Contents and Principles of Risale-i Nur Service according to the Works in The Third Said Period of Bediuzzaman Said Nursi

Bediüzzaman Said Nursî, 1878’de Bitlis’in Hizan nahiyesinin Nurs
köyünde doğmuş, Osmanlı Devleti’nin Padişahlık ve Meşrutiyet dönemlerinde ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin Tek Parti Dönemi ve Çok Partili Dönemlerinde yaşayarak 23 Mart 1960’ta
Şanlıurfa’da vefat etmiştir. Bizzat kendisi 1922 yılında, Ankara’da Mustafa Kemal
ile kısa bir süre görüştükten sonra, onunla birlikte çalışamayacağını anlayıp Doğu’ya
gitmesine kadar olan dönemi Birinci Said (Eski Said); bu tarihten 1949’da Afyon
Hapsi’nden beraat ettiği zamana kadar olan dönemi İkinci Said (Yeni Said) ve Afyon
hapsinden sonraki bu yeni hayat dönemini de -kendi tabirince- bir nevî “Üçüncü Said”1
olarak dönemlere ayırmıştır.

Birinci Said Döneminde, kısa sürede medrese eğitimini tamamlayarak
14 yaşında müderrislik nişanı olan cübbe giymeye layık görülerek rüştünü ispatlamış
ve o dönemin önemli bütün İslâm alimlerini münazaralarda mağlup etmiş ve bazı siyasi
meselelere müdahil olarak yatıştırıcı rol oynamıştır. Yine bu dönemde Doğu Cephesi’nde
Ruslara karşı talebeleriyle savaşmış ve esir düşerek2 sene esaretten
sonra firar ederek tekrar İstanbul’a dönmüştür. İstanbul’un İngiliz işgali sırasındaki
mücadelelerinden dolayı Mustafa Kemal’in dikkatini çekmiş ve ısrarlı talepler üzerine
Ankara’ya giderek Mustafa Kemal ile görüşmüş ancak onunla fikirlerinin uyuşmayacağını
anladıktan sonra Doğu’ya gitmiştir. Bu döneminde en büyük hedefleri:

1. İslamî ve Kur’anî hakikatlerin doğruluğunu tüm dünyaya ispat
etmek,

2. Müslümanlar arasındaki ihtilafları gidererek İttihad-ı İslam’ı
sağlamak,

3. Doğu ve Güney Doğu Anadolu’da Mısır’daki Ezher Üniversitesi’nin
kız kardeşi olarak nitelediği Medresetüzzehra adı altında din ilimleriyle fen ilimlerinin
birlikte okutulduğu üniversitelerin açılmasını sağlamak ve bu yolla Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’daki geri kalmışlığın önüne geçmekti.

Bediüzzaman, İkinci Said Dönemi’nde “Euzubillahimineşşeytani vessiyaset”
diyerek uzak durduğu siyasetten tamamen çekilmiş ve bütün mesaisini iman-Kur’an
hakikatlerini ispat eden Risale-i Nur Külliyatı’nın telifi ve neşrine sarf etmiştir.
Bu süreçte maruz kaldığı baskı ve işkencelerle dolu gözaltı ve hapislere karşı mahkemelerde
müdafaalarla kendisinin ve Nur Talebelerinin haklarını savunmuştur.

Bu dönemdeki en büyük hedefi ise, Anadolu’daki Müslüman halkın imanlarını
kurtararak imanla kabre girmelerine Risale-i Nur yoluyla çalışmaktı.

Risale-i Nur Külliyatı okunduğu zaman bu ilk iki dönemle ilgili
bu özellikler açıkça görülmektedir. Ancak Risale-i Nur Külliyatı’nın telifi İkinci
Said Dönemi’nde büyük ölçüde tamamlandığından, Üçüncü Said Dönemi’nde daha çok lahika
mektupları neşredilmiştir.

Bu Dönem’deki hizmet esasları Nur Talebeleri arasında farklı şekillerde
anlaşıldığı için Bediüzaman Said Nursi’nin vefatından sonra Nur Talebeleri arasında
zamanla ihtilaflar çıkmış ve bugün kamuoyu tarafından da bilinen farklı ekoller
oluşmuştur. Bu farklı ekollere mensup Nurcuların hepsi imanî ve Kur’anî hakikatlerin
izah edildiği Risale-i Nur mecmualarını okumakta ve bu konularda ihtilaf bulunmamaktadır.
Fakat, içtimaî ve siyasî mevzularda temel argümanlarda bir farklılık bulunmamakla
beraber uygulamada farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bu durum Bediüzzaman Said Nursi’nin
İttihad-ı İslâm hedefi ile malesef örtüşmemektedir. Dolayısıyla Üçüncü Said Dönemi’ndeki
Risale-i Nur hizmetinin esaslarının doğru bir şekilde tespit edilip bu esaslara
uygun harket edilmesi, hem İttihad-ı İslâm hedefi, hem de ülkemizde görülen iç çatışmaların
izalesi açısından son derece önem kazanmıştır. Bu nedenle bu makalede “metot olarak”
Bediüzzaman Said Nursi’nin Üçüncü Said Dönemi’nde telif edilen eserler olan Tarihçe-i
Hayat’ın Afyon hapsinden sonraki kısmı, Emirdağ Lahikası’nın Afyon hapsinden sonraki
dönemde telif edilen ikinci kısmı; Şualar’ın yine bu dönemde telif edilen On Beşinci
Şua ve yine bu dönemde telif edilen Nur Aleminin Bir Anahtarı taranarak bu döneme
ait hizmet esasları tespit edilmeye çalışıldı.

Bu çerçevede Üçüncü Said Dönemi’ndeki hizmet esasları şu şekilde
ifade edilebilir:

1. Risale-i Nurların Telifi, Matbaalarda Basılması, Okunması
ve Anadolu’da Neşri:

Bediüzzaman Said Nursî, Üçüncü Said Dönemi’nde Şualar mecmuasındaki
On Beşinci Şua’yı, Nur Aleminin Bir Anahtarı’nı ve Emirdağ Lahikası’nın İkinci Kısmını
telif etmiştir.2 On Beşinci Şua Cümle-i Tevhid, Fatiha-i Şerife ve namazdaki tahiyyatta
okunan "ettahiyyatü" duası ile diğer bazı ayet ve hadislerin tefsiridir. Nur Aleminin
Anahtarı; hava, elektrik ve radyo perdesi altında gizli olan tevhid derslerini içermektedir.
Emirdağ Lahikası’nın İkinci Kısmı ise daha çok zamanın içtimaî ve siyasî meseleleriyle
ilgili mektuplardan oluşmaktadır. Bu risalelerin telifi ile Risale-i Nur Külliyatı
tamamlanmıştır.

Anadolu’nun birçok yerlerinde Nurlara hizmet devam etmekle beraber;
bilhassa Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Urfa medrese-i nuriyeleri yalnız bulundukları
muhitte değil, çok geniş bir sahada hizmet-i îmâniyede bulundular. Bu hizmetler;
yalnız bir kişi, bir merkez değil, ya da belli şahıslar değil; hizmet-i Kur’âniye
olduğu için, pek çok vecihlerde, pek çok zâtlar tarafından îfa edildi. İsmi bilinmeyen
nice hâlis talebeler, sâdık mü’minler, bu hizmet-i kudsiyede çalıştılar, nur-u Muhammedî’nin
yayılmasına gayret ettiler.

