Sadâ-yı Hakikat
27 Mart 1909

Tarîk-i Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) şüphe ve hileden münezzeh
olduğundan, şüphe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnidir. Hem o derece azîm
ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz.
Bahr-i umman nasıl bir destide saklanacak?

Tekraren söylüyorum ki: İttihad-ı İslâm hakikatinde olan İttihad-ı
Muhammedînin (aleyhissalâtü vesselâm) cihet-i vahdeti tevhid-i İlâhîdir. Peymân
ve yemini de imândır. Encümen ve cemiyetleri, mesacid ve medaris ve zevâyâdır. Müntesibîni,
umum mü’minlerdir. Nizamnamesi, Sünen-i Ahmediyedir (aleyhissalâtü vesselâm). Kanunu,
evâmir ve nevâhî-i şer’iyedir. Bu ittihad, âdetten değil, ibadettir.

İhfâ ve havf riyadandır. Farzda riya yoktur. Bu zamanın en büyük
farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır. İttihadın hedef ve maksadı, o kadar uzun, münşaib
ve muhit ve merakiz ve meabid-i İslâmiyeyi birbirine rapt ettiren bir silsile-i
nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarik-i terakkiye bir
hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir.

Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husumeti ise, cehalet ve zaruret
ve nifakadır. Gayr-ı Müslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur.
Gayr-ı Müslime karşı hareketimiz iknâdır. Zira onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti
mahbup ve ulvî göstermektir. Zira onları munsif zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler
ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebîye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini
göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dahil
olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm)
olan İttihad-ı İslâmın efkâr ve meslek ve hakikatini efkâr-ı umumiyeye arz ederiz.
Kimin bir itirazı varsa etsin, cevaba hazırız.

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 68.

Yedinci Cinayet: İşittim: İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) namıyla
bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübarekin altında
bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki
bazı mübarek zevât, (Süheyl Paşa ve Şeyh Sâdık gibi zatlar) daha basit ve sırf ibadete
ve Sünnet-i Seniyyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat-ı alâka
ettiler, siyasete karışmayacaklar. Lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır,
tahsis ve tahdit kabul etmez. Ben nasıl ki dindar müteaddit cemiyete bir cihetle
mensubum. Zira maksatlarını bir gördüm. Kezâlik, o ism-i mübareke intisap ettim.
Lâkin tarif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedînin (a.s.m.) tarifi budur
ki:

Şarktan garba, cenuptan şimale uzanan bir silsile-i nuranî ile merbut
bir dairedir. Dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın
cihetülvahdeti ve irtibatı, tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini, imandır. Müntesipleri,
kàlû belâdan dahil olan umum mü’minlerdir. Defter-i esmâları da Levh-i Mahfuzdur.
Bu ittihadın nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Günlük gazeteleri de, i’lâ-i
kelimetullahı hedef-i maksat eden umum dinî gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri,
câmi ve mescidler ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir. Merkezi de Haremeyn-i Şerifeyndir.
Böyle cemiyetin reisi, Fahr-i Âlemdir. Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücahede,
yani ahlâk-ı Ahmediye (a.s.m.) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ve başkalara
da muhabbet ve -eğer zarar etmezse- nasihat etmektir. Bu ittihadın nizamnâmesi sünnet-i
Nebeviye ve kanunnamesi evamir ve nevâhî-i şer’iyedir. Ve kılıçları da berâhin-i
katıadır. Zira, medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Taharrî-i
hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksatları
da, ilâ-yı kelimetullahtır. Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret
ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz
düşünsünler.

Şimdi maksadımız, o silsile-i nurânîyi ihtizaza getirmekle, herkesi
bir şevk ve hâhiş-i vicdaniye ile tarik-i terakkîde Kâbe-i kemalâta sevk etmektir.
Zira, ilâ-yı kelimetullahın bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.

İşte ben bu ittihadın efradındanım. Ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs
edenlerdenim. Yoksa, sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim.

Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki
fikrini kabul ettim. Zira, o vilâyat-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler.
Şimdiki şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddîn-i
Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali
Suâvi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir
ki, demiş:

İhtilâf u tefrika endişesi
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dâyı def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağ-dar eyler beni.

Yavuz Sultan Selim

Divan-ı Harb-i Örfi, s. 27-29.

Ey bu Cami-i Emevîde bu dersi dinleyen Arap kardeşlerim! Ben haddimin
fevkinde, bu minbere ve bu makama irşadınız için çıkmadım. Çünkü size ders vermek
haddimin fevkindedir. Belki içinizde yüze yakın ulema bulunan cemaate karşı benim
misalim, medreseye giden bir çocuğun misalidir ki, o sabî çocuk sabahleyin medreseye
gidip, okuyup, akşamda babasına gelip, okuduğu dersini babasına arz eder. Tâ doğru
ders almış mı, almamış mı? Babasının irşadını veya tasvibini bekler. Evet, bizler
size nispeten çocuk hükmündeyiz ve talebeleriniziz. Sizler bizim ve İslâm milletlerinin
üstadlarısınız. İşte, ben de aldığım dersimin bir kısmını, sizler gibi üstadlarımıza
şöyle beyan ediyorum:

Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde
ders aldım ve bildim ki: Ecnebîler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla
beraber; bizi maddî cihette kurun-u vustâda durduran ve tevkif eden, altı tane hastalıktır.
O hastalıklar da bunlardır:

Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

Üçüncüsü: Adâvete muhabbet.

Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları
bilmemek.

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden
istibdat.

Altıncısı: Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.

Hutbe-i Şamiye, s. 27.

BEŞİNCİ KELİME: Meşveret-i şer’iyeden aldığım ders budur:
Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur.
Bir tek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki ediyor. Bunun
sırr-ı hikmeti şudur:

Hürriyet-i şer’iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin
hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyettir. Ve Hilâfet-i
Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin
sadefi ve kalesi hükmünde Arap ve Türk hakikî iki kardeş, o kale-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.

