21. yy. insanının her bağlamda ileri sürdüğü, asrımızda da en fazla revaçta olan ve sosyal adaletin temininde; hak ve hürriyetler, eşitlik, özgürlük insan hakları gibi evrensel kavramların devamlı gündemin önemli satır başlıklarından olduğunu görmekteyiz.
Bu değerlerin sosyal adaletin sağlanmasında ne kadar önemli kilometre taşları olduğunu izaha pek fazla lüzum görmüyoruz. Ancak bugünlere gelene kadar insanoğlunun ne kadar sıkıntılara katlanarak ve nice badireler atlatarak kazanmaya çalıştıkları bu
evrensel değerlerin tarihî olarak gelişimini nazara vermeye çalışacağız.

Nitekim insanların bu değerlere bireysel bazda sahip olabilmesi için öncelikle kişinin hür olması ve düşüncelerini ifade edebilmesi için de hür bir ortamın olması gerekmektedir. İnancımız gereği de bu teminat bize verilmiştir. Çünkü iman ne kadar
parlarsa hürriyet de o kadar ziyadeleşir.

Dolayısıyla İslam akidesinde bahsi geçen cihanşümul değerlerin nasıl ve ne şekilde değerlendirildiğini, aynı şekilde Batıda da bu değerlerin nasıl değerlendirildiğini izah bağlamında somut olarak Veda Hutbesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi arasında
mukayese yapmayı uygun bulduk.

A. On Dört Asır Öncesinden İlahi Adalet

İnsanoğlunun bilebildiğimiz tarihinden bugüne kadar sosyal olaylarının çok çeşitli şekillendiğini görmekteyiz. Savaşlar, sınıf ayrımları, zalimlerin iktidarı, mazlumların enînleri, toplu katliamlar… Hep bir mücadelenin insanoğlunun varoluşundan
itibaren söz konusu olduğunu görmekteyiz. Neydi bu mücadele? İnsanlar ne elde etmek için bu mücadeleleri veriyordu? Zalimlerin zulüm yaparken veya mazlumun elinden geldiğince zalimlerle mücadele etmesinin amaçları neydi?

Bu soruların yanıtı; insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını, özgürlüklerini ede etme mücadelesidir.

Son din olan İslam geldiği asırda, yani zaman-ı Saadette mücadelelerin yönünü değiştirmiş, ortaya yeni bir toplum düzeni koymuştur. Cahiliye dönemi diye ifade edilen zulmün en tepe noktasına çıktığı, kabile savaşlarının hakim olduğu, zorba bir düzenin
had safhaya ulaştığı, kız çocukların diri diri toprağa gömüldüğü, fuhşiyatın son noktaya ulaştığı, kölelerin insan-dışı varlıklar olarak görüldüğü ve daha bunun gibi ahlaksızlıkların son noktaya ulaştığı bir dönemdir. Miladî 6. asır
Arap coğrafyası kültürel bir buhran geçirmekteydi, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi. İşte böyle bir zamanda Miladî 6. asır Arabistan’ına o dönemde öyle bir nur inmiştir ki, daha emsali görülmemiştir. İslamiyet’in o nurlu yüzü bütün Arap alemini
kaplamıştı.

Cahiliye adetlerinin üzerine büyük bir çizgi çekilmiş, onun yerine İslam’ın evrensel adaleti temin eden, barış-kardeşlik temelleri üzerine inşa edilmiş, mücadele yerine muavenet esasına dayalı sistemi ortaya koyulmuştur. Bu sistemi ortaya koyan Resul-i
Ekrem (asm) idi.

Resulullah’ın ortaya koyduğu ve bizzat sünnet-i seniyyesi ile pratiğe döktüğü ilahi ilkeler ilk önce Allah’a iman esasına dayalı ve sonra da sosyal hayatta adaletin temini esası üzerine bina edilmiştir. Nitekim Resulullah’ın son hutbesi olan Veda Haccı
Hutbesi de ilk yazılı İnsan Hakları Bildirgesi olarak mütalaa edilebilir.

