Bugün bizi en ziyade meşgul eden bir mesele-i ilmiye var ise o
da tesettür meselesidir.
Tesettür meselesini hangi nokta-i nazardan [bakış açısı] mütalaa edeceğiz
[inceleyeceğiz]? Evvel be evvel [ilk önce] tayin edilecek nokta işte budur.
Tesettür meselesi ya ulum-ı içtimaiye [sosyal ilimler] ve felsefiye veya ulum-ı
şer’iyye [İslâmî ilimler] nokta-i nazarına göre mütalaa olunur.
Herhangi ilim nokta-i nazarına göre mütalaa olunur ise orada ancak o ilmin
kavaid ve zavâbıtı [kural ve nizamları], usul ve menâhici [yolları] hakim olur.
Görüyorum ki tesettür meselesini iş güç edinen erbab-ı kalem meseleyi dinen,
şer’an halletmek istiyorlar. Bu halde istinadgâhımız ancak hücec-ı şer’iyye
[şer’i deliller], zevâbıt-ı şer’iyye, usûl-i fıkhiyye [fıkıh usûlü] olacaktır.
Filvaki bu zevat bazen âyât-ı kerime ve ehâdis-i şerifeden bahsediyorlar, bazen
eimme-i [imamlar] diniyeden birinin kavlini beyan ediyorlar ise de âyât-ı
kerimeyi veya hadis-i şerifi okumak ile veyahut böyle bir kaide-i fıkhıyye
vardır demekle iş bitmez, böyle bir hüküm, amiyane ve cahilanedir.
Evvela, bir ayet-i kerimeyi veya bir hadis-i şerifi görmekle hemen şer’an
böyledir denemez. Ehl-i ilim şer’in bir takım aksamını beyan ediyorlar.
Eâzım-i müçtehidinden [müçtehitlerin önde gelenleri, büyükleri] ve ekber
fukaha-i diniyeden Şeyhülislam el-Harranî’nin tahkikine göre şer’ üç kısımdır:
Şer’-i münzel [nazil olmuş], şer’-i müevvel [tevil edilmiş, yorumlanmış], şer’-i
mübeddel [değiştirilmiş].
Şer’-i münzel kitap ve sünnet, şer’-i müevvel hükm-i hakim ve kavl-i müçtehiddir
[alimin hâkimin kararı ve müçtehidin sözleridir]; şer’i münzeli inkar eden ikfar
[kafir olmak/denmek] olunur, bilumûm müminînin şer’i münzele etbâı [tabi olması]
vâcib olur; şer-i müevvili inkar eden ikfar olunmaz, bilumûm müminînin alettayin
[tayinle] bir şer-i müevvele etbaı vacib olunmaz.
Harb-ı Sıffin’de Hz. Aliü’l- Mürteza Kerremellahu Vechehu’nun asakirinden biri
tarafından söylendiği rivayet olunan şu:
"Nahnü katalenaküm ala tevile kema katalena küm ala tenzile" beyti şer-i münzel
ile şer-i müevvili ayırıyor.
Bu beyit mûcibince Harb-ı Bedir şer’i münzel ile, kavl-i Resül-i mübeyyin
[açıklanan] ile meşru; Harb-i Sıffin şer-i müevvel ile kavl-i Aliü’l-Murteza ile
meşru oluyor.
Burada zikr olunan tevîl manânın râci’ [ilgili] olduğu hakikati idrak demektir.
Şer’-i mübeddel ehâdis-i mevzûaya [uydurma hadisler] mübteni [dayanan] olan şer’
veya maksad-ı şâri’a muhalif olarak tevîl olunan nusûs-ı şer’iyedir [şeriatın
kesin hükümleri, nasları], buradaki tevîl, manâyı tebdil ve tahrif
[değiştirmektedir] demektir.
Şer’-i mübeddel vacibü’l-inkardır [inkar edilmesi vacibtir]. Şer-i mübeddel ile
âmil olmak ya sıfat-ı şeriatı bilmemek veya tarîk-i Müslimîni [Müslümanların
yolu] ifsat etmektir; her iki ihtimale göre şer’-i mübeddel ile âmil olanlar ya
cahil veya müfsittirler. Tesettür meselesinde istinadgâhımız aslen şer’-i
münzel, fer’an tafsilen şer-i müevvel olacaktır.
