The Birth Process of Islamistism and the Idea of the Unity of Islam, and Basic Fundamentals

Giriş

Aydınlanma Dönemi, Fransız İhtilali ve sanayileşme, Avrupa’nın tarihi
sürecinde büyük siyasal, sosyal ve ekonomik tarihi dönüşümlere yol açtığı gibi,
Osmanlı Devleti’nde de aynı kırılmalara yol açmıştır. Fransız İhtilali ve sanayileşme,
Osmanlı Devleti’nin geleneksel askeri, ekonomik, siyasal ve sosyal düzeninin sorgulanmasını
hem hızlandırmış hem de olumsuz etkilemiştir. Özellikle Fransız İhtilali’nden ilham
alınan Rum ve Sırp gibi ulusal bağımsızlık talepleri; askeri, ekonomik, sosyal ve
siyasi çözülme sürecine giren devletin, bu sıkıntılarına çözüm bulmasını acil bir
hale getirmiştir.

Osmanlı Devleti, iç ve dış sorunlarına çözüm bulmak için, 1839 yılında
Tanzimat Fermanı’nı, 1856 yılında Islahat Fermanı’nı ve 1876 yılında da Birinci
Meşrutiyet’i ilan etmiştir. Tüm bu süreçler aynı zamanda siyasal, ekonomik ve geleneksel
toplum yapısından büyük birer kopuş sürecini de ifade etmektedir.

Osmanlı Devleti’nde bu sorunlara karşı çözüm bulmak için, öncelikle
Batıcılık ve Osmanlıcılık akımları doğarken; bunların sorunlara karşı yeterince
etkili olamaması üzerine, Batıcılığın karşısında, Osmanlıcılığın paralelinde daha
sıkı ve daha dar olan ikinci bir iç savunma halkası olarak da görülen İslamcılık
akımının doğduğunu görmekteyiz. Bu nedenle Peyami Safa’ya göre Tanzimat ile birlikte
başlayan Türk modernleşme projesi, İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık gibi üç farklı
politik fikir etrafında biçimlenmiştir.1

Bu nedenle İslamcılık ve İttihad-ı İslam’ın doğuşu aynı zamana denk
geldiği gibi, birbirini tamamlayan iç-kabuk misali bir durumla da karşılaşmaktayız.
Bunun gerekçesi olarak 19. yüzyılda İslam Dünyası’nın 14 asırlık tarihinde yaşadığı
en büyük iç ve dış çöküşü aynı zamanda yaşamış olmasında görülmektedir. Bu makalede
İslamcılık ve İttihad-ı İslam’ın doğuş süreci ve temel ilkeleri analiz edilecektir.

I. Tanzimat Dönemi’nde Siyasal Hareketler

18. yüzyıldan itibaren, Osmanlı Devleti için Avrupa’yla ekonomik
ve askeri alanda farkın gittikçe açılması nedeniyle “değişim” kaçınılmaz bir hale
gelmişti. Değişim ihtiyacı, iki seçeneği ortaya çıkarmıştır: Değişim, “geçmiş’e
doğru mu, geleceğe doğru mu?” olacaktı. Başlangıçta bu soruya verilen cevap; muhteşem
olan bozulduğu için, şimdi yapılması gereken yeniden değişip, o eski ideal duruma
dönmek olmalıdır2 şeklindeydi.

Bu ihtiyaç nedeniyle, öncelikle yakın ve esas olarak görülen, “geçmiş”
örnek alınmıştır. Bunun için Osmanlı’nın muhteşem devirleri olan Fatih, Yavuz ve
Kanuni devirleri incelenmiştir. Koçi Bey Risâlesi, Tarhuncu Ahmed Paşa’nın maliye
programı, Naima ve Kâtip Çelebi’nin düşünce ve önerilerini belirttiği ıslah çalışmaları,
hep bu minval üzerinde olmuştur. Aynı şekilde Osmanlı tarihinde ilk kez “şartlar”
öne sürerek, sadrazamlığa gelen Köprülülerin çalışmaları da siyasi alanda yapılan
reform çalışmaları olarak tarihe geçmiştir.

Yaklaşık yüzyıl kadar süren Osmanlı’nın kendi iç dinamikleriyle,
geçmiş esas alınarak yapılan ıslahat çabaları, özellikle Rusya’yla yapılan savaşların
başarısızlığı, Avrupa ülkelerinin ittifak halinde Osmanlıya saldırması, Fransız
İhtilali’nin etkisiyle Balkan milliyetçiliğinin şiddetlenmesi, başta yeniçeriler
olmak üzere iç isyanlar, Avrupa’yla teknolojik mesafenin bir türlü kapatılamaması,
siyasi sorunlar… gibi nedenlerle süreç devam ettirilememiş ve başarısız olmuştur.

Bunun üzerine başta Fransa olmak üzere, Avrupa’nın örnek alındığı
ikinci sürece geçilmiştir. Bu, tarihimizde “Batıcılık” veya eleştirel anlamıyla
“Batı taklitçiliği” olarak tanımlanmıştır. Bu süreci ilk başlatan kişi ve hükümdarlığının
başlangıç tarihi de, Mustafa Erdoğan’a göre “garip tesadüf eseri olarak”, Fransız
İhtilali’nin olduğu yıla denk gelen, Sultan III. Selim (1789) olmuştur. Bu nedenle
Sultan III. Selim’in tahta çıkış tarihi, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin Avrupa
yoluna girmesinin de başlangıç tarihi olarak kabul edilmektedir.3

III. Selim döneminin reformlarının temel amacı, iktisadi ve askeri
gelişmeyi sağlamaktı. Bunun için askeri alanda Nizam-ı Cedit; Nizam-ı Cedit’in giderlerini
karşılamak için de hazineden ayrı olarak İrad-ı Cedit teşkilatı kurulmuştur. Ancak
hemen belirtmek gerekirse bu reformların sosyal ve siyasi bir amacı bulunmamaktadır.
Çünkü reformların esas amacı, Osmanlının askeri ve ekonomik alanda yaşadığı, korkutucu
çöküş sürecini durdurmaktı.

Geçiş döneminin hükümdarı olarak görülen Sultan III. Selim’in vefatı
üzerine, tahta çıkan Sultan II. Mahmut (1807), III. Selim’in başlattığı Avrupa’yı
örnek alarak gelişme sürecini, Batılılaşma, Tanzimat Fermanı’yla (1839) kurumsallaştırmıştır.
Ferman, bu nedenle Türk siyasal hayatının en önemli kırılma noktalarından birini
oluşturan, model alınan geçmişten kopuşu ve Avrupa’nın model olarak kabulünün günümüze
kadarki dönemin başlangıç noktasını ve yeni bir dönemin başlangıcını temsil etmektedir.

Sultan II. Mahmut döneminden sonra, siyasal hayatımıza çok sayıda
modern siyasal kavram girmeye başlamıştır: Medeniyet, terakki, hürriyet, demokrasi,
cumhuriyet, eşitlik, İslâmcılık, sosyalizm, feminizm, milliyetçilik, pozitivizm,
materyalizm vs.4

Bu Ferman ile ilk kez Osmanlı Devleti’nde, sosyal ve siyasal alanda
düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin, Müslümanların üstünlüğüne dayalı mevcut sosyal
hiyerarşi bozulmuş ve Müslümanların gayr-i Müslimlerle eşit olduğu; hatta aşağı
düşürülmeye başlandığı süreç bu fermandan sonra başlamıştır.