Bu değerlendirmeye geçmeden önce insanlık tarihinin ilk yazılı anayasası olan Medine Site Devleti Anayasası üzerinde durmakta fayda olduğu kanaatindeyiz. 47 maddeden oluşan bu anayasa Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde şehrin Müslüman
sakinleriyle Arap ve Yahudiler arasında imzalanmıştır. Amacı sosyal hayatı teşkilatlandırmak, adlî, dinî ve siyasî organizasyon kurmak ve İslamiyet’in tamamlanmasını sağlamaktı. O, böylece dini meselelerin yanında dünyevî işlerin de idaresini üstlenmişti.
Tatbikatlarıyla, gelecek Müslümanlara kaynak teşkil edecek kriterler koymuştu. Bu anayasa muhteva itibariyle ayrıntılara pek fazla girilmese de gerek yönetimin, gerekse vatandaşların hak ve görevlerinin yer aldığı bir metindi. Bu metinde müntesiplere eşitlikten
ayrılmamaları ve ulu’l-emre itaat etmeleri tavsiye edilmektedir. Bunun yanında devlet idaresinin şura prensibine uygun olarak yürütülmesi, devlet işleri için alınacak kararların, seçilmiş ve yetkili meclisler tarafından alınması vurgulanmaktaydı. Medine Site
Devleti dahilinde bulunan Ehl-i Kitab’a ve diğer dinlerin müntesiplerine karşı "Dinde zorlama yoktur" esasına müsteniden cizye vermek şartıyla herhangi bir baskının söz konusu olmadığını görmekteyiz. (Ahmet Akgündüz, Eski Anayasamız, Hukukumuz ve
İslam Anayasası, Timaş Yay., İstanbul 1991, s. 38.)

Veda Hutbesi ise hicri 10. yılda Hz. Peygamber’in hac farizasını ifa için Mekke’ye gelip, Veda Haccı sırasında irad ettiği hutbelere verilen isimdir. Bunlardan meşhur olanı Arafat’ta, sayıları kadın erkek 140 bini aşan bir topluluğa irad edilen hutbedir. Hz.
Peygamber (s.a.v) bu mahşeri kalabalıkta hutbesine başlamadan önce Cerir b. Abdullah vasıtasıyla sükûneti temin etmiş ve Sahabelerden Rebi’a b. Ümeyye gibi gür sesli münadiler görevlendirerek hutbe cümlelerinin tekrar edilip, uzaklara kadar duyurulmasını
temin etmişti. Hz. Peygamber hutbesine Allah’a hamd ve senadan sonra ‘Eyyühe’n-nâs! (Ey İnsanlar) nidasıyla başlamış ve önce Sahabelerin dikkatlerini çekerek, oradan bütün dünyaya hitap etmiştir.

Bu hutbe, İslam’ın temel konularına temas etmesi, Cahiliye adetlerini ortadan kaldırması, eşitlik, hürriyet, kan davaları, fâiz, emanet, özellikle insan hakları, aile hukuku içinde yer alan karı-koca hakları, vasiyet, nesep, zina, borç ve kefalet gibi hukukî
meselelere yer vermesi açısından oldukça önem taşır. Hz. Peygamber’in (s.a.v) bu hutbesi, yalnız Müslümanlara okunmuş sıradan bir hutbe olmayıp, bütün insanları kapsayan tarihî bir hutbe ve bir insan hakları evrensel beyannâmesidir.

Şimdi bu bağlamda hutbede yer alan evrensel prensipleri maddeler halinde ortaya koyalım:

1. Paragraf başlarını oluşturan ‘Ey İnsanlar!’ ifadesi hutbenin sadece Müslümanlara değil bütün insanlara hitap eden yönünü, başka bir deyişle hutbenin evrenselliğini ortaya koymaktadır.

