Başörtüsü, çok eski tartışmalara konu olmakla birlikte, son yirmi yılda
üzerinde en çok konuşulan konulardan birisidir. Bu kadar yoğun tartışmalara konu
olduğu için başörtüsünü birçok açıdan inceleyen çalışmalar yayınlanmıştır.
Ancak, hâlâ tartışılmaya devam edilmektedir. Bütün bunlara rağmen, toplumsal bir
konsensüse ulaşabilmek için hâlâ seviyeli tartışmalara ihtiyaç vardır.

Başörtüsünü gündelik hayatlarının bir parçası olarak gören insanlar,
karşılaştıkları sıkıntılar üzerine, tabii olarak kendilerini savunma ihtiyacı
hissetmektedirler. İşte, bu noktada bazı problemler yaşanmaktadır. Çünkü, bazen
insanlar kendilerini savunurken, yanlış yöntemler kullanabilmektedirler. Bu
durumlar sıkıntıların devam etmesine neden olmaktadır.

İşte, bu makalede, insanların yaşama biçimlerini savunurken düştükleri bazı
hatalara dikkat çekilecektir. Bu durum yeni yöntem önerilerini de beraberinde
getirecektir. Bütün bunların yanında bu çalışma, otoriter eğilimlerle insanın en
tabii hakkı olan kıyafet özgürlüğüne yasak getirmenin ne kadar tutarsız bir
davranış olduğunu da ortaya koymaktadır.1

A. Başörtüsü Namus İlişkisi

Başörtüsü takmanın, "namus" kavramıyla doğrudan bir ilişkisi vardır. Yani edep,
haya, doğruluk ve güvenilirlik gibi faziletlerin sonucu olan ve yüksek değer
taşıyan hasletler ve ahlaki ölçülerle ilgilidir. Bu durum, başörtüsü kullananlar
için, çoğu kez unutulmaktadır. Üstelik, bu unutmada sadece devletin değil,
kamuoyunun da katkısı vardır.2 Şöyle ki, başörtüsü namus ilişkisini gündeme
getiren bir kişi, "başı örtülü olanlar namuslu da başı açık olanlar namussuz
mu!" gibi bir bakış açısına sahip olabilmektedir. Aslında, bu bakış açısı
tutarlı değildir. Çünkü, herkes için farklı da olsa, kıyafete ilişkin bir namus
ölçüsü mutlaka vardır. Kimisi için saçının görünmesi, kimisi için omzunun
görünmesi namusuna zarar verir iken, bir başkası için de sadece avret yerinin
görünmesi namus anlayışına aykırı olabilir. Ama her halde, kıyafetin/örtünmenin
namus ile ilgisi gözardı edilemez.3

Bütün bunlardan dolayı, başörtüsü sadece temel hak ve hürriyetler açısından
değil, aynı zamanda namusun korunması için de savunulması gerekmektedir.

B. Otoriter Devlete Karşı Hürriyet Mücadelesi

Başörtüsüne karşı çıkanların önemli bir kısmı, başörtüsünün siyasal simge olarak
kullanıldığını savunmaktadır. Peki böyle bir yaklaşım çok mu yanlıştır? Bu
tutumu sorgulamak amacıyla bir an için bu iddianın doğru olduğunu varsayalım ve
anlamaya çalışalım.

"Başörtüsü takanların çoğu, bunu belli bir siyasi görüşü ve bu görüştekilerin
partisine desteği ifade etmek üzere takıyorlar. Sokakta dilediklerini yapsınlar,
ama kamusal alanda siyaset yapmak olmaz, bu nedenle memura da öğrenciye de
başörtüsü yasaklanmalıdır."4

Başörtüsü takanlar bir partiye oy verdikleri için başörtülü değillerdir. Aksine
başörtülüler, son on beş yıl içinde başörtüsü hürriyetini getireceği ümidiyle
birçok partiye oy vermişlerdir. Başörtüsü yasağının kalkmasını önemli gören
dindarların oy verdikleri partilerin kendilerine göre ortak özelliği, bu
yasağın, devlet tarafından "muhafazakâr millete" dayatılan bir yasak olduğu ve
milletin de iktidara gelerek bu yasağı kaldıracağı ümididir.