Tanzimat Fermanı’yla başlayan, modernleşme sürecinde yetişen aydın
nesle, Genç Osmanlılar denilmiştir.5

Genç Osmanlılar 1865 yılında ilk siyasal örgüt olarak faaliyette
başlamışlardır. Onların reformlarla ilgili görüşleri de dini esasa uygun olma koşuluna
bağlı olmuştur. Şöyle ki:6

“Osmanlı Devleti’nin hayat kaynağı ve ruhu şeriattır. Bütün sıkıntıların
giderilmesi ancak şeriat ile mümkündür. Şeriat, eski yerine konulmalıdır. Çünkü
Müslüman bir toplumun hem gelenek hem de ihtiyaçlarına, sadece o uyuyordu. Islahatlar
ve programlar İslamî kaynaklı olmalıdır. Batılı idari müesseselerin alınması İslamiyet’e
aykırı olmayıp savundukları şeylerin (meşrutiyet gibi) Batılı olmaktan ziyade İslamî’dir.
En büyük arzumuz, şeriat tarafından, adaletle hükmetme vazifesi verilen Halife’nin
devletin başında olmasıdır.”

Bunlar, Tanzimat’ın açtığı yolu, Batıcılığı, onaylamamakta ve sadece
Batı’nın çizgisinde olacak bir hayatı benimsememektedirler. Aktaş, Genç Osmanlılar
hareketinin siyasal düşüncesini şöyle açıklamaktadır:7

“Tanzimat’ın açtığı yolda, ancak Tanzimatçıların mekanik bir sistem
transferi anlayışına dayalı Batıcılıklarına karşı daha bilinçli bir Batılılaşmayı,
İslami temeller üzerinde evrimleştirilmesi gereken ve Osmanlı paradigmasını dikkate
alan, ama yine de sistemli olmayan bir anlayışı savunmaktaydılar. O nedenle genelde
‘Osmanlıcı’ diyebileceğimiz bir siyasal birlikçiliği amaç edinmişlerdi.”

Tanzimat Fermanı’na tepkiler konusunda bürokrasiden gelen tepkiler
ile ilgili olarak İngiliz tarihçi Harold Temperley (1879–1939) şu tespitte bulunmuştur:8

“Mustafa Reşit Paşa Osmanlı devlet ve toplumunu değiştirmek için
kurulmasına yardım ettiği ve kendisinden sonra yerine geçecek olan Tanzimatçılar
grubunun başıydı. Ancak Paşa’nın başlattığı hukuk reformu kapsamında gündeme gelen
(1841) Yeni Ticaret Kanunu, başta Şeyhülislam olmak pek çok kişi tarafından, Hıristiyanlarla
Müslümanların, yabancılarla Osmanlı uyruklarının eşit varlık haklarına sahip olmaları
aksiyomuna dayanan bu taslağa şiddetle karşı çıkmışlardır. Taslak, Meclis-i Vükela’ya
getirildiğinde, Sadık Rıfat Paşa, “Şeriat’a uygun mu?, diye sordu. Reşid (Paşa)
‘Şeriat’ın bu meselelerle ilgisi yoktur’ dedi. Toplantıda bulunan ulema ‘küfür bu’
diye itiraz etti. Genç Sultan [Abdülmecid] aydınlanmacı vezirini (Mustafa Reşit
Paşa) hemen görevden aldı.”

Bu dönemi siyasal düşünce gelişimi itibariyle Avrupa tarihiyle karşılaştıracak
olursak kısmen de olsa “Osmanlı Aydınlanma Dönemi” olarak da görülebilir. Tıpkı
Avrupa’nın ortaçağdan çıkış için bir yol araması gibi, Osmanlı Devleti de kurtuluş
için bir “reçete” aramaktadır. Aslında reçetenin ne olduğu da önemli değildi, önemli
olan devletin kurtarılmasıdır.9 Ahmet Çiğdem’e göre, bu nedenle Batıcılık, İslamcılık
ve Türkçülük akımlarının aslında farklı istikametlerde giden, fakat nihayetinde
aynı yola giren düşünce şekilleri olduklarını belirtmektedir.10

Bu nedenle Tanzimat Dönemi’nde kendini devletine karşı sorumlu görmeye
çalışan herkesin, birinci düşüncesi vatanın çöküşünün durdurulması olduğundan, bu
nedenle ideolojik farklılık çok önemli değildi. İmparatorlukta 19. yüzyıl boyunca
ortaya çıkacak Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük gibi bütün fikir akımlarının
temelinde bu düşünce yatmaktadır.11

Özetle ifade edecek olursak, ülkenin geriye gidişine karşı kurtuluş
reçetesi arayışı, bu döneme damgasını vurmuştur. Batıcılık, Osmanlıcılık ve İslamcılık
bu düşüncenin sonucudur. Ancak İslamcıların, Osmanlıcı ve Batıcı görüşlerden temel
farkı bulunmaktadır. Bu da reçete arayışında, Batı’nın nev-i şahsına münhasır hazır
hatta dayatılmış formülleri yerine, İslam’ın ve ilimin esas alınması gerektiği düşüncesidir.

Osmanlı Devleti’nde yaşanan bu sürecin yanı sıra özellikle İngiltere,
Fransa ve Rusya’nın, Kuzey Afrika’dan başlayarak Kırım, Türkistan, Afganistan, Hindistan
ve Güney Asya alt kıtası Müslümanlarına karşı giriştiği istilalara karşı tüm Müslümanların
birleşmesini isteyen İttihad-ı İslam çabalarının da yine bu dönemde hız kazandığını
görmekteyiz.

II. İslamcılığın Doğuş Süreci ve Temel Yapısı

Tanzimat Fermanı, dış desteklerden dolayı şımaran azınlıkların artan
talepleri ve Osmanlının asli unsuru olan Müslüman halkın kırılan onurları ve aslında
Müslümanları onların seviyelerinin altına düşüren eşitlik gibi maddeler nedeniyle,
Müslümanlar arasında sert tepkilere yol açmış bulunmaktaydı. Aynı şekilde dönemin
başarılı moda akımları olan Pan-Germenizm, Pan-Slavizm gibi o gün için başarılı
görülen akımlar da ilham alınmıştır.

Bunun yanı sıra, Batılılaşmanın istenen neticeyi vermemesi, Osmanlı
İmparatorluğu’nun artan bir hızla, Avrupa ülkelerinin baskısı ve işgali altına girmesi,
Balkanlarda artan bağımsızlık taleplerinin Avrupa ülkeleri ve Rusya tarafından desteklenmesi;
başta Genç Osmanlıların, devletin kurucu halkının ve resmi dininin de İslamiyet
olmasından hareketle, bu kadar güçlü bir ortak paydadan aynı zamanda siyasal bir
ideoloji olarak Batı’yı güçlendiren bir ideoloji gibi yararlanılması fikri, İslamcılığın
doğmasını sağlayan başlıca faktörler olarak görülmektedir.

Özellikle Balkanlardaki bağımsızlık hareketlerinin güçlenmesi, Osmanlıcılık
fikrine büyük darbe indirirken; aynı zamanda çöken Batılılaşma düşüncesine tepkiler
artmıştır. Bu nedenle daha yarım yüzyıl bile geçmeden, Tanzimat’ın üç ideolojisinden
ikisine karşı alternatif arama çabaları artmıştır.