İşte, bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek
aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi, İslâm taifeleri de birbirine uhuvvet-i
İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine mânen -lüzum olsa maddeten- yardım
eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır.

Nasıl ki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün
efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur. Güya her
bir fert o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet,
binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi, o aşiretin mahiyetine temas
eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder.
Güya her bir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.

İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli
sene sonra, seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin
hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.

Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emevîdeki kardeşler ve kırk-elli
sene sonra âlem-i İslâm camiindeki ihvân-ı Müslimîn! “Biz zarar vermiyoruz, fakat
menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz” diye böyle özür beyan etmeyiniz.
Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve neme lâzım deyip çalışmamanız ve ittihad-ı
İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için
gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.

İşte, seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene-yani
İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik- yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki
o hasene, milyonlar ehl-i imana mânen fayda verebilir. Hayat-ı mâneviye ve maddîyesinin
rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için, neme lâzım deyip kendini tembellik döşeğine
atmak zamanı değil!

Hutbe-i Şamiye, s. 59.

Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.

Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz
de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra, Arap taifeleri, Cemahir-i
Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i
İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak
olmanızı rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşaallah
nesl-i âti görecek.

Sakın kardeşlerim, tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben şu sözlerimle
siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-i İslâmiye bütün
siyâsâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin
haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.

Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi,
çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın
bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin
mihanikiyeti bozulur. Onun için, ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor.
Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.

Bunu da teessüf ve teellümle size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin
bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline
çürük bir fiyat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan
çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar,
terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefihane ahlâk-ı
seyyieleridir, sefihane seciyeleridir.

Meselâ, bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda
der: “Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünkü milletimin içinde bir hayat-ı bakiyem
var.” İşte, bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur.
Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlerinden çıkar.
O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki, ecnebîlerden içimize giren pis ve fena seciye
itibarıyla bir hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha
dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.”
İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten
içimize girmiş, zehirliyor.

Hem o ecnebîlerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle, bir ferdi,
bir millet gibi kıymet alıyor. Çünkü, bir adamın kıymeti himmeti nispetindedir.
Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Bazılarımızdaki
dikkatsizlikten ve ecnebîlerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî
İslâmî milliyetimizle beraber, herkes “Nefsî, nefsî” demekle ve milletin menfaatini
düşünmemekle, menfaat-i şahsiyesini düşünmekle, bin adam, bir adam hükmüne sukut
eder. Yani,
kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü, insanın fıtratı medenîdir.
Ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam
edebilir.

Hutbe-i Şamiye, s. 62- 64.

Reddü’l-Evham
(31 Mart 1909)

İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) cemaatine isnad ettikleri
dokuz evham-ı fâsideyi reddedeceğim.

Birinci vehim: Böyle nazik bir zamanda din meselesini ortaya
atmak münasip görülmüyor.

Elcevap: Biz dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz.

(Dinsiz dünyada
hayır yoktur.)

Saniyen: Madem ki Meşrutiyette hakimiyet millettedir. Mevcudiyet-i
milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyettir. Zira Arap, Türk,
Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lâzların en kuvvetli ve hakikatli revâbıt ve milliyetleri
İslâmiyetten başka bir şey değildir. Nasıl ki az ihmal ile tevâif-i mülûk temelleri
atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihyâ ile fitne ikaz
olunmaktadır. Ve oldu gördük…

İkinci vehim: Bu ünvan, tahsisiyle, müntesip olmayanları
vehim ve telâşa düşürüyor.

Elcevap: Evvel de söylemiştim. Ya mütalâa olunmamış veya su-i tefehhüme
uğramış olduğundan, tekrarına mecbur oldum. Şöyle ki:

İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm)
dediğimiz vakit, umum mü’minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan ittihad
murattır. Yoksa, İstanbul ve Anadolu’daki cemaat murad değildir. Amma bir katre
su da, sudur. Bu ünvandan tahsis çıkmaz. Tarif-i hakikîsi şöyledir:

Esas temeli, şarktan garba, cenuptan şimale mümted ve merkezi Haremeyn-i
Şerifeyn ve cihet-i vahdeti tevhid-i İlâhî; peyman ve yemini imân; nizamnamesi,
sünnet-i Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm); kanunnamesi, evâmir ve nevâhî-i şer’iye;
kulüp ve encümenleri, umum medâris, mesâcid ve zevâyâ; o cemiyetin ilelebed ve muhalled
naşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiye ve her vakit nâşir-i efkârı başta Kur’ân ve
tefsirleri (ve bu zamanda bir tefsiri, Risale-i Nur) ve i’lâ-yı kelimetullahı hedef
ve maksat eden umum dinî ve müstakim ceraiddir. Müntesibîni, umum mü’minlerdir.
Reisi de Fahr-i Âlemdir (aleyhissalâtü vesselâm).

Şimdi istediğimiz nokta, mü’minlerin teveccühleri ve teyakkuzlarıdır.
Teveccüh-ü umumînin tesiri inkâr edilmez. İttihadın hedefi ve maksadı i’lâ-yı Kelimetullah
ve mesleği de kendi nefsiyle cihâd-ı ekber ve başkalarını da irşaddır. Bu mübarek
heyetin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-ü
ahlâk ve istikamet ve saire gibi makasıd-ı meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye
müteveccih olan cemiyetler pek az, kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde
biri, siyasiyunu irşad tarikiyle siyasete taallûk edecektir. Kılıçları, berâhin-i
kat’iyedir. Meşrepleri de muhabbet olduğu gibi beyne’l-mü’minîn uhuvvet çekirdeğinde
mündemiç olan muhabbete şecere-i tûba gibi neşvünema vermektir.

Hutbe-i Şamiye, s. 97-99.

Altıncı vehim: Bazıları, “Sünnet-i Nebeviyeyi hedef-i maksat
eden ittihad-ı İslâm, Hürriyeti tehdit eder ve levâzım-ı medeniyeye münâfidir” diyorlar.

