasa ideolojisi aranıyorsa, bu ideoloji demokratikleşme olmalıdır. Ve demokratikleşme ideolojisi, bütün ideolojilere
eşit mesafede duran bir rejimin adı olmalıdır.