Dindarlar ve başörtüsü yasağının kalkmasını isteyenler farklı partilere de oy
verseler, aslında bunların ortak özelliği devletin başörtüsüne karşı takındığı
tavrı değiştirebilme çabasıdır. Bundan dolayı başörtüsüne hürriyet isteyenler,
başka savunma sebeplerinden önce, bu temel sebebi açıkça nazara almalıdırlar.
Diğer ifadeyle başörtüsü, bir taraftan, din ve vicdan hürriyetinin sonucu
olarak, diğer taraftan da devletin resmi ideolojisine karşı durma hakkının bir
gereği olarak savunulmalıdır.

Aslında, demokratik devletlerde devletin resmi ideolojisi olmaz, devrimle bir
hayat biçimi de dayatılmaz. Bundan dolayı, resmi ideolojiden farklı görüşlere
sahip olan insanların sindirilmeye çalışılması, demokrasinin en genel
tanımlarına göre yanlış ve çağdışıdır.

Burada bireysel hürriyetlerle başörtüsünü savunmak ile "devlet otoritesinin
dayattığı dünya görüşüne muhalefet edebilme hakkı" açısından başörtüsünü
savunmak arasındaki farka dikkat çekmek istiyoruz.

Din ve vicdan hürriyeti bireysel hürriyetlerdendir. Gelişmiş ülkelerde dahi,
kamu düzeninin ve din seçme hürriyetinin korunabilmesi için, başkalarına dinî
telkin yapma hakkının sınırlandırılması yoluna gidilmiştir.5 Oysa, devlet
otoritesinin dayattığı dünya görüşüne muhalefet edebilme hakkı, demokrasinin ta
kendisidir ve insan haklarının başlangıcıdır. Demokratik devletin "ideolojik
devlet" olamayacağı prensibi nedeniyle, ideoloji dayatmaya başlayan her devlete
karşı hak aramak ve bu anlamda siyasal hürriyet istemek, din hürriyetinden daha
geniş bir hak ve hürriyettir.

O halde, başörtüsünün "karşı-ideolojik bir tavrı" yansıttığı kabul edildiği
takdirde; bu tavır, din hürriyetine dayalı tavırlara nazaran daha kesin ve daha
korunmaya layıktır. Zira, ikincisi birincisinin sonucudur. Muhalefet hakkı
olmayan bir ülkede din hürriyetinden bahsedilemez. Diğer ifadeyle, başörtüsünün
otoriter devlet tarafından baskı nedeniyle bilinçli olarak siyasallaştırılmış
olması, otoriter devletin savunduğunun aksine, başörtüsünün savunulmasını
zorlaştırmamakta, aksine daha kolaylaştırmaktadır.

Bu durumda akla şu soru gelebilir: Otoriter devlete muhalefet etme hakkının,
"kamusal alana" yönelik bir sınırı olmayacak mıdır? Okulda ya da devlet
dairesinde bu hakkı savunmaya kalkmak, okula ya da devlet kurumlarına siyaset
sokmak anlamına gelmez mi?

Elbette hayır. Başörtüsünün memurlar ve öğrenciler için serbest olması,
ideolojik ayrımcılık değil, aksine, devrimlerle başlatılmış çağdaş-çağdışı
ayrımın sona erdirilmesidir. Yanlışlık nerede ve kimin üzerinde yapılıyorsa,
doğrusu da önce orada uygulanmalıdır.