2. ‘Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur.

3. Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu hemen sahibine versin!

4. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah’ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin adetin her türlüsü ayağımın altındadır.

5. Ashabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır.

6. Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız,
onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların, aile mahremiyetinizi sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, hafifçe dövüp
sakındırabilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde her türlü giyim ve yiyimlerini temin etmenizdir.

7. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Meğer ki, gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.

8. Ashabım! Nefsinize (kendinize) zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.

9. Ey İnsanlar! Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Varise vasiyete lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan
nankördür.

10. Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Ademin çocuklarısınız. Adem ise, topraktandır. Allah yanında en kıymetliniz, takvası çok olanınızdır. Arabın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur, üstünlük ancak takva iledir.

Bahsedilen bu konular cihanşümul nitelikte olan evrensel hukuk kaideleridir. Batı dünyası bu değerleri ancak 1950’li yıllarda elde etmiştir. Nice savaşlar, zulümler, işkenceler, sınıf ayrımları ve nihayetinde insan haklarına uzanan uzun bir yol…

B. Batıda İnsan Hakları Serüveni

İnsan hakları ifadesini Batıda ilk olarak kullanan kişi Sokrates’tir. O dönemleri, yani antik Yunan’ı Kubalı şöyle ifade eder: ‘Atina’da fert sitenin kanunlarına tâbi idi ve bugünkü telakkilerimize uygun bir anlayışla, kanun hakimiyeti prensibi vardı.
Fakat kanun kişi hayatını en küçük teferruatına varıncaya kadar kayıtlar altına almakta, kişiyi her türlü faaliyet ve münasebetlerinde adeta kıskıvrak bağlamakta idi. … Atina demokrasisinin anladığı hürriyet bu sebepten dolayı daha ziyade siyasal hürriyet
idi, yani vatandaşların sitenin idaresine katılma ve sitenin resmî organlarını seçme hürriyeti idi." (Hüseyin Nail Kubalı, Anayasa Hukukunun Genel Esasları ve Siyasi Rejimler, İstanbul 1964, s. 319’dan aktaran Ümit Özdağ, Doğuda ve Batıda İnsan Hakları,
TDV Yay., Ankara 1996, s. 19.)

Batı Ortaçağında ise bir taraftan feodal beylerin ve diğer taraftan da kilisenin uyguladığı baskı, dönemin insan haklarına dair çizdiği portreyi ortaya koymaya yetmektedir. Keskin sınıf ayrımlarının olduğu, asillerin kölelere insanlıkdışı muamelelerde
bulunduğu, savaşların had safhaya ulaştığı, görülmedik derecede baskı ve zulümlerin olduğu bir dönemdir. Bu dönemde insan haklarına dair tek vesika diyebileceğimiz 1215’te İngiltere’de feodal beyler arasında imzalanan Magna Carta’dır.

Yeniçağ Avrupa’sı nispeten Ortaçağa göre insan haklarına daha duyarlı bir yapı arzetmektedir. Ortaçağa bir tepki olarak doğan Yeniçağ Rönesans hareketleriyle ve Hümanizma’nın doğuşuyla birlikte ‘insan merkezli’ bir sisteme geçiş olmuştur. Eşitliklerin
ve özgürlüğün arttığı insana daha fazla değer verilen bir döneme girilmiştir. Bu dönemde insan haklarına dair yayınlanan bildirgeler ise şunlardır: Virginia İnsan Hakları Bildirisi (1777), Bağımsızlık Bildirgesi (1776), Fransız Devrimi ve Haklar
Bildirisi (1789). Son olarak da Sanayi İnkılabı, Batının güttüğü sömürgecilik politikaları, komünizm mücadeleleri ve iki dünya savaşının ardından İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1950).