Ankara’da, üniversiteli talebeler ve muhterem hamiyetperver zâtlar,
Risâle-i Nur mecmualarını matbaalarda tâb’ ile her tarafa neşrine, bilhassa yeni
harfle istifadeye muntazır kitlenin ellerine ulaşmasına çalıştılar. Risâle-i Nur’un
küllî neşriyatını gençliğin, mekteplilerin deruhte etmeleri, bu hususta büyük fedâkârlık
göstermeleri ise, bu millet ve vatan için büyük bir saadet oldu. Çünkü, hiçbir şahsî
menfaat talep etmeden ve yalnız rızâ-i İlâhî için hareket etmeleri, onların bu asîl
milletin hakîki evlâtları olduğunu gösterdi.3

Bediüzzaman Said Nursî, yazdığı bir mektupta Ankara’daki genç üniversite
Nur Talebelerinin hizmetlerini takdir etmiş ve hizmette muvaffakiyetin Cenab-ı Hakk’ın
vazifesi olduğunu hatırlatarak sadece kendi vazifeleri olan “iman ve Kur’an hizmetine
çalışmak” ile meşgul olmaları gerektiğini bildirmiştir.4 Ayrıca, siyasetin
merkezi olan Ankara’daki siyasi cereyanların, nurun sadık ve faal talebelerini hizmetten
uzaklaştırmaya çalıştıklarını bildirerek vazifelerinin ehemmiyetini hatırlatmış
ve dikkatli olmaları için uyarmıştır.5

Talebelerine yazdığı bir mektupta “Herbir adam eğer hanesinde dört
beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer
yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zat birleşsin ve bu heyet
bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri
ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak
veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun
sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlâs Risalesi’nde yazılan beş
nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini
temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir” diyerek
her Nur Talebesinin evlerini küçük birer dersane-i nuriyeye çevirmesini tavsiye
etmiştir.6

Bediüzzaman Said Nursî, kendi namına Risale-i Nur Talebelerinin
“Risale-i Nur’un Kur’ân medresesinde Yeni Said’e verdiği ders ve Eski Said’in de
Hutbe-i Şamiye ve zeyilleri gibi hayat-ı içtimaiye medresesinde aldığı dersleri
ve konuşmaları, bu biçare kardeşiniz bedeline, müştak olduğum kardeşlerimle benim
yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.”7 diyerek bir yandan Yeni Said
döneminin eserleri olan Risale-i Nur Külliyatı’nın iman ve Kur’an hakikatlerinin
ders verilmesini, diğer yandan da, Eski Said döneminin eserleri olan Hutbe-i Şamiye
ve zeyilleri gibi eserlerle Kur’an’ın hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile ilgili derslerinin
okunması ve anlatılması ile iki dönemi mezcederek Üçüncü Said dönemindeki hizmet
şeklini tarif etmiştir.

Üçüncü Said dönemi hizmetlerinde en önemli unsurlardan birinin Eski
Said döneminin içtimaî ve siyasi eserlerinin okunması ve ders verilip neşredilmesi
olduğunun en önemli işaretlerinden birisi de, Münazarat’ta geçen bir soru ve cevabı
zamanın şartlarına göre yeniden yorumlayıp düzelterek ders verdiği “Eski Said’in
matbu eski eserlerinden birisi elime geçti. Merak ve dikkatle baktım. Bu gelen fıkra
kalbe geldi. Münasipse Mektubat âhirinde yazılsın.” sözleriyle başlayan bir mektubudur.8

2. Risale-i Nurların Alem-i İslâm’da ve Diğer Memleketlerde Neşredilmesi:

Bediüzzaman Said Nursî, bir yandan da Risale-i Nurların alem-i İslâm’a
neşredilmesi çalışmalarını teşvik etmiştir. Suriye’deki İhvan-ı Müslimîn Cemiyeti’ne
verilmek üzere Risale-i Nur mecmualarından on nüshayı Halep’teki Seyyid Salih’e
göndermiştir.9

Öte yandan Türkiye’ye gelen Pakistan Millî Eğitim Bakanı, Bediüzzaman’ı
ziyaret ederek Risale-i Nur’un bir kısmını alıp “doksan milyon Müslümanlar arasında
bunları neşredeceğim” demiştir.10

Mısır’daki, Camiü’l Ezher’in büyük müderrislerinden Ali Rıza’nın
ve Mısır’da büyük bir alim olan ve Dârü’l Hikmet-i İslamiye’den arkadaşı olan Mustafa
Sabri Efendi’nin gönderdiği bir alim zat ile görüşerek kendisine mahsus on bir mecmuasını
Ezher Üniversitesi’ne göndermiş ve “Başta Mustafa Sabri ve Ali Rıza ve Mehmed Zahid
Kevserî olarak, Nur mecmualarına benim bedelime sahip ve hâmi ve vâris olsunlar
ve Arabîye tercümeye çalışsınlar” diye mesaj yollamıştır.11 Kur’an-ı
Kerim’in kırk yönüyle mu’cize olduğunu ispat eden Zülfikâr adlı Yirmi Beşinci Söz
adlı el yazısı risaleyi İstanbul’daki Papalık temsilciliği vasıtasıyla Vatikan’daki
Papalık Makamı’na göndermiş ve Hıristiyan dünyasının dikkatlerini Kur’an’a çekmeye
çalışmıştır.12

3. Risale-i Nur Hizmetinde Şahısların Ön Plana Çıkarılmaması
ve İstiğna:

Bediüzzaman Said Nursî hayatı boyunca kendi şahsını hizmette ön
plana çıkarmamış Tarihçe-i Hayat’ındaki bazı harikaların İstanbul’daki üniversiteli
Nur Talebeleri tarafından hizmet maksadıyla mevzubahis edilmesi üzerine “Bu harikaların
kendi şahsından kaynaklanmadığını, medreselerde ancak 15 yılda tahsil edilebilen
iman ilminin tahsili için değil on beş yıl bir yıl bile tahsili için medreselerin
ele geçmeyeceği bir zamanda, insanlara 15 günde iman ilmini kazandıran Risale-i
Nur’ların telifi ve neşri için ihsan-ı İlahî tarafından verilmiş bir vaziyet olduğunu”
beyan etmiş ve bu tarz hareketin medrese ehli arasında ve resmi hocalar arasında
Risale-i Nur’a karşı bir kıskançlık ve rekabet doğuracağını ve bunun da iman-Kur’an
hizmetine zarar vereceğini ve bir anlamda bu tarz hareketin doğru olmadığını bildirmiştir.13

Son zamanlarında şahsını ziyaret için gelmek isteyenlerin çoğalması
üzerine ziyaretçilere dair yazdığı bir mektupta “Umum dostlarıma, hususan ziyaretçilere
dair bir özrümü beyan etmeye mecbur oldum: Ekser hayatım inzivada geçtiği gibi,
otuz kırk senedir tarassut ve taarruza mâruz kaldığımdan, zaruretsiz sohbet etmekten
çekinip tevahhuş ediyorum. Hem eskiden beri maddî ve mânevî hediyeler bana ağır
geliyordu.” der ve bu ziyaretlerin manevi bir hediye hükmünde olduğunu ve buna karşılık
şahsını mübarek bilerek makbul bir dua talep ettiklerini, ancak buna mukabele edemediği
için çok rahatsız olduğunu söyler. “Hattâ hizmetimdeki has kardeşlerimle de zaruret
olmadan görüşemiyorum. Yalnız bazı Risale-i Nur’un fütuhatına ve neşriyatına ait
bazı kimseler için görüşmek istesem, o zaman görüşmek caiz olabilir. Ve bana sıkıntı
vermez.” diyerek şahsını ziyaret etmek yerine Risale-i Nurları okumalarının kendisi
ile görüşmekten on defa daha karlı olduğunu söyler ve kendileri ile görüşmemesinden
dolayı gücenmemelerini ister.14

Ziyaretçilerle ilgili olarak bir başka mektupta hizmetkarları “Şimdi
bir iki aydır Üstadımız bir hizmetkârıyla dahi konuşamıyor. Konuştuğu vakit bir
hararet başlıyor. Bunun hikmetini bir ihtara binaen söyledi ki: ‘Risale-i Nur bana
hiç ihtiyaç bırakmıyor. Konuşmaya lüzum kalmadı. Hem ben âciz şahsımla, binler dostlarımdan
yirmi otuz dostla konuşabilirim. Yirmi adamın hatırı için binler adamın hatırını
rencide etmemek için konuşmaktan men edildim ihtimali kavîdir. Hususî görüşmediğim
için mâzur görsünler. Hattâ bayramda musafaha etmek ve ona bakmaya tahammül edemiyor’
der ve Bediüzzaman Said Nursî’nin ‘Risale-i Nur’un her bir kitabı bir Said’dir.
Siz hangi kitaba baksanız, benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem
faydalanır, hem hakikî bir surette benimle görüşmüş olursunuz.’15 dediğini
bildirirler.