C. Başörtüsü ve "Mini Etek" Hürriyeti

Başörtüsü müdafaası sırasında sık duyulan savunma mekanizmalarından birisi de,
"Devlet mini etek giyene karışmadığı gibi, başörtüsü takana da karışmasın."
cümlesidir. Bu cümle mini etek giyen bir bayan tarafından söylendiğinde, "benim
dilediğim kıyafeti seçme hakkım varsa sizin de bu hakkınız olmalı" anlamına
gelen, anlaşılabilir bir cümledir. Ve başörtülülere, muhtemelen insan hakları
namına verilmiş bir destektir.6

Buna karşılık, salt bir hürriyet talebi gibi görülmesine rağmen, dindarlar
tarafından söylendiğinde, başka bir anlama gelmektedir. Gerçekten dindarlar
için, mini etek günahkarca ve ahlâken zayıflık ölçüsü olan bir kıyafeti temsil
eder. Çünkü, dinen yasaklanmıştır. Savunma için, mini etek-başörtüsü
karşılaştırması yapan bir dindar, aslında zihnindeki bu kayıt nedeniyle şunu
söylemek istemektedir: "Devlet ahlâksızlık yapana karışmadığı gibi, dinî
inancının gereğini yerine getirmeye çalışana da karışmasın." Böyle bir
karşılaştırma doğru değildir. Karşılaştırmada mini etek yerine başka bir kıyafet
konulmuş olsaydı, daha sağlıklı bir karşılaştırma olurdu. Mesela, "isteyen sarı
kazak giyebiliyorsa, başörtüsü de takabilmelidir" ya da "devlet toka takana
karışmadığı gibi başörtüsü takana da karışmasın" denilseydi yanlış olmazdı.
Çünkü, dinî kıyafetle ahlaka aykırı kıyafeti mukayese etmek çelişkili ve yanlış
bir savunma yöntemidir.

Zira, başörtüsü "takma davranışının" ahlâki standartlarla hiçbir ilgisi yoktur.
Tamamen ve sadece kültür ve din hürriyeti ile ilgilidir. Devlet açısından da
olsa olsa devrimlerle ve laiklik ilkesiyle ilişkilendirilebilir. Oysa, mini
etekle/açık-saçık kıyafetle sokağa çıkmanın din hürriyeti ile ilgisi yoktur;
insanlar benimsedikleri herhangi bir inancın gereği olarak mini etek
giymemektedirler. Bilakis, bu davranış, devletin korumaya çalıştığı kamu
düzenini ihlal eder. Bu nedenledir ki, "alenen hayasızca hareket" her ülkede ve
ülkemizde suçtur.

O halde, mini etek adı altında ahlâka aykırı kıyafete hürriyetle, başörtüsü
hürriyetini karşılaştırmak ve birbirine eş görmek, başörtüsünü savunmayı daha da
zorlaştırmakta ve bu yoldaki hak aramalarını yanlış yöne sevketmektedir.

Mecelle‘nin, "Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır" kuralı, burada
uygulanmalıdır. Kötülüğü önlemek de iyiliği sağlamak da önemlidir, şayet bir
öncelik gerekiyorsa, kötülüğü önlemek önce gelmelidir. Oysa, başörtüsü-mini etek
kıyaslamasıyla bu kural çiğnenmektedir. Halbuki, dindarlar yukarıdaki savunma
biçimiyle, kötülüğü/ahlâksızlığı önlemeyi geriye bırakıp, hatta görmezden gelip,
iyiliği/din hürriyetini ön plana almaya yönelmektedirler. Kanaatimizce böyle bir
öncelik zorunlu değildir. İnsanlar bir yandan ahlâksızlığı önlemek için
çalışmalı, diğer yandan da devletin her türlü hürriyeti ve başörtüsü hürriyetini
kabul etmesini istemelidir. Ahlâksızlık hürriyet değil, suçtur; suç işleme
hürriyeti şeklinde bir hürriyet ise hiç bir zaman olmamıştır.

Kıyafet tercihleri arasında mukayese yapılacaksa cümle şu şekilde olmalıdır:
"Devlet başını açana karışmadığı gibi, başını örtene de karışmamalıdır."

D. Diğer hususlar

Başörtüsü savunması sırasında yapılan, ama zaten basında çok işlendiği için
burada ayrıntılarına girmeye gerek duymadığımız diğer bazı yanlışlıklarla ilgili
değerlendirmelerimiz ise şunlardır:

1. Başı örten örtünün adı, rengi, boyu önemli değildir. Önemli olan örtünmenin
ruhudur. Yani kişinin emrolunduğu gibi örtünebilmesidir. Zira, başörtüsü
hürriyetine karşı olanlar için, başörtüsünün her türlüsü "çağdışı"dır.

