Adventure that Carried The Old Said to The New Said and The Third Said

Giriş

“Eski Said” ya da “Yeni Said” deyimleri Bediüzzaman’ın hayatında
birbirinden farklı dönemlerin olduğunu gösterir. Zira “Eski Said” deyimi, Bediüzzaman’ın
Rusya’da geçirdiği esaretten sonra 1918 yılında İstanbul’a gelmesiyle birlikte başlayan
ve 1921 yılının son aylarına kadar devam eden1 “ruhi inkilab”tan önceki hayatını
sembolize eden bir deyimdir. Bediüzzaman, Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde, yaklaşık
45 yaşlarında iken bir dönüşüm yaşadığını, Eski Said’den Yeni Said’e (İkinci Said)
dönüştüğünü sıklıkla ifade eder. Bununla birlikte bu geçiş ve dönüşümün tarihini
tam olarak tespit etmek oldukça zordur. Ama yine de geçiş dönemi tarihinin 1921
olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Nitekim Bediüzzaman Ankara hükümeti tarafından Ankara’ya davet edilişini
yedinci ricada anlatırken şöyle diyor: “Bir zaman ihtiyarlığın başlangıcında Eski
Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına inkılap ettiği hengâmda, Ankara’daki
ehl-i dünya, beni Eski Said zannedip oraya istediler; gittim…”2 Bediüzzaman’ın
Ankara’ya çağrılışının 1922 senesinin sonları olduğunu düşündüğümüzde Yeni Said’in
dönüşümünün bu tarihten önce olduğu anlaşılmaktadır.

Yine 1921 Ekim’inde telif edilen Lemeat adlı eseri için daha sonra
yazdığı bir mektupta: “Hem her iki Said’in iştirakiyle, bir tek Ramazan’da iki hilal
ortasında telif edilen ve kendi kendine ihtiyarım haricinde bir derece manzum şeklini
alan ve İşârâtü’l-İcâz kıt’asında ve elli, altmış sayfa bulunan Türkçe olarak Lemeât
namındaki risale dahi Risale-i Nur’a girebilir”3 şeklinde ifadeler kullanması geçiş
döneminin 1921’e rastladığını göstermektedir. Diğer taraftan, 23. Söz’de kendisini
Yeni Said’e döndürmüş olan bir temsili hikâyecikten söz etmekte ve bu vakayı ömrünün
45. yılında gördüğünü söylemektedir. Bu da 1922’ye denk gelir. Anlaşılıyor ki, Yeni
Said döneminin başlangıcı 1921 senesinin güz mevsimidir.

1921’in sonu itibariyle başlayan Yeni Said dönemi de Afyon hapsinden
hemen sonraki (1948-1949) zamana kadar sürmüştür. Bu tarihten sonra Bediüzzaman’ın
tamamen târik-i dünya ve talib-i ahiret bir halet-i ruhiyeye bürünmüş bir şekilde
Üçüncü Said olarak yeni bir döneme girdiğini söylemek mümkündür.4 Ancak şurası bilinmelidir
ki, Eski Said’in Yeni Said’e ve Yeni Said’in Üçüncü Said’e dönüşmesi bir olgunluk
ve bir ruhsal seyir ifade eder. Başka bir deyişle, Eski Said’i Yeni Said’den ve
Üçüncü Said’den ayıran en büyük özellik, kuşkusuz Bediüzzaman’ın sadece maddi ve
sosyal hayatında görülen bir takım değişiklikler değildir. Eski Said’i Yeni Said
ve Üçüncü Said’den ayıran en önemli özellik ruhî ve kalbî, yani manevî inkişaflardır.