Son olarak Bediüzzaman Said Nursî, Eski ve Yeni Said dönemlerindeki
“insanlardan hediye kabul etmemek” şeklindeki istiğna düsturuna göre, insanlardan
karşılıksız hediye almayarak hayatı boyunca iktisat ve kanaatle yaşamıştır. Bu halin,
ihtiyarlık ve zayıflık zamanında devam edebilmesi için, Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle,
o istiğna düsturu hastalığa inkılâp etmişti. Yani mukabilsiz bir lokma alsa, derhal
hasta olur, o lokmayı yiyemezdi. Aynen öyle de, şahsına hürmet dahi mânevî bir hediye
gibi olduğundan, şiddetle nâsın hürmetinden ve elini öpmesinden kaçıyordu.16

Risale-i Nurlar matbaalarda basılmaya başlandıktan sonra da kitapların
fiyatlarından kendi hissesine düşen miktar ile hem kendisinin hem de hayatını Risale-Nur’a
vakfeden talebelerinin iaşesi için harcamış ve bu düsturun kendi vefatından sonra
da devam ettirilmesini vasiyet etmiştir.17

Son olarak, vefatından önce talebelerine yazdığı en son mektupta,
“Kardeşlerim, belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik,
enaniyet, hodfuruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştahı,
tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci
esası benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî ile
imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakk’a şükür, o âzamî ihlâsı kazananların
pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i
imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nurun biçare bir şakirdinin düşmanları dost olduğu
vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i İlâhiye cihetinde sesi kesilmiş.
Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar hükmüne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha
etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor.”18 diyerek kendisi gibi talebelerinin
de insanlardan istiğna düsturuna riayet ederek ihlâs-ı hakikî ile imanın kurtarılmasına
hizmet etmelerini tavsiye eder.

4. Nur Talebeleri Arasındaki Meşrep Farklılıklarına Karşı Yapılması
Gerekenler:

Risale-i Nur cadde-i kübra-i Kur’aniye olduğundan bu caddede yürüyenler
arasında ihtilafların olması gayet normaldir. Bediüzzaman Said Nursî, talebelerine
yazdığı bir mektupta “Ben, Sadık, Hayri, Mustafa hazır iken çok ehemmiyetli sohbetimiz
Hacı Sabri’ye mühim bir ders oldu. Bilhassa Medresetüzzehra erkânlarının, hususan
Hüsrev’in bu vatan ve millet ve âlem-i İslâma hizmet-i imaniyeleri ve tahripçi dinsizlerin
desiselerine sed çekmeleri o kadar büyük bir hasenedir ki, farz-ı muhal, binler
seyyie olsa affettirir. Öyleyse, başta Hüsrev olarak o erkânların hiçbir hareketini
tenkit etmemek ve kemâl-i ihlâs ve samimiyetle onlara tesanüd ve tam kardeş olmak
lâzımdır diye bu mealde bir ders oldu. İnşaallah Hacı Sabri de Hoca Sabri ve Rüştü
ve emsalleri gibi ruh u can ile alâkadar ve Hüsrev’e tam kardeş olacak; meşrep ihtilâfı
daha tesir etmeyecek.”19 demektedir. Bu ifadelere göre Nur Talebeleri,
Risale-i Nur’a olan hizmetlerinin hatırına, aralarındaki ihtilaflardan dolayı birbirlerini
tenkit etmemeleri gerekmektedir.

5. Baskı, İşkence ve Zulümlere Karşı Müsbet Hareket ve Asayişi
Muhafaza:

Bediüzzaman Said Nursî kendisine ve talebelerine yapılan baskı,
zulüm, işkence ve kötü muamelelere karşı hep sabır ve müsbet hareket düsturunu tavsiye
etmiştir.

Talebelerine yazdığı mektuplarda asayişin bozulmamasına ısrarla
vurgu yapmış ve bunun Kur’an-ı Kerim’deki mealen “Birisinin günahıyla başkası muaheze
ve mesul olmaz” (En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer
Sûresi, 39:7) ayetinin bir gereği olduğunu ve asayişi bozan kuvvetlerin karşısında
altı yüz bin Nur Risalelerinin ve o zamanlar beş yüz bin olan Nur Talebelerinin
asayişi muhafaza için yaptıkları hizmetlerin en çok zabıta kuvvetleri tarafından
hissedildiğini ifade eder. Bu nedenle zabıtanın Nur Talebelerini taciz etmek bir
yana onları muhafaza etmesinin önemine değinerek Nur Talebelerini asayişi muhafaza
etmeye teşvik etmiştir. Ayrıca zabıtanın da vazifelerini tam yapabilmeleri için
“Bu zamanda hocalardan, hattâ sofîlerden ziyade zabıta efradı ehl-i takvâ olup kebairden
kendilerini muhafaza ve feraizi yapmasını vazifeleri iktiza ettiğini” ifade etmiştir.20

Bir mektubunda, “Nurcuları yirmi seneden beri tâzip eden ve hapislere
sokan bedbahtlardan bazıları, her günde bir ay bize verdikleri sıkıntılar kadar
mânevî azap çekiyorlar. Biz o zâlimleri Cehenneme havale edip sabrederdik. Fakat
hizmet-i imaniye kudsiyeti, o bedbahtlara dünyada da bir nevi cehennemi, adalet-i
İlâhiyeden istemiş ki, bazıları bir senede istibdad-ı mutlakadan aldığı lezzeti
hiçe indiriyor gördük; zaman gösterdi. Demek adalet ve inayet-i İlâhiyenin himayeti
bize kâfidir.”21 diyerek Risale-i Nur ve Nurcuların düşmanlarının hakettikleri
cezaları bu dünyada da çektiklerini ifade etmiş ve onları adalet-i ilahiyeye havale
etmiştir.

Yine, üç dindar milletvekilinin İslamiyet’in şeairinin tamiri çalışmalarına
meydan vermemek için, iman hizmetinde en güçlü gördükleri Nurculara sıkıntı vermek
maksadıyla İstanbul, Tarsus ve Emirdağ’da çevrilen desiselere karşı sabretmeleri
sonucunda desiseler boşa çıkmış ve desiseleri yapan memurların azledilmeleri gündeme
gelmiştir.22

Bir başka mektupta “Size bütün ruh u canımızla müjde veriyoruz ki,
Nurculardaki tam ihlâs ve hakikî sadakat ve sarsılmaz tesanüd vesilesiyle, başımıza
gelen bütün musibetler, hizmet-i imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş
ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen Nurun fütuhatları oluyor. Meselâ, Isparta’dan
buraya, yani İstanbul’a mahkemeye gelmekliğim için yüz banknot, otomobile mecburiyetle
verildi. Sizi temin ediyorum ki, yalnız bu meselede ve yalnız Rehbere ait ve yalnız
benim şahsıma ait meydana gelen ve gelmeye başlayan netice-i hizmete iki bin banknot
verseydim yine ucuz sayacaktım. Umuma ait neticeleri de buna kıyas edilsin.”23
diyerek Nur Talebelerinin başına gelen musibetlerin müsbet neticeleri dolayısıyla,
gelen musibetlere karşı sabretmenin önemini vurgulamıştır.

Gayet hasta, gayet ihtiyar, garip, fakir, münzevî olan Bediüzzaman
Said Nursî, Ramazan ayında, dağda, kırda tek başına otururken üç jandarma ve bir
başçavuş tarafından “Sen başına şapka giymiyorsun” diye zorla karakola getirilmesi
ile ilgili olarak ortaya koyduğu tavır dikkate değerdir. Rus Başkumandanı karşısında,
önünden üç defa geçtiği halde, ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam
tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u
istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet
şerefi için, idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve "Tükürün zâlimlerin o
hayâsız yüzüne!" cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan; ve Mustafa Kemal’in
elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, "Namaz kılmayan haindir" diyen;
ve 31 Mart olayından sonra Divan-ı Harb-i Örfî reisi Hurşit Paşa’nın mahkeme penceresinden
bahçedeki ağaçlarda idam edilmiş olanları göstererek "Sen de şeriat istemişsin?"
şeklindeki dehşetli suallerine karşı, "Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye
hazırım" deyip dalkavukluk etmediğini belirterek, zulme karşı asla sessiz kalmayan
bir kişiliğe sahip olduğu halde kendisine yapılan zorla başına şapka giydirilmeye
çalışılmasına karşı neden tepki göstermediğine dair “İşte bunu size ve umum ehl-i
vicdana ilân ediyorum ki, yüzde on zındık dinsizin yüzünden doksan mâsuma zarar
gelmemek için, bütün kuvvetiyle dahildeki emniyet ve âsâyişi muhafaza etmek için,
Nur dersleriyle herkesin kalbine bir yasakçı bırakmak için Kur’ân-ı Hakîm ona o
dersi vermiş. Yoksa bir günde, yirmi sekiz senelik zâlim düşmanlarımdan intikamımı
alabilirim. Onun içindir ki, âsâyişi mâsumların hatırı için muhafaza yolunda haysiyetini,
şerefini tahkir edenlere karşı müdafaa etmiyor ve diyor ki: "Ben, değil dünyevî
hayatı, lüzum olsa âhiret hayatımı da millet-i İslâmiye hesabına feda edeceğim."24
diyerek İslâmiyet’te asayişin muhafazasına ne kadar önem verildiğine bir defa daha
dikkat çekmiştir.