2. Başörtüsünü yasaklayan bir kanunun olup olmadığı da nihai planda önemsizdir.
Zira, herhangi bir biçimde, başörtme hakkını sınırlandıran bir kanun çıkarılmış
olsa dahi, bu yasağın meşruiyeti sonucunu doğurmaz. Aksine, mücadelenin biraz
daha şiddetleneceği anlamına gelir.

Bununla birlikte bu bilgi, otoriter devletin bu amaçla bir kanun dahi
çıkaramamış olduğunu göstermek bakımından faydalı olabilir.

3. Anayasa’da ve kanunlarda tanımı bulunmayan "kamusal alan" kavramına,
başörtüsüne hürriyet arayışları kapsamında ihtiyaç yoktur. Dinin yaşanması
neticesinde, dini teamüllerin toplumsal hayatın her safhasında kendini
hissettirdiği Türkiye gibi ülkelerde, dar bir kamusal alan tanımlaması yapmak,
toplumun dinsizleştirilmesini gerekli kılacağından bu tekliflerin pratik değeri
yoktur. Kamusal alan yaklaşımlarıyla dini yaşama biçimlerini sınırlamaya
kalkmak, din hürriyetini sınırlayacağından demokrasiyle bağdaşmaz.

Hukukun temel ilkelerinde, başörtüsü hürriyeti zaten korunmaktadır. Buna rağmen,
savunmada, "kamusal alan" kavramına ve "hizmet alan, hizmet veren" ayrımına
güvenmek ya da bu ayrımı geçerli saymak yanlış bir tercihtir. Zira, otoriter
devletin baskı için kullandığı bir çok kavram gibi kamusal alan kavramı da
hukuki/anayasal kavram değildir.

4. "Kamusal alan" kavramı çerçevesinde yapılan tartışmalarda gündeme gelen,
öğrencilerin ve hastaların başörtüsü takabileceği, ancak öğretmen vb. kamu
görevlilerinin takamayacağı yönündeki görüşler de tutarsızdır.

Kamu hizmeti veren öğretmenin başörtülü olması halinde tarafsızlığın bozulacağı
görüşü, öğrencinin başörtülü olması halinde sözkonusu değil midir? Yani
öğrencinin başörtülü olması halinde tarafsızlık bozulmayacak mıdır? Bu açıdan
bakılınca, öğretmen öğrencisinin başörtüsüne "karşı" olabilir, başı açık bir
doktor başörtülü hastasına karşı yanlı davranabilir.

Yanlı davranış gösteren kamu görevlilerini, bu tutumlarından dolayı
cezalandırmak mümkün iken, niçin toptancı bir yaklaşımla bütün başörtülü kamu
görevlileri töhmet altında bulundurulmaktadır. Bu durum büyük bir haksızlıktır.

Aslında, başörtülülerin tarafsız olamayacağı tezi, otoriter devletin toplumun
bir kısmından yana olduğunu gösteren işari bir manaya da sahiptir. Hür ve
demokratik bir ortamda böyle bir ihtimal sözkonusu değildir. Çünkü, devlet
halkının hepsine eşit uzaklıkta bir hizmetle sorumludur. Zira, devletin
tarafsızlığı sayesinde, başörtmenin ya da örtmemenin bir avantaj olmaktan
çıktığı bir toplumda, başörtülü ya da başörtüsüz olmak bir siyasetin değil, salt
bir dinin ya da dünya görüşünün ifadesi olarak ortaya çıkacaktır.

5. Mustafa Kemal’in ve yakın arkadaşlarının başörtüsüne karşı olmadıklarını
savunmak başörtüsünü savunmanın doğru bir yolu değildir. Zira, yapılmış
devrimlere objektif bakıldığında, aslında başörtüsüz toplum projesinin de
yapılacak devrimler sıralamasına konulduğu sonucuna varılacaktır. Gerçekten de
Tek Parti döneminin ve sonrasının bütün ders kitaplarındaki resimlerde, toplumda
yapılmak istenen bu devrim, aile fertlerinin görüntüsüne kadar götürülmüştür.
Resimlerde büyükanne başörtülü, anne başı açık, çocuk başı açık/"çağdaş" olarak
tasvir edilmiştir. Bu tarz yaklaşımlar, aslında, safların netleşmesini önlemekte
ve dolayısıyla problemin kangren haline gelmesine yol açmaktadır.