Birleşmiş Milletlerin yayınladığı bu beyannâmenin öncelikli amacı, uluslararası barışı korumak ve devam ettirmektir. Buna bağlı olarak da uluslararası alanda dostça ilişkiler geliştirmek, devletlerarası işbirliğini sağlamak, devletlerin dış
politikalarını uyumlaştıran bir merkez haline gelmek gibi amaçlara da sahip olan, Birleşmiş Milletleri’nin başlıca ilkeleri ise üyelerin eşit ve egemen oluşu, anlaşmalardan doğan hakların iyi niyetle yerine getirilmesi, anlaşmazlıkların barışçı yollarla
çözülmesi gibi ilkelerdir. 30 maddelik insan hakları beyannamesinde genel olarak şu maddeler göze çarpmaktadır:

1. Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.

2. Herkesin ırk, renk, cins, dil, din gibi farklar gözetilmeksizin beyannamedeki tekmil haklardan istifade eder.

3. Yaşama hürriyeti ve şahsi emniyet herkesin hakkıdır. Hiç kimse kölelik ve kulluk altında bulundurulamaz. Kölelik ticareti yasaktır.

4. Hiç kimse işkenceye, zalimâne, gayr-i insani, haysiyet kırıcı cezalara ve muamelelere tâbi tutulamaz. Herkes her yerde hukuk kişiliğinin tanınması hakkını haizdir.

5. Kanun önünde herkes eşittir. Herkesin uğradığı kanundışı muameleden dolayı millî mahkemelere müracaat hakkı vardır.

6. Hiç kimse keyfî olarak tutulamaz, sürülemez, alıkonulamaz. Herkes haklarını bağımsız mahkemelerde savunma yetkisini haizdir.

7. Hiç kimse kanunen suçlu olduğu sabit olmadıkça masum sayılır ve kanunen suç saymadığı fiillerden dolayı cezalandırılamaz. Herkesin meskeni, aile hayatı, yaşayışı her türlü tecavüzden masundur.

8. Seyr-u sefer serbesttir. Zulüm karşısında başka milletlere iltica hakkı haizdir.

9. Her şahıs fikir, vicdan ve din hürriyetine maliktir. Din veya kanaat değiştirmek, dinini tek veya toplu olarak açık veya özel surette öğretim, tatbikat, ibadet veya ayinlerle izhar etmek hürriyetin haizdir.

10. Herkes kanun dairesinde seçme, seçilme hakkını haizdir. Her şahsın eğitim hakkı vardır.

11. Herkes başkalarının hürriyet hududuna kadar hak ve hürriyet sahibidir.

Bu beyannamede ve bundan önce sunulan bildirilerde özellikle de Hz. Peygamber’in Veda Haccı Hutbesi’nde değinilen temel hak ve hürriyetler, birkaç evrensel değer etrafında toplanmaktadır. Bunlar eşitlik, adalet, din özgürlüğü, fikir ve vicdan özgürlüğü,
kadın hakları, ırz, mal ve can güvenliği gibi değerlerdir.

C. Eşitlik ve Adalet

Toplumu oluşturan bireylerin görev ve sorumlulukları bakımından inanç, ırk, renk, kültür, dil gibi farklar gözetilmeden, kanun karşısında aynı haklara sahip olmaları diye tanımlayabileceğimiz eşitlik, İslam’ın temel prensiplerinden biridir. Gerek
Kur’an’da, gerekse hadislerde üzerinde fazlaca durulan kavramlardan biridir.

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: ‘Ey insanlar, doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz O’na karşı gelmekten en fazla sakınanızdır.
(Hucurat; 13) Burada açıkça ortaya koyulmaktadır ki; bütün insanlar Adem ile Havva’nın soyundan gelmektedir. Onların ise topraktan yaratıldığı, dolayısıyla hiçbir kimsenin ne soyundan, ne ırkından, ne de zengin olmasından dolayı bir başkasından üstün
olması söz konusu değildir. Üstünlük ancak Allah’ın emirlerine uyup, yasaklarından kaçınmakla, yani takva ile olmaktadır.