Sâika-i cehl [cehalet sebebiyle] ve ifsât ile tesettür meselesini şer-i
mübeddele müstenit kılmak hüsran ve dalalettir.
Tesettür meselesinde şer’i münzel ve müevvilin hükmünü bilelim de ona ittiba
edelim [tabi olalım], bunlara muhalif olan şer’i mübeddele ittibadan kaçınalım.
Saniyen [ikincisi], nusûs-ı şeri’yeden ancak kavâid-i şeri’ye [şeriatın
kurallar] mucibince ahkam istinbât [bir manânın meydana çıkması] olunur, nusâs-ı
şeriyeden istinbât-ı ahkâm için âyet-i kerime ve hadis-i şerifin gerek efraden,
gerek terkiben manâ-i lugaviyesini [lügat anlamını], ma’âni-i şeri’yesini [şer’i
anlamlarını] bilmek, usûl-ı fıkıhta beyan olunan aksâmını bilmek, hadis-i
şerifin senedâtını bilmek, usûl-ı fıkıhta beyan olunan aksamını bilmek, hadis-i
şerifin senedatını bilmek, ilm-i ricâl-i hadise [hadis bilginleri] muttali’
[bilgili, haberli] olmak lazımdır.
Yoksa, keyfi olarak hüküm çıkarmak, nefsin meylettiği şeyi delil addetmek, hevâ
ve şehevâta ittibâ’en delil-i şeri’yi terk etmek Müslümanlık ile kabil-i tevfîk
[mümkün, açıklanabilir] değildir, Müslümanlar bunlardan beridirler.
Salisen [üçüncü olarak], bir kaide-i fıkhıyyeyi görmek ile hemen hadiseyi ona
tatbik etmek lazım gelmez, kavâ’id-i fikhiyyeye hadisatı tatbik etmek için evvel
be evvel illet [sebep], menât-ı hükm [hüküm mercii] tayin olunmalı, menât-ı hükm
tayin olunmadan evvel hiçbir hadise ve mesele tatbik olunamaz.
Felsefe-i cedîde kitaplarında tasrîh [açıklandığı] olunduğu vecihle istikrâ-i
ilmi [ilmi araştırma] iki hadise arasında ancak bir nispet-i illiyet keşf ve
ispat olunduktan sonra vücût bulur. Meşhur Ravison: Mebde-i illiyet [illiyetin
başlangıcı, kökü] istikrânın gizli bir damarıdır, diyor. Hadisâttan
[olaylardan], hadisâtın râci’ [dayanan] olduğu illetlere, sonra hadisâtı
müdebbir olan kanunlara intikal olunur, illet bilinmekle hadisât bilinir ve
vukuundan evvel keşf olunur.
İngiliz feylosofları Bacon ile Stuart Mill’in ortaya koydukları "mesâlik-i
illet" [sebeblere dayanma yolu] kanunlarını çok zaman evvel hükema-ı fukahâ
[fıkıh alimleri], usûliyyûn [metotçular] mevki-i tatbika [icraata] koymuşlar
idi. Şu kadar ki Bacon ile Suart Mill illet-i hadisatı [olayların sebeplerini]
keşf için mesalik-i illet kanunlarını tatbik ediyorlar, usûliyyûn ise ahkâm-ı
hadisâtın [olayların hükümleri] illetini keşf için tatbik ediyorlar idi.
Felsefe-i cedîde mucibince hadisenin illeti tayin olunduktan sonra nasıl kanun-ı
tayin olunur ise ilm-i celil-i fıkh mucibince de hadiseye taalluk eden hükm-i
şer’inin illeti tayin olunduktan sonra kanun tayin olunur.