Elcevap: Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Âleme abd ve hizmetkâr
olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar imana kuvvet verilse,
hürriyet de o kadar kuvvet bulur.

Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır.
Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.

Saniyen: Çocukluk tabiatı ile, hevâ ve heves ile aldatıcı zünub
ve mesâvi-i medeniyet mehasin zannolunuyor. Halbuki medeniyetin hiçbir hakikatlı
mehasini yoktur ki İslâmiyette sarahaten veya zımnen veya iznen o veya daha ahseni
bulunmasın!

Salisen: Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden,
nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.

Elhasıl: Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdat veya
esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâübaliler ve
zındıklar iyi bilsinler ki, dinsizlikle ve sefahetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebîye
kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez. Ve
bir kadına yakışır, istihsan ettiği libası, erkek giyse maskara olur.

Yedinci vehim: İttihad-ı İslâm cemaati, sair cemiyet-i diniye
ile şakku’l-âsâdır. Rekabet ve münaferatı intaç eder.

Elcevap: Evvelâ umur-u uhreviyede haset ve müzahemet ve münakaşa
olmadığından, bu cemiyetlerden hangisi münakaşaya, rekabete kalkışsa, ibadette riya
ve nifak etmiş gibidir.

Saniyen: Muhabbet-i din saikasıyla teşekkül eden cemaatlerin iki
şartla umumunu tebrik ve onlarla ittihad ederiz.

Birinci şart: Hürriyet-i şer’iyeyi ve âsâyişi muhafaza etmektir.

İkinci şart: Muhabbet üzerinde hareket etmek, başka cemiyete leke
sürmekle kendisine kıymet vermeye çalışmamak; birinde hatâ bulunsa, müfti-i ümmet
olan cemiyet-i ulemâya havale etmektir.

Salisen: İ’lâ-yı Kelimetullahı hedef-i maksat eden cemaat, hiçbir
garaza vasıta olamaz. İsterse de muvaffak olamaz. Zira nifaktır. Hakkın hatırı âlidir,
hiçbir şeye feda olunmaz.

Hutbe-i Şamiye, s. 103.

Biraderim Başmuharrir Beye,

Edipler edepli olmalıdırlar. Hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip
olmalıdırlar. Matbuat nizamnamesini vicdanlarındaki hiss-i diyanet tanzim etsin.
Zira bu inkılâb-ı şer’iye gösterdi ki, vicdanlarda hükümferma, nuru’n-nur olan hamiyet-i
İslâmiyedir. Hem de anlaşıldı ki, ittihad-ı İslâm umum askere ve umum ehl-i imana
şâmildir. Hariç kimse yoktur.

Hutbe-i Şamiye, s. 109.

Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alil uzvun reçetesi; ittiba-ı
Kur’ân’dır.

Azâmetli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli
sâhipsiz bir kavi reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.

Hutbe-i Şamiye, s. 116.

Halbuki bizim milletimiz ve ebedî kardeşlerimiz üç yüz milyondan
ziyade iken, bunlar üç müthiş kayd-ı istibdat ile mukayyed olup, ecnebilerin istibdâd-ı
mânevîlerinin taht-ı esaretlerinde ezilirler. İşte hürriyetimizin bir şubesi olan
gayr-ı Müslimlerin hürriyeti, bizim umum milletimizin hürriyetinin rüşvetidir. Ve
o müthiş istibdâd-ı mânevînin dâfiidir. Ve o kayıtların anahtarıdır. Ve ecnebîlerin,
bizim dûşümüze çöktürdükleri müthiş istibdâd-ı mânevînin râfiidir. Evet, Osmanlıların
hürriyeti, koca Asya talihinin keşşafıdır. İslâmiyetin bahtının miftahıdır, ittihad-ı
İslâm sûrunun temelidir.

Münazarat, s. 61.

Sual: Dâima İttihad-ı İslâmdan bahsedersin. Sen bize tarif
et.

Cevap: İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi ismindeki eserimde
tarif etmişim. Şimdi ileride o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını göstereceğim.
İşte, kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâmın Hacerül-Esved’i, Kâbe-i
Mükerremedir; ve dürret-i beyzâsı, Ravza-i Mutahharadır; Mekke-i Mükerremesi, Ceziretü’l-Araptır;
medine-i medeniyet-i münevveresi, tam hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i
Osmaniyedir. Eğer İslâmiyet milliyetini ve İttihad-ı İslâmın taşını ve nakşını istersen,
işte bak: (1) Hayâ ve hamiyetten neş’et eden civanmerdâne humret; (2) hürmet ve
merhametten tevellüd eden mâsumane tebessüm; (3) fesâhat ve melâhattan hasıl olan
ruhânî halâvet; (4) aşk-ı şebabîden, şevk-i bahârîden neş’et eden semâvî neşe; (5)
hüzn-ü gurûbîden, ferah-ı sehharîden vücuda gelen melekûtî lezzet; (6) hüsn-ü mücerredden,
cemâl-i mücellâdan tecellî eden mukaddes ziynet;Haşiye birbiriyle imtizaç
edip, ondan çıkan levn-i nuranî ancak o şark ve garbın kab-ı kavseyni olan kâbe-i
saadetinin tâk-ı muallâsının kavs-ı kuzahının elvan-ı seb’asının lâcivert levninin
timsali, belki şu levnin manzarası bir derece irae edilebilir. Lâkin ittihad, cehl
ile olmaz. İttihad, imtizac-ı efkârdır. İmtizâc-ı efkâr, mârifetin şua-ı elektriğiyle
olur.

Münazarat, s. 112.

Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en
mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı
dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitamâmihâ Risale-i
Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı Âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta
içindir ki, o gelecek zatın makamını Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler
gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime
mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zat,
Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek.

O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektedir. Birinci
vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu
halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci
vazife tatbik edilebilsin.