Ancak Eski Said’in hayatı, bazılarının zannedebileceği gibi, amaçsız
ve hedefleri belli olmayan alelade bir siyasî hayat değildir. Onun hayatı Osmanlı
Devleti’nin son dönemlerine rastladığı için büyük sıkıntılar ve karmaşık olaylarla
doludur. Bu açıdan, Eski Said’in hayatında görülen temel vasıflar, Osmanlı’nın son
karmaşık döneminden bir takım özellikler taşımaktadır. Eski Said’in hayatının bir
kısmı “istibdat” dönemi diye adlandırılan II. Abdülhamit devrine, bir kısmı da hürriyetin
ilanından sonraki döneme (1908), yani İttihat ve Terakki dönemine rastlamaktadır.
İstibdadın tüm engellemelerine, içten ve dıştan gelen tüm baskılara rağmen çok faal
ve düşünen bir kafa yapısına sahip olan Eski Said, öncelikle cehalete, fakirliğe
ve tefrikaya karşı büyük mücadeleler vermiştir. Genelde Osmanlı ülkesinin, özelde
de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun fakirlikten kurtulması için büyük gayretler göstermiştir.
Diğer taraftan, Batı’nın meydan okumalarına ve felsefi teorilerine karşı, Kur’an
ve Sünnet’i savunur nitelikte çok kıymetli ve gerekli düşünceler üretmiş ve bu düşüncelerini
o günkü gazetelerde yayınlatmayı başarmıştır. Nihayet 1921’in son baharında Eski
Said dönemi sona ermiş ve Yeni Said dönemi başlamıştır.

Yeni Said dönemi de yaklaşık 1949 ile 1950 yıllarında sona ermiş
ve Bediüzzaman bu tarihten sonra Üçüncü Said hayatını yaşamıştır. Bu dönem T.C.
hükümetinin serbest seçim ve demokrasiye geçmeye karar verdiği bir dönemin başlangıcıdır.
Bu tarihlerde Risale-i Nur davasının omurgasını oluşturan temel eserler telif edilmiş,
hapishane dönemi sona ermiş; artık deyim yerindeyse, Risale-i Nur davasının meyvelerini
hasat etme zamanı yaklaşmıştı. Kuşkusuz, başarıya ulaşmış bir dava adamının davası
dünyevi menfaatlere alet edilebildiği için Bediüzzaman’ın bunu hazmetmesi mümkün
değildir. Davasının meyvelerini toplayacak böyle nazik bir dönemde, şan, şöhret
ve riyadan şiddetle kaçınan Bediüzzaman ihlâsı şiar edinen Yeni Said’le yetinmeyerek
azamî ihlâsa ve azamî takvaya sarılmış ve Afyon hapsinden sonra Üçüncü Said dönemini
başlatmıştır.

Bu dönemdeki mektuplarında “Manevi canipten gelen bir ihtar; cevap
manevi canipten geldi…” şeklindeki ifadelere daha sık rastlamak mümkündür. Nitekim
Emirdağ’da olduğu sıralarda maddi ve manevi canipten kendisine sorulan bir soru
ve bu soruya verdiği cevap, Üçüncü Said’e geçiş döneminin gerekçesini açıkça ortaya
koymaktadır:

Sual: Neden, ne dâhilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa
siyasetli cemaatlere hiçbir alaka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirtlerini
mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men ediyorsun? Hâlbuki eğer temas etsen
ve alakadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip parlak hakikatlerini
neşredeceklerdi; hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.

Elcevap: Bu alakasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin
esası olan ihlâs bizi men ediyor. Çünkü bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane
mefkûreler sahibi her şeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta dinini ve uhrevi harekâtını
da o dünyevi mesleğe bir nevi alet hükmüne getiriyor. Hâlbuki hakaik-i imaniye ve
hizmet-i Nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye alet olamaz. Rıza-ı İlahiden başka
bir gayesi olamaz. Hâlbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında
bu sırr-ı ihlâsı muhafaza etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkülleşmiş. En iyi
çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.”5

Eserleri

Eski Said, Muhakemat (Arapça Saykalü’l-İslam veya Reçetetü’l-Ulema),
Münazarat (Arapça, Reçetetü’l-‘Avam), Talikat (Arapça Mantık), el-Hutbetü’ş-Şamiyye
(Arapça), Şua’at, Rumuz, İşarat, Tulu’at, Sünuhat, Devaü’l-Ye’s, Hutuvat-ı Sitte
(Arapça ve Türkçe) Türkçe Muhakemat, Türkçe Münazarat, Nutuk, Divan-i Harb-i Örfi,
İşaratü’l İ’caz (Arapça) ve Leme’at gibi eserler telif etmiştir. “El-Mesneviyyu’l-Arabiy’un-Nuri”
adlı Arapça eserini de Eski Said’ten Yeni Said’e geçiş döneminde telif etmiştir.

