Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun. Benim gibi bir Şarklıyı tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasa idin, ben ve umum millet zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömrü ebedî
ile tebşir ediyorum. Eğer aynü’l-hayat Şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o Cennette neşv ü nema bulsan, bu millet-i mazlûmenin de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağraz-ı şahsî ve fikr-i intikam
ile sizi lekedar etmezse, 1 ki, bizi kabr-i vahşet ve istibdattan ihraç ve cennet-i ittihat ve muhabbet-i milliyeye davet etti.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 73.

Bu inkılab, fikr-i beşerin ağır zincirlerini parça parça ve istidad-ı terakkiye karşı setleri zir ü zeber ederek, hükûmeti varta-yı mevtten tahlis ve bu millet-i muzlûmede cevahir-i insaniyeti izhar ve âzâde olarak kâbe-i kemâlâta doğru gönderdiği gibi,
hatimesi de, yani otuz sene kadar rengarenk sefahet ve israfât ve hevesât ve lezaiz-i nâmeşrua gibi seyyiat-ı medeniyet, devlet-i medeniyeti, hükûmet-i müstebide gibi inkıraza sevk eden umurlar maddeten zararını ihsas edeceğinden o müzlim ve kesif olan sehab,
arzu-yu umumî ile münkeşif olduğundan, şems-i Şeriat ve ma’kesi olan kamer-i medeniyet, berrak ve saf ve esasatta Asya’yı ve Rumeli’yi tenvir ve mutazammın olduğu istidad-ı kemâlin tohumları hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bularak rengarenk elvan ile
tezyin edeceğini bu fa’l-i hayır bize müjde veriyor.

Bir mu’cize-i Peygamberîdir (a.s.m.) ve bu millet-i mazlûmeye bir inayet-i İlahîdir. Ve cemiyet-i milliyenin niyet-i halisanesinin bir kerametidir ki, bu maden-i saadet ve hürriyet olan Şeriat dairesindeki ittihad-ı kulûb ve muhabbet-i millî elimize meccanen girdi.
Milel-i saire milyonlarla cevahir-i nüfus feda etmekle kazandılar. Ölmüş olan hissiyat ve âmâl ve müyülât-ı âliye-i milliyemizi ve ahlâk-ı hasene-i İslâmiyemizi bu küre-i arz denilen (cezbe tutmuş Mevlevî gibi) meczub cevvalin simâhında tanin-endaz ve
umum milleti sürur ile bir garip ihtizaza getiren sedâ-yı hürriyet ve adalet nefh-i sûr-u İsrafil gibi hayatlandırıyor.

Sakın, ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâubaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusâta karşı Şeriat-ı Garra üzerine müesses olan kanun-u esasi Azrail hükmüne geçti. Onları
öldürdü.

Ey hamiyetli ihvan-ı vatan! İsrafât ve hilaf-ı Şeriat ve lezaiz-i nâmeşrua ile tekrar ihya etmeyiniz. Demek şimdiye kadar mezarda idik. Çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve Meşrutiyet ile rahm-ı madere geçtik. Neşv ü nema bulacağız. Yüz bu kadar sene
geri kaldığımız mesafe-i terakkiden, inşaallah, mu’cize-i Peygamberî (a.s.m.) ile şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşetengiz sahra-yı kebiri zaman-ı kasırada tekemmül-ü mebadi cihetiyle
tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kah öküz arabasına binmişler, yola gitmişler; biz birden bire şimendifer ve balon gibi mebadiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-i İslâmiyenin
ve istidad-ı fıtrînin, feyz-i îmânın ve şiddet-i cû’un hazma verdiği teshil yardımı ile fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 75-76.

Sual: "Meşrûtiyeti pek çok i’zam ediyorsun. Eskide rey-i vahid idi, milletten sual yok idi; şimdi meşverettir, milletten sual edilir. Millet, ‘Ne için?’ der; ona, ‘Ne istersin?’ denilir, işte bu kadar. Daha nedir, o kadar ilaveyi takıyorsun?"