O zatın üçüncü vazifesi, hilâfet-i İslâmiyeyi ittihad-ı İslâma bina
ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife,
pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci
vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci,
üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan,
umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve
bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve tevile muhtaç fikirlerini ortaya
atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşe verir ve vermiş; hücumlarına vesile
olur. Çünkü, birinci vazifenin hakikatini ve kıymetini göremiyorlar; öteki cihetlere
hamlederler.

Kardeşlerimin ikinci iltibası: Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti,
bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur şakirtlerinin şahs-ı mânevîsini
temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nur’un
hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ mânevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına
bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nur’un
neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve
bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez.

Elhasıl: O gelecek zatın ismini vermek, üç vazifesi birden hatıra
geliyor; yanlış olur. Hem hiçbir şeye âlet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı
mü’minîn nazarında hakikatlerin kuvveti bir derece noksanlaşır. Yakîniyet-i bürhaniye
dahi, kazâyâ-yı makbûledeki zann-ı galibe inkılâp eder; daha muannid dalâlete ve
mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye başlar. Ehl-i
siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek
münasip görülmüyor. Belki “Müceddiddir, onun pişdarıdır” denilebilir.

Umum kardeşlerimize binler selâm.

Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 11.

Hacca gidecek olan zat, bize yazmış ki: “Bunu postayla doğrudan
doğruya Mekke-i Mükerreme de Mehmed Ali Maliki, Vaziye Mahalle-i Şamiye adresiyle
gönderilsin” diye münasip görmüş; onu, bahaneyle hududdan çevrilmemek için beraber
götürmemiş. Çok da isabet olmuş. Çünkü, benim ve Nur şakirtlerinin namına şimdi
bu mecmuaları göndermek, her halde inkişafa başlayan İslam birlik fikri ve ittihad-ı
İslam siyaseti, Risale-i Nur’u kendine bir kuvvet, bir alet yapmaya çalışacaktı
ve bizleri siyaset-i İslamiyeye bakmaya mecbur edecekti. Halbuki Risale-i Nur’un
mesleğindeki sırr-ı ihlas; iman, Kur’ân hakikatlerinden başka hiçbir şeye alet,
tabi olmadığı; hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakiki ihtiyacını
hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu; halbuki gönderilecek
o mübarek merkezler, şimdilik Nurlara hakiki ihtiyacını değil, belki alem-i İslamın
hayat-ı diniyesine ait cihetlerinden düşünmeye mecbur olması; hem Nur mesleğinde
benlik ve gösteriş bir nevi şöhretperestlik, merdud olduğundan, bu enaniyet zamanında
insanlara kendini satmaya çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nur şakirtleri böyle
büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi
gösteriş olması cihetiyle, kader-i İlahi, Nur şakirtlerini tam ihlasın muhafazası
için şimdilik müsaade etmiyor.

Rabian: Kahraman ve sadakatte hiç sarsılmadan ve kardeşiyle masum
olmalarıyla ve az zamanda pek çok kıymetdar hizmet eden Süleyman Rüştü’nün dünyada,
ahirette Cenab-ı Hak onu manevi ve maddi ticaretinde daima onu ihsanına mazhar eylesin.
Amin.

Hamisen: Hüve Nüktesi pek ince, gerçi çok mücmel ve muhtasar olmuş,
fakat herkes ondan pek kuvvetli bir nur-u imani hissedebilir diye size gönderildi.
Fakat o nüktenin ahirlerinde “Her zerre, cezbedarane hal diliyle
deyip gezer”
cümlesine, “hal diliyle ve mezkur hakikatin şehadeti ve lisanıyla” kelimeleri ilave
edilecek. Bu Hüve Nüktesi ile Yirmi Dokuzuncu Mektubun Beşinci Kısmı olan
ayeti münasebetiyle
bir seyahat-i hayaliye ve yine Yirmi Dokuzuncu Mektubun Birinci Kısmında yalnız
kapısıyla cemaat
sırrını gösteren seyahat-i hayaliye dahi beraber Sikke-i Gaybiye nin ahirine veyahut
münasip gördüğünüz yere konulsun. Eğer inayat Sikke-i Gaybiye ye konulmamış ise,
onun da bir hülasasını derc edilmesini size havale ediyorum.

Emirdağ Lahikası, s. 224.

Ehemmiyetli bir hakikat ve Demokratlarla Üniversite Nurcularının
bir hasbihalidir.

Şimdi milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile
olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek
çâre-i yegânesi, ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır. Eski
zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla
mâni olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil, belki muhtaçtırlar.
Çünkü komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik, doğrudan doğruya anarşistliği
intaç ediyor. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye
etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile
olduğu gibi, bu vatanı istilâ-yı ecanipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak
yalnız odur. Ve bu hakikate binaen, Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikate
istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.

Bir ezan-ı Muhammedînin (a.s.m.) serbestiyetiyle kendi kuvvetlerinden
yirmi defa ziyade kuvvet kazandılar. Milleti kendilerine ısındırdılar, minnettar
ettiler. Hem mânen eski İttihad-ı Muhammedîden (a.s.m.) olan yüz binler Nurcularla,
eski zaman gibi farmason ve İttihatçıların mason kısmına karşı ittifakları gibi,
şimdi de aynen İttihad-ı İslâmdan olan Nurcular büyük bir yekün teşkil eder. Demokratlara
bir nokta-i istinaddır. Fakat Demokrata karşı eski partinin müfrit ve mason veya
komünist mânâsını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar.