Müellifin kendisi, Arapça olarak telif ettiği Muhakemat, Münazarat
ve el-Hutbetü’ş-Şamiyye gibi eserlerini sonradan Türkçeye tercüme etmiştir. İşaratü’l
İ’caz ve Mesnevi’yi de küçük kardeşi Abdülmecid’e tercüme ettirmiştir. Fakat Muhakemat,
İşaratü’l İ’caz ve Lema’at, konuları ve ihtiva ettikleri ilimler açısından diğerlerinden
farklıdırlar. Yeni Said, Eski Said’in en son eserinin Lema’at olduğunu, İşaratü’l-‘İcaz’ın
Risale-i Nur’da mühim bir mevki işgal ettiğini, Lema’at ve Talikat’ın birer şaheser
olduğunu ifade etmiştir.6

Eski Said’in eserlerini incelediğimiz zaman, ağırlıklı olarak siyasi
ve içtimai derslerin işlendiğini görebiliriz. Kuşkusuz o dönemin en çok konuşulan
konuları, hürriyet, adalet, müsavat, meclis-i mebusan (millet meclisi), gayri Müslimlerin
(zimmîlerin) statüleri ve yönetime katılmaları, ittihad-ı İslam ve meşveret gibi
konulardı. Bu açıdan bakıldığında, Eski Said’in eserleri, her zaman sosyal yönü
ağır basan çözümler üretmektedir. Başka bir ifadeyle, bu dönemdeki eserlerinde hâkim
olan birinci gündem maddesi, genelde İslam dünyasının, özelde Osmanlı coğrafyasının
insanlarının problemlerine çözüm getirme çabasıdır. Münazarat, Hutbe-i Şamiye ve
Sünuhat adlı eserleri ve diğer makaleleri bu çabanın güzel bir örnekleridir.

Sözler, Mektubat, Lem’alar ve Şualar adlı Risale-i Nurun büyük mecmuaları
hep Yeni Said döneminin şaheserleridir. Bediüzzaman Üçüncü Said döneminde hissiyat
ve mefkûresini talebelerine yazdığı mektuplarda ifade etmiştir. Bu mektuplar Emirdağ
Lahikaları adı altında neşredilmişlerdir.

Denilebilir ki, Bediüzzaman’ın hayatı ve bütün eserleri bir bütündür.
Onun hayatında birbiriyle çelişen bir dönem olmadığı gibi eselerinde de birbiriyle
çelişen hiçbir yön yoktur. Onun yazdığı her eserin kendi makamında bir riyaseti
vardır. Eski Said döneminde yazılmış kitapların özellikle içtimai ve siyasi alanlarda
önceliği varken, Yeni Said döneminde yazılmış olanların ise, iman merkezli olması
sebebiyle bu makamda önceliği vardır. Nitekim Bediüzaman’ın Eski Said döneminde
yazdıklarının bütünü de Risale-i Nur külliyatı’ndandır. Yani Yeni Said ve Üçüncü
Said Eski Said’i destekler; onun eserlerini gözden geçirip tashih ettikten sonra
yayınlar. Lafızlardaki ayırım sadece kemale doğru giden bir süreci ifade eder.

Bediüzzaman’ın kendisi bu konuya temasla şöyle der: “Gazetelerde
neşrettiğim umum hakikatte nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden
Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i Şeriatla davet olunsam, neşrettiğim hakaiki
aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatının modasına göre bir libas giydireceğim.
Şayet müstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukala mahkemesinden tarih
celpnamesiyle celp olunsam, yine bu hakikatleri, tevessü ve inbisat ile çatlayan
bazı yerlerini yamalamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim. Demek hakikat
tahavvül etmez; hakikat haktır.”7

Siyasal Hayatı

Eski Said, yaşadığı dönemlerde siyasal iktidarları yakından takip
etmiştir. Osmanlı devlet yapısını yakından tanımak istediği için devlet bürokrasisinde
görev alan üst düzey yetkililer, gençliğinden beri onun dikkatini çekmiş, onlarla
yakından ilgilenmiştir. Bitlis ve Van’da bulunduğu sıralarda Bitlis Valisi Ömer
Paşa ile Van Valisi Tahir Paşa ile çok yakın ilişki içinde olması bunun açık bir
delilidir.