Cevap: Zaten şu nokta bütün cevaplarımı tazammun etmiş. Zîra meşrûtiyet hükümete düştüğü vakit, fikr-i hürriyet meşrûtiyeti her vecihle uyandırır. Her nevide, her taifede onun sanatına ait bir nevi meşrûtiyeti tevlid eder. Hatta ulemada, medariste,
talebede bir nevi meşrûtiyeti intac eder. Evet, her taifeye ona mahsus bir meşrûtiyet, bir teceddüt ilham olunuyor. İşte, şu arkasında şems-i saadeti telvih eden ve temayül ve incizap ve imtizaca yüz tutan lemeat-ı meşverettir ki, bana meşrûtiyet hükümetini
bu kadar sevdirmiştir. Bence taklidin temelini atıp, ihtilafâtı çıkarmakla Mûtezile, Cebriye, Mürcie, Mücessime gibi dalâlet fırkalarını İslâmiyet’ten intac eden mesail-i dîniyedeki istibdad-ı ilmîdir ve nefsü’l-emirde mukayyed olan şeyde ıtlaktır.Haşiye1
Meşrûtiyet-i ilmiye hakkıyla teessüs etse, meyl-i taharrî-i hakîkatin imdadıyla, fünûn-u sâdıkanın muavenetiyle, insafın yardımıyla şu firak-ı dâlle Ehl-i Sünnet ve Cemaate dahil olacakları kaviyyen me’mûldür. Şu fırkalar, eğer, çendan bir hizip
olarak görünmüyor, fakat efkârda tahallül ederek münteşiredir. Herkesin dimağında onların meylettiği mesleğe meyelan bulunabilir. Hatta, eğer bir dimağ büyütülse, maanî tecsîm edilir ise, şu firak, sinematografvarîHaşiye2 o dimağda temessül ettiği görülecektir.
Şu kıssa, uzundur, makamı değil; siz suallerinizi ediniz.

Sual: "Şu meşrûtiyet, büyüklerimizi, beylerimizi kırdı; fakat bazıları da müstehak idi. Hem de, maddeten bir şey görmeden yalnız meşrûtiyetin nâmını işitmekle, kendi kendilerine düştüler. Bunun hikmeti nedir?"

Cevap: Mânen her bir zamanın bir hükmü ve hükümrânı vardır. Sizin ıstılahınızca, o zamanın makinesini çeviren bir ağa lazımdır. İşte, zaman-ı istibdadın hâkim-i mânevîsi kuvvet idi; kimin kılıncı keskin, kalbi kasî olsa idi, yükselirdi. Fakat,
zaman-ı meşrûtiyetin zenbereği, rûhu, kuvveti, hâkimi, ağası haktır, akıldır, marifettir, kanundur, efkâr-ı âmmedir; kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir. İlim yaşını aldıkça tezayüd, kuvvet ihtiyarlandıkça tenakus
ettiklerinden, kuvvete istinad eden kurûn-u vusta hükûmetleri inkıraza mahkûm olup, asr-ı hazır hükûmetleri ilme istinad ettiklerinden, Hızırvarî bir ömre mazhardırlar.

İşte ey Kürtler! Sizin bey ve ağa, hatta şeyhleriniz dahi, eğer kuvvete istinad ile kılınçları keskin ise, bizzarûre düşeceklerdir; hem de müstehaktırlar. Eğer akla istinad ile, cebr yerine muhabbeti istimal ve hissiyatı, efkâra tabî ise, o düşmeyecek,
belki yükselecektir.

Sual: "Neden, şu inkılab-ı hükûmet, her şeyde bir inkılap getirdi?"

Cevap: 2 sırrınca, istibdat herkesin damarlarına sirayet etmişti, çok nam ve sûretlerde kendini gösteriyordu, çok dam ve planlar istimal ediyordu. Hatta benim gibi bir adam, ilmi vasıta edip, tahakküm ediyor idi veyahut sehavet-i milliyeyi sû-i istimal ederdi.
Veyahut şu şeyh gibi, necâbeti sebebiyle herkes onun hatırını tutarak -tutmakla mükellef bildiğinden- tahakküm ve istibdat ediyordu.

Sual: "Demek, öldürmemize, hükûmetin istibdadına yardım eden başka istibdatlar da varmış?"

Cevap: Evet, cehaletimizin silahıyla, asıl bizi mahveden, içimizdeki, garip namlar ile hüküm süren parça parça istibdatlar idi ki, hayatımızı tesmîm etmiş idi. Fakat, yine kabahat, o küçük istibdatların pederi olan istibdad-ı hükûmete aittir.