Eskiden nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda
onları devirdiler. Onların müttefiki olan İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) efradının
çoklarını astılar. Ve “Ahrar” denilen Demokratları kendilerinden daha dinsiz göstermeye
çalıştılar. Aynen öyle de, şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları
din aleyhine sevk etmek veya kendileri gibi tahribata sevk etmek istedikleri kat’iyen
tebeyyün ediyor. Hattâ ulemânın resmî bir kısmını kendilerine alıp Demokratlara
karşı sevk etmek ve Demokratın tarafında, onlara mukabil gelecek Nurcuları ezmek,
tâ Nurcular vasıtasıyla ulemâ, Demokrata iltica etmesinler. Çünkü Nurcular hangi
tarafa meyletseler ulemâ dahi taraftar olur. Çünkü onlardan daha kuvvetli bir cereyan
yok ki, ona girsinler.

İşte madem hakikat budur, yirmi beş seneden beri ehl-i ilmi, ehl-i
tarikatı ezen, ya kendilerine dalkavukluğa mecbur eden eski partinin müfrit ve mason
ve komünist kısmı bu noktadan istifade edip Demokratları devirmemek için, Demokratlar
mecburdurlar ki hem Nurcuları, hem ulemâyı, hem milleti memnun ve minnettar etmek,
hem Amerika ve müttefiklerinin yardımlarını kaybetmemek için bütün kuvvetleriyle
ezan meselesi gibi şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ için mümkün oldukça tamire çalışmaları
lâzım ve elzemdir.

Emirdağ Lahikası, s. 271.

Aziz, sıddık, fedakâr kardeşlerim,

Çok yerlerden telgraf ve mektuplarla bayram tebrikleri aldığım ve
çok hasta bulunduğum için, vârislerim olan Medresetü’z-Zehra erkânları benim bedelime
hem kendilerini, hem o has kardeşlerimizin bayramlarını tebrik etmekle beraber,
âlem-i İslâmın büyük bayramının arefesi olan ve şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa
başlayan ve dört yüz milyon Müslümanı birbirine kardeş ve maddî ve mânevî yardımcı
yapan İttihad-ı İslâmın, yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde tesise başlamasının
ve Kur’ân-ı Hakîmin kudsî kanunlarının o yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi
olmasından dolayı büyük bayram-ı İslâmiyeyi tebrik ve dinler içinde bütün ahkâm
ve hakikatlerini akla ve hüccetlere istinad ettiren Kur’ân-ı Hakîmin, zuhura gelen
küfr-ü mutlakı tek başıyla kırmasına çok emareler görülmesi ve beşer istikbalinin
de, bu gelen bayramını tebrikle beraber, Medresetü’z-Zehranın ve bütün Nur talebelerinin
hem dahil, hem hariçte, hem Arapça, hem Türkçe Nurların neşriyatına çalışmalarını
ve dindar Demokratların bir kısm-ı mühimmi Nurların serbestiyetine taraftar çıkmalarını
bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.

Bu sene hacıların az olmasına çok esbap varken, 180 binden ziyade
hacıların o kudsî farizayı ve din-i İslâmın kudsî ve semavî kongresi hükmünde olan
bu hacc-ı ekberi büyük bir bayramın arefesi noktasında olarak bütün ruh u canımızla
tebrik ediyoruz.

Emirdağ Lahikası, s. 336

Üçüncü vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kur’âniyenin
zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tatile uğramasıyla,
o zat, bütün ehl-i imanın manevi yardımlarıyla ve ittihad-ı İslamın muavenetiyle
ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Al-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli
ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı
yapmaya çalışır.

Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en
yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkiki bir surette umuma ders vermek,
hatta avamın da imanını tahkiki yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet
edici, irşad edici manasının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur şakirtleri bu
vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna
nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini haklı
olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevinin de bir mümessili, Nur
şakirtlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevisi ve o şahs-ı manevide bir nevi
mümessili olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar.
Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes’ul değiller. Çünkü ziyade
hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin
pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i
itikatlarının bir tereşşuhu gördüğümden, onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın
bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur’u aynı o ahirzamanın hidayet edicisi
olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas
var; tevil lazımdır.

Birincisi: Ahirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında
birinci vazife derecesinde değiller; fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı
İslam ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste,
hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında, o birinci vazifeden
bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife
hatıra geliyor; siyaset manasını ihsas eder, belki de bir hodfuruşluk manasını hatıra
getirir; belki bir şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir.
Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye
dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor
ve gelmiş. Fakat herbiri, üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyla,
ahirzamanın Büyük Mehdi unvanını almamışlar.

Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirtlerin bu itikatlarına
göre, bana karşı demişler ki:

“Eğer Mehdilik dava etse, bütün şakirtleri kabul edecekler.”

Ben de onlara demiştim: “Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda
nesiller bilinmiyor. Halbuki ahirzamanın o büyük şahsı, Al-i Beytten olacaktır.
Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i manevisi hükmünde ondan hakikat
vilâyet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak
oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla
mecelleleri ve kitapları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini
tanıyıp ders alıyorlar.

Dördüncü fark: Nur talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser
bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı
ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar
ki, tecemmu’ edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünkü, meslekleri siyaset ve cemiyet
olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise, vaziyetleri itibarıyla siyasete temas
etmeye ve cemiyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından,
bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular
gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan
Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdat’ta
çok şubeler açmışlar.

Beşinci fark: Nur talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar
var. Yedi sekiz yaşındaki, camilerde Kur’ân okumak için elifbâyı ders almakta olan
çocuklardan tut, tâ seksen, doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın erkek,
hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden büyük
bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin
umumen bütün maksatları, Kur’ân-ı Mecîdin hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan
ibarettir. Bütün çalışmaları ilim ve irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan
başka birşeyle iştigal ettikleri bilinmiyor. Yirmi sekiz seneden beri dehşetli mahkemeler
dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksat bulamadıkları
için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine
taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri
aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet
vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye
ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik
ve sevk ediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, ziyadeleşmeye
ve kemiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.