Eimme-i din [imamlar] kıyası icra etmek için evvel emirde illeti bulmağa
çalışmışlardır; illet mensûs [Kur’an ile kesinleşmiş olan] olunca, yani taraf-ı
şâri’den serahâten bildirilince eimme-i din için yalnız tatbik cehdi, menât-ı
hükmü tahkik cehdi kalıyor. İllet-i mensûs olmayınca evvel emirde illet istihraç
[çıkarma, manâ çıkarma] olunur, menât-ı hükm [hüküm mercii, yeri] tahrîc [-şer’i
hükümler- çıkartma] olunuyor, sonra diğer bir hadise hakkında hükm-i şer’i beyan
ediliyor, bazen menât-ı [merci, dönecek yer] hükümde dahi bulunmayan evsafı
tecrid etmek lazım geliyor, menât-ı hüküm tenkıh [gereksiz kısımların
temizlenmesi, çıkarılması] olunuyor. Binaenaleyh bir kanun-ı tabiatı tatbik
etmek için hadise-i tabiiyenin illetini nasıl bilmek lazım ise bir kaide-i
fıkhiyenin tatbiki için öylece menât-ı hükmü bilmek lazım gelir. Menât-ı hükmü
bilmeden evvel tatbik, beyan-ı rey mümkün değildir.
O halde nasıl oluyor da illet-i hükmü bilmeden, öğrenmeden kaide-i fıkhiyeyi
tatbike yelteniyorlar.
Menât-ı hükmü tayin etmeden evvel bir meseleyi halletmeyi şeriat, ilim, felsefe
asla kabul etmez.
Rabian [dördüncüsü], ilm-i fıkıh mezhep ve meslek itibarıyla evvelen ikiye
ayrılır: fıkh-ı ehl-i ittibâ’, fıkh-ı ehl-i ibtidâ’, fıkh-ı ehl-i ittibâ’a
fıkh-ı Sünnî de denir.
Elyevm [bugün] bilâd-ı İslâmiyede [İslâm beldelerinde] memûlbih [umulan,
bilinen] olan fıkıh şunlardır: Fıkh-ı Hanefî, fıkh-ı Malikî, fıkh-ı Şâfî’i,
fıkh-ı Hanbelî, fıkh-ı Zâhirî veya Dâvudî, fıkh-ı İmamî veya Caferî, fıkh-ı
Zeydî, fıkh-ı İbâzî.
İlk beşine fıkh-ı Sünnî de denir.
Kavâid-i fıkhıyye ya mezâhib [mezhepler] ve mesâlikçe bilittifak kabul olunur
veyahut menâzi’i fih [tartışma yeri] olur.
Mesela, meşekkat teysiri celb eder, kelamın imali ihmalinden evladır kaideleri
müttefekün-aleyh [üzerinde birleşilen], ala hilafülkıyas [kıyasa aykırı olarak]
sabit olan şey-i makîsün-aleyh [kıyas edilebilen] olmaz, şart-ı vakıf nass-ı
şârî gibidir kaideleri münâzeunfîhtir. [hakkında farklı görüşler bulunan]
Evet, bir hadise ya fıkh-ı İslâmî ile, ya fıkh-ı Sünnî ile, ya eimmme-i erbaadan
[dört imamdan] birinin fıkhı ile, ya Hilafet-i İslâmiyye’nin cari olduğu fıkh-ı
Hanefi ile, ya bâb-ı vâlâ-yı fetvâda [fetva verilen yer] merci olan kütüb-ı
fetvada mübeyyin olan kavl ile hallolunabilir.
Tarık-ı evvel [birinci yol]: Hadiseyi eimme-i Müsliminden her kim olur ise olsun
onun mezhebi ile halletmek tarikidir ki, buraya fıkh-ı İmamî, fıkh-ı Zeydî,
fıkh-ı İbâzî dahil olur. Bu tarikte olsa olsa daire-i tesennün [üzerinden yıl
geçmek] haricine çıkılmış olur.
Tarik-i sâni [ikinci yol]: Hadiseyi eimme-i ehl-i sünnetten her kim olur ise
olsun onun mezhebiyle halletmek tarikidir ki, buraya fıkh-ı Dâvudî, fıkh-ı
Evzâ’î, fıkh-ı Sevrî, fıkh-ı Cerîrî, fıkh-ı Râhevîhî gibi eimme-i erbaa
haricinde olan fıkh-ı Sünnî dahil olur. Bu tarikte daire-i tesennün haricine
çıkılmış olmaz. Ancak eimme-i erbaanın [dört imamın] mezahibi [mezhepleri]
haricine çıkılmış olabilir.