Münâzarât, s. 31-34.

Sual: "Şimdi, hürriyet bahsini sual edeceğiz. Nedir şu hürriyet ki, o kadar tevilat onda birbiriyle çekişiyorlar ve hakkında acîb, garip rüyalar görülür?"

Cevap: Yirmi seneden beri onu, hatta rüyalarda takip eden ve o sevda ile her şeyi terk eden birisi, size güzel cevap verebilir.

Sual: "Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hatta, adeta, ‘Hürriyette, insan her ne sefahet ve rezalet işlese, başkasına zarar vermemek şartıyla bir şey denilmez’ diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?"

Cevap: Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini îlan ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zîra, nazenin hürriyet, âdâb-ı Şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lazımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir;
belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır.

Hürriyet-i umûmi, efradın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki; ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.

3Haşiye3

Münâzarât, s. 55.

Hürriyet îmanın hassasıdır.

Sual:Haşiye4 "Demek biz eskiden beri hürriyetimize mâlik idik. Hürriyetimiz tev’em olarak bizimle doğmuş. Öyle ise, başkalar keyiflensin, bize ne?"

Cevap: Evet, zaten o sevda-i hürriyettir ki, sizi tahammülsûz meşakkatlere mütehammil kılmış. Ve medeniyetin müşaşaa bu kadar mehasininden, sizin ankameşrebâneniz sizi müstağnî etmiştir. Fakat, ey göçerler! Sizde olanı yarı hürriyettir, diğer yarısı
da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de, kût-u lâyemut ve vahşet ile alûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunur. Vakıa, şu bîçare vahşî hayvanların bir lezzeti ve tesellîsi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin, güneş
gibi parlak, her rûhun maşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki, saadetsaray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazîlet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyinedir.

Sual: "Ne diyorsun? Şu sena ettiğin hürriyet hakkında denilmiştir: 4

Cevap: O bîçare şair, hürriyeti Bolşevizm mesleği ve ibahe mezhebi zannetmiş. Hâşâ! Belki, insana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubûdiyeti intac eder. Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid’e Ahrar’dan ziyade hücum ederdi ve derdi: "Hürriyeti
ve kanun-u esasîyi otuz sene evvel kabul ettiği için fenadır." İşte yahu, Sultan Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdadını hürriyet zanneden ve Kanun-u Esasînin müsemmasız isminden ürken adamın sözünde ne kıymet olur? Belki, böyle diyenler öyledirler.
Hem de, yirmi senelik İslâmiyet’in bir fedâisi de demiştir: 5Haşiye5

Sual: "Nasıl, hürriyet îmanın hassasıdır?"

Cevap: Zîra, rabıta-i îman ile Sultan-ı Kainata hizmetkar olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye izzet ve şehamet-i îmaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukûkuna tecavüz
etmeyi dahi, şefkat-i îmaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkarı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez, bir bîçareye tahakküme dahi tenezzül etmez. Demek, îman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte, Asr-ı Saadet.

Sual: "Bir büyük adama, bir velîye, bir şeyhe ve bir büyük alime karşı nasıl hür olacağız? Onlar, meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların fazîletlerinin esiriyiz."

Cevap: Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni, tevazu ve mahviyettir; tekebbür ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir; siz de büyük tanımayınız.

Münâzarât, s. 57-60.

Cihad-ı hariciyi, Şeriat-ı Garranın berahin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira, medenîlere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz. Husûmete vaktimiz yoktur. Cumhuriyet
ki:Haşiye6

Adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâm’a büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir. Kuvvet kanunda olmalı.
Yoksa istibdat tevzi olunmuş olur.

6 Hâkim ve amir-i vicdanî olmalı. O da; marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namiyle olmalı. Yoksa istibdat daima hükümferma olacaktır.

İttifak hüdadadır, hevada ve hevesde değil. İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahdırlar. Her şey hür oldu. Şeriat da hürdür, meşrutiyet de mesâil-i Şeriatı rüşvet vermeyeceğiz. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz. Yeis mâni-i
her kemaldir. "Neme lazım, başkası düşünsün," istibdadın yadigârıdır.

Bu cümlelerin mabeynini rabtedecek olan mukaddematı, Türkçe bilmediğim için mütaliînin fikirlerine havale ediyorum.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 64-66.