Altıncı fark: Hakikî ihlâslı Nurcular, menfaat-i maddiyeye
ehemmiyet vermedikleri gibi, bir kısmı, âzamî iktisat ve kanaatle ve fakirü’l-hal
olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’âniyede hakikî
bir ihlâs ve fedakârlıkla; ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalâlete karşı mağlûp
olmamak için ve muhtaçları hakikate ve ihlâsa dâvet etmekte bir şüphe bırakmamak
için ve rızâ-yı İlâhîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbirşeye âlet etmemek için,
bir cihette hayat-ı içtimaiye faydalarından çekiniyorlar.

Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksat itibarıyla
aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbap sebebiyle, Nur talebeleri
gibi dünyayı terk edemiyorlar. Azamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.

İsa Abdülkadir

Emirdağ Lahikası, s. 390

Ey bu sözlerimi dinleyen bu Cami-i Emevî’deki kardeşler ve kırk-elli
sene sonra alem-i İslam camiindeki ihvan-ı Müslimîn! “Biz zarar vermiyoruz, fakat
menfaat vermeye iktidarımız yok, onun için mazuruz” diye özür beyan etmeyiniz. Bu
özrünüz makbul değil. Tenbelliğiniz ve “Neme lazım” deyip çalışmamanız ve ittihad-ı
İslam ile, milliyet-i hakîkiye-i İslamiye ile gayrete gelmediğiniz, sizlere gayet
büyük bir zarar ve bir haksızlıktır.

İşte, seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene, yani
İslamiyetin kudsiyetine temas eden iyilik yalnız işleyene münhasır kalmaz; belki
o hasene, milyonlar ehl-i îmana manen faide verebilir, hayat-ı maneviye ve maddiyesinin
rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için, “Neme lazım” deyip kendini tenbellik döşeğine
atmak zamanı değil.

Ey bu camideki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki alem-i İslam
mescid-i kebîrindeki ihvanlarım! Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat
etmek için çıktım. Belki, buraya çıktım; sizden olan hakkımızı dava ediyorum. Yani,
küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri sizin gibi büyük
ve muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hakim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz
ve fütûrunuz ile, biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslam taifeleri zarar görüyoruz.
Husûsan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! En
evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünkü, bizim ve bütün İslam taifelerinin
üstadları ve imamları ve İslamiyetin mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk
milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için, tenbellikle günahınız
büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Husûsan kırk-elli
sene sonra, Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi, en ulvî bir vaziyete
girmeye, esarette kalan hakimiyet-i İslamiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında,
belki ekserîsinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz.
Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşaallah nesl-i atî görecek.

Sakın kardeşlerim, tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle
siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Haşa! Hakîkat-i İslamiye bütün
siyasatın fevkındedir. Bütün siyasetler ona hizmetkar olabilir; hiçbir siyasetin
haddi değil ki, İslamiyeti kendine alet etsin.

Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, hey’et-i içtimaiye-i İslamiyeyi,
çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika sûretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın
bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka çarka tecavüz etse, makinenin
mihanikiyeti bozulur. Onun için, ittihad-ı İslamın tam zamanı gelmeye başlıyor.
Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.

Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebilerin
bir kısmı, nasıl kıymettar malınızı ve vatanlarımızı bizden aldılar, onun bedeline
çürük bir mal verdiler; aynen öyle de, yüksek ahlakımızı ve yüksek ahlakımızdan
çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar,
terakkilerine medar ettiler ve onun fiyatı olarak bize verdikleri, sefihane ahlak-ı
seyyieleridir, sefîhane seciyeleridir.

Tarihçe-i Hayat, s. 86.

Maalesef, eski hükûmet Üstada karşı muârız idi ve ona çok zulümler
etti. Lâkin hakîki Müslüman olan bu Menderes, Islâmiyeti baskıdan kurtardı. Var
olsun. İnşaallah Türkiye, yakında eski yüksek makamını alacaktır. Üstad ve Risâle-i
Nur’u neşredenler gibi mühim din adamları Türkiye’de vardır; hükûmetiniz niçin bunları
İslâmî toplantıya göndermiyor. Selâhiyetli adamlar Türkiye’de çoktur. Kanaatım şudur
ki: Üstad gibi âlim dünyada yoktur. Memleketimizden, Hazret-i Üstad gibi bir âlim
çıkmadı. Maalesef ki, kızıl Rusya ve kâfir Çin’den çok âlimler geliyorlar; ve konferanslar
vererek, gençleri yavaş yavaş fikren zehirlemektedirler. Eğer Türk milleti büyük
Türk âlimleri gönderirse, Pâkistan’da ve bütün İslâm dünyasında büyük tesirleri
olacaktır.

Biz Pâkistanlılar Türkiye’yi Islâm dünyasının lideri olarak görmekteyiz.
Türkiye, İslâm dünyasının garbî kalesidir. Türkiye’siz, Ittihâd-ı Islâm mümkün değildir.
Size, Üstada dâir makalelerimi gönderdim. Üstada dâir makalemi ve “Şarkî Türkistan’da
Çin Emperyalizmi” adlı makalemi neşrettim.

Pâkistan’da ne Türkçe okulu, ne kütüphânesi, ne çalışkan adamları;
ve sefâretinizde de Orduca bilen adam yoktur. Onlar, Pâkistan’ın gençleriyle temasta
değildirler; Orduca neşriyatları da yoktur. Eğer bâzıları onları dâvet etseler iştirak
etmiyorlar. Press Ateşeliğinizde dîne dâir mâlûmât ve kitap da yoktur.

Geçen günlerde, Lâhor’da bir İslâmî müzâkere oldu. Türkiye’den meşhur
zâtlar gelmedi. Ankara Üniversitesinde öğretim görevlisi olan Dr. Rehber (Pâkistanlıdır)
İslâmiyetin aleyhinde konuştu. Bütün Islâmî dünya ona lânetlediler… Lâkin, avâm,
gazetelerde okuyup onu Türk bildiler ve çok hayret ettiler. Bu adam, dîni ve Türkleri
tahkir etti; Sebilürreşad’a yazıyorum.