1860’tan itibaren güçlenmeye başlayan İslamcılık, 1870’lere gelindiğinde
büyük bir kaos içinde olan İmparatorluğun varlığına karşı, Müslümanlar arasında
heyecan yaratan ve aynı zamanda gerçekleştirilemeyen İttihad-ı Anasır (Osmanlıcılık)
fikrine de alternatif olmuştur.12

Sultan Abdülaziz’in padişahlığının (1861–1876) son dönemlerinde
gürbüzleşmeye başlayan, Sultan Abdülaziz’den sonra tahta geçen Sultan II. Abdülhamid
tarafından I. Meşrutiyetin ilanından sonra, Osmanlı tarihinde ilk defa 1876’da hazırlanan
Kanun-u Esasi (Anayasa) yoluyla resmi bir politika haline getirilmiştir. Bu politika
devletin her alanında tam 33 yıl sürmüştür. Dış politika alanında ise bundan 10
yıl daha fazla sürmüştür.

Kanun-u Esasi’nin 11. maddesine göre “Zat-ı Hazret-i Padişahî hasbe’l-hilafe
din-i İslam’ın hamisi ve bilcümle tebaa-i Osmaniye’nin hükümdarı ve Padişahıdır.”
Böylece İslam, devletin resmi dini olarak tanımlanmış, Osmanlı padişahı da tüm Müslümanların
halifesi ve İslam’ın koruyucusu olarak tanımlanmıştır.

Türköne’ye göre 1871 yılına kadar İslam dayanışması henüz fikri
tam billurlaşmamıştır; çünkü bu tarihe kadar Osmanlıda dünya Müslümanlarına karşı
ilgi “cihet-i camia-i İslamiye”den ibarettir.13 Oysa Osmanlı Devleti’nin din odaklı
otorite tesisini uluslararası ilişkilerde ilk kullanımını, bundan yaklaşık yüz yıl
öncesinden başladığını (Küçük Kaynarca Antlaşması 1774) Osmanlıdan ilk koparılan
Müslüman belde olan Kırım’ın dini statüsü bakımından Osmanlıya bağlı olduğu hükmünde
görmek mümkündür.

Kırım’ın Rusya’ya kaptırılmasından sonra, dinin siyasal bir araç
olarak kullanılma süreci bu dönemde kurumsallaşmıştır. Fakat yine de Kodaman’a göre
hilafet kurumu, “hilafetin Osmanlıya geçtiği Yavuz Sultan Selim zamanından (1517)
beri ilk defa, Sultan II. Abdülhamid devrinde etkili bir siyasi araç olarak kullanılmıştır.”14

Böylece, dâhili olarak İslamcılık ve harici olarak de İttihad-ı
İslam siyaseti benimsenmiş ve tüm Müslümanların Hilafet ve Osmanlı sancağı altında
Avrupa ve Rusya emperyalizmine karşı korunmasına çalışılmıştır.

II. Abdülhamid iç politikada ve dış politikada İslamcılığı, devletin
ana siyaseti haline getirmiştir. Sultanın, iç politika kadar dış politikada da İslamcılık
akımıyla ulaşmak istediği yakın ve uzak olmak üzere iki amacı bulunmaktaydı: Yakın
amaç, Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığını korumak; uzak amaç ise hilafet etrafında
İttihad-ı İslâm’ı kurmaktı.15

İslamiyet bu politika anlayışında emperyal Avrupa ülkelerine karşı
(İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya…) ihya edici birleştirici bir güç olarak görülüyordu.
Örneğin, örgütlü yapısı daha çok aşiretlere ve tarikatlara dayanan Müslüman Kürtlerden
Hamidiye alaylarını meydana getirmiş ve bunlardan hem Ermeni hem de Rus baskılarının
hafifletilmesinde önemli ölçüde istifade edilmiştir.16

İslamcılık Batı’ya karşı bir tepki olduğu gibi aynı zamanda geleneksel
İslam aydını düşüncesinin yerine yeni oluşmaya başlayan mektepli, Batı görmüş, klasik
medrese mezunu ulema dışındaki, aydın sınıf elinde dönemin koşullarında şekillenmiş
bir düşüncedir.17

İslamcılığın doğuş gerekçesini sadece Hıristiyanların, İslam ülkelerinin
işgaline karşı verilen bir tepki olmayıp aynı zamanda Müslümanların, geleneksel
yapılarıyla da bir hesaplaşmayı içermektedir. Diğer bir ifadeyle İslamcılık, bir
yandan Batı’ya karşı dini değerleri savunurken diğer yandan Batı’nın akılcılığından
etkilenmiş olarak Batılı bir ideoloji tarzında şekillenmiştir.

İslamcılara göre Müslümanların Avrupa karşısında yenilmesinin sebebi
İslam’ın özünden uzaklaşılmış olmasıdır. Dolayısıyla bunu gidermenin yolu da Asr-ı
Saadet esas alınarak Kur’an ve Sünnet esasına dayalı yeni bir düzen, yani ikinci
bir Asr-ı Saadet kurmak ve bununla Müslümanları eski muhteşem durumlarına kavuşturmaktı.
Bu açıdan bakıldığında İslamcılık, hem iç hem de dış duruma karşı bir tepki olarak
görülebilir. Kısaca İslamcılık İslam’ın özünün esas alınarak, onun günün koşullarına
göre uyarlandığı ve bu açıdan Batılı anlamda bir ideolojiye benzetilme çabası olduğu
görülmektedir.

Örneğin, Ahmet Mithat Efendi’ye göre Müslümanların Batı’yla ilişkileri
şöyle olmalıdır.18

“Köklü değişiklik ve ıslahatların yapılmasına ihtiyaç vardır. Ancak
alınacak şeylerin ahlaki faziletimizi, sosyal hayatımızı ve dinimizi muhafaza etmesi
şartıyla uygulanmalıdır. Batıdan, sadece teknik almak gerek. Takip edilecek yol,
yeniyi iyiliğinden, hususiyle lüzumundan dolayı almak, eskiyi de fenalığı sabit
olduğu için atmaktır.”

Darülfünun hocalarından olan milli şairimiz Mehmet Akif de aynı
şekilde bu yöndeki görüşlerini “Safahat”ında şöyle ifade etmiştir: “Alınız garbın
ilmini, alınız sanatını/ Veriniz hem de mesainize son süratini/ Doğrudan doğruya
Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeyiz İslam’ı.”19

19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında İslam dünyasında etkin
olan İslamcılık ve İttihad-ı İslam düşüncesinin önde gelen temsilcileri şunlardır:
Cemaleddin Efgani (1838–1898), Reşid Rıza (1865–1935), Muhammed Abduh (1849–1905),
Seyyid Ahmet Han, Seyyid Emir Ali, Said Halim Paşa, Mehmet (Küçük) Said Paşa, Mehmet
Akif, Filibeli Ahmet Hilmi, İsmail Fenni Ertuğrul, Celal Nuri (1882-1938), Bediüzzaman
Said Nursi, Mizancı Murad, Şemsettin Günaltay, Mahmud Esad Efendi’dir.