İşte İslam, insanların temelde kardeşliğini ön plana alıyor. Bunun için de değer ve üstünlüğü soya değil, iyilikseverliğe ve güzel ahlaka dayandırıyor. Nitekim Mekke fethedildiğinde, o kadar çok Kureyşli Sahabe dururken, Habeşistanlı zenci bir köle
azadlısı olan Hz. Bilal’i, sırf ihlas ve samimiyetinden, güzel okuyuşundan dolayı, Hz. Peygamber müezzin olarak Kâbe’nin damına yükseltiyor.

Adalet ise, kamusta bir nesneyi bir nesne ile birleştirmeye denir. Aynı zamanda denk ve dengeli düşünmek, denk ve dengeli hareket etmek demektir. Ferdî ve ictimaî yapıda dirlik ve düzenliliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlakî
erdem adalettir. Adalet davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, eşit olmak ve eşit kılmak gibi manalara gelir. (Osman Eskicioğlu, Doğu’da ve Batı’da İnsan Hakları, TDV Yay., Ankara 1996, s. 118.) Adaletle ilgili olarak Kur’an’da şu ayetler
konuyu yeterince açıklayıcı niteliktedir: "Allah insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder." (Nisa; 58) "Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahitlik eden insanlar olun. Velev ki, kendinizin veya
ana ve babanızın aleyhinde olsun, zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah ikisine de yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın. Şehadette dilinizi bükecek, yüzünüzü çevirecek olursanız bilin ki, Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır."
(Nisa; 135) "Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik yapan kimseler olunuz. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi sakın adaletsizliğe sürüklemesin. Adil olunuz, adil olmak takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun, çünkü Allah gerçekten
yaptıklarınızdan haberdardır." (Maide; 8) "Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı, akrabaya vermeyi emreder, edepsizlikten fenalıktan ve azgınlıktan meneder." (Nahl; 90)

Cahiliye adetlerinin hemen hepsini Müslüman olmadan kendinde barındıran Hattab oğlu Ömer, Müslüman olduktan sonra Hz. Ömer (r.a) olarak dünyada eşi benzeri görülmemiş bir adalet timsali olmuştur. Bu misal Cahiliye adetlerinden sonra ortaya konulan İslam’ın
adalet anlayışını ortaya koymaya yetmektedir. Bunun yanında Hz. Peygamber’in ‘Sizden önceki milletlerin helâk olmalarının sebebi şudur ki, içlerinden şerefli birisi hırsızlık edince onu bırakır, cezalandırmazlar; zayıf birisi hırsızlık edince ona el
kesme cezası uygulanırdı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma da hırsızlık etse, şüphesiz onun da elini keserdim.’ hadisi de İslam’daki adalet anlayışının herhangi bir kimseye ayrım gözetmeden tahakkuk ettiğini göstermektedir.

Veda Hutbesi’nde de Hz. Peygamber’in ‘Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Ademin çocuklarısınız. Adem ise, topraktandır. Allah yanında en kıymetliniz, takvası çok olanınızdır. Arabın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur, üstünlük
ancak takva iledir. Müslüman Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştir’ hükümleri ile insanlar arasında hiçbir üstünlüğün sözkonusu olmadığı, eşitlik ve adaletin her zaman ve şartta hüküm-ferma olduğunu göstermektedir.