Hazret-i Üstadın müstakil adresi nedir? Hazret-i Üstada bir adet
Kur’ân-ı Kerîm ve onun hakkında makaleler neşrolunan mecmuaları takdim etmek istiyorum.
Hakkınızda çok makaleler yazdım. Onları toplayıp kitap şeklinde basacağım.

Her zaman Pâkistan’ın mühim zâtları Hazret-i Üstada ve sıhhatine
dâir mâlûmât sormaktadırlar. Bizler, buradaki Nur Talebeleriyle, Hazret-i Üstadı
buraya dâvet ederiz.

Elbâkî Hüvelbâkî Kardeşiniz
M. Sabir

Tarihçe-i Hayat, s. 623.

Bağdat’ta Çıkan Eddifa Gazetesinin Muharriri İsa Abdülkadir’in
Arabî Makalesinin Tercümesi

Bağdat’ta çıkan Eddifa gazetesi Risâle-i Nur talebelerinden bahisle
diyor ki:

Türkiye’deki Nur Talebelerinin İhvân-ı Müslimîn cemiyeti ile alâkaları
nedir, ne münâsebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur Talebeleri, Mısır’da
ve bilâd-ı Arabda İhvân-ı Müslimîn nâmında ittihâd-ı İslâma çalışan cemiyetler gibi
müstakil cemiyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır?

Ben de cevap veriyorum ki:

Nur Talebelerinin ve İhvân-ı Müslimîn cemiyetinin gerçi maksatları
hakaik-ı Kur’âniye ve îmâniyeye hizmet ve ittihâd-ı İslâm dâiresinde Müslümanların
saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat, Nur Talebelerinin beş
altı cihetle farkları var:

Birinci Fark: Nur Talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten
kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dîne âlet yapıyorlar; tâ ki siyaseti
dinsizliğe âlet edenlere karşı dînin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cemiyetleri
aslâ mevcud değil.

İhvân-ı Müslimîn ise, memleket ve vaziyet sebebiyle, siyasetle din
lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cemiyet de teşkil ediyorlar.

İkinci Fark: Nurcular, Üstadlarıyla içtimâ etmiyorlar ve etmeye
de mecbur değiller. Kendilerini Üstadlarıyla içtimâa mecburiyet hissetmiyorlar.
Ders almak için beraber bulunmaya lüzûm görmüyorlar. Belki, koca bir memleket bir
dershâne hükmünde, Risâle-i Nur kitapları onların eline geçmekle, Üstad yerine onlara
bir ders verir; herbir risâle, bir Said hükmüne geçer. Hem, ellerinden geldiği kadar
ücretsiz istinsah ederler. Muhtaçlara mukabelesiz veriyorlar; ki, okusunlar ve dinlesinler.
Bu sûretle büyük bir memleket büyük bir dershâne hükmüne geçer.

İhvân-ı Müslimîn ise, umûmi merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek
ve emirler ve dersler almak için ziyâretine giderler. Ve o umûmi cemiyetin şûbelerinde
de o büyük üstadla ve nâibleriyle ve vekilleri hükmündeki zâtlarla yine görüşürler,
ders alırlar, emir alırlar. Hem, umûmî merkezlerde çıkan cerîde ve mecellelerin
fiatını verip alıp, onlardan ders alıyorlar.

Üçüncü Fark: Nur Talebeleri, aynen âlî bir medresenin ve bir üniversite
dârülfünûnunun talebeleri gibi, ilmî muhâbere vâsıtasıyla ders alıyorlar. Büyük
bir 25 sene müddetle el yazması ile Anadolu’da neşri bu şekilde olmuştur

Tarihçe-i Hayat, s. 631

Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini
musırrâne kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezattır. Hallini isteriz” diye
sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, bundan sonra gelecek Mehdî-i Resulün
temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi olduğu, bunların imanı
kurtarmak, hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ etmek
ve inkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin
(a.s.m.) kanunlarının bir derece tâdile uğramasıyla o zât bu vazife-i uzmâyı yapmaya
çalışır. Nur şakirtleri birinci vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden,
ikinci, üçüncü vazifeleri de, buna nisbeten ikinci, üçüncü derecededir diye, Risale-i
Nur’un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telâkki ediyorlar. Bir kısmı,
o şahs-ı mânevînin bir mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan
o ismi ona da veriyorlar. Hattâ, evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i
Nur’u aynı o âhirzamanın hidâyet edicisi olduğu, bu tahkikatla teville anlaşılır
diyorlar. İki noktada bir iltibas var; tevil lâzımdır.

Birincisi: Âhirde iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife
derecesinde değiller. Fakat hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm avamda
ve ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş
görünüyor. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi Mehdî ve Müceddid geliyor ve
gelmiş. Fakat herbiri üç vazifeden birisini bir cihette yapması itibarıyla, âhirzamanın
Büyük Mehdîsi ünvanını almamışlar.

İkincisi: Âhirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beytten olacak. Gerçi
mânen ben Hazret-i Ali’nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat
dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed (a.s.m.) bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil
olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim. Fakat Nur’un mesleğinde hiçbir cihette
benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nurda
ihlâsı bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur
bilirim diye, yarı muvafakat şeklinde bir cevap verilmekte ve bu mehdîlik teklifi
açık ve kesin olarak reddedilmemektedir.

Şualar, s. 382

Evet kardeşlerim,

Risâle-i Nur, öyle bir ziyâ-i hakikat, öyle bir bürhân-ı hak ve
bir sirâc-ı hakikat neşrediyor ve iki cihânın saadetini temin edecek Kur’ân ve imân
hakikatlerini ders veriyor ve öyle bir lütf-u İlâhîdir ki, yirmi beş seneden beri
çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kadın-erkek, muallimi feylesofu, talebesi, âlimi, mutasavvıfı
gibi, herbir tabaka-i insaniye, bu Nur’un âşığı, bu Nur’un pervânesi, bu Nur’un
meclûbu, bu Nur’un muhibbi olmuşlar, bu Nur’a koşmuşlar, bu Nur’un sînesine atılmışlar,
bu Nur’dan medet istemişler. Milyonlarca bahtiyar kimselerden müteşekkil muazzam
bir kitle bu nur’la nurlanıp, bu nurla kurtulmuşlardır.

