Ali Râif imzalı mektup sahibine,
"Tesettür-i nisvân" [kadınların örtünmesi] meselesini Şimâlî Rusya Türklerinin
nasıl halletmiş oldukları hakkında izahat talep ediyorsunuz. Bu meselenin bir
mesele-i şer’îyye olduğu ve Şimal Türklerinin asırlardan beri müstebit bir
hükümet-i ecnebiye idaresinde her türlü müşkülâta rağmen selâbet-i diniyelerini
[dine bağlılıklarını] muhafaza etmiş bir Müslim kavim bulunduğu malum iken nasıl
hal etmiş olacakları muhtac-ı istîzâh [açıklama ihtiyacı] mıdır? Kur’an-ı
Kerim’de …"Ey müminler dine müteallik bir şeyde ihtilaf ettiğiniz takdirde
eğer hakikaten Allah’a ve yevm-i ahirete [ahiret gününe] iman ediyorsanız Allah
Teâla’nın kitabına ve Resulünün sünnetine müracaat ediniz" buyruluyor…
İlan-ı Meşrutiyet’ten beri "kadın" meselesi güya tesettür meselesinden ibaret
imiş gibi sürekli bu mesele ile iştigal edildiğini ve her eline kalem alan
muhakeme yürütmeye kalktığını görüyoruz. Bu bâbda o kadar çok söz söylenilmiş ve
yazılmıştır ki, artık kadr-ı marufunu [bilinen değerini] geçmiş ve herkese usanç
gelmiştir. Hem de bu meseleyi mevzubahis edenler, zannediyorum ki, hiç
kendilerine taalluku [ilgili] olmayan bir şey ile meşgul oluyorlar. Bunun bir
mesele-i şer’iye olmasına nazaran bu bâbda muhakeme-i akliye tarikine [akıl
yürütme yoluna] gitmek meseleyi çıkmaz yola sokmak demektir.
Hem de böyle şekle ait bir mesele ile senelerce uğraşmaktan ne çıkacağını
anlamıyorum. Beş senedir bununla iştigal ediliyor, bir faide-i ameliyesi [pratik
bir faydası] görüldü mü? Nisvânımız bir hatve [adım] olsun ilerlemesine tesiri
oldu mu? Alelhusus şeran hallolunmuş bir şeyi yeniden hal ile uğraşmak
tahsîlü’l-hasıl [kazanılmış olan] kabilinden değil midir? İstihsal edilecek
netice eğer Şeriata muvafık ise sarf edilen mesai abes ile iştigal olur, eğer
muhalif ise Allah’a ve yevm-i ahirete [ahiret gününe] inanan hiçbir Müslim ona
tabi olmaz.
Lakin, biz acayip adamlarız. Esası bırakır, şekil ile uğraşırız dururuz. Bu ise
havanda su dövmek kabilindendir. Zannımca halledilmesi lazım gelen mesele
nisvânın talim ve terbiyesidir [eğitim ve öğretim]. İşte, Allah’ın ve Resulünün
emreylediği budur. Bununla ne kadar iştigal edilirse o kadar değeri vardır.
Seyahat-ı ahirimde [son seyahatimde] Rusya İslamlarının merkez-i şer’isi ve
müftünün ikametgâhı bulunan Ufâ beldesinde mülakatıyla müşerref olduğum "Tarih-i
Kavm-i Türkî" eserinin müellifi Kadı Hasan Atâ Hazretlerinden aldığım malumata
göre; Ufâ beldesinde bundan yirmi beş sene evvel yalnız bir İslâm mahallesiyle
bir mescit ve bir mektep mevcut imiş, şimdi beş İslam mahallesi meydana gelmiş,
her mahallede birer mescit ve birer mektep inşa olunmuş. Bunları Kadı Hazretleri
ile birlikte gezdik, cümlesini gördüm, hangi zevat tarafından hangi tarihlerde
ve ne suretle inşa olunduklarını tetkik ettim. Elyevm [bugün, hâlâ] bunlarda
usul-i cedide [yeni metot] üzere tedris edilen şakirdanın [öğrencilerin] adedi
bini mütecavizdir [geçmektedir, fazladır]. Sinn-i tahsile vasıl olan [öğrenim
yaşına gelen] kızlardan talim ve terbiye görmeyen hiç, ama hiçbir fert yoktur.
Maddi ve manevi terakkiyi gördünüz mü? İşte, ciddiyet buna derler.
Ey beş seneden beri "tesettür-i nisvân" meselesi hakkında icâle-i kalem eden
[kalem gezdiren] muharrir-i kiram [şerefli yazarlar]! Sizin İstanbul’unuzda
kadınların şöyle dursun, erkeklerinizin içinde okur yazar kaç kişiniz vardır?