Buna karşın, İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesinde yer alan, ‘Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler. Herkesin ırk, renk, cins, dil, din
gibi farklar gözetilmeksizin beyannamedeki tekmil haklardan istifade eder. Kanun önünde herkes eşittir.’ hükümleri eşitlik ve adaleti temin eden hükümlerdir. Burada bir hususa değinmek zarureti vardır: İster ulusal, ister uluslararası olsun adil bir düzende,
denge kurulduğu zaman adalet tahakkuk etmiş olur. Denge kurulmadığı zaman hak ve adalet yerine gelmiş sayılmaz. Bunun için adaletin sembolü terazidir. Terazinin bir kefesinde hak varsa, diğer kefesinde vazife vardır; birisinde alacak varsa, diğerinde borç vardır;
birisinde yetki varsa, diğerinde görev vardır. İslam’ın hak ve adalet anlayışı budur. Bu anlayış açısından bakıldığı zaman Birleşmiş Milletlerin yayınlamış olduğu İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi eksiktir. Çünkü burada sadece fertlerden ve yalnız
haklardan bahsedilmiştir. Ferdi dengeleyen toplum veya devletten, hakkın karşısında terazinin diğer kefesinde bulunan vazifeden söz edilmemiştir. Halbuki her alacaklının karşısında bir borçlu mutlaka bulunur. Borçlusu bulunmayan alacak veya hak yok demektir.
Onun için bugünkü medeniyetin en yüksek seviyedeki hukuk belgesi demek olan İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi de bir kefesi kopmuş teraziye benzer. Bir kefesi yok olan terazi ne kadar iş görürse, böyle bir belgeye dayanan hukuk da uluslararası ilişkilerde o
kadar iş görür ve ancak o kadar adaleti gerçekleştirebilir.

D. Hürriyet

Düşünce, inanç, ifade, güvenlik, mülkiyet, yaşam ve benzeri sözcüklerle nitelenen hürriyet, temelde seçme hakkıdır.

İnsanın yaratılışında iradeye dayalı bir seçme hakkı vardır. Bu seçme hakkı insan tabiatının bir parçası sayılan bu ilahi dinde bütün çeşitleri ile yer almıştır.

İslam’ın birinci kaynağı Kur’an-ı Kerim’de, insanlardan, Yaratıcılarını bulabilmek için akıllarını kullanarak kâinatın nasıl yaratıldığını düşünmeleri istenirken, ikinci kaynak olan sünnet-i seniyyede serbest düşüncenin (tefekkür) bir ibadet
formu olduğu belirtilmektedir. (el-Aclunî, Keşfü’l-Hafa, Beyrut 1988, 3. Baskı, s. 310-311)

Batıda ise hürriyetin tanımı; başkasını rahatsız etmemek kaydıyla insanın her istediğini yapabilmesidir. Batı’da ciddi manada hürriyetten ilk defa 1789 Fransız İnsan Hakları Beyannamesi’nde bahsedilmiş ve hürriyet, ‘başkasına zarar vermeden her şeyi
yapabilmektir’ şeklinde tarif edilmiştir. İslam Hukuku’nda ise 14 asırdır bütün insanlar için kabul edilen hürriyet şu şekilde tarif edilmiştir: Ne kendisine ve ne de başkasına zarar vermemek şartıyla dilediğini yapmaktır. Hürriyet odur ki, adil kanunlar dışında
bir kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hakları mahfuz kalsın ve meşrû dairede her şey serbest olsun. İslam’a göre insanlar hürdürler, ancak abdullah (Allah’ın kulu)durlar. İslam’da hürriyetin sınırları iki esasla çizilir: (1) Tahakküm ve istibdat ile
başkasını zillet altında bırakmamak. (2) Zalimlere boyun eğmemek. İslam hukuku insanın her aklına geleni ve arzu ettiğini yapması demek olan ‘mutlak hürriyeti’ kabul etmemekte, belki hayvanlık, şeytanın istibdadı ve nefsin esareti olarak vasıflandırmaktadır.
İslam inanç sistemi içinde hürriyet, nefsine (kendine) ve başkasına zarar vermemek şartıyla temel hak ve hürriyetlerden istifade etmek tarzındadır. Said Nursî, mutlak hürriyetin hayvanlık olduğunu ve hürriyetin şeriatla takyid olunması lazım geldiğini şu
sözleriyle ifade etmektedir: "Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira, nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve
rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır. Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şeni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın."
(Münazarat, s. 55)

"Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet ya istibdat veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle laubaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dinsizlikle ve sefahetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebîye kendilerini sevdiremezler ve
benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez. Ve bir kadına yakışır istihsan ettiği libası erkek giyse maskara olur." (Hutbe-i Şâmiye, s. 103)

"Hürriyeti âdâb-ı şeriatla takyid ediniz (şeriatın esaslarıyla sınırlayınız). Zira cahil efrat ve âvâm-ı nâs (cahil kimseler) kayıtsız hür olsa, şartsız serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur."

Said Nursi bu ifadelerin yanında hürriyeti imanın hassası olarak görür ve devamında; "zirâ, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın
izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o
hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet…" (Münazarat, s. 59) der.

E. Kölelik

Savaşlarda yakalanan veya esir pazarlarından satın alınan erkek veya kadınlara köle denir. İslamiyet’ten önceki dönemde bunlar hiçbir hak, şeref ve ünvana sahip değildi. Efendileri kölelerine istedikleri gibi muamele edebilirdi.

Cahiliye devrinde kölelik hayvanlıktan aşağı telakki ediliyordu. Köleler insanlık dışı işlerde çalıştırılıyor, her türlü zulüm ve işkence reva görülüyordu. Bazen aç ve susuz bırakılarak ölüme terk ediliyorlar, bazen de zevk için öldürülüyorlardı.
Kadınlar cariye olarak kullanılıyorlardı.

İslamiyet ise köleye sahip çıkmış, onlara kol kanat germiştir. Onların da insan olduğunu ve insanca muameleye tabi tutulmasını istemiştir. Kölelerini zevk için kırbaçlayan, alınlarını ve vücutlarını kızgın demirlerle dağlayan, canları isteyince
vurup öldüren efendilere karşılık İslamiyet ‘köleleriniz sizin kardeşinizdir’ esasını getirmiştir. Devamında da ‘Allah onları size emanet etmiştir. Şu halde onlara yediğinizden yedirin giydiğinizden giydirin. Onlara güçlerinin yetmeyeceği zahmetli bir iş
yüklemeyin. Şayet yüklerseniz onlara yardım edin’ denilmiştir. (Müslim, Eyman 39-40)

İslamiyet köleliği tamamen kaldırmamış, ama onu yumuşatıcı ve ıslah edici tedbirler almıştır. Belki köleliği en vahşi suretten tamamen hürriyete yol açacak ve geçebilecek bir surete indirmiştir. (Münazarat, s. 122) İslamiyet köleliği kaldırmamakla
birlikte köleyi azad yollarını açmıştır. ‘Kölesini tokatlayan veya döven kimsenin, yaptığı bu haksız işten dolayı alacağı ceza o köleyi azad etmesidir.’

Gerek Hz. Peygamber’in, gerekse Dört Halifenin uygulamalarıyla köleliğin kaynağı da kurutulmuştur İslamiyet’ten önce köleliğin iki önemli kaynağından biri ‘kabile savaşları’, öteki ise ‘borçluların köleleştirilmesi’ idi. İslamiyet kabile savaşlarına
son vererek köleliğin en büyük kaynağını kurutmuştur. İnsanların ödeyemediği borçlarına karşı alacaklısının kölesi olması ise daha ilk dönemde yasaklanmıştır. Mevcud kölelerin azaltılması için de özendirici hükümler mevcuttur. Yemin kefareti
olarak köle azad edilmesi tavsiye edilmiştir. Evinde köle bulunduranlar, kölelerine aile fertleri gibi davranacak, kendi yediğinden yedirecek, giydiğinden giydirecektir. Bu gibi tedbirlerle İslamiyet, köleliği tedricî bir şekilde kaldırmıştır. (Bu meyanda
ayetler için bkz: Tevbe Sûresi; 60, Bakara Sûresi; 177, Nisa Sûresi; 36)

İnsan Hakları Beyannâmesinin 4. maddesinde de ‘hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz. Kölelik ticareti yasaktır.’ denilmektedir.