Evet kardeşlerim,

Mahzen-i mu’cizât ve mu’cize-i kübrâ olan Kur’ân-ı Azîmüşşânın hakiki
bir tefsiri olan Risâle-i Nur, o kadar merakâver, o kadar câzibedar, o kadar dehşetli
ve muazzam hakikatleri ders veriyor ve mesâili ispat ediyor ki, imân ve İslâmiyetin
kıtalar genişliğinde inkişaf ve fütûhâtına medâr oluyor ve olacaktır.

Evet, Risâle-i Nur, kalblere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara
o kadar bir vecd ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda iknâ etmiş
ve öyle bir itminân-ı kalb hâsıl etmiştir ki, milyonlarca Nur Talebelerine, kendini
defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütâlâa ettirmiş ve senelerden
beri âdetâ kendi kendini neşretmiştir.

Azîz kardeşlerim,

Ecnebî parmağıyla idâre edilen zındıka komiteleri, İslâmiyeti imhâ
için, İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye’de öyle desîselerle entrikalar çevirmişler,
hâince dolaplar döndürmüşler, hunharâne ve vahşiyâne zulümler irtikâb ve şeytânî
ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalâtta bulunmuşlar; iblisâne, sinsi metodlar
tâkip etmişler ve kardeşi kardeşle çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar
ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmışlardır ki; bunlar
İslâmın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribâtlar yapmıştır.

Fakat, o musîbetler, Cenâb-ı Hakkın imdâdı ile, tahrik ve istihdam
olunan Bediüzzaman Said Nursî gibi ihlâs-ı tâmmı kazanmış olan bir zât vâsıtasıyla,
rahmet-i İlâhî ile mededres ve şifâresân ve cihanpesend ve cihanşümûl bir mahiyeti
hâiz Risâle-i Nur eserlerinin meydana gelmesine sebep olmuştur. Ve aynı zamanda,
Müslümanları uyandırmış; onları halâs, kurtuluş çarelerini aramaya sevk etmiştir.
Ebedî âhiret hayatlarını kurtarmak için, hakiki imân derslerini almak ve Allah’a
ilticâ ve emirlerine itaat etmek ihtiyacını şiddetle hissettirmiş ve bu husustaki
gaflet ve kusurâtı; o musîbetlerin ihtar ettiğini idrâk ettirmiştir. Zâten, insanların,
mü’minlerin başına gelen belâ ve musîbetlerin hikmeti budur.

Evet, o ecnebîlerin canavarlar gibi yaptıkları muâmele ve zulümler,
İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklâl ve ittihâd-ı İslâm cereyânını da hızlandırmıştır.
Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intâc etmiştir. İnşaallahü Teâlâ,
cemâhir-i müttefika-i İslâmiye de meydana gelecek ve İslâmiyet dünyaya hâkim ve
hükümran olacaktır. Rahmet-i İlâhîden kuvvetle ümit ve niyaz ediyoruz.

Sözler, s. 722

Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik
ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve
hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur,
muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. Şu hakikatin gayet çok vücuhundan
altı veçhini beyan ederiz.

Birinci Vecih

Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir
gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O
gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin.
Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum,
dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.

Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye
olan bir mü’minin vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki
yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı
yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve
ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar
bir zulümdür.

İkinci Vecih

Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet ve
muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber
cem olamazlar.

Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî
bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü’min,
kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki
lütufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadisle, “Üç günden fazla mü’min mü’mine
küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek.”

Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde
bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temellük suretine girer.

Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet ne
kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe’den daha ehemmiyetli
ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle
de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok
evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği hâlde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet
veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih etmek,
o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa
anlarsın.

Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i
itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.

Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla,
o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber
bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber
bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur
ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları
ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.

Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir,
Râzıkınız bir-bir, bir, bine kadar bir, bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir-bir, bir, yüze
kadar bir, bir.

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir -ona kadar bir,
bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet
ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler
bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı
gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek
ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete
karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf
olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.

Üçüncü Vecih

Adalet-i mahzâyı ifade eden
sırrına göre,
bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek
hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus
bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına adâvetini
teşmil etmek,
sîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i
İslâmiye sana ihtar ettiği hâlde, nasıl kendini haklı bulursun, “Benim hakkım var”
dersin?

Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve
toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan
ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet
gibi nurdur; sirayet ve in’ikâs etmek, şe’nidir. Ve ondandır ki, “Dostun dostu dosttur”
sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, “Bir göz hatırı için
çok gözler sevilir” sözü umumun lisanında gezer.

İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin bir
adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı
hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın.

Dördüncü Vecih

Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Veçhin esası
olarak birkaç düsturu dinle:

Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim
haktır veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir”
demeye hakkın yoktur.

sırrınca, insafsız
nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun.
Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her
doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati
bazen damara dokundurur, aksülâmel yapar.

Üçüncü Düstur: Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet
et, onun ref’ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i
nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet
etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et.
Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, her
şeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır.

Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele
et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp
bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen,
nedâmet eder, sana dost olur.

hükmünce, mü’minin
şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa,
iman cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir adama “İyisin, iyisin” desen iyileşmesi
ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur. Öyleyse,
gibi desâtir-i
kudsiye-i Kur’âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır.

Mektubat s. 253-256

HAŞİYE: Şu müselsel üslûptaki fıkralar, herbiri İslâmiyetin
bir şuâsına, bir hüsnüne, bir seciyesine, bir râbıtasına, bir temeline işarettir.