Bediüzzaman Said Nursî, mühim bir zattan eski parti mensuplarının
Tarihçe-i Hayat’ın neşredilmemesi için çalıştığına dair bir mektup aldığında, “Hiçbir
günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” (En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15;
Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7) şeklindeki İslamiyet’in bir kanun-u esasîsi
gereğince “Hem eski partinin bana karşı zulümlerini helâl ettiğim, hem Anadolu,
hem vilâyet-i şarkiyede Risale-i Nur’la neşredildiği sebebiyle, âsayişe tam kuvvetli
bir tarzda hizmet edilmiş. Demek bir mânevî zabıta hükmünde, herkesin kalbinde bir
yasakçı bırakıyor. Bu noktaya binaen, Risale-i Nur eski partinin dört beş hatâsını
yüz derece ziyadeleştirmeye mânidir. Yüzde beş adamın hatâsını doksan beşe de verip
yirmi otuz derece ziyadeleştirmemiş. Onun için umum o partinin ekserisi iktidar
partisi kadar Risale-i Nur’a minnettar olmak lâzımdır. Çünkü, bu dersi, bu kanun-u
esasiye-i Kur’âniyeyi Risale-i Nur ders vermeseydi, o beş adamın hatâsı binler adamı
da hatâkâr yapardı.”25 der.

Bediüzzaman Said Nursî, kendisine otuz sene boyunca sıkıntı veren
savcılara neden küsmediğini ve onlara neden hakkını helal ettiğini şöyle açıklar:
“Otuz kırk sene bu tazyikatımda, hukukullah mânâsında olan hukuk-u âmme namındaki
vazifelerle muvazzaf olan savcılar ekser hapislerimde, nefyimde şiddetlerini gördüğüm
halde onlara karşı bir hiddet, bir küsmek bana gelmiyordu. Sonra görüyordum: Onların
zahirî şiddetine sebep olan kusurları kendilerinde görmüyordum. Fakat, çok defa
bir zaman sonra, kader-i İlâhînin başka kusuratıma binaen şefkat tokadının öyle
savcıların eliyle geldiğini gördüm. Kader adalet yaptığı için, o şefkat tokadını
ruh ve kalbimle kabul ettim. Zahirî sebebe binaen savcıların şiddetini helâl ediyorum.
Şimdi, Cenab-ı Hakka şükür, o müdde-i umumîlerin bir kısmı, vazifeleri olan hukuk-u
umumiyenin müdafaası, hukukullah nev’inden olduğu cihetle, bana karşı şiddet değil,
bilakis hakikî adalet noktasında, umum İslâmiyete ve belki insaniyete de menfaati
olan Risale-i Nur’un hizmet-i imaniyesi cihetiyle şiddeti bırakıp kader-i İlâhînin
şefkat tokadına bakar gibi zahirî tâzip, hakikaten yardım hükmüne geçtiği için,
ben de bu sırr-ı azîm münasebetiyle, bütün böyle müdde-i umumîlere karşı bir dostluk
ve dua etmek vaziyetini aldım. Zahiren bana karşı şiddet-i hüküm görünen hâlât,
o hizmet-i imaniyeye bir ilânname hükmüne geçti. Ben de şimdi onlara, hukuk-u âmmenin
hukukullah hükmüne geçtiğini bilenlere, umumen selâm ve dua ediyorum. Bana olan
şiddetlerini umûmen helâl ediyorum.”26

Son olarak, vefatından önce talebelerine yazdığı son mektubunda,
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye
göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler
âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı
sabırla, şükürle mükellefiz. Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü
düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki
hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket
etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî
talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi
muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki
fark pek azîmdir.”27 der.

Bu ifadeler “müsbet hareket”in ne anlama geldiğini açıkça ifade
ediyor: Asayişi bozacak hareketlerden kaçınmak. Çünkü, Eski Said Dönemi’ndeki hayatının
şehadetiyle hiç bir tahakküme boyun eğmediği halde, “Bu otuz senedir müsbet hareket
etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana
karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm
gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.
Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış
iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele
bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla
dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet, mesleğimizde kuvvet var.
Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir.”28 demiştir.

Bütün bu ifadeler gösteriyor ki, Bediüzzaman Said Nursî’ye göre
asayişin muhafazası Müslümanlar için son derece önemli bir vazifedir. Çünkü asayişi
ihlal edecek olan eylemler binlerce masumun hukukunun zayi olmasına sebep olur ki,
bu da “Bir günahkarın günahını başkaları yüklenmez” ve “Zalimlere asla en küçük
meyil dahi etmeyin, çünkü yakacağı ancak taşlar ve insanlar olan Cehennemin ateşi
size de dokunur” ayetlerine apaçık bir muhalefettir.

6. Diğer Cemaatlerle ve Dinî Şahsiyetlerle Münasebet

Bediüzzaman Said Nursî, Üçüncü Said döneminde de diğer cemaatlerle
ve dini şahsiyetlerle ilişkilerinde herhangi bir gerilim ve çatışmaya meydan vermemek
için talebelerini “müsbet hareket” düsturuna riayet etmeye teşvik etmiştir. Mesela
Risale-i Nur dairesi içerisinde bulunan ancak kendisine ve Risale-i Nur’a ilişen
iki kişi hakkında talebelerine yazdığı bir mektupta “Medâr-ı hayrettir, duamda Nurcular
dairesinde hergün isimleriyle yâd ettiğim iki sofî meşrep, kendilerini satmak fikriyle
bana ve Nura iliştiklerine dair mektup geldi. Ben gücenmedim, onları daha ziyade
duama aldım. Aynen eskiden İstanbul’da eski partinin desiseleriyle bize ilişen malûm
ihtiyar şeyh gibi, onları hem kendime mübarek kardeş, hem dost bildim, hakkımı helâl
ettim. Fakat iki İhlâs Lem’alarını okumalarını arzu ediyorum. Kardeşlerim, siz dahi
böylelerden gücenmeyiniz, münakaşa etmeyiniz.”29
demiştir. Burada dikkat çeken en önemli husus cemaat içerisinde, cemaatin aleyhinde
olan kişilerle münakaşa etmemek ve onlarla kardeşlik bağlarını koparmamak ve yanlışa
düştükleri konuda onlara sadece doğruları tavsiye etmek gerektiğidir.

Başka bir mektupta sofi bir zatın kendisini tenkit etmesiyle ilgli
olarak da, “…bazı sofîlerin bize hafif tenkitlerinin hiç ehemmiyeti yoktur. Sakın
müteessir olmasınlar. Hiçbir vecihle mukabele etmesinler. Şimdi ehl-i imanın, hususan
ehl-i tarikatın ve bilhassa şahsıma ait tenkitlerini bir nevi nasihat ve bir nevi
iltifat telâkki ederim. Onlara hakkımı helâl ediyorum. Şimdi ehl-i ilhadın bize
dehşetli zararlarına karşı, kardeşlerimiz olan ehl-i imanın gayet hafif, şahsıma
karşı tenkitlerini bir nevi ikaz ve bizi ihtiyata sevk için bir dostluk telâkki
ediyorum.”30 demiştir. Bu ifadelerden de cemaatlerin birbirlerini tenkit
etmemeleri ve yapılan tenkitlere cevap dahi verilmemesi gerektiği anlaşılmaktadır.
Çünkü bu mektupta da ifade edildiği gibi ehl-i ilhadın hücumu zamanında diğer cemaatlerdeki
kardeşlerin tenkitlerini ikaz olarak algılamak gerekmektedir.