Sual: "İstibdat nedir; meşrûtiyet nedir?"

Cevap: İstibdat tahakkümdür, muamele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vahiddir, sû-i istimalata gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mahisidir. Sefalet derelerinin esfel-i safilînine insanı tekerlendiren ve alem-i İslâmiyet’i
zillet ve sefalete düşürttüren ve ağraz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyet’i zehirlendiren, hatta her şeye sirayet ile zehrini atan, o derece ihtilafatı beyne’l-İslam îka edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.

Evet, taklidin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Rafıziye, Mûtezile gibi İslâmiyet’i müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.

Sual: "İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik. Lehü’l-hamd, parçalandı. Onu esasiyle tedavi edecek olan tiryak-ı meşrûtiyeti bize tarif et."

Cevap: Bazı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hal-i hazırdan fehmettiğiniz meşrûtiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûayı beyan
edeceğim. İşte:

Meşrûtiyet 7 ve 8 ayet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûranînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi marifettir, lisanı muhabbettir, aklı kanundur, şahıs değildir.

Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvamın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvak ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyet’in
bahtını, Asya’nın taliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekasıyla ibka edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa heva ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vahid-i istibdadı
layetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefîne-i Nuh gibi emniyet ediniz.

Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esas-ı insaniyet olan cüz’-i ihtiyarı temin eder, azad eder; siz de câmid olmaya razı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyade ehl-i İslâm’ı bir aşîret gibi
birbirine rapteder; siz de o rabıtayı muhafaza ediniz. Zîra meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizaza geldi. Zîra, milliyetimizin rûhu İslâmiyet’tir; hakîki ve nisbî ve izafîden mürekkeptir.
Başka millete benzemiyoruz.

Sual: "İstibdadın çirkinliğine, meşrûtiyetin bu derece iyiliğine delilin nedir?"

Cevap: Siz avam olduğunuzdan hayalinizle tefekkür, gözünüzle taakkul ettiğinizden, temsil size bürhan-ı nazarîden daha ziyade muknîdir. İşte, ikisinin mahiyetlerini misalle tasvir edip göstereceğim.

İşte, biliniz: Hükûmet hekim gibidir; millet hastadır. Farzediniz, ben şu çadırda oturmuş bir hekimim. Şu etraftaki her bir köyde, Allah etmesin, birer ayrı hastalık var. Ben o hastalıkları teşhis etmemişim, hem de tacizimi istemeyen müdahanecilerden,
yalancılardan başka kimseyi görmemişim. Şu halde, şu köylere, tanımadığım bir hastalığa, görmediğim bir hastaya gönderdiğim reçetesiz, mîzansız bir ilacı istimal eden, acaba şifa mı bulur veyahut ölür?

Evet, 9 sırrınca, şunun sâye-i muzlimânesinde mazhar oldunuz. İşte her köye böyle ilaç göndermek, hatta dâü’l-cû ile karın ağrısına müptela olan emsalinize hazım ilacı hükmünde olan iane toplamak, yahut eşkıyalık ve husûmet derdiyle mültehap
bulunan o vücuda, iltihabı tezyid eden Hamidîlik icra etmek ve ila ahir… acaba tedavi mi, yoksa tesmîm midir, melekü’l-mevte yardım etmek midir?

İşte mahiyet-i istibdadın timsali budur. Zîra, sabıkta, Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu, bîçare milletin halini anlamıyordu, yahut zaaf-ı kalb ve kuvvet-i vehim ile anlamak istemiyordu, yahut mütehevvisane ve mütekeyyifane ve mütekalkıl olan tabiatı,
anlattırmaya müsait değildi. İşte hükümetteki istibdada, her şeydeki istibdadı kıyas ediniz. Hatta, taklidi tevlid eden ilmin istibdadı dahi böyledir.

