The Idea of Islamic Solidarity in the Magazine “Beyanülhak”

İslam Birliği (İttihad-ı İslam veya diğer kullanımıyla Panislamizm)
düşüncesi, daha ziyade 19. ve 20. yüzyıllarda emperyalist devletlerin siyasi, askeri
ve kültürel yönden yayılmacı ve hatta işgalci politikaları karşısında Müslüman toplumlar
arasında neşvünema bulan, ortaya çıkan bir düşünce ve eylem tarzı olarak bilinse
de kökü daha eskilere dayanmaktadır. Bununla beraber, birçok din, düşünce ve ideolojinin
temelinde, inananları ve taraftarları açısından böyle bir dayanışmayı talep eden
saik bulunmaktadır. Bu, bir inancın ve anlayışın varoluş sebeplerinden birini de
teşkil etmektedir. Aynı şekilde, İslam Birliği’nin temelinde de bu çıkış noktası
tespit edilebilir (İnananlar kardeştir). Dolayısıyla İttihad-ı İslam fikri sonradan
ortaya atılmış yapay bir anlayış değildir. Ancak, 19. ve 20. yüzyıllarda Müslüman
dünyanın –siyasî, sosyokültürel ve askerî açıdan– adeta bütünüyle savunma durumunda
olması, bu anlayışa farklı bir anlam daha yüklemiştir.

Diğer taraftan, Müslüman toplumların –geçmişte ve günümüzde– coğrafi,
siyasi ve kültürel farklılıkları, hatta menfaat çatışmaları sebebiyle İslamî dayanışma
fikri, realite ile uyum içinde olmasa da, bir takım hassasiyetleri olan Müslümanların
nazarında canlılığını koruduğuna her zaman şahit olunmaktadır.

Bu çalışmamızda Meşrutiyet’in ilanından sonra yayın hayatına giren
Beyanülhak Mecmuası’nda çıkan bazı metinlerden hareketle, İslamî dayanışma, Osmanlılık
ve İslam birliği düşüncesi üzerinde durmaya çalışacağız.

Beyanülhak muharriri Abdülehad Davud, “Panislamizm Cemiyeti” başlığı
altında Hind Müslümanlarından Dr. Abdullah Almemun Sühreverdi’nin riyasetinde daha
önce Londra’da teşekkül eden (1903) cemiyet ve faaliyetleri ile ilgili bir değerlendirme
yazısına yer vermektedir. Bu vesile ile bahsi geçen mecmuanın, “Müslümanların dayanışması”
konusundaki görüşleri ve yayın politikası ana hatlarıyla ortaya çıkmaktadır.

Yazar, Batı’nın taarruzu ve tahakkümü ile İslam dünyasının düştüğü
durumdan ve buna karşılık bir uyanıştan bahsetmektedir. Bu uyanışa sebep olan ve
katkı sağlayan birinci derecede Müslüman aydınlar/âlimler ve onların arkasında duran
bir kısım Müslüman unsurlar olduğu anlaşılmaktadır. Bununla beraber, aynı dönemde
“zincir-i istibdat ile her tarafı bağlanmış olan Türk Müslümanlarının” âlimleri
ve faziletlileri dini himaye etmek, hakikati kucaklamak gibi dini teşebbüslere mesai
ayıramadıkları bir zamanda bu cemiyetin “kahraman müntesipleri” her yerde Kur‘an’ın
hükümlerini ve İslam’ın hakikatlerini çeşitli dillerde neşretmişlerdir.1

Abdülehad Davud’un Osmanlı yönetimi bağlamındaki bu ilginç tespiti,
ilk bakışta sorunlu görülse de bir yönüyle gerçekleri yansıttığı açıktır. Başta
Halife unvanına sahip dindar bir padişah olması, hatta İttihad-ı İslam siyaseti
gütmesi ve kendine yakın bulduğu şahıslarla bu politikaların takipçisi olması yazarın
bahsettiği cemiyetin faaliyetlerine benzer bir “hizmetin” deruhte edilebilmesi için
yeterli değildir. Zira ulema ve münevverlerin kendilerini serbest hissedemedikleri
bir ortamda düşüncelerini aktif hale getiremeyecekleri, İslam dünyası ve sair ülkelerdeki
Müslüman unsurlarla uluslararası bir dayanışma ve faaliyete giremeyecekleri tahmin
edilebilir. Bununla beraber, Osmanlı münevverlerinin İslamî bir idare altında yaşamalarının
–”istibdada” rağmen– verdiği bir rahatlık/kolaycılık da bu tür teşebbüslere ket
vurabileceğini akla getirmektedir.