Bediüzzaman Said Nursî, talebelerine yazdığı bir mektupta “Şimdi
en mühim tekkeler ehli, ehl-i tarikattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları
ve sahip çıkmaları lâzım ve elzemdir. Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp
‘Tarikat zamanı değil, bid’alar mâni oluyor’ dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî
dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi
bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi
görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi.”31 diyerek ehl-i
tarikatin Risale-i Nur dairesine girmeleri gerektiğini ifade etmiştir.

Bir diğer mektupta “Bir zat, uzunca bir mektup yeni hurufla bana
yazmış, kendisinin kim olduğunu bildirmemiş. Üç noktada şüphe edip bir nevi itiraz
gibi yanlış mânâ verdiği için güya bizi ikaz ediyor. Meşrebimiz münakaşa ve münazara
olmadığından ve kusurumuzu hakikî olarak gösterenlerden memnun olduğumuzdan, bu
meçhul zatın mektubunda üç esasın hakikatini gösterip yanlışını tashih etmek istedim.”32
diyerek, itiraz edilen Hizb-i Kur’ani’nin yazılmasının İslâm’a aykırı olmadığını;
kendisi hakkında talebelerinin “Mehdi” demelerine neden itiraz etmediğinin nedenlerini;
bu zamanda dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede ve imana ve Risale-i
Nur’a hücumları zamanında onlara karşı tevazu göstermemesinin neden enaniyet olmadığını
izah etmiştir. Bu ifadelerle, Risale-i Nur’a yapılan itirazlar nedeniyle o cemaat
ve kişilerle münakaşa etmeden itiraz edilen noktaları izah ederek yanlış anlaşılmaları
izale etmek gerektiği hususunda örnek olmuştur. Yani bu zamanda ehl-i dünyanın,
özellikle dini cemaatlerin, birbirlerine düşman olduğuna dair propagandalarına karşı
bu tarz bir tavrın İttihad-ı İslâm açısından son derece önemli olduğu anlaşılmaktadır.

Vefatından önce talebelerine yazdığı son mektubunda, “Kırk sene
evvel, bir başkumandan (Mustafa Kemal) beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı
kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar ‘İslamiyet’in ‘Zaruretler
haramı helal eder’ kaidesiyle, Avrupa’nın bazı usullerini medeniyetin icaplarını
(dans, sinema, tiyatro v.s.) taklide mecburuz‘ dediler.” “İşte, ben o kumandana
ve hocalara dedim: ‘Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka
hangi zaruret var? Su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden
tevellüd eden hareketler haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans
gibi şeylerde tiryaki olmuşsa, mutlak zaruret olmadığı ve su-i ihtiyardan geldiği
için, haramı helâl etmeye sebep olamaz.’33 der.

Ancak buna rağmen, “Bununla beraber zamanın ilcaatıyla zaruretler
ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlığından dolayı onlara hücum
etmeyiniz. Bilmeyerek ‘Zaruret var’ zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız.
Onun için kuvvetimizi dahilde sarf etmiyoruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş,
bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz.”34 diyerek,
asayişi muhafaza etmek için dini cemaatler arasındaki ihtilafların mübareze sebebi
yapılmamasını ister.

7. İktidarda Olan Demokrat Parti ve Diğer Partilere Karşı Alınması
Gereken Tavır:

Bediüzzaman Said Nursî, “Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait
bir hakikat” diye başlayan ve “Dindar Demokratlar, hususan Adnan Menderes gibi zatların
hatırları için, otuz beş seneden beri terk ettiğim siyasete bir iki gün baktım ve
bunu yazdım.” diye biten bir mektubunda, Türkiye’deki siyasi akımların tahlilini
yaparken, ilk olarak “Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri
Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslâmdır.”35 tespitini yapar.

Daha sonra bu partileri sırasıyla değerlendirir:

“İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak
şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti
dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle
ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından,
şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.”36 Buradaki yüzde altmış yetmiş
iki farklı şekilde anlaşılabilir. Birincisi, parti mensuplarının, ikincisi ise halkın
yüzde altmış yetmişi olabilir. Bediüzzaman Said Nursî, “Hatta ehl-i hakikat, hakikat
ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar, ta kalb dağılmasın
ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lazım gelen merakı; zevki, şevki, lüzumsuz
fani şeylerde telef olmasın. Hatta bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının
bir hadimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara
benzeyen mücahidînden, Selef-i Salihînden başka; siyasetçi, ekserce tam müttakî
dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı
aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır; tebeî hükmüne geçer. Hakikî
dindar ise, bütün kainatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir, diye siyasete
aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata alet etmeye
-eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa, bakî elmasları kırılacak adî şişelere alet yapar.”37
tespitini yapar. Günümüz siyasetine baktığımız zaman bu tespitin ne kadar doğru
olduğu apaçık ortadadır. Halkın yüzde almış-yetmişinin tam dindar olması gerektiği
şeklinde anlaşıldığında ise; hepimiz canlı olarak görüyoruz ki, Türk halkının yüzde
altmış yetmişi değil ancak yüzde altı yedisi dam dindar olabilir. Bunu destekleyen
çeşitli anketler de son zamanlarda medyada sıklıkla yer almıştır. O halde her iki
durumda da bu şart yerine gelmediği için din adına siyaset yapılmaması ve/veya din
adına siyaset yapan partilerin desteklenmemesi gerekmektedir.

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) için ise “Halk Partisi ise: Hakikaten
acip ve zevkli bir rüşvet-i umumîyi kanunlar perdesinde bazı memurlara verdikleri
için, yirmi sekiz senelik bütün cinâyatıyla başkaların cinâyâtı ve İttihatçıların
ve mason kısmının seyyiatları da o partiye yükletildiği halde, Demokratlara bir
cihette galip hükmündedirler. Çünkü ubudiyetin noksaniyetiyle enaniyet kuvvet bulur,
nemrutçuluklar çoğalır. Bu benlik zamanında, memuriyet hakikatta bir hizmetkârlık
olduğu halde, bir hâkimiyet, bir ağalık, bir nemrutçulukla nefse gayet zevkli bir
hâkimiyet mertebesini bir kısım memurlara rüşvet olarak verdiği için, bütün o acip
cinayetlerle ve kendinden olmayan ceridelerin neşriyatıyla beraber bana yapılan
muamelelerinden hissettim ki, bir cihette mânen Demokratlara galip geliyorlar. Halbuki,
İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan, hadis-i şerifte ‘Memuriyet, emirlik ise, reislik
değil, millete bir hizmetkârlıktır.’ Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin
bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad,
mutlak keyfî olur.”38 tespitini yapar. Bu ifadelerden de CHP’nin yirmi
sekiz senelik tek parti dönemindeki icraatları (seyyiatları) dolayısıyla bu milletin
kesinlikle bu partiyi tek başına iktidara getirmeyeceği anlaşılır ki, çok partili
dönem bu tespitin açık bir ispatıdır. Çünkü, çok parti döneminde CHP ancak olağanüstü
hallerde ve hilelerle tek başına iktidara gelmiştir. Kur’an’ın bir kanun-u esasîsi
olan “Kavimlerin efendisi onlara hizmet edendir” hadis-i şerifine zıt hareket etmesi
sebebiyle bu partinin dindarlar tarafından kesinlikle desteklenmemesi gerektiği
apaçık ortadadır.

Milliyetçilik duygusuyla hareket eden siyasî partileri Millet Partisi
adıyla değerlendirirken de “Millet Partisi ise: Eğer İttihad-ı İslâmdaki esas olan
İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezc olmuş bir millet olsa, o Demokratın
mânâsındadır, dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Frenk illeti tâbir
ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize
bu frenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve câzibedar
bir hâlet-i ruhiye verdiği için, pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, zevk
hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.

Şimdiki terbiye-i İslâmiyenin za’fiyetiyle ve terbiye-i medeniyenin
galebesiyle ekseriyet kazanarak başına geçerse, ekseriyet teşkil etmeyen ve ancak
yüzde otuzu hakikî Türk olan ve yüzde yetmişi başka unsurlardan olanlar, hem hakikî
Türklerin, hem hâkimiyet-i İslâmiyenin aleyhine cephe almaya mecbur olacaklar. Çünkü,
İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan bu âyet-i kerime, ‘Birisinin günahıyla başkası
muahaze ve mes’ul olmaz.”dır. (En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi,
35:18; Zümer Sûresi, 39:7). Halbuki, ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle
mâsum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte
kendini haklı zanneder. O vakit hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm
de yol bulur. Çünkü ‘Bir mâsumun hakkı, yüz câniye feda edilmez’ diye İslâmiyetin
bir kanun-u esasîsidir. Bu ise çok ehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir. Ve hâkimiyet-i
İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.”39 tespitini yapar.