İslamcılardan, geleneksel ile yeni arasındaki geçişlerin en önemli
basamağını oluşturan kişi Said Halim Paşa’dır. Arapça, Farsça, Fransızca ve İtalyancaya
anadili kadar hâkim olan Paşa, hem bir düşünür hem de sadrazamlık yapan ünlü bir
devlet adamıdır. Dini olmayan referanslara karşı reddiyeci tutumu, dini cemaat anlamında
millî varlığın esası olan ara kurumları vurgulaması, sabit ve müşterek bir hisse
dayanmayan, bir maziden veya ananeden doğmuş olmayan, sadece akıl-düşünce gibi zayıf
ve değişken bir zeminde duran emel ve gayelerin hakikî bir ideal meydana getiremeyeceğini
belirtmiştir. 20

Yukarıda saydığımız İslami düşünceyi savunan başlıca düşünürlerden
biri de Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin üçünde; ama özellikle
DP’nin muhalefet ve iktidar döneminde de (1946–1960) etkili olan Bediüzzaman unvanlı
Said Nursi’dir.

Bediüzzaman, Doğu’da bir üniversite kurulması için II. Abdülhamid
ile görüşmeye çalışmıştır. Meşrutiyet döneminin de aktif şahsiyetlerinden olduğu
gibi, Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında, İslami söylemleri nedeniyle kamuoyunun
da yakından tanıdığı biri olmuştur. Nursi’nin en büyük amaçlarından biri, Kafkaslar,
Ortadoğu ve Doğu-Batı arasında bir koridor olan, Doğu Anadolu’da (Van) bir Üniversite’nin
kurulması olmuştur.21

Bediüzzaman, yeri geldiğince İslamcılardan daha gelenekselci ve
daha ilerici olmuştur. Ona göre , “Temel gaye ittihad ve dayanışma olduğuna göre
ittihad cehaletle olmaz. Fikirlerin imtizacı ile olur. “…imtizac-ı efkar, marifetin
şua-ı elektriğiyle olur…” Nursi’nin İttihad-ı İslam hakkındaki düşüncesinin en
net ifadesi ise şu görülmektedir: “Azametli bahtsız bir kıtanın, şanlı talihsiz
bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi İttihad-ı İslam’dır.”22

İslamcıların Batı’ya yaklaşımı, bir çeşit seçici Avrupacılık olarak
da tanımlanabilir. Yani onların ilmini alıp, kültürlerini (örf, adet, ahlak) almamayı
öngören bir yaklaşım… İslamcılara göre Müslümanların durumu iç açıcı değildir. Cehalet
ve tembellik İslamiyet’i tanınmayacak bir hale sokmuştur. İslam dünyasındaki ayrılık,
İslam dini hakkındaki cahillik, Müslümanların kavimler halinde, ırkçılık ve milliyet
davasıyla parçalanmış olmaları, hastalığın aslını teşkil eder. Bunun için de köklü
bir eğitim ıslahatına ihtiyaç vardır.23

Avam ve havas ayrımına da karşı çıkan İslamcılara göre, herkes her
şeyi mutlaka öğrenmelidir. Bunun için de medya etkili bir araç olarak kullanılabilir.

İslamcılığın ilkelerinden hareketle temel kavramlarını şöyle belirleyebiliriz:24
meşveret, şura, Batı’ya ve ırkçılığa karşı mesafeli duruş, halk egemenliği-ilahi
egemenlik paylaşımı, Şeriat’a uygun örfi hukukun savunulması ve modern eğitim ile
Müslümanların ıslah edilmesidir.

Türköne’ye göre ise İslamcılık şu ilkelere dayanmaktadır: Demokrasi
yerine meşveret, parlamento yerine şura, halk egemenliği ve biat.

Aysal’a göre, İslamcılığın temel ilkeleri Asr-ı Saadete dönüş olup,
İslamiyet’ten önce vahşet ve ilkel koşullar içinde yaşayan bir kavmin, geçmişteki
İslam uygarlığı ile dünyanın en büyük imparatorluklarından birisi haline gelmesi
düşüncesi, bu tezin ana felsefesini oluşturmaktadır.25

Sultan II. Abdülhamid devrinin (1876–1908) temel siyaset anlayışı
olan İslamcılık düşüncesi mensupları dönemin en önemli ara kurumları olan tüm tarikatlarla
yakın irtibata geçmiş, halkı irşat için dünyanın en uzak köşelerinde yaşayan Müslümanlara
resmi, gayr-i resmi temsilciler göndermiş, kendi kültürünü koruyarak kalkınmayı
başaran Japonya örnek alınarak, Müslümanların da kendi değerleriyle kalkınabileceğini
savunmuşlardır. Bunun için de en önemli araç olarak da eğitim ve dinin ıslahı gerektiği
vurgulanmıştır. Yani Batı’nın sanayi ve bilimini alıp, din ve kültürümüzün korunması
gerekir.

Ancak 1909 yılında Sultan II. Abdülhamid’i tahtan indirerek yerine
geçen İttihat ve Terakki Fırkası, İttihad-ı İslam siyaseti yerine Pan-Türkizm; İslamcılık
yerine ise Türkçülük siyasetini devlet politikası olarak benimsemişse de, bu düşüncesini
Güney Asya ve Türk olmayan Müslümanlar arasında belli etmemeye dikkat etmiş ve kimi
zaman da İttihad-ı İslam siyasetini öne çıkarmıştır.

Özetle, gayr-i Müslim azınlıkları birleştirmeye hedefleyen Osmanlıcılık
fikrinin de Batıcılık gibi iflas etmesiyle iyice güçlenen, toplumun istişare ederek
karar almasını savunan, Batı’ya ve ırkçılığa karşı mesafeli duran, farklı Müslüman
ırkları tek çatı altında toplamayı hedefleyen İslamcılık ve İttihad-ı İslam, II.
Abdülhamid’in devrilmesinden sonra pasifize edilmiştir.

III. İttihad-ı İslam’ın Doğuş Süreci ve Temel Yapısı

Fas’tan Endonezya’ya; Yemen’den Kırım’a kadar; Doğu-Batı ve Kuzey
Güney istikametinde dünyanın en stratejik coğrafyasında yaşayan Müslümanlar için
19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı tam bir helaket ve felaket dönemi olmuştur.
O zamanlar yaklaşık 300 milyon kişiden oluşan bu coğrafyada yaşayan insanlar için
kurtuluşun tek yolu, safları sıkılaştırmaktan geçmekteydi. Çünkü strateji, düşman
ve sonuç aynıydı: Böl, parçala ve yok et.

Osmanlı Devleti gibi dünyanın diğer yerlerindeki Müslümanların da
(Afrika, Türkistan, Hindistan, Endonezya gibi) Batı’nın işgallerine, bir salgın
halinde maruz kalması üzerine, tüm Müslümanların birlikte hareket etmesini savunan
İttihad-ı İslam, işte tam bu süreçte Müslümanların durağan ve çöküş süreçlerinden
bir silkelenme ve bir tepki hareketi olarak doğmuştur.

Öncelikle Türkistan ve Hindistan’da görülen İttihad-ı İslam düşüncesinin,
Osmanlı kamuoyunda kabul görmesi ve gelişmesi, ilk defa 9 Nisan 1872 tarihli Basiret
Gazetesi’nde görülmektedir.26

Gazetede yer alan makaleye göre, “İttihad-ı İslam düşüncesi hakkında
Karadeniz’in sahil-i şarkiyesinden bir ciheti ta Kazan’a ve diğer ciheti Asya-i
Vusta’da kaim Kulca Hanlığına kadar kabail-i İslamiyenin derhal ittihat edebilecekleri
ret ve inkâr olunamayacağı; şartların bunun için çok müsait olduğu ve ittihadın
gerçekleşmesi halinde ise hiç bir ittifakın, İttihad-ı İslama mukavemet edemeyeceği”
belirtilmiştir.