“Panislamizm Cemiyeti”nin, beş altı sene içinde faaliyetlerini geliştirdiğinden
ve bundan dolayı İngilizlerin telaşlandığından bahseden yazar, “Hindistan Valisi
Lord Gurzonlar, Mısır’da Lord Kremerler, Londra’da Sir Edvard Greyler vehme kapılmışlardır”
şeklinde bir ifadeye yer vermektedir.2 Ayrıca, Avrupa’nın birçok merkezinde
bu cemiyetin yürüttüğü faaliyetlere ve bu sayede Hıristiyan münevverlerden birçok
mühim şahsiyetin İslamiyet’e ilgi duyduğuna dikkat çekmektedir. “Umumi İslam Cemiyeti”nin
amacını da üç maddede özetlemektedir:

Birincisi: İslam dünyasının maddi ve manevi menfaatlerine hizmet
etmek. Bu da, eğitim ve öğretimin yaygınlaştırılması, ticaretin geliştirilmesi,
din ilimlerinin neşri, Müslümanların hukukunu, şereflerini, refah ve saadetlerini
koruma yolunda gayret etmekten ibarettir. Ayrıca, Şiiler ile Sünniler arasındaki
esasında siyasi olan anlaşmazlıkların ortadan kaldırılmasına hizmet etmek.

İkincisi: Cemiyet, medeni ülkelerde Kur‘an hakikatlerini yaymak,
entelektüellerin dikkatlerini vicdanî hakikatlere doğru davet etmek gayesi gütmektedir.

Bu noktada Müslümanların başarılı olacaklarına inanan yazar, Avrupa
toplumlarının sosyal bir çöküş içinde bulunduğuna temas etmekte ve Kur‘an hakikatlerinin
bu toplumlar için de kurtuluşa vesile olacağını belirtmektedir.3

Üçüncüsü: İngiltere ile hoş geçinmek. Hatta İngiltere ile Osmanlı
Devleti arasında bir ittifak kurulmasını teşvik etmek.

Bununla beraber, İngiltere’nin, bir Müslüman devleti ile gerçek
anlamda dostane bir ilişkiyi yürütebilecek vizyonu bulunmadığı ima edilmektedir.
Nitekim Cemiyet’in ileri gelenleri, İngilizlerin politikalarına karşı itirazlarda
bulunmaktadırlar. İngiliz hükümetinin, bir taraftan Türkiye’ye karşı soğuk davranıp
baskı yapması, diğer taraftan seksen milyon Müslüman tebaası olduğu halde hiçbir
Müslüman vatandaşını önemli bir memuriyete tayin etmemesi eleştirilmektedir. Buna
karşı örnek olarak gösterilen Osmanlı ve İran hükümetleri, İngiliz hükümetinden
daha medeni davrandığı ve Hıristiyan kökenli vatandaşlarından rahatlıkla önemli
mevkilere, hatta elçiliklere en üst düzeyde memurlar tayin edebildikleri ifade edilmektedir.4

Yazar, Cemiyetin amaçları ve faaliyetlerinden bahsederken İslamî
manada bu hizmet metodunu beğendiği ve benimsediği anlaşılmaktadır. Cemiyetin siyasi
anlamda bir İttihad-ı İslam politikası gütmemesi (siyasî propaganda yapmaması),
daha ziyade kültürel faaliyetler ve tebliğ noktasında meselelere yaklaşması, Beyanülhak
Mecmuası’nın metoduyla da örtüşmektedir. Nitekim mecmuada Ermenaklı Safvet imzası
ile (daha ileri bir tarihte) yayınlanan bir yazıda bu düşünce açıkça ortaya çıkmakta
ve bu bağlamda politik bir söylem anlamsız bulunmaktadır:

Meşrutiyetin başından beri ara ara yazılan ve takip edilmek istenilen
İttihad-ı İslam siyaseti memleketimiz için zararlı olduğu gibi, öyle bir siyasetin
takibine İslam arasında gerek olmadığı anlaşılmaktadır. Zaten “İslamî vahdet bize
emrolunmuş iken” ara yerde bir takım politikacıların, İttihad-ı İslam diye yaygara
koparmasında hiçbir mana yoktur. Yalnız biz İslam dünyasını kendimizden soğutmamaya,
İslamî kurallara hakkıyla riayetle onlara, İslam âlemine kendimizi sevdirmeye çalışalım.5

Diğer taraftan, Meşrutiyet döneminde meydana gelen önemli ve toplumu
sarsıcı siyasi gelişmelerden birisi, İtalya’nın Trablusgarb’a saldırması ve büyük
devletler tarafından Osmanlı Devleti’nin yalnız bırakılmasıdır. Bu girişim, Müslümanları
son derece rencide etmesi ve dayanışma duygusunu ortaya çıkarması bakımından da
dikkat çekici bir olaydır. İşte, Ahmed Şîrânî, “Hilafet-i İslamiye ve Alem-i İslam”
başlığı altında işlediği konuda bu olayın Müslümanlar arasında meydana getirdiği
dayanışmayı dile getirmektedir:

İslam Hilafeti bir felakete maruz kalınca İslam âleminin kaldırdığı
hazin sedalar, Hilafet makamına kalben ve ruhen ne derecelerde bağlı bulunduklarını
kalplere ihsas ettirmektedir. Dolayısıyla, “şu sıra” dünyanın en uzak yerlerinden
yükselen feryatlar “maruzatımın” örnekleridir.

Yazar, makalenin devamında Müslümanlar arasındaki rabıtanın gücüne
vurgu yapmaktadır:

Trablusgarb olayı bütün Müslümanların kalplerini titretti ve gözlerini
yaşarttı. Hilafet makamının birer hususi uzvu olan Bosna-Hersek ve Bulgaristan Müslümanları
cismen Hilafet makamından ayrıldılar, fakat ruhen ve kalben ayrılmadılar. Acılarımızdan
üzüntü duyuyorlar ve sevincimizi paylaşıyorlar. Hind Müslümanları bir heyecan, Mısır
Müslümanları bir galeyan ve Rusya Müslümanları hiddet içinde gelişmeleri izlemektedir.

Hâsılı farklı ülkelerde yaşayan Müslümanlar, büyük bir üzüntü ve
keder (matem) içinde Trablusgarb olayının sonucunu beklemektedirler. İslamiyet’in
etkisinden kaynaklanan yüce duygulara bağlı olarak, daha önceden meydana gelmiş
olan her türlü kin ve garez unutulmuş ve “Hilafet’e uzatılan elleri kesmek” için
harekete geçilmiştir.

“İşte imam Yahya, işte Seyid İdris, işte Arnavut kavm-i necibi daha
dün denecek bir süre önce her biri Osmanlı hükümeti ile çarpışmakta iken bugün hükümetin
imdadına yetişiyor.” İtalya’nın saldırganlığına karşı düşmanlığını ilan ediyorlar.
Çünkü biliyorlar ki Hilafet makamının sarsılması, İslam âleminin sarsılmasına sebep
olacaktır. Hilafet güneşinin batması İslam âlemini karanlıkta bırakacaktır. İslamiyet
hissi ise buna müsaade etmez, hassas bir Müslüman buna rıza göstermez.

İslam âleminin bu haklı üzüntülerini –ihtimal ki– Nasraniyet (Hıristiyanlık)
âlemi yine taassuba hamleder. Hâlbuki İslam âlemi hiçbir zaman Nasraniyet âlemi
kadar taassup göstermemiştir ve göstermiyor.6 Müslümanların bu tarafgirliği,
bir savunma ve hak arama mücadelesi, kardeşine yardıma koşma, onu esaretten kurtarma
ve kıyıma uğramasını önleme gayreti olduğu, daha doğrusu son derece insanî bir duygudan
kaynaklandığı yazar tarafından ihsas ettiriliyor.