Tarik-i sâlis [üçüncü yol]: Hadiseyi eimme-i erbaadan birinin mezhebiyle
halletmek tarikidir. Bu tarikte ancak mezheb-i Hanefi’nin haricine çıkılmış
olabilir.
Tarik-i râbi [dördüncü yol]: Gerek bâb-ı vâlâ-yı fetvâda [fetva verilen yer]
merci olsun, gerek merci olmasın sâdât-ı Hanefîyye’nin [Hanefî seyyitler]
kütûb-i muteberesine müracaatla nass-ı fukahadan ibare veya işare veya delale
veya iktiza tarikleriyle hadiseyi halletmek tarikidir. Bu tarikte mezheb-i
Hanefi haricine çıkılmış olmaz.
Tarik-i hâmis [beşinci yol]: Bâb-ı vâlâ-yı fetvâda merci olan kütub-ı fetvaya
müracaat etmek suretiyle hadiseyi halletmektir.
Keza bir meselenin halli hususunda ya delilin akvâsına [kavisler] veya asra
evfek [uygun] olan akvale [sözlere] müracaat olunur.
Tarik-i hamseden [beş yoldan] maada [başka] bizim için bir tarik bulunmaz,
tarik-i hamse derecât ile en vasi [geniş] olan tariktan biri ile en dar olan
tarika müntehî [son bulmak] olur.
Bir hadise tarik-i hams ile hallolunursa ne ala! Artık tarik-i rabia [dört yola]
hacet kalmaz. Tarik-i hams ile hallolunamadığı surette tarik-i râbia gidilir. Bu
tarik ile hallolunursa mesele fıkh-i Hanefi ile halledilmiş olur. Böylece en
nihayet tarik-i evvele kadar gidilir. Orada da halli mümkün olmazsa artık
Müslümanlık ile hallolunamayacağı zâhir olur.
Bize beyan olunan kaide-i fıkhıyyenin evvel emirde derecatını bilmek, mecmu-ı
illiye veya müttefekun-aleyh veya muhtelifun-fih olduğunu tayin etmek elzem ve
ehemmdir [gerekli ve önemlidir]. Meseleyi her hangi tarik ile halledebilecek
isek o tarikin kavaninine tevfik-i hareket etmek lazımdır. Kaide-i fıkhıyeyi
mücerred okumak kafi değildir. Şurasını hiçbir vakit unutmayalım ki,
Müslümanlıkta ahkamı meşru kılan illet ya bir maslahatı celp, ya bir maslahatı
tekmil, ya bir mefsedeti [ahlaksızlık] def, ya bir mefsedeti taklîldir
[azaltma]. Kavaid-i celile-i fıkhıye Müslümanların saadetini bâliğan mâbaliğ
kâfil olduğundan Müslümanlık ile olunamayacak hiçbir maslahat bulunmadığı gibi,
Müslümanlık ile hal olunacak hiçbir mefsedet de yoktur. Tesettür meselesinde
maslahat var ise emin olalım ki, şeriatımız onu tecviz etmiştir. Bilakis bir
mefsedet var ise yine emin olalım şeriatımız aslen tecviz etmeyecektir.
Edille-i ahkam-ı şeriat [şeriatın hükümlerinin delilleri] Müslümanlara taalluku
olan bir meseleyi leh veya aleyhte olmak üzere pek güzel halleder. Siz
Müslümanlara taalluku olan bir mesele bulunuz ki, o mesele kitab, sünnet, icma,
kıyas, istihsân, istislâh, istishâb, berâet, avâid, nefy, medârik, sedd-i
zerâyi’, ahz-ı bilakıl, ahz-ı bilehf, ahz-ı bilahut, ahz-ı bilusul, ahz-ı
bilezhar, umum-ı belvi, istikra, telazum, taharri ve tevehhi, kura, amel-i
bişşebîhîn, şehadet-i vicdan gibi edille-i ahkam-ı şeriat ile hallolunmasın!