İlerleyen zamanlarda ise doğudan batıya İttihad-ı İslam’ın üç ilke
üzerinde durduğu görülmüştür: Hilafet, hac ve ilim-kültürün geliştirilmesi.

Bundan sonraki süreçte ise, özellikle 93 Harbi’nin (1877–78) yani
Osmanlı-Rus Savaşı’nın bir faciayla sonuçlanması esnasında, tahta yeni geçmiş bulunan
Sultan II. Abdülhamid Han’ın deha düşüncesinde görülmektedir. Böylece Osmanlı Devleti,
tepeden tırnağa kadar kollarını sıvamış; dâhilde İslamcılık ve hariçte ise İttihad-ı
İslam siyaseti ile başta kendisi olmak üzere, tüm Müslümanları, sahil-i selamete
çıkarmak yoluna girmiştir. Bunun için de İttihad-ı İslam’ın üç temel öğesi olan
Hilafet, Hac ve ilmin geliştirilmesine büyük önem verilmiştir.

Hilafet’in 1517 yılında Memluklardan Osmanlı’ya geçişiyle birlikte
ilk defa tüm Müslümanlar için ortak bir çağrı olarak ifade edildiği dönem, II. Abdülhamid
dönemi (1876-1909) olmuştur. Hilafet kurumunun İttihad-ı İslam için siyasi bir araç
olarak kullanması ise Türkistan kökenli Yusuf Akçura’ya göre şöyle olmuştur:27

“İslam siyaset ve düşüncesinin en güçlü olduğu dönem, (1876–1909)
Sultan II. Abdülhamid dönemidir. II. Abdülhamid, padişah, sultan lakapları yerine
Emirü’l Mü’min’in (halife) unvanını kullandı. Eğitim-öğretimde dinin müfredat içindeki
saatlerini arttırdı. Dindarlık, müttakilik, padişahın teveccühünü kazanan durumlar
oldu. Elçilerle, murahhaslarla, komisyonlarla, mebuslarla, imkân dâhilinde dış basınla,
İslami muhabbeti celbe, kalpleri hilafet makamına ısındırmaya çaba gösterdi. (Sultan)
Bölgesinde sevilen ve sayılan İslam âlimlerini yanına davet ederek ağırlarken, Hicaz’ın
muhafazasına da özel önem veriyordu.”

Bunun için İstanbul’u Müslümanların siyasi merkezi haline getirmeye
çalışan Halife, buradan Hicaz ve Bağdat’a demir yolları döşemiş ve masraflarına
da başta Hint Müslümanları olmak üzere tüm dünya Müslümanları büyük ortak olmuştur.
II. Abdülhamid aynı zamanda Almanlarla birlikte, İstanbul-Bağdat demiryolları hattını
da İran üzerinden, Hindistan’a kadar uzatmayı planlamıştır. Halife Mekke’ye yaklaşan
rayların, titreşimini ve trenin gürültüsünü azaltmak için de Peygamber Efendimizin
ve mübarek beldelerin sarsıntılardan etkilenmemesi için de rayların altına keçe
döşetmiştir.

İttihad-ı İslam temsilcilerine göre, Hilafet sancağı Osmanlı sınırlarının
da ötesine gitmeli. Burada önemli bir boşluk olarak görülen yerlerin başında ise
bizleri can-u gönülden seven başta Afgan, Cava (Endonezya), Çin’e heyetler gönderilmelidir.
II. Abdülhamid de buna harfiyen uymuştur. Öyle ki, Hind Müslümanları (bugünkü Pakistan,
Bangladeş ve Hindistan’daki yaklaşık üç yüz milyon Müslüman) Türkleri desteklediği
için, İngilizler çok istemelerine rağmen Hilafet’i Araplara ver(e)memiştir.

Hilafet sancağından azami ölçüde istifade etmeye çalışan Sultan
II. Abdülhamid Hacc’a da çok büyük önem vermiştir. Hac yılda bir kez Müslümanların
ortak toplanma merkezi olduğu için Hicaz bölgesi, İttihad-ı İslam’ın en büyük çalışma
ofisi olmuştur. İttihad-ı İslam düşüncesine göre, “Hicaz yalnız dinin merkezi değil
aynı zamanda ilim merkezi haline de gelmelidir. Yahudiler Kudüs’ü bir eğitim merkezi
haline getiriyorlar. Biz de Mekke’yi ilmi, edebi ve fenni en büyük merkezimiz haline
getirmeliyiz. En önemli İslami eserler oradan çıkmalı, en esaslı cemiyetlerimiz
orada toplanmalıdır. Kapital, Roma âleminin; Akropol, Yunanlılığın İttihad noktası
idi. Günümüzde Arafat Dağı, İslam âleminin maneviyat merkezi neden olmasın?28

İlme ve kültüre büyük önem verilmesi İttihad-ı İslam’ın en önemli
üçüncü ayağını oluşturmaktadır. Batı’dan ilim ve tekniğin alınıp, ahlakının def’ini
esas alan bu düşünceye başarılı örnek bir olarak Japonya görülmüştür. Bunun için
II. Abdülhamid, Ertuğrul Fırkateyni’ni Japonya’ya gönderdiğinde (1889) gemi; Kızıldeniz,
Yemen, Cava, Hindistan gibi yol üstünde uğradığı bütün limanlarda İttihad-ı İslam’ın
çalışmalarında bulunurken; Müslümanlar da halifeye bağlılıklarını bildirmek ve geminin
üzerinde namaz kılabilmek için gemiye tırmanmakta birbirleriyle yarışmışlardı.

Eğitim için ilk başta tarihi sürecini tamamlayan medreselerin ıslahı
düşünülmüştür. Bunun için batı eğitimi ve doğu eğitiminin sentezine çalışılmıştır.
İslami düşünürlere göre, medreseler modernleştirilirse hiçbir şey yapmayan buradaki
talebeler (bazıları askerden kaçmak içindi), İslam terbiyesinin tatbiki sayesinde
okur, yazar muhasebe eder. Gözü açık vücudu zinde adamlar haline gelir. Ve onlar
geleceği yetiştirirler. Böyle olursa yirmi beş yılda Doğu, Batı’ya maddi ve manevi
olarak oldukça yaklaşır.29 II. Abdülhamid bunun için ilk kez Osmanlı coğrafyasında
onlarca kız ve erkek liseleri açmış ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadrolar dahi
buradan yetişmiştir.

Eğitimin ıslahı için Müslümanlar arasında tarihi ortak noktaların
başında gelen dil sorunu da şu şekilde çözülmüştür: Arapça din, Farsça edebiyat,
Türkçe ise siyaset; yani devlet dili olarak benimsenmiştir. Çünkü diyor İttihad-ı
İslam’ın savunucuları, Yahudiler, tüm dünya Yahudilerini tek çatı altında toplamak
için kurulan “Siyonizm” idealini, her şeyden önce İbrani dilini canlandırmakla30
işe başlamışlardır. Bizler de Müslümanlar olarak yeniden dirilişe geçmek için başarılı
olmuş bir örnek olan tarihi, tabii ve aynı zamanda zaruri olan Müslümanların birliği
için üç büyük dile önem vermeliyiz.