Meşrutiyet’ten beri talim ve terbiye-i nisvan hususunda ne kadar terakki husule
getirdiniz? Kadınlarınızı Atina’da tahsil görmüş, ne idüğü belirsiz bir takım
hekim bozuntularının dest-i tahribkârîsine [yıkıcı ellerine] teslim ediyorsunuz.
Onları tedavi edecek bir tabibe-i Müslime [Müslüman kadın doktor] yetiştirdiniz
mi, yahut yetiştirmeye teşebbüs ettiniz mi? Kadınlara dair böyle halledilecek
binlerle mesail [sorunlar] durup dururken şekle ait bir meselenin etrafında
dolaşıp duruyorsunuz. Bu öyle bir mesele ki, hallinde bir fayda olmadıktan başka
idamesinde [devamında] zarar vardır. Tarafeyn beynine adavet ve husumet ilka
etmekten [tarafların arasına kin ve düşmanlık sokmaktan], tefrika husule
getirmekten başka faide-i müfid [ifade eden] değildir. Selamet-i memleket
[ülkenin geleceği] namına bu meseleyi artık mevzubahis etmekten vazgeçiniz.
Bir de arasıra "tahrir-i mer’eh", yani kadınlara hürriyet vermek meselesinin
mevzubahis olduğunu görüyorum. Böyle bir meselenin mevzubahis olması Avrupa’yı
çok bilmekliğimize mukabil kendi hukukumuzu bilmediğimizden neşet ediyor
[çıkıyor] sanırım. Avrupalılar bu mesele ile meşgul oluyorlar ya! İşte, bu kadar
kafi! Biz de meşgul oluyoruz. Ama onlar ne için meşgul oluyorlar? Bunu taharri
[araştıran] edenimiz yok. (Görüyorsunuz ya! Bazı ihvanımızı rencide etmemek için
Avrupa mukallitliğimizden bahsetmiyorum.) Biz, kadınlarımız Şeriat-ı İslâmiyenin
bahşettiği hukuku temin edelim, ondan ziyadesine ihtiyaçları yoktur. Ona
Avrupalı kadınlar da gıpta ederler.
Şaşarım! Erkekleri bile henüz hür olmayan bir memlekette kadınlara hürriyet
vermekten bahsediliyor. Gerçi memleketimizde Meşrutiyet ilan olundu, bununla
nail-i hürriyet [hürriyete kavuşmak] mi olduk zannediyorsunuz? Halbuki, siz
yalnız üzerinizden maddi olan istibdadı [baskıyı] ref’ [kaldırmak] edebildiniz.
İstibdat-ı maddi her vakit kuvve-i maddiye ile ref’ ve izale edilebilir. Lakin,
bununla insanlar hür olmuş olmaz. Asıl hürriyet cehl ve taassubun istibdadını
ref’ ve izale ile hasıl olur. Cahil bir kavme siz istediğiniz kadar hürriyet
veriniz! O, yine şiddetli bir esaret zinciri altında inlemektedir. İstibdat-ı
maddiyi izale ile milletin işi nihayet bulmuş değildir, belki yeni başlamıştır.
Çünkü, evvelce mevani-i maddiyeden [maddi engellerden] dolayı istibdat-ı
maneviyi izaleye çalışmak mümkün olmazdı. Ancak fedakâr bir takım zevatın
hamiyetiyle bu maksadın istihsalinden sonra çalışmak için meydan açıldı. Acaba,
o vakitten beri millet kendisini cehl ve taassubun istibdadından kurtarmaya
çalıştı mı? İşte düşünülecek mesele budur.
Siz erkek, kadın herkesi Allah’ın emri ve Resulünün sünneti üzere talim ve
terbiye ediniz, onlar şeriat-ı mübeccelenin [yüceltilmiş] kendilerine bahşettiği
hukukunu öğrenir ve hüsn-i istimal [güzelce kullanırlar] ederler. Siz insanlara
hürriyet esasına müstenit olan bir şeriattan daha ziyade hukuk bahşedemezsiniz.
Zira, her hakkın bir nihayeti vardır ki, başkasının hakkını ihlal ettikçe onu
tecavüz mümkün değildir. O had dahilindeki hukuku ise Şeriatımız temin eylemiş.
Biliniz ki, bir hakkın derece-i mer’iyeti [değer verilme derecesi] malumiyetiyle
[bilinmesiyle] mütenasiptir, malum olmayan bir hak mevcut da değildir. Siz
yalnız kadınlara değil, hatta erkeklere hürriyet vermek ister misiniz? Onlara
hak ve vazifelerini anlatınız, yoksa her türlü mesainiz abestir ve mahkûm-ı
akamettir [sonuçsuz].
Sebîlürreşâd, C. 11, aded: 279, İstanbul, 2 Kanun-ı Sani 1329/15 Ocak 1914,
s. 289-290.