Kâfe-i hadisat-ı içtimaiyeye [sosyal olayların tümüne] taalluk eden ahkam-ı
şer’iyeyi kavaid-i fıkhiye gayet hakîmâne, gayet adilane hal ve fasleder.
Kavaid-i celile-i âdilemizin bir kısmını beyan edelim:
[1] Eşyada asıl olan ibâhadır [mübah kılma, serbest bırakma].
[2] Muamelat-ı nâsı [halkın işlerini] fesada vermekten ise mehemmen [olduğu
kadar] imkan-ı sıhhate hamletmek evladır.
[3] Muzâikadan [sıkıntı, darlık] kurtulmak için tedbir-i umurda [alınan
tedbirlerde] hazâkat [maharet] gösterilir.
[4] Batıla erişmek veya badessübut [gerçekleştikten sonra] bir hakkı iptal etmek
için rey-i istimali haramdır.
[5] Kıyas terk olunup nâsa [halka] evfak [uygun] olan ahz olunur [alınır].
[6] Hâs ve âmmın [özel ve genelin] mübtelâ [düşkün, bağımlı] olduğu ahvale dair
olan ahkâmda suhulet talep olunur.
[7] Zarar def, cerh ref olunur.
[8] Yüsr [kolaylık] için usr [zorluk] terkolunur.
[9] Maslahat nasa mebni delilin hükmünden adete udul olunur.
[10] Eheff-i âkdin [ehven dimağın] te’kidi, ziyade olanın kusurudur.
[11] Maslahât-ı râcihaya [en önemli maslahata] muvassıl [ulaşmak] olan vesile-i
haram, haram değildir.
[12] Sedd-i zerâyi için haram kılınan bir şey, maslahat-ı racihaya mebni caiz
olunur.
[13] Ahkâm-ı mükellifin mesalih-i mükellifin için mevzudur.
[14] Zaruretler memnu olan şeyleri mübah kılar.
[15] Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur.
[16] Hacet, umumi olsun, hususi olsun zaruret-i münzelesine tenzil olunur.
[17] Meşakkât tesiri celb eder.
[18] Bir işte meşakkat görülünce ruhsat ve vüsat verilir.
[19] Ahkâm illet ile beraber devran eder.
[20] Def-i mefâsit celb-i menâfiden evlâdır.
[21] Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.
[22] Mâni’ ile muktezî taarruz ettikte mâni ona takdîm olunur.
[23] İztırar [çaresizlik, mecburiyet] gayrın hakkını iptal etmez.
[24] Âdet muhkemdir.
[25] Ezmânın [zamanın] tağyiri [değişmesi] ile ahkamın tağyiri inkar olunamaz.
[26] Âdet ancak muttarit [sıralı, muntazam] veya galip oldukta muteber olur.
[27] Örfen maruf olan şart kılınmış gibidir.
[28] Adat-ı şer’iye ebeden sabit, adat-ı câriye mütebeddildir [değişmiş]. Örf
ile nas tevîl olunur.
Şeriat-ı Garra-yı Ahmediyye kadına muhtaç olduğu şeyi ihtiyacına göre, zaruri
olduğu şeyi zarureti miktarınca müsaade ediyor.
Şeriat-ı Mutahhara-i Muhammediyece mekâsıd-ı zaruriye beştir: Hıfz-ı din, hıfz-ı
nefs, hıfz-ı akıl, hıfz-ı mal, hıfz-ı nesil.
Hıfz-ı din [dinin korunması]: Adüvv-i muhârib [savaşçı düşman] olana cihâd,
bidadleri davet eden da’âte [davetçi] ukubet [ceza] etmekle hasıl olur.
Eimme-i Hanefîye [Hanefî imamları] indinde gayr-ı Müslimlere küfründen dolayı
değil, belki adüv-ı muharib olmalarından dolayı cihad edilir: İllet-i cihâd,
küfür değil, harbiliktir. Buna mebni ruhban katlolunmaz. Zımmîlerin, müste’minin
[eman verilmiş olan], harb etmeyen sabînin, kadınların katl olunmamaları
hakkında icmâ-ı ümmet vardır.