Ancak nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, Yeni Said döneminde
olduğu gibi Eski Said döneminde de Bediüzzaman’ın konumu hep muhalefet ve uyarıcılık
olmuştur. O hiçbir zaman bir ikbal veya dünyevi bir menfaat için devlet ricaliyle
ilişki kurmamıştır. Bu yüzden Osmanlı padişahı dâhil tüm devlet erkânını ağır bir
dille eleştirme cesaretini gösterebilmiştir. 1908 II. Meşrutiyet devriminden sonra
kurulan olağanüstü mahkemelerde söylediği “Şeriatın bir tek hakikatine bin ruhum
olsa feda etmeye hazırım”,8 ”Şeriata uymayan padişah da olsa hayduttur” ve “eğer
meşrutiyet (demokrasi) bir zümrenin istibdadından ibaret ise ve hilaf-i şeriat hareket
ise, bütün cinler ve insanlar şahit olsun ki, ben mürteciyim”9 şeklindeki sözleri
o konudaki cesaretini ve iktidara karşı ne denli muhalif olduğunu açıkça göstermektedir.

Eski Said istikbalde İslam dünyasını etkileyecek iki önemli hadiseyi,
ön sezgileriyle haber vermiş ve bu hadiselere karşı hazırlıklı olmaya çalışmıştır.
Bunlardan birisi, İslam dünyasını etkileyen genel ümitsizliğe rağmen Eski Said “İstikbalde
büyük bir nur görüyorum” diye müjde vermesidir.10 Gerçekten de, bir kısım çağdaşlarının
tersine Eski Said’de büyük bir ümit hâkimdi. 1911 yılında Şam Emevi camisinde okuduğu
meşhur hutbesinde (Hutbe-i Şamiye), İslam dünyası ve Müslümanların geleceğiyle ilgili
olarak beslediği umutları dile getirmiştir. İstikbalde Müslümanları etkileyecek
olan ikinci hadise ise, bazı dahi siyasilerin ve harika ediplerin hissettikleri
gibi Eski Said de bir hadis-i şerifin manasından yola çıkarak ”İstikbalde çok dehşetli
bir istibdat hükmedecek” diye endişelerini dile getirmesidir. Daha sonra Yeni Said
döneminde, “Eski Said’in istibdat dönemini, vukuundan elli sene önce haber verdiğini”
ifade edecektir.11

Eski Said, gelecekte İslam dünyasını olumsuz yönde etkileyeceğini
düşündüğü bu dehşetli istibdat ve yıkıma karşı çareler üretmeye başlamıştır. “meşrutiyet-i
meşrua” ve “hürriyet-i Şer’iyye” ekseninde geliştirdiği düşünceler ve vurgu yaptığı
konular, hep İslam’ın geleceği için hazırlanan planın parçalarıdır. Ancak Yeni Said,
Eski Said’in olaylara bakış açısının doğru olduğunu, fakat haber verdiği müjdenin
ve istibdat uyarısının tevile muhtaç haberler olduğunu dile getirmiştir.12

Eski Said, hayatı boyunca kendi deyimiyle “ağır rahnelere maruz
kalan İslâm”ı yeniden canlandırma ve onu eski mecrasına koyma çabası içinde olmuştur.
Bu işi yaparken başvurduğu en önemli vasıtalardan birisi siyasettir. Yalnız Eski
Said’in tek amacı siyaseti dine alet ve hizmetkâr yapmaktan ibarettir. Esasen amacının
ne olduğunu, Yeni Said döneminde yazdığı birçok ifadelerinden anlamak mümkündür.13
Yeni Said döneminde Başbakanlığa, Adalet Bakanlığına ve İçişleri Bakanlığına yazdığı
bir dilekçede “Bitlis vilayetinin Nurs köyünde doğan ben…” diyerek gençliğinden
itibaren Ankara hükümetinin teklifi üzerine Ankara’ya gelişine kadarki hayat hikâyesini
özetledikten sonra şöyle der:

“Buraya kadar geçen hayatım bir vatanperverlik hali idi. Siyaset
yoluyla dine hizmet hissini taşıyordum. Fakat bu andan itibaren (Ankara’ya gelişinden
sonra) dünyadan tamamen yüz çevirdim ve kendi ıstılahıma göre ‘Eski Said’i gömdüm.
Büsbütün ahiret ehli ‘Yeni Said’ olarak dünyadan elim çektim. ‘Şeytandan ve siyasetten
Allah’a sığınırım’ düsturuyla kendi ruhi âlemime daldım.”14