F. Kadın Hakları

Kadınlara tarihin ilk dönemlerinden beri sosyal hayatta hiçbir hak verilmemiştir. İlk dönemlerde Hint medeniyetinde kadınların yılan ve akreplerden daha kötü olduğuna dair anayasalarında madde vardı. Antik Yunan’da veya Roma Medeniyeti’nde kadınların sırf
erkeğe hizmet eden bir köle olduğu, erkeklerin ise kadınları istediği şekilde kullandığına dair uygulamaların olduğunu görmekteyiz. Cahiliye döneminde de durum bundan pek farklı değildi. Kadınlar bir meta olarak kullanılmakta, sosyal hayatta hiçbir hak
talep edememekte, kız çocukları diri diri toprağa gömülmekte idi. Böyle bir anlayışın hakim olduğu Arap coğrafyasına inen İslam Dini kadınlara haklarını vermiştir. Zira Veda Hutbesi’nde ‘Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta
Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onlarında sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar
üzerinde hakkınız, onların, aile mahremiyetinizi sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, hafifçe dövüp sakındırabilirsiniz. Kadınlarında sizin üzerinizdeki hakları,
meşru bir şekilde her türlü giyim ve yiyimlerini temin etmenizdir.’ buyurulmuştur. İşte Hz. Peygamber ailenin bir kanadını oluşturan kadının haklarının çiğnenmesinden endişe ettiği için, hakların gözetilmesini ve çiğnendiği takdirde, Allah’tan
gelebilecek cezadan sakınılmasını tavsiye etmiş ve kadınların Allah’ın bir emaneti olduğunu, yani emanete hıyanet etmemeyi; hakkı ne ise onu vermeyi belirtmiştir.

Sonuç

14 asır öncesinden Resul-i Ekrem’in insan haklarına dair ortaya koyduğu elmas değerindeki hakikatlere 20. yüzyıl insanı nice savaşlar, zulümler, işkenceler neticesinde ancak ulaşabilmiştir.

Halık-ı Zülcelâl yarattığı mahluklara ‘Adl’ isminin gereğince adaletli bir şekilde hükmetmiş, kullarından da kendi aralarında adaletli olmalarını, birbirinin haklarına riayet etmelerini emretmiştir. Bu nizamın ortaya çıkardığı toplum da Hz.
Peygamber’in bizzat vahyi pratik hayata geçirerek oluşturduğu, insan haklarına riayet eden, tek bir anadan ve babadan olan insanoğlunun eşit olduğunu ortaya koyan, ferdi her planda öne alan, dolayısıyla ‘ferd merkezli’ bir toplumdur. Her zaman birleştirici ve bütünleştirici
bir toplum profili çizen İslamiyet; ayrılığa düşülmemesini, herkesin sosyal adaletin gerçekleşmesinde yapıcı bir rol üstlenmesini zorunlu kılar; savaşların, zulümlerin yerine, barışa dayalı bir toplum düzeni ortaya koyar. Buna karşılık Batı toplumu
asırlar süren kan ve gözyaşı tecrübesinin akabinde gelen iki dünya savaşından sonra barışa dayalı düzene geçmiş, insanlara yaşama hakkı yanında diğer hakları da tanımıştır.

İslam Dini’nde bahsi geçen cihanşümul değerler sadece metin üzerinde kalmamış, bizzat Hz. Peygamber’in tatbikiyle pratik hayatta da ortaya konulmuştur. Netice itibariyle Veda Hutbesi’ndeki o lahutî seda ile; Resulullah (s.a.v) insanoğluna fikrî tekâmülün ve
medeniyetin yolunu açmıştır.