Bu tespite göre Türklükle mezc olmuş İslamiyet milliyeti yerine
ırkçılık manasındaki Türkçülüğü esas alan milliyetçilikle hareket ettiği taktirde
ancak yüzde otuzu gerçek Türk olan bu milletin geriye kalan yüzde yetmiş beşlik
başka ırklardan olan kısmının gerçek Türklerin ve hakimiyet-i İslâmiyenin aleyhine
geçeceği aşikardır. Nitekim Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin içerisindeki bazılarının
hatası sebebiyle Kürtlere yapılan zulümler neticesinde bugün en büyük problemimiz
olan PKK sorunu ile yüz yüze geldik. Bu durum milliyetçiliği ırkçılık manasında
uygulayan CHP’nin politikalarının bir sonucudur. Öyleyse bu değerlendirmelere göre
dindarların, “Birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz.” ayet-i kerimesine
zıt olan bu politikaları güden milliyetçi partilere de oy vermemeleri gerektiği
mesajı rahatlıkla çıkarılabilir.

Demokratlığı esas alan partileri Demokrat Parti adıyla ele alan
Bediüzzaman Said Nursî, “Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyet’in ‘Memuriyet,
emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.’ kanun-u esasîsine dayanabilir.”
diyerek Demokrat Parti’nin millet ve din lehine icraatlarından dolayı din adına
siyaset yapan partilerin ve milliyetçiliği "İslamiyet milliyeti" olarak anlayan
milliyetçi partilerin Demokrat Parti’ye katılmaları gerektiğini ifade eder. Öte
yandan Demokratların ezan-ı Muhammedî’yi (a.s.m.) neşretmekle on derece kuvvet bulduklarını
ifade ederek Ayasofya Camii’ni de ibadete açmaları ve Risale-i Nur’un serbestiyetini
ilan etmeleri durumunda âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazanacaklarını ve başkalarının
zalimane kabahatlerinin de onlara yüklenmeyeceğini bildirir.40 Bu ifadelerden
dindarların demokratlığı yukarıda zikredilen şekilde anlayan ve uygulayan demokrat
partileri desteklemesi gerektiği sonucuna rahatlıkla varabiliriz. Nitekim Demokrat
Parti içerisinde siyasete girmelerine müsaade ettiği Demokrat Parti üyesi olan talebeleri,
Başbakan’a yazdıkları bir mektupta, neden Demokrat Parti’yi iktidarda tutmaya çalıştığını
sormaları üzerine Bediüzzaman Said Nursî’nin, cevaben “Eğer Demokrat Parti düşse,
ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. Halbuki, Halk Partisi İttihatçıların
bozuk kısmının cinayetleri ve hem Cumhuriyetin birinci reisinin Sevr Muahedesiyle
ve çok siyasî desiselerin icbariyle on beş senede yaptığı icraatının kısm-ı âzamı
tamamıyla eski partiye yüklendiği için, bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi
kat’iyen iktidara getirmeyecek. Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist
kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki, bir Müslüman kat’iyen
komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebîlerle mukayese edilemez.
İşte bunun için, hayat-ı içtimaiye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden
bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’ân ve vatan ve İslâmiyet
namına muhafazaya çalışıyorum”41 dediğini bildirirler.

Bediüzzaman Said Nursî yine “Demokratlara büyük bir hakikati ihtar”
başlıklı bir mektubunda bu vatanda şimdilik Komünizm, ifsat komitesi (Masonluk)
ve İslâm dininde reform yanlısı, dinde hissesi az olan bir kısım siyasiler heyeti
olmak üzere üç tane zararlı cereyanın olduğunu bildirerek bunlardan en zararlısının
ilk ikisi olduğunu, üçüncüsünün ise ancak yüzde hatta binde bir adama zarar verebileceğini
söyler. Nur Talebelerinin evvelki iki cereyana karşı daima Kur’an hakikatlerini
muhafazaya çalıştıklarını ve bu nedenle otuz beş sene siyasetten uzak kaldıklarını;
ancak şimdi mecburiyetle siyasete baktıklarını söyler. Demokratların bu iki zararlı
cereyana karşı Nurculara yardımcı hükmünde olabileceklerini gördükleri için Demokratları
iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfaatine kendimizi mecbur bildiklerini
ifade eder. Onlardan hayır beklemek değil, Demokratlar evvelki iki cereyana karşı
muarız oldukları için dindarları Demokratları desteklemeye davet ettiklerini anlatır.42

Bediüzzaman Said Nursî’nin Demokratları desteklemesinin maddi herhangi
bir hayır (menfaat) için olmadığına dair bir delil de “Demokrat Parti Kongresi’nde
kendisine Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görev verilmesine yönelik teklife” karşı
teşekkür ederek kabul etmez ve “Risale-i Nurların ve Nur talebelerinin şahs-ı manevisinin
bu görevi -kendi şahsına bedel- şimdiye kadar perde altında gayr-ı resmi olarak
yaptığını, inşallah resmî olarak da yapabileceklerini”43 bildirir.

Bediüzzaman Said Nursî, Demokrat Parti iktidarı ile ilişkilerinde,
öncelikle "tek parti döneminde" yapılan yanlışların devam ettirilmemesini tavsiye
etmiş ve aksi halde bunun Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tarafından aleyhlerine kullanılacağını
bildirerek onları uyarmıştır ve İslamiyet lehindeki icraatlarını tebrik edip bu
icraatlarına devam etmesini tavsiye etmiştir.44
Bu istikamette, Risale-i Nurlar aleyhinde devam eden davaların sona erdirilmesi
için dilekçe göndererek müsadere edilen Risalelerin ve Mu’cizeli Kur’an-ı Kerimlerinin
iade edilmesini istemiştir.45

Dindarların serbestiyeti hakkındaki kanunun gecikmesi üzerine, dindar
Demokrat milletvekillerine yazdığı bir mektupta, “Bu vatanı komünizmin istilasından
iman ve Kur’an hakikatlerinin koruduğunu belirterek geciken bu kanunun acilen çıkarılması
suretiyle İslam Aleminin dostluğunu kazanacaklarını”46 bildirmiştir.

Dindarlar üzerinde baskı kurmak ve dindarları sindirmek amacıyla
ortaya çıkarılan irtica propagandaları ile ilgili olarak, kırk seneden beri terkettiği
siyaseti, bu memleketin selameti için terkettiğini belirterek Başbakan Adnan Menderes
ve dindar milletvekillerine gönderilmek üzere yazdığı bir mektupta “irtica adı verilen
İslamiyetin gerçek terakki ve adalet olduğunu ve gerçek irticanın, çok suistimale
ve zulme sebep olan siyasi ve içtimai irtica olduğunu” ve bu gerçek irticanın düsturunun
da insanlığın vahşet ve bedevilik zamanlarındaki “Bir taifeden, bir cereyandan,
bir aşiretten bir ferdin hatâsıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri
mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm edilip bir hatanın binler yapılması ve birlik
ve beraberliğin ve vatandaşlığın yerle bir edilmesi” olan kanun-u esasîsi olduğunu
ve Kur’an’ın bu gibi kanun-u esasilerine irtica namını verenlerin insanlığın vahşet
ve bedevilik zamanındaki kanun-u esasisi olan yukarıdaki gerçek irticayı esas alan
bedbahtların siyasetinin bir dayanak noktasının “Cemaatin selâmeti için fert feda
edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin
selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz” düsturu olduğunu ve “birtek câni yüzünden
bir köyü mahvetmekle bin mâsumun hakkını nazara almayan, bir tek câninin yüzünden
bin adamın kılıçtan geçmesini caiz gören, bir adamın yaralanmasıyla binler mâsumu
sıkıntıya verdiren ve iki yüz adamın kurşuna dizilmesini o bahaneyle nazara almayan”
anlayışın insanlığı Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nda vahşiyane zulümlere düşürdüğünü
bildirerek, siyasette bu prensibin yerine Kur’an’ın bir kanun-u esasisi olan “Birisinin
günahıyla başkası mesul olmaz” (En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi,
35:18; Zümer Sûresi, 39:7) ayetinin esas alınmasını istemiştir. Eğer bu kanun-u
esasi, siyasette çabuk düstur-u esasi yapılmazsa “hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin
iki Harb-i Umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle, esfel-i sâfilîn olan o vahşî
irticaa düşeceğini” bildirmiştir.47