Amma, bizzarûre hükümet-i İslamiye’nin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûanın timsalini isterseniz, farzediniz ben bir hekimim. Şu çadır dahi eczahanedir; içindeyim. Umum köylerde veyahut evlerde çeşit çeşit hastalıkları teşhis etmiş, reçetesini
yazmış bir müntehap adam, yanıma geliyor, reçetesini ibraz ediyor ki; "Daü’l-cehl ile baş ağrısı var" yazılıdır. Ben dahi, fen afyonunu iptida onların lisanlarının zarfında, sonra da lisan-ı resmiyeye ifrağ ederek veriyorum. Bir başkasının reçetesini
gösteriyor ki; kalb hastalığı olan zaaf-ı diyanet var. Ben de, fünûnu maarif-i İslamiye ile mezc ederek bir macun yapıyorum, müderrislerin ellerine veriyorum, gönderiyorum. Diğerinde daü’l-husûmet ile ihtilal sıtması var. Ben de fikr-i milliyeti uyandırarak,
ışıklandırarak, tiryak misal adalet ve muhabbeti o nur ile mezc ettirerek, sulfato-misal bir ilaç veriyorum. İşte böyle bir hekimdir ki, vatan hastahanesinde, bîçare etfali helaktan halas eder. Hâ, hükümet-i meşrûtanın timsal-i nûranîsi 10 sırrınca, her
bir büyük adam, bu düsturu nazara almak gerektir.

Münâzarât, s. 22-27.

Hem de Meşrutiyet-i meşrûa denilen dünyada beşer saadetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makina-i hayatın buharı olan hürriyetteki irade-i cüz’iyeyi, istibdat ve tahakkümün belasından kurtaran meşveret-i şer’iyenin mayesile mayalandıran, Meşrutiyet-i
meşrua sizi herkes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülûğunuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mevcudiyetinizi ittihatla gösteriniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb
ve akl-ı müştereki gibi gösteriniz. Yoksa, sıfır çekecek ve şehadetname-i hürriyeti elinize vermeyecektir.

Evet, mazinin sahralarında keşmekeşliğinize sebebiyet veren her birinizdeki meylü’l-ağalık ve fikr-i hodserane ve enaniyet, şimdi istikbalin saadet saray-ı medeniyetinde fikr-i icada ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkılab edecektir, inşaallah.

Hatta diyebilirim ki: Ey Şark vilayetlerindeki vatandaşlarım! Başkalarının sukûtî medreselerine nisbeten, sizin gürültülü olan medreseleriniz bir meclis-i meb’usan-ı ilmiyeyi gösteriyor.

Hem Şafiî olduğunuzdan ve imam arkasında kıraat-ı Fatiha ile semavî ve ruhanî vızıltılarınız sizi mezheben ve medreseten ve fıtraten

11‘nın başka bir ünvanı olan teşebbüs-ü şahsiyeye teşvik ediyor.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 59-60.

Hem de mânâ-i meşrûtiyete iptila ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın ve alem-i İslâm’ın istikbalde terakkîsinin birinci kapısı meşrûtiyet-i meşrua ve Şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve tali’ ve taht ve baht-ı İslâm’ın anahtarı da meşrutiyetteki
şûradır. Zira, şimdiye kadar üç yüz yetmiş milyon İslâm ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiy’e, alemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümferma olduğu halde her bir ferd-i Müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikîsine
malik olur. Ve hürriyet üç yüz yetmiş milyon İslâm’ı esaretten hâlâs etmeye bir çâre-i yegânedir. Farz-ı muhal olarak; burada yirmi milyon nüfus, te’sis-i hürriyette çok zarardîde olsalar da feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

Yaşasın Meşrutiyet-i meşrûa! Sağ olsun hakikat-ı Şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 55-56.

Asya’nın bahtını, İslamiyetsin taliini açacak yalnız meşrûtiyet ve hürriyettir. Fakat, Şeriat-ı Garranın terbiyesinde kalmak şartıyla.

Tenbih: Mehasin-i medeniyet denilen emirler, Şeriatın başka şekle çevrilmiş birer meselesidir…

Muhakemat, s. 39.

Sual: "Heyhat! Nasıl hürriyetimiz umum alem-i İslam’ın hürriyetinin mukaddimesi ve fecr-i sadıkı olur?"

Cevap: İki cihet ile.