6. Dinin başörtüsü konusundaki emrinin mahiyetinin, kapsamının ve sınırlarının
bu tartışmada önemi yoktur.7 Devletin, başörtüsü yasağını, başörtüsünün farz
olmadığını ileri süren bir din yorumuna dayanarak sürdürmesi ne kadar yanlışsa,
dindarların devletin bir kurumunun vereceği fetvaya dayanarak başörtüsü
savunması yapması da o kadar yanlıştır. Bu alan, "güya laik" devletin içtihat
alanı değil, kişilerin inanç ve kültür alanıdır. Ayrıca devletin, bu fetvayı
verecek resmi bir "alimler kurulu" kurmayacağını da kimse garanti edemez.

7. Başörtüsü mücadelesinde hürriyetten yana olanların, hangi dünya görüşüne
sahip olduğu, hangi partiye mensup olduğu, yasak karşısında fiilen hangi tavrı
takındığı/başını açıp açmadığının da önemi yoktur. En önemlisi, şayet aktif
siyasetin içindelerse yasağın kalkmasını isterken bunu siyasi bir malzeme olarak
kullanmayı düşünüp düşünmedikleri önemli değildir. Dinin siyasallaştırılması ve
siyasete alet edilmesi, zannedildiği gibi, toplumun dinî taleplerini dile
getirmek ve bunlar üzerinden siyaset yapmak değildir. Aksine, demokraside her
siyasi hareket, kendi şablonu içinde, toplumun dinî taleplerini de düşünür,
tartışır ve iktidar olursa uygulamaya geçirir ve bununla halkın karşısına çıkıp
oy ister.

Bu nedenle bu mücadelede, mücadele niyetinin, mücadele saikinin ve mücadele
sebebinin fazlaca bir önemi yoktur. Önemli olan, doğru taraftakilerin, kendince
doğru yöntemleri uygulayarak ve doğru deliller yardımıyla hareket edip
etmediklerdir. Hatta aslolan, buğzu küllendirmeden mücadeleye devam etmektir.

Tevekkül zorunlu olduğuna göre, netice alıp almamanın da bu mücadelede fazla bir
önemi yoktur. Diğer ifadeyle, müsbet hareket etmek ve vazife-i İlahiyeye
karışmamak en önemli prensiptir.

8. Problemin çözümü için, "devleti ele geçirmek" gibi tepeden inmeci yöntemlerin
faydası yoktur. Zira aslolan, salt başörtüsünü takmak değil, onu belirli bir
dinî şuur ile takmaktır. Bu şuurun edinilmesi için ise, devletin, hürriyetleri
genişletmesi yeterlidir. Diğer ifadeyle devletin tam demokratik devlet olması
yeterlidir ve toplumun muhafazakârlığı arttıkça devletin de muhafazakâr
demokratik bir devlet olması kaçınılmazdır.

O halde bize düşen asıl görev, Bediüzzaman Said Nursi’nin 13. Mektup‘ta dediği
gibi, toplumun halinden şikayetçi (mütehayyir) olan % 80’lik kesimine nur
göstererek, selametli bir yolu bulması için yardımcı olmaktır. Devletten
istememiz gereken ise, başı kapatma yasağını ve nasihatin önündeki diğer her tür
yasağı kaldırarak (bu arada başı açma yasağı da koymayarak), hürriyetin, sırr-ı
teklifin ve insaniyetin, yani İslamiyet’in önünü açmasıdır. Zira, bir devletin
bir dine hürmeti, aslında o dine en iyi hizmetidir.

Dipnotlar

1. Bu yazıda "başörtüsü" kavramını başı örten örtülerden sadece biri için
değil, genel olarak "başörtüleri" için kullanacağız.