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra da İttihad-ı İslam’ın etkilerini
görmekteyiz. Örneğin, Hindistan’ın dört bir yanından gelen ve sayılarının beş bini
bulduğu Müslümanlar 22 Eylül 1919 yılında Hindistan’ın Lucknow şehrinde yaptıkları
toplantı sonucunda şu kararlar alınır:31

1) Halifeliğin cismani gücü, onun ruhani kudret ve gururu için vazgeçilmezdir.

2) Makamat-ı mübarekenin (Hicaz) dokunulmazlığı sağlanmalıdır.

3) Anadolu ve Trakya Türklere bırakılmalıdır.

4) Yunanlılar, İzmir ve Anadolu’yu terk etmelidir.

5) Türk barışı ile ilgili hassasiyetleri İngilizlere iletilmelidir.

6) 17 Ekim günü, Halifeliğin izzet-i nefsi için dua günü olarak
kabul edilmiştir.

7) Aynı gün ülke çapında protesto toplantıları yapılacaktır

8) Bombay’daki Hilafet Komitesi’nin bütün yurtta (Hindistan) şubeler
açılması ve tutanaklarının basılmasına karar verilmiş olup; Sultan IV. Mehmet Vahdettin’e
sadakat ve destek mesajı gönderilecektir.

Bu sürece Hinduların da destek verdiğini görmekteyiz. Mahatma Gandi,
Hilafet Konferansı’na katılacaklarını taraftarlarına ilan eder. “Ben Türklerin zayıf,
kabiliyetsiz veya gaddar olduklarına inanmıyorum. Müslüman kardeşlerimizi desteklemek,
bizim için de kutsal bir görevdir.32 Yine Müslüman Hindu ittifakı Avrupa mallarının
boykotuna da yol açmıştır. Bununla da Hamidiye İslam Cemiyeti ilgilenmiştir.

İslamcılık ve İttihad-ı İslam’ın İngilizler ve Fransızlar üzerinde
Osmanlı Devleti’ne karşı frenleyici bir rolü olduğu görülmüştür. Örneğin, 1906 yılında
İngilizler ile Osmanlı Devleti arasında yaşanan kriz üzerinde, Hindistan’daki hükümet
yetkilileri Londra’yı uyarmış, bu durumun orduda huzursuzluklara yol açabileceğini
hatta Afgan sınırındaki çılgın Müslüman kabilelerin, 1857’deki gibi tekrar İngiltere’ye
savaş ilan edebileceklerini (Abdurrahman Han zamanında, İngilizleri Celalabat geçitlerinde
perişan etmişlerdir33) belirtmişlerdir.34

İngiliz istihbarat raporlarına göre, eğer Londra, Pan-İslamizme
karşı önlemler almazsa Sultan (II. Abdülhamid) sürpriz sonuçlar elde edebilecektir.
Aynı şekilde İngiltere’nin İstanbul’u işgaline rağmen, şehri yağmalamamasında da
bunun katkılarının olduğunu düşünebiliriz. Çünkü İngiltere’nin en önemli sömürgesi
olan, Hindistan gayet faal Müslümanlar olup halife’ye de taraftarıdırlar.

İslamcılık ve İttihad-ı İslam düşüncesi, II. Abdülhamid’in Batı
destekli İttihat ve Terraki Cemiyeti tarafından devrilmesi (1909) ve Osmanlı Devleti’nin
yıkılmasıyla (1918), versiyon değiştirmiştir. Bu, özellikle Türkiye, Mısır, Pakistan,
İran ve Uzakdoğu Müslümanları arasında II. Dünya savaşından sonra daha rahat görülebilir.

Özetle Batının sadece bilgi ve teknolojisinin alınması gerektiğini
savunan İslamcılık, bunun için İslam ahlak, bilgi ve kültürünün asrın şartlarına
göre yeniden değerlendirilmesini; İttihad-ı İslam ise Müslümanların Osmanlı hilafet
sancağı altında toplanmasını savunmuştur. Tüm Müslümanların ortak düşmanı olan Batı
(İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya) karşısında Müslümanların birliğini savunan İttihad-ı
İslam düşüncesinin, Osmanlının içinde gelişen İslamcılık düşüncesi ile iç içe geçtiği,
hatta II. Abdülhamid’i deviren İTF tarafından, kerhen de olsa stratejik öneminden
dolayı kabul edildiği35 görülmüştür.

Sonuç

İslamcılık ve İttihad-ı İslam konulu çalışmamızda, ulaştığımız sonuçları
maddeler halinde şu şekilde sıralayabiliriz:

A. Her şeyden önce İslamcılık bir ideoloji değil, ideolojilerin
çok üstünde yaşayan bir düşüncedir, bir idealdir ve bir hedeftir.

B. İslamcılığı, günümüze kadar başarılı olmamış bir İslam reformu;
İttihat-ı İslam’ı da gerçekleş(e)memiş bir ideal olarak görmek mümkündür. Ancak
Avrupa’nın Rönesans, Reform ve Aydınlanma sürecinin yaklaşık üç asır sürdüğü ve
sömürgecikle de takviye edildiği düşünülürse, bu idealin imkânsız olduğunu söylemek
için henüz erkendir.

C. İslam ve İttihad-ı İslam savunucularına göre İslam ülkelerinin
içinde yaşadığı bu dönem geçicidir. Yani geçmişte nasıl ki, Roma, Pers, Portekiz,
İspanyol İmparatorlukları çökmüşse, günümüzün İngiliz ve Fransız İmparatorlukları
da çökecektir. Tarih, onların haklılığını ispatlamak için sadece çeyrek asır beklemiştir.
Yani II. Dünya Savaşı bittiğinde bu imparatorlukların güneşleri çoktan batmıştı.
Ardından doğan Rus güneşi de 1990 yılında çökerken; Afgan dağlarında ve Irak çöllerinde
cılızlaşan ABD güneşi de Hint, Çin ve İslam gibi doğudan doğan yeni güneşler karşısında
batacak gibi görülmektedir. Çünkü ABD’nin ağabeyleri olan İngiliz, Fransızlar da
İspanyol ve Portekiz’in akıbetine uğramışlardı.

D. İslamcılık ve İttihad-ı İslam, Osmanlı Devleti’nin çöküşünü önleyememişse
de ömrünü uzatmış, önemli İslam beldelerinin Aztek ve İnkalar gibi yağmalanmasını
önlemiştir. Türkiye’nin işgalden kurtulmasına ve kurulmasına önemli katkılarda bulunmuştur.

E. İslamcılık ve İttihad-ı İslam düşüncesi, bugün de İslam Dünyası’nın
en önemli ortak düşünce ve amacı olarak görülmektedir. Fas’ta Adalet ve Kalkınma
Partisi (Türkiye AK Parti’yle aynı isim, PJD), Cezayir’de İslami Selamet Cephesi,
Tunus’ta Nahda, Mısır, Suriye ve Ürdün’de Müslüman Kardeşler, Filistin’de Hamas,
Lübnan’da Hizbullah, Pakistan’da Müslüman Birliği, İran İslam Cumhuriyeti’nde ise
reformcular yerine muhafazakârların üst üste iktidara gelmeleri… Malezya’da, İslam
Partisi’ne kadar (PAS) İslamcılık ve İttihad-ı İslam düşüncesi geçmişten daha baskın
bir şekilde varlığını sürdürmektedir.