Başbakan Adnan Menderes ile yüz yüze görüşmek istemekle beraber
vaziyetinin müsade etmemesi nedeniyle kendi bedeline başbakanla görüşmesi maksadıyla
yazdığı bir mektupta “Şimdiki siyaset-i hâzırada particilik taraftarlığıyla, bir
câninin yüzünden pek çok mâsumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti
yüzünden taraftarları veyahut akrabaları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip,
bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara
dokundurup kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor. Bu ise, hayat-ı
içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir. Ve hariçteki düşmanların parmak
karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır’daki hissedilen hadise
ve buhranlar bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil;
bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nisbetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa
pek dehşetli olur.” diyerek bu probleme karşı İslâmiyet’in bir kanun-u esasî olan
“Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mesul olamaz” mealindeki ayete
göre hareket edilmesi gerektiğini ifade eder

Yine aynı mektupta “Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp bir hâkimiyet
ve müstebidâne bir mertebe tarzına getirdiğinden, abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak
gibi, adalet, adalet olmaz, esasiyle de bozulur. Ve hukuk-u ibad da zîr ü zeber
olur. Hukuk-u ibad, hukukullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin. Belki nefsanî
haksızlıklara vesile olur.” diyerek CHP’nin bu yöndeki politikalarının aksine olarak
İslâmiyet’in diğer bir kanun-u esasîsi olan “Kavimlerin efendisi onlara hizmet edendir”
hadis-i şerif’ine göre hareket etmelerini bildirir ve “Cenab-ı Hak sizleri İslâmiyet
lehindeki hizmetlerinizde muvaffak ve mezkûr tehlikelerden muhafaza eylesin diye
ben ve Nurcu kardeşlerimiz, yapacağınız hizmete ve mezkûr hakikati kabul etmenize
mukabil dua etmeye karar vereceğiz” der. Bu mektupta son olarak “Mü’minin mü’mine
bağlılığı, parçaları birbirini tutan bina gibidir” hadis-i şerif’ine göre “hariçteki
düşmanların tecavüzlerine karşı, dahildeki adâveti unutmak ve tam tesanüd etmek
gerektiği”ni söyleyerek partizanlık yapmamalarını tembihler. Bu mektubun haşiyesinde
ise “Eskilerin lüzumsuz keyfî kanunları ve su-i istimalleri neticesinde, belki de
tahrikleriyle zuhur eden Ticanî meselesini dindar Demokratlara yüklememek ve âlem-i
İslâmın nazarında Demokratları düşürmemenin tek çaresinin Ezan-ı Muhammedî’yi aslına
çevirerek kendi kuvvetlerinden on derece fazla kuvvet kazandıkları gibi, Ayasofya
Camisi’nin de aslına yani camiye çevrilmesi ve tüm İslâm aleminin hüsn-ü kabulünü
kazanmış olan Risale-i Nurların resmen serbestliğinin ilan edilmesi” olduğunu söyler.48

Nitekim bu uyarılar neticesinde Demokratların Risale-i Nurların
neşrine müsaadekâr olmaları ve Risale-i Nurların men edilmesine dair zulümleri yapmadıklarından
Risale-i Nurlar Ankara’da matbaalarda basılmaya başlanmış ve müsadere edilen Risale-i
Nur mecmuaları iade edilmiştir.49

Bediüzzaman Said Nursî’nin talebeleri Millî Eğitim Bakanı Tevfik
İleri’ye yazdıkları bir mektupta Erzurum’da Atatürk Üniversitesi’nin kurulmasını,
“Osmanlı devleti zamanında ve Cumhuriyet Hükümeti tarafından açılması için ödenek
ayırdıkları Medresetüzzehra projesinin gerçekleşmesi olarak gördüğünü ve hem hükümeti
hem de bakanı bu icraatları sebebiyle tebrik ettiğini” bildirirler. Daha sonra bir
gazetecinin, Bediüzzaman Said Nursî’nin bu üniversitenin kurulmasına karşı çıktığı
yönündeki iddialarına karşı bir tekzip gönderirler ve bu üniversiteye çok ihtiyaç
olduğunu ifade ederler.50

Risale-i Nur’un mahkemeleriyle alâkadar işlerini takip için tevkil
ettirdiği talebelerinden Mustafa Sungur bazı mebuslara gönderdiği mektubunda “Reisicumhura
ve Başvekile hitaben, onları bu meseleden tebrik eden Üstadımızın yazısında denildiği
gibi, Şark Darülfünunu âlem-i İslâmın bir nevi merkezinde olarak beyne’l-İslâm medar-ı
iftihar bir makam kazanacaktır. O vilâyetlerde medfun çok aziz ve mübarek binlerle
ulema ve ârifin, şühedâ ve muhakkikîn ecdatlarımızın mâzideki pek kıymetli ve kudsî
hizmet-i dîniyeleri, mânevî, bâkî hasletleri bu darülfünunla dahi tecessüm ederek
vazife-i imaniyelerini daha geniş bir sahada yapacaklardır. Şark Üniversitesi’nin
bir nevi programı olmaya lâyık üssü’l-esas dersi ise, Kur’ân-ı Hakîmin hakaik-i
imaniyesini tefsir eden ve bütün meselelerini, fünun-u akliye ile ve delâil-i mantıkıye
ve müsbete ile tesbit ettiren ve mâkulâtla ders veren Risale-i Nurdur ki, yeni asrın
üniversitelerinde ve mekteplerinde okutulmaya şâyandır.” diyerek Bediüzzaman Said
Nursî’nin hem bu üniversitenin kurulmasını tebrik ettiğini hem de İslâmî ve Kur’anî
hakikatleri akla ve mantığa uygun olarak ispatlayan Risale-i Nurların da bu üniversitelerde
ders olarak okutulmasını istediğini bildirir.

Demokrat Parti ve Adnan Menderes’e olan desteğini her vesileyle
ifade eden Bediüzzaman Said Nursî, Adnan Menderes’in, Konya’daki nutkunun basın
tarafından yanlış aksettirilmesi üzerine yaptığı açıklamanın bir kısmını eserlerine
de dahil etmiştir.51

Bediüzzaman Said Nursî’nin en büyük gayretlerinden biri de İttihad-ı
İslâm’a vesile olacak olan Medresetüzzehra projesinin gerçekleşmesi için siyasileri
teşvik etmesidir. Nitekim Demokrat Parti iktidarında imzalanan Bağdat Paktı sebebiyle
Başbakan Adnan Menderes ve Celal Bayar’a yazdığı tebrik mektubunda, hem Hindistan,
hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında bulunan Anadolu’da
Van Bitlis ve Diyarbakır’da kurulacak olan Medresetüzzehra’nın Türkçe, Arapça ve
Kürtçe dilleriyle vereceği hem din ilimleri hem de fen ilimleri eğitimi ile hem
Ortadoğu barışını, hem İslam aleminin birliğini hem de Avrupa ile İslam alemi arasındaki
barışçıl ilişkiyi sağlayacağını belirterek hem Osmanlı Devleti’nin hem de Cumhuriyet
hükümetinin bu projeye maddî kaynak ayırmasına rağmen gerçekleşmeyen bu projeye
sahip çıkmalarını ve kurulacak olan bu medreselerde hakaik-i İslâmiye ve Kur’aniyeyi
aklen ve mantıken tüm dünyaya ispatlayan Risale-i Nur’un da resmen okutulmasına
çalışmalarını istemiştir.52