Birincisi: Bizde olan istibdat, Asya’nın hürriyetine zulmanî bir sed çekmişti. Ziya-i hürriyet o muzlim perdeden geçemezdi ki, gözleri açsın, kemâlâtı göstersin. İşte bu seddin tahribiyle, fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat, Çin
ifrat edip komünist oldu. alemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birdenbire terazinin öteki gözünde olan vahşet ve istibdadı kaldırdı, git gide kalkacak. Eğer siz sahîfe-i efkârı okusanız, tarîk-ı siyaseti görseniz, hutebâ-i umûmi olan doğru
konuşan cerâidi dinleseniz, anlayacaksınız ki, Arabistan, Hindistan, Cava, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde o derece fikr-i hürriyetin galeyanıyla, alem-i İslam’ın efkarında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılab-ı acîb ve terakkî-i fikrî ve teyakkuz-u
tam intac etmiştir ki, pahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu. Zîra, hürriyet milliyeti gösterdi; milliyet sadefinde olan İslâmiyet’in cevher-i nûranîsi tecellîye başladı. İslâmiyet’in ihtizazını ihbar etti ki, her bir Müslim, cüz-ü fert gibi başıboş
değildir; belki, her biri mürekkebat-ı mütedahile-i mütesaideden bir cüz’dür, sair eczalar ile cazibe-i umûmiye-i İslamiye noktasında birbiriyle sıla-i rahimleri vardır. Şu ihbar bir kavî ümit verir ki, nokta-i istinad ve nokta-i istimdat gayet kavî ve metîndir.
Şu ümit, yeisle öldürülen kuvve-i maneviyemizi ihya etti. Şu hayat, alem-i İslam’daki galeyan eden fikr-i hürriyetten istimdat ederek umum alem-i İslâm üzerine çökmüş olan istibdad-ı manevî-i umûminin perdelerini parça parça edecektir.Haşiye7

12

İkinci Cihet: Şimdiye kadar ecnebîler bahane mahane tutarlardı, milletimizi eziyorlardı. Şimdi ise, ellerinde urûk-u insaniyetkârânelerine veya damar-ı mutaassıbânelerine veya âsâb-ı dessasânelerine dokunduracak ellerinde serrişte-i bahane olacak öyle nokta
bulamazlar. Bulsalar da tutamazlar. Bahusus, medeniyet hubb-u insaniyeti tevlid eder.

Münâzarât, s. 63-65.

Herkesin şevkini kıran ve neşesini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cemiyat-ı âvâmiyeyi teşkiline sebebiyet veren ve ismi meşrûtiyet ve mânâsı istibdat olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar
eden buradaki şube-i müstebidâneye muhalefet ettim.

Herkesin bir fikri var. İşte sulh-u umumî, afv-ı umumî ve ref’-i imtiyaz lazım. Ta ki, biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın! Derim, biz ki hakikî Müslümanız; aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için
yalana tenezzül etmeyiz. Zira biliyoruz ki, 13 Fakat, meşrû, hakikî meşrûtiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, meşrûtiyet libası giysin ve ismini taksın; rast gelsem sille vuracağım.

Fikrimce meşrûtiyetin düşmanı; meşrûtiyeti gaddar, çirkin ve hilaf-ı Şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. "Tebeddül-ü esma ile hakaik tebeddül etmez."

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 39-40.

Sual: "Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?"

Cevap: İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir.

Sual: "Demek istibdat hayvaniyetten gelmedir?"

Cevap: Evet. Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, daima kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavanîn-i esasiyesindendir.

Sual: "Sonra?"

Cevap: Şeriat-ı Garra zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insaniyetten siyah lekesini izale etsin; hem de, izale etti. Fakat, vaesefa ki, muhît-i zamanî ve mekanînin tesiriyle, hilafet saltanata inkılap edip, istibdat
bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havale eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevanib-i alemde
zeynab gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.

Sual: "Şimdiki meşrûtiyet, istibdat nerede? Onların harekatı nerede? Hilafet, saltanat nerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musâfaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar var?"

Cevap: Meşrûtiyetin sırrı, kuvvet kanundadır, şahıs hiçtir. İstibdadın esası, kuvvet şahısta olur, kanunu kendi keyfine tabî edebilir, hak kuvvetin mağlûbu. Fakat, bu iki ruh her zamanda birer şekle girer, birer libas giyer. Bu zamanın modası böyle
giydiriyor. Zannolunmasın, istibdat galebe ettiği zaman tamamen hükmünü icra etmiş, meşrûtiyet mağlûp olduğu vakit mahvolmuş. Kellâ! Kainatta galib-i mutlak hayır olduğundan, pek çok enva ve şuubât-ı heyet-i içtimaiyede meşrûtiyet hükümferma olmuştur.
Cidal berdevam, harb ise seccaldir.