F. İttihad-ı İslam düşüncesi, Afganistan ve Irak’ın ABD tarafından
işgalinden dolayı daha sıklıkla dillendirilmeye başlamıştır. Batı’nın İslam dünyasına
karşı sürdürdüğü bu işgal veya pasifize etme sürecinin görülebilir bir zamanda biteceği
düşünül(e)mediğinden İslamcılık ve İttihad-ı İslam’ın varlığını arttırarak sürdüreceğini
düşünmekteyiz.

G. Fas’tan Filipinler’e, Kırım’dan Somali’ye kadar yaklaşık iki
milyar Müslüman’ın yaşadığı coğrafyada yaşanan kuvvet boşluğu, bölgeyi dış müdahalelere
açık hale getirmekte olup, bu durum hiç şüphesiz başta Müslümanlar olmak üzere dünyanın
huzursuzluğuna, kaynaklarının heba olmasına ve dünyada çatışmaların sürmesine yol
açmaktadır. Bu durum, tek kutuplu dünya düzeninden çok kutuplu düzenine uygun bir
zemin oluşturacaktır ki, bu da insanlık için daha adil görülmektedir.

KAYNAKÇA

Abdünnasır YİNER, Meşrutiyetten Cumhuriyete İslamcılık Düşüncesi,
Köprü Dergisi, Yaz-Güz 1997.

Azmi ÖZCAN, Pan-İslamizm, Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları
ve İngiltere, TDV Arş. Merkezi, İstanbul 1992.

Ahmet ÇİĞDEM, “Muhafazakârlık Üzerine”, Toplum ve Bilim Dergisi,
Birikim Yayınları, İstanbul, s. 71, Güz 1997, s. 45.

Bayram KODAMAN, 1876–1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi, Doğuştan
Günümüze Büyük İslam Tarihi, Cilt. 12, İstanbul, 1989.

Bediüzzaman Said NURSİ, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,
Şubat 2008.

Bediüzzaman Said NURSİ, İttihad-ı İslam (Derleme), Envar Neşriyat,
İstanbul 1980.

Fatih DUMAN, Siyaset, Din ve Siyaset, (Der. Mümtazer Türköne), Lotus
Yayınlar, Ankara, 2006.

Erik Jan ZÜRCHER, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları,
İstanbul. 1995.

Gökhan ÇETİNSAYA, “Kalemiye’den Mülkiye’ye Tanzimat Zihniyeti”,
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Tanzimat ve Meşrutiyet‘in Birikimi, (Der. Mehmet
Ö. Alkan), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001.

Harold TEMPERLEY, England and the Near East: the Crimea, Longmans,
Green & Co., London, 1936.

Halime DER, Celal Nuri’nin İttihad-ı İslam Adlı Eserinin Tahlil
ve Değerlendirilmesi, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Elazığ, 2008.

Hüseyin ŞEYHANLIOĞLU, 18. Yüzyıldan Günümüze Kadar Afganistan’ın
Jeostratejik Önemi, Avrasya Etütleri Dergisi, 2008/2, Başbakanlık Türk İşbirliği
ve Kalkınma Ajansı, Ankara, 2008,

Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 1998.

Mehmet Akif ERSOY, Safahat, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2003.

Mehmet Ö. ALKAN, “Resmî İdeolojinin Doğuşu ve Evrimi Üzerine Bir
Deneme”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce-Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, Cilt:
1, (Der. Mehmet Ö. Alkan), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001.

Mim Kemal ÖKE, Hilafet Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara, 1991.

Murat BELGE, “Muhafazakârlık Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasî
Düşünce Muhafazakârlık, Cilt: 5, (Der. Ahmet Çiğdem), İletişim Yayınları, İstanbul,
2003.

Mustafa ERDOĞAN, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, Liberte Yayınları,
Ankara, 2001.

Mümtaz’er TÜRKÖNE, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu (1867–1873),
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi
ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı, Ankara, Nisan 1990.

Mim Kemal ÖKE, Hilafet Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara, 1991.

Necdet AYSAL, Türkiye’de İslami Düşüncenin Örgütlenmesi ve Hedefleri,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Ankara,
2004.

Niyazi BERKES, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, Yön
Yayınları, İstanbul, 1965.

Okan ARSLAN, <http://www.tpe.org.tr/index.php>, (25.05.2009).

Peyami SAFA, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ötüken Yayınları, 3. Basım,
İstanbul 1997.

Said HALİM PAŞA, Buhranlarımız, İstanbul, 1333.

Tarık Zafer TUNAYA, İslamcılık Akımı, Simavi Yayınları, İstanbul,
1991.

Ümit AKTAŞ, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Bakış Yayını, İstanbul, 1998.

Yusuf AKÇURA, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara,
1987.

Öz

İslamiyet’in bir din olmanın yanı sıra bir ideoloji olarak da görülmesi,
Fransız İhtilali’nden sonra yayılan liberalizm, muhafazakârlık ve sosyalizm ideolojilerinden
hareketle olmuştur. İslamcılık ve İttihad-ı İslam Avrupa’nın ve Rusya’nın tüm İslam
Dünyası’nı kontrol altına almaya ve onu yok etmeye başlaması karşısında bir tepki
hareketi olarak doğmuştur. İslam Dünyası’nın en önemli ortak simgelerinden olan
halifeliğin merkezi ve tarihten gelen İslamiyet’in koruyuculuğu kimliği nedeniyle
Osmanlı Devleti, bu düşüncelerin merkez üssü olmuştur. 19. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren olgunlaşma sürecine giren İslamcılık ve İttihad-ı İslam ideolojisi, II.
Abdülhamid döneminin (1876–1909) iç ve dış devlet politikası olmuştur. Bu makalenin
amacı İslamcılık ve İttihad-ı İslam düşüncesinin doğuş sürecini ve genel ilkelerini
analiz etmektir.

Anahtar Kelimeler: İslamcılık, İttihad-ı İslam, değişim, Batıcılık,
Osmanlıcılık, Türkçülük, ittihad, meşveret, şura, hilafet

Abstract

The perception of the religion of Islam as an ideology, apart from
its religious nature, began to take its shape with the spread of liberalism, conservatism
and socialism after the French Revolution. Pan-Islamism and The Union of Islam,
however, came into existence as a strong reaction against Europe and Russia’s campaign
to control and eventually destroy the Islamic World. The identity both as the center
of Caliphate which is the most important symbol of Islamic World as well as its
historic role as the Protector of Islam made the Ottoman Empire the natural center
of this thought. The second half of 19th century witnessed the maturity of the ideologies
of Pan-Islamism and the Union of Islam, which became the backbone of domestic and
foreign policies of the period of Sultan Abdulhamid II. (1876–1909). the purpose
of this essay is, to analyze fundemental principal and the birth of Ittihad-i Islam
and Islamism.

Dipnotlar

1- Peyami SAFA, Türk İnkılâbına Bakışlar, Ötüken Yayınları, 3. Basım,
İstanbul 1997, s. 27–65.

2- Murat BELGE, “Muhafazakârlık Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasî
Düşünce Muhafazakârlık, Cilt: 5, (Der. Ahmet Çiğdem), İletişim Yayınları, İstanbul,
2003, s. 93.

3- Mustafa ERDOĞAN, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, Liberte Yayınları,
Ankara, 2001, s. 1.

4- Mehmet Ö. ALKAN, “Resmî İdeolojinin Doğuşu ve Evrimi Üzerine
Bir Deneme”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce -Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi,
Cilt: 1, (Der. Mehmet Ö. Alkan), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 20.