(Ahmed Şîrânî, bu noktada Hıristiyanlarla Müslümanların “taassup
anlayışlarını” sorgulamakta ve Müslümanların sanıldığının aksine sair unsurlara
karşı yaklaşımlarının daha sağlıklı olduğunun altını çizmektedir. Ona göre, her
iki unsur arasında hakem olabilecek bir mevki olmamakla birlikte, hükümetlerin kendilerine
tabi olan ve farklı dine mensup olan vatandaşlarına karşı tutumları incelendiğinde,
Müslüman hükümetlerin daha adil oldukları anlaşılmaktadır. Bu durumun son dönemlerdeki
zaaflardan kaynaklanmadığı açıktır. Zira Müslüman hükümdarlar en güçlü oldukları
dönemlerde gayrimüslimlere verdikleri haklar herkes tarafından bilinmektedir. Nihayet,
Bulgaristan ve Yunanistan hükümetlerinin Müslümanlara karşı tutumu ile Osmanlı Hükümeti’nin
gayrimüslimlere yaklaşımı aradaki farkı delil olarak göstermektedir.)7

M. Safvet’in kaleme aldığı makalede ise (Osmanlılık ve İslamiyet),
Osmanlılığın (Türklüğün?) İslamiyet’le olan rabıtası incelenmekte ve Osmanlının
en önemli dayanağının İslam olduğu vurgulanmaktadır.

Ona göre, Abbasi halifelerinden sonra İslamiyet’i himaye eden büyük
devletlerden en önemlisi Osmanlı hükümeti olmuştur. Ancak, Müslümanların hasletleri
sayesinde Osmanlı bayrağı pek çok yükselmiş ve böylece Osmanlılık hem İslam’ın hilafet
merkezi, hem de İslam âleminin hamisi kabul edilmiştir. “Mamafih İslamiyet kuvvetini
Osmanlılıktan değil, belki Osmanlılık kuvvetini İslamiyet’ten iktisab ediyordu (elde
ediyordu, kazanıyordu).”

Dolayısıyla, İslam kurallarına bağlılığın gücü nispetinde Osmanlılık
kuvvetlenmiş, zaafı nispetinde de zayıflamıştır. Osmanlı sultanları ise, bu kurallardan
ayrılmayarak mümkün mertebe icraatlarında adil davranmışlar ve o nispette ülkeyi
geliştirmişlerdir. Bununla beraber, kanunlarla verilen imtiyazlar sonucunda başlayan
idareimaslahat politikası ve liyakate göre görevlerin tevdi edilememesi işlerin
bozulmasına sebep olmuş, Osmanlılığı çöküşe doğru sürüklemiştir. Buna rağmen –son
dönemlerde– olumsuz ve yıkıcı olaylar yaşanırken, Osmanlıların mevcudiyetini devam
ettirebilmesi İslamiyet’in Osmanlılığa bahşettiği kuvvet sayesindedir.

Yazar bu bağlamda, İtalyanların Trablusgarb’ı işgallerinin ilk devresinde
gösterdikleri başarının daha sonra İslamî dayanışma sayesinde nasıl geriletildiğini
örnek olarak dikkate vermektedir:

İtalya Hükümeti muharebe ilan ettiği zaman, Trablus’taki Osmanlı
askerlerinin azlığını, kale ve istihkâmların boşluğunu, Müslüman ahalinin Osmanlılardan
bir istifade elde edemediğini görmüştü. Fakat Osmanlılık ile İslamiyet arasındaki
güçlü bağı düşünememişti. Diğer taraftan, siyasi tablonun İslamiyet aleyhinde olması
sebebiyle içerde de İtalyanların kolayca amaçlarına ulaşacakları yönünde bir tahmin
yürütülmüştü.

Nitekim, bir tarafta Fas Hükümeti bütün bütün Fransa’nın işgali
ve istilası ile karşı karşıya kalıyor. İran Hükümeti ise kuzeyden Rusya, güneyden
İngiltere’nin tazyikiyle siyasi varlığını kaybediyor… Osmanlılar ise, üç yıldan
fazla bir zamandan beri bir türlü yoluna konulamayan iç sorunlarla meşgul bulunduğu
bir sırada İtalya’nın savaş açması, Avrupa’da İslamiyet aleyhinde dönen “parmak
izlerini” birden bire meydana çıkarıyordu. Bununla beraber, Abdülhamid dönemi ve
Meşrutiyet’ten sonra Almanya ile temin edilen bağlarla bu ülkeden bir insanî karşılık
beklenmekteydi. Almanya, müttefiki Avusturya, Bosna-Hersek’i yutarken ses çıkarmadığı
gibi, diğer müttefiki olan İtalya da bir bahane ile canavarcasına Trablus’u abluka
ederek asker çıkardığı zaman tarafsızlığını ilan etmiştir. Osmanlılar, Avrupalı
dostlarından küçük bir yardım dahi görmediler, ancak İtalya muharebesinde Afrika’daki
Müslümanların “gayret-i diniyelerinin” uyanmasından başka hiçbir çarenin kalmadığını
hükümet anlamakta pek geç kaldı.8