Bediüzzaman Said Nursî, Başbakan Adnan Menderes, İçişleri Bakanı
Namık Gedik ve Tevfik İleri’yi ziyaret için Ankara’ya gider ve onlara şu hakikati
söyler: “Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyet’e ciddî taraftar
Dahiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyet’in kahramanı olan Adnan Bey’e
ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki: Hem Demokrata ezan-ı
Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar
olmak ve âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek
için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu
mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i
görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı
için başka yere gitmedim. Hem Risale-i Nur, Kur’ân’ın kanun-u esasiyesiyle bütün
Anadolu ve vilâyât-ı şarkiyede âsâyişi temin eden Risale-i Nur’un 500 bin nüshası
komünistliği susturduğu gibi, âsâyişi temin ettiğine bir delili budur ki: On küsur
sene evvel Afyon Müdde-i Umumîsi ‘600 bin fedakâr talebesi var; 500 bin nüsha Risale-i
Nur’dan neşretmiş. Belki âsâyişe zarar gelir’ dedi. Ona karşı Said demiş ki: ‘Mâdem
600 bin fedakâr talebesi var. Bu on beş senedir bana bu kadar zulmediliyor. Bir
tek vukuatı hiçbir zabıta ve mahkeme gösteremedi.’ Said’den işitmişler ki, ‘Benim
yüz ruhum olsa âsâyişe feda ediyorum.’ Onun için ‘Bir kişinin günahı sebebiyle başkası
muaheze ve mesul olamaz’ kanun-u esasiyesiyle, beş câni yüzünden doksan mâsuma zarar
gelmemek, bir câni yüzünden on mâsum çoluk çocuk, peder ve validelerine zulmetmemek
için, Risale-i Nur iman hizmetiyle beraber âsâyişi tamamıyla temin edip herkesin
kalbinde fenalığa karşı bir yasakçı bırakıyor. Ben de bin ruhum olsa, Kur’ân’ın
bu kanun-u esasiyesine feda ettiğimi Tarihçe-i Hayat ispat ediyor ve meydandadır.
Ve mahkemeler de kabul etmişler.”53

Son olarak, vefatından önce talebelerine yazdığı en son mektupta
“Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim veyahut bütün
bütün konuşmaktan -bazan men olduğum gibi- men edileceğim. Onun için benim Nur âhiret
kardeşlerim, ‘ehvenüşşer’ deyip bazı biçare yanlışçıların hatâlarına hücum etmesinler.
Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil… Çünkü dahilde hareket
menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az
müsaadekârdır; ‘ehvenüşşer’ olarak bakınız. Daha ‘âzamüşşer’den kurtulmak için,
onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.”54 diyerek bazı
yanlışlarından dolayı Demokratlara ilişilmemesini ve Risale-i Nur’a zarar vermeyip
neşrine müsaade etmeleri sebebiyle onlara yardım edilmesini istemiştir.

Ancak buradaki “Demokratlar” mutlak manada “Demokrat Parti” olarak
anlaşılmamalıdır. Çünkü, Bediüzzaman Said Nursi “Demokratlık”ın ne anlama geldiğini
yukarıda da anlatıldığı gibi izah etmiştir. Zaten Nur talebelerinin arasında “Demokratlar”ın
desteklenmemesi gerektiğini iddia eden kimse yok. Sorun, gündemdeki partilerin hangisinin
“Demokratlar” olduğunun tespitindedir. Dolayısı ile Nur talebeleri önyargısız olarak
bir araya gelmeli ve gündemdeki partilerin hangisinin gerçek anlamda “Demokratlar”
olduğunu tespit ederek ortak hareket etmelidirler.

Sonuç olarak Bediüzzaman Said Nursî’nin Üçüncü Said Dönemi’ndeki
eserlerine göre Risale-i Nur hizmetinin esasları, Eski Said ve Yeni Said Dönemlerindeki
hizmet esaslarının imtizacının neticesi olup şöyle özetlenebilir:

1. Eski Said ve Yeni Said ve Üçüncü Said Dönemlerinin tüm eserlerini
içeren Risale-i Nur Külliyatı matbaalarda basılmalı, ve bu eserlerde aklen ve mantıken
doğruluğu ispatlanan imanî ve Kur’anî hakikatler Nur Talebeleri tarafından sürekli
olarak hem evlerinde hem de her bir hizmet mahallinde açılacak olan dersanelerde
çoluk çocuklarıyla ve komşularıyla birlikte okunmalı hem de başta Anadolu olmak
üzere İslam aleminde ve tüm dünyada neşredilmelidir.

2. Başta bu hizmetin en ön cephesinde olanlar olmak üzere bütün
Nur Talebeleri, Bediüzzaman Said Nursî’nin “insanlardan istiğna” düsturuna riayet
ederek ihlâs-ı hakikî ile imanın kurtarılmasına hizmet etmelidirler.

3. Nur Talebeleri, aralarındaki meşrep farklılıklarını ayrılığa
ve kuvvetin dağılmasına sebep etmemelidirler.

4. Nur Talebeleri, diğer cemaatlerin ve dinî şahsiyetlerin farklı
olan hizmet tarzlarını tenkit etmeden; Risale-i Nur hizmeti ile ilgili olarak diğer
cemaatler ve dinî şahsiyetler tarafından itiraz edilen hususlar, onlara nezaketle
izah edilmeli ve kendi mesleklerinin muhabbeti ile hizmetlerine devam etmelidirler.

5. Nur Talebeleri, bütün kuvvetleriyle asayişi muhafaza etmek için
çalışmalı ve başta Anadolu olmak üzere, Ortadoğu, Kafkaslar ve tüm dünyada barışın
tesisine çalışmalıdırlar.

6. Nur Talebeleri, siyasette mutlak surette “Demokratlar”ı destekleyerek
onların iktidarda kalmasına çalışmalıdır. Ancak hangi parti iktidara gelise gelsin,
iktidar partisini İslamî konularda yanlışlardan sakındırmaya ve başta Risale-i Nur’daki
hakikatlere uymaları veya en azından taraftar olmaları olmak üzere, hem memleket
hem âlem-i İslam hem de tüm dünya yararına icraatlar yapması konusunda teşvik etmelidirler.

Öz

Bu makalede “metot olarak” Bediüzzaman Said Nursi’nin Üçüncü Said
Dönemi’nde telif edilen eserler olan Tarihçe-i Hayat’ın Afyon hapsinden sonraki
kısmı, Emirdağ Lahikası’nın Afyon hapsinden sonraki dönemde telif edilen ikinci
kısmı; yine bu dönemde telif edilen On Beşinci Şua ve Nur Aleminin Bir Anahtarı
taranarak bu döneme ait hizmet esasları tespit edilmeye çalışılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Risale-i Nur hizmeti, Üçüncü Said, siyaset,
müsbet hareket, cemaatler, Demokrat Parti

Abstract

In this article, the principles of service, as the method, in Bediuzzaman
Said Nursi’s The Third Said period are analysed, by surveying the works of this
period like the part after Afyon imprisonment in “Bediuzzaman Said Nursi” (Tarihce-i
Hayat), and the second part of “The Supplement of Emirdag” (Emirdag Lahikasi) which
was published after Afyon imprisonment, Fifteenth Ray and “A Key to the World of
Light”.

Key Words: Risale-i Nur Service, The Third Said, politics, positive
action, congregations, Democratic Party

Dipnotlar

1. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 525.

2.

http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Kulliyat&SubSection=TelifKronolojisi

3. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 587.

4. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 298.

5. A.g.e., s. 299.

6. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 338.

7. Age., s. 342.

8. A.g.e., s. 343-346.

9. A.g.e., s. 291.

10. A.g.e., s. 296.

11. A.g.e., s. 301.

12. A.g.e., s. 303.

13. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 311-314.

14. A.g.e., s. 406.

15. A.g.e., s. 409.

16. A.g.e., s. 442.

17. A.g.e., s. 433.

18. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 459.

19. Age., s. 290

20. Age., s. 316

21. Age., s. 291

22. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 303.

23. A.g.e., s. 353.

24. A.g.e., s. 388.

25. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 451.

26. A.g.e., s. 452

27. A.g.e., s. 455

28 A.g.e., s. 455.

29. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 285.

30. A.g.e., s. 288.

31. A.g.e., s. 297.

32. A.g.e., s. 375.

33. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 456.

34. A.g.e., s. 457.

35. A.g.e., s. 386.

36. A.g.e., s. 386.

37. Bediüzzaman Said Nursi, Beyanat ve Tenvirler, Yeni Asya
Neşriyat, 1994, 161-162.

38. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 386.

39. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 387.

40. A.g.e., s. 387.

41. A.g.e., s. 422.

42. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 423-424.

43. A.g.e., s. 426

44. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 553.

45. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 286, 295.

46. A.g.e., s. 309.

47. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 1994, s. 319-320.

48. A.g.e., s. 393-396.

49. A.g.e., s.431.

50. A.g.e., s. 393-396.

51. A.g.e., s. 418.

52. A.g.e., s. 437-440.

53. A.g.e., s. 449-450.

54. A.g.e., s. 458.