Münâzarât, s. 37-38.

Sual: "Ne diyorsun? 14 Hal-i hazırın eskisi gibi çok fenalığı var, bize zulmeder; hem de zaafta, kuvvetsizlikte eskisine benzer. Demek, tarif ettiğin meşrûtiyet daha bize selam etmemiş; ta ki, biz de ‘Ehlen ve sehlen’ desek?"

Cevap: 15

Fakat, sizin dîvaneliğinizden korkmuş, gelememiş. Zulüm, meşrûtiyetin hatası değil, belki kafanızdaki cehaletin zulmetindendir. Siz dîvanelikle kısa yolu uzun yapıyorsunuz. Küdân ve Mâmehurân aşîretleri, daha asker gelmeden, alâküllihâl vermeye mecbur
olan emvâl-i emîriyeyi hazır etse idiler, şu kadar zulüm olmayacaktı. Evet, bir millet cehaletle hukûkunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.

Sual: "Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?"

Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîra sizin şu vahşetengiz, cehaletperver husumetefza olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehalet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesaret
edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz. Zîra sizinle İstanbul arasındaki mesafe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesafe bin aydan fazladır. Zîra eski
zamanın adamlarına benzersiniz. O nazik meşrûtiyet, İstanbul havalisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesafeden geçmekle, cehalet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gayet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya
rast gelecektir.

Ezcümle, bazı ceza-i sezasını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bazı bir meşhur Bektaşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve garet ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır;
bazı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar. Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız.

Sual: "Şimdi fenalığı da görüyoruz, iyiliği de görüyoruz. Meşrûtiyetin âsârı hangisi, ötekisinin asarı hangisidir?"

Cevap: Ne kadar iyilik var, meşrûtiyetin ziyasındandır; ne kadar fenalık var, ya eski istibdadın zulmetinden, yahut meşrûtiyet namıyla yeni bir istibdadın zulmündendir. Geri kaldı; ta taziyeden sonra veda edip, pederini takip etsin. Fakat, emîn olunuz, ziya
galebe çalacaktır.

Münâzarât, s. 27-31.

Sual: "Efkârı teşviş eden, hürriyet ve meşrûtiyeti takdir etmeyen kimlerdir?"

Cevap: Cehalet ağanın, inat efendinin, garaz beyin, intikam paşanın, taklit hazretlerinin, mösyö gevezeliğin taht-ı riyasetlerinde, insan milletinden menba-ı saadetimiz olan meşvereti inciten bir cemiyettir;Haşiye8 benî beşerde ona intisap eden; bir dirhem zararını
bin lira milletin menfaatine feda etmeyen; hem de menfaatini ızrar-ı nasda gören; hem de muvazenesiz, muhakemesiz mana veren; hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde, mağrurane, millete rûhunu feda etmek davasında bulunan; hem de beylik veya
tavaif-i mülûk mukaddemesi olan muhtariyet veya istibdad-ı mutlak manasında bir cumhuriyet gibi gayr-ı makul fikirlerde bulunan; hem de zulüm görmüş, kin bağlamış, hürriyet ve meşrûtiyetin birinci ihsanı olan af ve istirahat-i umûmiyeyi fikr-i intikamına
yediremediğinden herkesin asabına dokundurmakla, ta heyecana gelip terbiye görmekle teşeffî isteyenlerdir.

Sual: "Neden bunların umûmuna fena diyorsun? Halbuki, hayırhahımız gibi görünüyorlar."

Cevap: Hiçbir müfsid, "Ben müfsidim" demez, daima sûret-i haktan görünür, yahut batılı hak görür. Evet, kimse demez "Ayranım ekşidir." Fakat, siz mihenge vurmadan almayınız. Zîra, çok silik söz, ticarette geziyor. Hatta, benim sözümü
de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz.
Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız, bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.

Münâzarât, s. 47-49.

Sual: "O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır."

Cevap: Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.

Sual: "Nasıl iyilikten fenalık gelir?"