Eski Said’in Vakarı ve İlmî Gücü

Kuşkusuz Eski Said’in ilmi gücü ve kafa yapısı farklıdır. Onun çok
güçlü bir ilme sahip olduğunu, bu bilimsel gücü sayesinde “müz’ic ve acaib”15 sorulara
cevap verebildiğini, hatta bu sayede siyasal olayları yorumlama yeteneğine sahip
olduğunu biliyoruz. Bu yüzden Yeni Said, şahit olduğu bazı üzücü olaylar karşısında
veya kendisine bazı siyasi sorular sorulduğunda, ya hiç ilgilenmiyor, ya da muvakkaten
Eski Said’in kafasını kullanarak cevap vermeye çalışıyor.

Diğer taraftan Eski Said şiddetli ve damara dokunduracak bir şekilde
konuşur, ülkenin siyasal olaylarına karşı kayıtsız kalmadığı için de, İslam’a yapılan
saldırıları cevapsız bırakmazdı. Başka bir deyişle, dine saldırılar söz konusu olduğunda
Eski Said’in konuşmalarına bir “meydan okuma” tarzı hâkim olurdu.

Üçüncü Said döneminde, Emirdağ Lahikası’nda yazdığı bir mektupta,
Müslümanlara "irticacı" diyenlere verdiği cevapta şunları ifade ediyor: “Gazeteleri
dinlemediğim halde bir iki senedir ‘irtica ile itham’ kelimesi mütemadiyen tekrar
edildiğini görüyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, katiyen gördüm ki,.. Avrupa’nın
dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak ‘irtica’ damgasını
vurup onları memlekette zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir
haksızlıktır.”16

Yine bazı üniversitelerin, “Anadolu’da din lehinde kuvvetli bir
cereyan vardır. Onlara da solcular gibi meydan vermeyeceğiz” şeklinde karar almaları
üzerine Üçüncü Said şunları söylüyor: “Bu mesele münasebetiyle meslek ve meşrebime
muhalif olarak bir iki dakika Eski Said’in kafasını başıma alarak diyorum ki. Küfür
ile imanın ortası yoktur. Bu memlekette İslamiyet’e karşı komünist mücadelesi ortası
olamaz. Sağ ve sol, ortası, üç meslek icap ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler
hakları var: “sağ İslamiyet, sol komünistlik, ortası Nasraniyet” diyebilirler.”17
Yine 16. Mektub’un başında “Neden siyasetten çekildin” şeklindeki bir soruya verdiği
cevapta Yeni Said “Bu soruya Yeni Said lisanıyla değil, bilmecburiyye Eski Said
lisanıyla cevap veriyorum”18 diyor ve oldukça sert bir üslup kullanıyor.

Eski Said’de açıkça görülen yüksek bir vakar ve bir izzet-i ilmiye
vardı. Bediüzzaman, Yeni Said ve Üçüncü Said dönemlerinde bu yüksek seviyedeki vakar
ve izzetini, iman ve Kur’an hizmeti için muvakkaten bırakmıştır. Nitekim onun yanlışlara
karşı sustuğunu hiçbir zaman göremeyiz. Eski Said, “idare-i maslahat” yolunu tutup
muhalifleriyle, özellikle de İslam’a saldıran insanlarla uzlaşmak gibi bir hayat
tarzını benimsemediği gibi, sonucu ne olursa olsun muhatabının yanlışını edebî bir
üslupla yüzüne vurmayı her zaman uzlaşmaya tercih etmiştir.