2. Başörtüsünün çeşitli yasaklardan dolayı aç-kapa usulüyle kullanılması da ilk
bakışta bu olumsuzluğa katkı yapıyor gibi görünebilir. Zira, bunlar başlarını
açmaktan rahatsızlık duymakla birlikte, başlarını açmak zorunda kaldıklarında
kendilerini "namusu zedelenmiş" kişiler olarak gördüklerini söylemek zordur,
namus daha ağır bir kavramdır. Ancak kanaatimizce bunlar özgür bırakılsalar bu
uygulamadan vazgeçeceklerine göre, kendi özgür iradelerinin ürünü olmayan bu
uygulamanın olumsuz sonuçlarından sorumlu tutulmaları, kanaatimizce ahlâken
doğru değildir.

3. Nitekim başörtüsü takan, ancak bunu namusu ile ilgili görmeyen bayanların
hemen hemen hepsi, plaj kıyafetiyle yabancılara görünmeyi, hiç tereddütsüz,
kendi namus anlayışına aykırı bulur. Aynı şekilde, plajda yabancı erkeklere
görünmeyi namus anlayışı yönünden mahzurlu görmeyen bayanların hemen hemen tümü,
kendi evinde plaj kıyafetine yakın kıyafetle otururken bir yabancının perdenin
açık kalan kısmından kendisini gözetlemiş olmasını namusuna sataşma olarak
görür.

4. Bu görüşü kabul edenlerin bu teorisine göre, memurların ve öğrencilerin
siyasal görüş ifade etmeleri yasak ise bunun tabii sonucu olarak,
milletvekillerinin, siyasal görüşlerini ifade etmek üzere, -hatta TBMM dışında
takmıyor olsalar dahi- TBMM’de başörtüsü takmaya hakları olmalıdır. Ama, onlar
görüşlerinde böyle bir çelişki görmemektedirler. Çünkü, bu kişiler, kendileri
tam farkında olmasalar da aslında TBMM’nin adının, "Türkiye Büyük Devlet
Meclisi" olması gerektiğini, milletvekillerinin de devlet memuru olması
gerektiğini savunmaktadırlar. Zaten, otoriter devlet, 1923’te yapılan baskın
seçimle ve merkezden listelemeyle oluşturulan İkinci Meclisinden itibaren,
meclisi, gerçekte devletin meclisi olarak görmüştür. Başörtüsü mücadelesi ise,
otoriter devlet-muhafazakar millet mücadelesinin, bu güne yansıyan ve bayanlar
üzerinden sürdürülen bir biçimidir.

5. Nitekim, Fransa’da başörtüsü yasağı, şayet konulacaksa, bu nedenle ve sadece
öğretmenler için konulacaktır. Zira onlar, Müslüman olmayan çocukların, Müslüman
olan ve başörtüsü takarak bunu gösteren öğretmenlere özenerek Müslümanlığı
seçebileceğini düşünerek, bu durumun, küçüklerin ve onlar adına anne babalarının
özgürce din seçme hakkının elinden alınması anlamına geldiği sonucuna
varmaktadırlar. Dolayısıyla, çocukların din seçme hürriyeti ile öğretmenlerin
dini yaşama hürriyeti arasında bocalamaktadırlar.

6. Başörtülülerin böyle bir desteğe ihtiyaçlarının olup olmadığı ve bu desteğin,
başörtülüler yönünden mini etek giyenlere karşı lüzumsuz bir yumuşamaya yol açıp
açmadığı hususları, muhtemelen ilginç olabilecek ayrı bir tartışma konusudur.

7. Aşırı bir görüşe göre, başörtüsü ile saçı kapatmak farz değildir, asıl farz
olan, bu örtü ile yakanın kapatılmasıdır. Gariptir ki, bir yandan, -başörtüsünün
saçı örtmesinin gerekmediğini düşünenler de dahil olmak üzere- bütün din
adamları başörtüsünün yakayı örtmesi gerektiğini söylemekte, ama diğer taraftan,
başörten gençler, başörtüsüyle saçlarını kapatmakla birlikte -gittikçe çoğalan
biçimde- yakalarını açmaktadırlar.