Cevap: Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir. Bir dağdan uçmak niyetiyle kendini havalandıran, parça parça olur. Zîra, onların istedikleri şey, ya bir hükûmet-i masumedir. Halbuki, şimdi şahs-ı vahid bile masum olamaz. Nerede kaldı, zerratı günahkarlardan
hasenatı seyyiatına tereccühüdür. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i adidir. Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zîra, onlardan birisi, Allah etmesin, bin sene yaşayacak olsa, adeta mümkün hükûmetin hangi sûretini görse hülya ile yine razı
olmayacak, şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile o sûreti bozmaya çalışacak.Haşiye9 Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türklerin nazarlarında dahi mel’un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. İstedikleri şey muhal olduğundan,
neticesi ihtilal ve fesattır.

Sual: "Belki onlar eski hali istiyorlar?"

Cevap: Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz. İşte: Eski hal muhal, ya yeni hal veya izmihlal.

Sual: "Acaba daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hal olmayacak mıdır?"

Cevap: Acaba sizin şu siyah çadırınız parça parça edilip yandırılırsa, külü havaya savrulursa, o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kabil midir?

Sual: "Neden?"

Cevap: Zîra, eskiden bin adamdan yalnız onu mütenebbih iken, istibdat o dehşetli kuvvetiyle karşısında duramadı, parçalandı. Şimdi, istibdadın kuvveti binden bire indi; tenebbüh ve iltihab-ı ezhan birden bine çıktı.

Sual: "İstibdat o kadar fena bir şey iken, niçin herkes bir çeşit ile onu irtikab ederdi?"

Cevap: İçinde tefer’unun lezzet-i menhûsesi ve tahakküm ve tehevvüs-ü nemrudane vardı.

Münazarat, s. 51-53.

Dipnotlar

1. Büyüklük Allah’ındır ve minnet de Ona mahsustur.

Haşiye1: Dikkat lazımdır.

Haşiye2: Kürtlere medeniyetin garabetini zikrettiğim sırada sinematografı tarif etmiştim.

2. Hadîs-i şerif: "İnsanlar kendi idarecilerinin yolundadırlar." (Keşfü’l-Hafa, 2:311.)

3. Tam ve mükemmel hürriyet, kişinin firavunlaşmaması ve başkasının hürriyeti ile alay etmemesidir. Şüphesiz, gaye haktır; ama mücadele usûlüne uygun değildir.

Haşiye3: Acele etme! Yani, Mîzan cerîdesinin sahibi Murad haklıdır. Tanîn muharriri Hüseyin Cahid yanlış ve hata ediyor.

Haşiye4: Haymenîşinler tarafından, yani göçebe, siyah çadırlı bedevîlerin suladir.

4. Hürriyet Cehenneme layıktır. Çünkü, o kafirlere mahsustur. (Hizanlı Şeyh Selim’in beyti.)

5. Hürriyet, Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir. Çünkü, o îmanın özelliğidir.

Haşiye5: Güzel bir tarif.

Haşiye6: O zaman meşrutiyet. Şimdi o kelime yerine Cumhuriyet konulmuş.

6. Şüphesiz ki Allah, kuvvet ve kudret sahibidir.

7. Ve işlerde onlarla istişare et. (Âl-i İmran Sûresi: 159.)

8. Onların aralarındaki işleri istişare iledir. (Şûra Sûresi: 38.)

9. Ölmeden evvel ölünüz!

10. Hadîs-i şerif: "Hepiniz çobansınız ve idareniz altındakilerden mes’ulsünüz." (Müslim, İmare: 20.)

11. İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. (Necm Sûresi, 39.)

Haşiye7: Lillahilhamd, kırk beş sene sonra parça parça etmeye başladı.

12. Ümitsizliği adet edinmiş kimseye rağmen.

13. En birinci hile hileleri terk etmektir.

14. Arap atasözü: "Vücudu hastalıktan şişerek dolgunlaşmış kimseyi güzel gördün."

15. Hayır! Aksine, ben bir akarsudan su almak istedim. Bir bulutun çalışıp yağmur indirmesini arzu ettim. Siyah gözlüyü güzel gördüm. Ben hûri gibi güzel, hür bir hürriyeti methettim.

Haşiye8: Burada mason ve dönmelerin cemiyetinden haber vermek içinde, bir çeyrek asır istibdad-ı mutlakla hükmeden bir hakimiyeti gaybî ihbar eder.

Haşiye9: Komünist ve anarşist manasıyla Kemalizmi ve inkılap softalarını ve dönmelerini görmüş gibi haber veriyor.