Neticede, Beyanülhak, Osmanlı toplumunu bir arada tutan en önemli
bağın İslamiyet olduğu anlayışındadır ve bu bağın güçlendirilmesine önem veren bir
mecmuadır. Hüseyin Hâzım’ın bu hususu dile getiren düşünceleriyle yazıya son veriyorum:

Tarihî delillerle açık bir hakikattir ki, şarkta hükümran olan hissiyat
ve sosyal kuvvetlerin en kuvvetlisi, en galibi diyanettir. Bilhassa ilahî fıtri
din olan İslamiyet ise, şarkta hüküm icra eden bütün ulvi hissiyatın en yüksek tabakasını
teşkil eder. Pek muhterem ve ulvi olmakla beraber vatanla ilgilenme ikinci derecede
kalır. Kavmiyet ve lisan ise üçüncü, dördüncü dereceleri teşkil eder.

Bugün cihanın çeşitli kıtalarında yaşayan üç yüz elli milyon insanı
–milletleri, ırkları, lisanları ayrı olmakla beraber– bir noktada toplayan, bir
kutsal merkeze bağlayan yegâne etki, “cihet-i camia-i Muhammediye’dir” ki en son
bir ilahî fıtrî din olmak üzere “Şari‘-i Teâlâ” tarafından vahyedilmiştir.9

Öz

İslam Birliği düşüncesi, daha ziyade 19. ve 20. yüzyıllarda emperyalist
devletlerin siyasi, askeri ve kültürel yönden yayılmacı ve hatta işgalci politikaları
karşısında Müslüman toplumlar arasında ortaya çıkan bir düşünce ve eylem tarzı olarak
bilinse de kökü daha eskilere dayanmaktadır. İnananlar kardeştir düşüncesi, İslam
Birliği’nin temelinde yatan bir çıkış noktası olarak bu fikrin sonradan ortaya atılmış
yapay bir anlayış olmadığını ortaya koyar. Bu çalışmada, Meşrutiyet’in ilanından
sonra yayın hayatına giren Beyanülhak Mecmuası’nda çıkan bazı metinlerden hareketle,
İslamî dayanışma, Osmanlılık ve İslam birliği düşüncesi üzerinde durulmaktadır.

Anahtar Kelimeler: İslam birliği, İslami dayanışma, Osmanlılık,
din hissi, İslam alemi

Abstract

The origin of the idea of the Islamic Union is based on older times,
even if it is known as a thought and action method that arose among Muslim societies
in the presence of the expansionist and even military, political and cultural occupying
policies of imperialist states in 19th and 20nd centuries. The idea of " Believers
are brothers." declares that this idea is not an artificial intelligence which is
suggested afterwards as the starting point that lies at the root of the Islamic
Union. This study emphasizes Islamic solidarity, Ottomanness and the idea of the
Union of Islam with being influenced by some texts in the magazine "Beyanülhak"
which started to be broadcast after the declaration of constitutional monarchy.

Key Words: The Islamic Union, Ottomanness, Islamic solidarity,
sense of religion, crescent (Islam).

Dipnotlar

1- Abdülehad Davud, “Panislamizm”, Beyanülhak, 15 Kânunuevvel
1324, s. 284.

2- Abdülehad, s. 284.

3- Abdülehad, s. 285.

4- Abdülehad, s. 286.

5- M. Safvet (Ermenaklı), “Osmanlılık ve İslamiyet”, Beyanülhak,
c. 6, 24 Teşrinievvel 1327, s. 2418.

6- Ahmed Şîrânî, “Hilafet-i İslamiye ve Alem-i İslam”, Beyanülhak,
c. 6, 17 Teşrinievvel 1327, s. 2401.

7- Şîrânî, s. 2402.

8- M. Safvet, s. 2416-2418.

9- Hüseyin Hâzım, “Cihet-i Câmia-i Muhammediye ve Uhuvvet-i
İslamiye”, Beyanülhak, 15 Mart 1326, s. 1107.