Hıfz-ı nefs [can emniyeti]: Kısas ile hasıldır. "veleküm filkısas-i hayati"
[sizin için kısasta hayat vardır] nazm-ı celîli buna şahiddir. Kısas zecr ve
teşeffî [önleme ve iyileştirme] için meşrudur.
Hıfz-ı akıl: Hadd-ı müskir [içki cezası] ile hasıldır. Aklı muhafaza için müskir
haram kılınmıştır.
Hıfz-ı mal: Sârıka [hırsıza], gasıba [gasbedene], muharibe ukubet [ceza] etmek
ile hasıldır.
Hıfz-ı nesil: Hadd-ı zina ile hasıldır.
İbâdât: Hıfz-ı dine, âdât: Hıfz-ı nefs ve akla, muamelât: Hıfz-ı nesil ve mala,
ukubet: Beşini de hıfza râcidir.
Hıfz-ı nesil: Makâsıd-ı zaruriye-i şer’iyedendir [şer’i zaruri maksatlar]. Zina
nesli zayi kılar, zina, mahiyeti, zatî itibarıyla şer’an kabîh [kötü] değildir.
Zina mahiyetinden nâşî memnu’ değildir. Belki zina ile tazyî’-i neseb [nesebin
kaybolması], israf-ı mâ-i tenasül hasıl olduğundan zina memnu’ [yasak] olmuştur.
Yoksa mahiyet itibarıyla zina ile nikahın ne farkı vardır?
Nikahta nesep sabit oluyor, mâ-i tenasül israf olunmuyor da nikah şer’an tecviz
olunuyor.
Zina ile mâ-i tenasül israf olunuyor, nesep zâyi’ oluyor da zina şer’an tecviz
olunmuyor.
Tezyî’i nesep [neslin ziyan olması] ve israf mâ-i tenasül-i zinadan infikak
etmediğinden zina batıl oluyor, zina ile hükm-i şeri sabit oluyor. Zina hiçbir
suretle tecviz olunmuyor.
Tesettür: Zerî’a-i fesad-ı zinayı [zina fesadına vesile olmayı] sedd etmek için
meşrudur.
Zinanın devâîsi [içten gelen, dürtüler] de, zerâyi’î [vesaili] de haramdır.
Bu da tabiidir. Çünkü, bir kimse askerini veya raiyesini veya ehl-i beytini
[evinde yaşayanları] bir şeyden men etse sonra men ettiği şeye mevsül
[ulaştıran] olan turuk [yollar] ve esbabı onlara nasıl mübah kılabilir? Tabiatı
ile turuk ve esbabı da men edecektir; keza etibba [doktorlar] marazı men etmek
istedikleri zaman sahibini maraza mevsül olan turuk ve zerâyiden meneder.
Yoksa, ıslahını kastettikleri şey duçar-ı fesât olur. Artık, hikmet ve
maslahâtın ve kemâlin derecât-ı ulyâsında [en yüksek derecesinde] bulunan
şeriat-ı kâmile de böylece harama muvassıl olan tariki, zinanın devâ’isini,
zerâyi’îni men ediyor.
Hulâsa, insanlardan ne vakit fesad-ı zina havfı [korkusu] kalkar ise işte o
vakit tesettür ve hicab da kalkar. Başka türlü kalkamaz, ne turuk-ı hamse [beş
yol] ile, ne edille-i ahkam-ı şer’iat [şeriatın hükümlerinin delilleri] ile, ne
kavâid-i celîle-i fıkhıyye ile tesettür ve hicab kalkamaz. Emr-i bilmaruf ve
nehyanil münker [iyiliği emretme kötülükten sakındırma] mani olunmadıkça, ilm-i
şeriat erbabı bulundukça, onlar sâkit-i ani’l-hak [haktan sükut eden] olmadıkça
kadınlar ile tatlı tatlı sohbet edilemez.
Eslâf ve ahlâf-ı fukahanın [önceki ve sonraki fakihlerin] aleyhinde ne kadar söz
söyleniyorsa söylensin, ona Müslümanlık âleminde hiçbir kıymet verilmez.
Sebîlürreşâd, C: 12, Sayı: 291, İstanbul, 27 Mart 1330/9
Nisan 1914, s. 78-80.