5- Ortaylı’ya göre ise Genç Osmanlıların düşünceleri, anayasacı
liberalizmin çizgilerinden modernist İslamcılığa, hatta olgunlaşmış bir Türkçülüğe
ve sosyalizme kadar çeşitli görüşleri içeren renkli bir yelpazeyi oluşturmaktaydı.
(Ayrıntılı bilgi için bakınız. İlber ORTAYLI, Gelenekten Geleceğe, Ufuk Yayını,
İstanbul, 2001, s. 18.)

6- Azmi ÖZCAN, Pan-İslamizm, Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları
ve İngiltere, TDV Arş. Merkezi, İstanbul 1992, s. 50.

7- Ümit AKTAŞ, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Bakış Yayını, İstanbul,
1998, s. 201-205.

8- Harold TEMPERLEY, England and the Near East: the Crimea, Longmans,
Green & Co., London, 1936, s. 163.

9- Burada hemen şu husus akla gelebilir: Avrupa kendi öz gücüyle
“aydınlanırken” Osmanlı onları taklit etmekteydi. Oysa bu, gerçeğin sadece bir kısmı
olarak görülebilir. Çünkü Avrupa bilimsel aydınlanmasının büyük kısmını Endülüs,
Sicilya ve Osmanlı üzerinden Müslümanlara borçludur. Dolayısıyla her zaman karşılıklı
bir örnek alma etkileşim süreci olmuştur. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız.
Sigrid HUNKE, Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde, Altın Kitapları, İstanbul, 2001.)

10- Ahmet ÇİĞDEM, “Muhafazakârlık Üzerine”, Toplum ve Bilim Dergisi,
Birikim Yayınları, İstanbul, s. 71, Güz 1997, s. 45.

11- Erik Jan ZÜRCHER, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları,
İstanbul. 1995, s.187; Gökhan ÇETİNSAYA, “Kalemiye’den Mülkiye’ye Tanzimat Zihniyeti”,
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Tanzimat ve Meşrutiyet ‘in Birikimi, (Der. Mehmet
Ö. Alkan), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 55–56.

12- KARAL, s. 540.

13- Mümtaz’er TÜRKÖNE, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu
(1867–1873), Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı, Ankara, Nisan 1990. Fakat bu düşüncenin
hatalı bir düşünce olduğunu düşünüyoruz. Bunun gerekçesi ise, Osmanlının en güçlü
zamanlarında başta Endülüs olmak üzere Endonezya ve uzak Afrika Müslümanlarına destek
verdiği bilinmektedir. Eğer Osmanlının bu konuda eksikliği varsa bunu isteksizliğine
değil güçsüzlüğüne bağlamak daha doğru olur.

14- Bayram KODAMAN, 1876–1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi, Doğuştan
Günümüze Büyük İslam Tarihi, Cilt. 12, İstanbul, 1989, s. 60.

15- KARAL, s. 541.

16- Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, İnkılap Yayınları, İstanbul,
1998. s. 219-220.

17- Fatih DUMAN, Din ve Siyaset, Der. Türköne.. s. 546. Bu bir nevi
kişilerin ve/ya tarikatların şahsi düşünce tavırları yüzünden tortullaşmış, paslanmış
İslam’ın, Avrupa düşünce hayatının önemli merhaleleri olarak görülen Rönesans ve
Reform’unun paralelinde bir sürecin örnek alınması anlamına da gelmektedir.

18- Tarık Zafer TUNAYA, İslamcılık Akımı, Simavi Yayınları, İstanbul,
1991, s. 326–327.

19- Mehmet Akif ERSOY, Safahat, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2003,
s. 170.

20- Said HALİM PAŞA, Buhranlarımız, İstanbul, 1993, s.163.

21- Bediüzzaman, ayrıca 1940’lı yıllardan itibaren, “Nurcular” olarak
bilinen taraftarlarını, DP’yi muhalefet ve iktidar dönemi boyunca, desteklemeleri
için teşvik etmiştir. Celal Bayar’a cumhurbaşkanlığına seçilmesi üzerine tebrik
mektubu gönderen Nursi, DP lideri ve Başbakan Adnan Menderes’i şahsen destekleyerek
ve Nurculuk hareketine karşı olmayan Adalet Bakanı Hüseyin Avni Bey, Dr. Tahsin
Tola ve Giyasettin Emre gibi sempatizanlarıyla da siyasette etkili rol oynamıştır.
Said Nursi, DP’nin Genel Başkanı olan Adnan Menderes’e gönderdiği bir mektupta onu
“İslam Kahramanı” ilan ettiklerini belirtmiş ve sonra mektubun devamında düşüncelerini
şöyle ifade etmiştir: “Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet lehindeki hizmetlerinizde muvaffak
ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin” diye ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız
hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize mukabil dua etmeye karar vereceğiz. Eskilerin,
lüzumsuz keyfî kanunları ve sû’-i istimalleri neticesinde, belki de tahrikleriyle
zuhur eden Ticanî meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i İslâm’ın nazarında
Demokratları düşürmemenin çare-i yegânesi kendimce böyle düşünüyorum. Ezan-ı Muhammedînin
(a.s.m.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi; Ayasofya’yı, beşyüz
sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmek ve halen İslâm’da çok hüsn-ü tesir
yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, yirmi
sekiz sene mahkemelerin muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraatına
karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestîsini dindar Demokratlar ilân etmeli
ve bu yaraya bir nevi merhem vurmalıdırlar. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü
kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahatleri onlara yüklenmez fikrindeyim.
Bediüzzaman Said NURSİ, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, Şubat 2008,
s. 829.

22- Bediüzzaman Said NURSİ, İttihad-ı İslam (Derleme), Envar Neşriyat,
İstanbul 1980, s. 12-13.

23- ÖZCAN, 1992, s. 46–47.

24- Abdünnasır YİNER, Meşrutiyetten Cumhuriyete İslamcılık Düşüncesi,
Köprü Dergisi, Yaz-Güz 1997, s. 59–60, s. 89–92: Mümtaz’er TÜRKÖNE, Siyasi İdeoloji
Olarak İslamcılığın Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s. 71–91.

25- Necdet AYSAL, Türkiye’de İslami Düşüncenin Örgütlenmesi ve Hedefleri,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Ankara,
2004, s.88; TUNAYA, 1991, s.16; Niyazi BERKES, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal
Devrimler, Yön Yayınları, İstanbul, 1965, s. 71

26- Azmi ÖZCAN, Pan-İslamizm, Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları
ve İngiltere, TDV Arş. Merkezi, İstanbul 1992, s. 52

27- Yusuf AKÇURA, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara, 1987, s. 22–23.

28- Celal Nuri, İttihad-ı İslam, s. 318, aktaran DER. s. 58

29- DER, s. 57.

30- Halime DER, Celal Nuri’nin İttihad-ı İslam Adlı Eserinin Tahlil
ve Değerlendirilmesi, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Elazığ, 2008,
s. 21.

31- ÖKE, s. 40.

32- ÖKE, s. 42.

33- Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız, Hüseyin ŞEYHANLIOĞLU,
18. Yüzyıldan Günümüze Kadar Afganistan’ın Jeostratejik Önemi, Avrasya Etütleri
Dergisi, 2008/2, Başbakanlık Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı, Ankara, 2008, s.
34, s. 61.(www.tika.gov.tr/TR/Icerik.ASP?ID=119)

34- ÖKE, s. 13

35- Mim Kemal ÖKE, Hilafet Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara, 1991, s. 10–11.