Nitekim Divan-i Harb-i Örfi mahkemelerinde, 31 Mart hadisesi münasebetiyle
şeriatı istemekle suçlananlar Beyazıt meydanında asılırken Eski Said mahkeme reisinin
yüzüne karşı şöyle haykırıyor: “Şeriatın bir tek hakikatine bin ruhum olsa feda
etmeye hazırım. Zira şeriat sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir…. Ahirete
kemal-i iştiyak ile müheyyayım (hazırım). Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım.”19
Yine tımarhaneden sonra gözetim altında iken, Zaptiye Nazırı Şefik Paşa’nın, padişahın
selamıyla birlikte otuz lira maaşı kendisine teklif ettiğini naklederken şöyle diyor:
“Ben maaş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim,
milletim için geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz rüşvettir ve hakk-ı sükûttur.
Nazır ‘iradeyi red ediyorsun, irade ret olunmaz’ dedi. Cevaben dedim: Reddediyorum,
ta ki, padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyleyeyim. Nazır, ‘neticesi
vahimdir’ dedi. Cevaben dedim: neticesi deniz de olsa geniş bir kabirdir. İdam olunsam
bir milletin kalbinde yaşayacağım.”20

Yine 28. Mektup’ta, Yeni Said döneminde namaz kıldığı camiye baskın
yapan hükümet memurları ve jandarmanın bu çirkin hareketlerini değerlendirirken
“bilmecburiyye dört noktayı Eski Said lisanıyla beyan edeceğim” der.21 Üçüncü Said
döneminde ise kendi ifadesiyle, “ellerimiz kelepçeli olarak süngülü neferatla sevkımızı
düşündüm. Şiddetli bir hiddet geldi. Birden kalbe ihtar edildi ki, hiddet değil,
belki kemal-i iftiharla şükür ve sevinçle bu vaziyeti karşılamak lazımdır”22 diyerek
Eski Said’deki izzet, şiddet ve hiddet damarına vurgu yapıyor.

Felsefe ile İştigali

Eski Said’in felsefî okumalar yaptığı ve her türlü felsefî tartışmalara
girdiği bilinen bir gerçektir. Eski Said gençliğinde İmam Gazali, İmam Rabbanî ve
Muhyiddin Arabî’yi okuduğu gibi, Eflatun, Aristo, İbni Sina, Farabî ve el-Kindî’yi
de okumuştur. Ancak onun amacı felsefecilerin meşrebini öğrenerek onların lisanıyla
onlara cevap vermekti. Yoksa onların meşrep ve mesleklerini benimseyip tıpatıp onlar
gibi düşündüğü için felsefî kitapları okuduğu söylenemez. Zira daha sonra Yeni Said
döneminde yazdığı eserlerde Eski Yunan ve İslam filozoflarına ve genelde tüm Batı
felsefecilerine çok ağır tenkitler yapmıştır.

Elbette ki Avrupa’nın fen ve felsefesi Eski Said’in zihninde bir
derece yerleşmiş bulunuyordu.23 Fakat hiçbir zaman felsefenin etkisinde kalarak
bir felsefeci gibi düşünmemiştir. Başka bir deyimle, Eski Said, Batı’nın saldırılarına
ve meydan okumalarına karşı Batı felsefesinin üslubuyla cevap vermeye çalışmıştır.
Nitekim Yeni Said döneminde kendisine sorulan bir soruda şöyle deniyor: “Diyorlar
ki, neden Eski Said vaziyetini değiştirdin? Neden manevi mücahidin-i İslam tarzında
gitmiyorsun? Yeni Said bu sorunun cevabında Eski Said’e göndermeler yaparak şöyle
diyor: Eski Said ile mütefekkirin kısmı felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin
düsturlarını kısmen kabul edip onların silahıyla onlara mübareze ediyorlardı…
O surette İslamiyet’in hakiki kıymetini gösteremiyorlardı.”24

Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, Eski Said az da olsa felsefe ile
meşgul olmuştur ve bu meşguliyet Yeni Said tarafından tenkit edilmektedir. Başka
bir yerde geçen “meslek-i felsefiye ile münasebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e
inkılâp ettiği hengâmda…” şeklindeki ifade de Eski Said’in felsefecilerin mesleğini
kısmen benimsediğini ve onların kitaplarıyla meşgul olduğunu göstermektedir.

Esasen Bediüzzaman Eski Said döneminde Batı uygarlığına karşı sert
bir tavır göstermemekle birlikte Yeni Said döneminde, dinsizliği ve tabiatçılığı
yayan “Maddiyun Felsefesi”ne karşı şiddetli tepki göstermektedir. Onun “İnsanlığa
faydalı olan medeniyeti üreten Avrupa ile sefahat ve dalaleti yayan Avrupa” şeklinde
iki Avrupa’dan söz etmesi bu maksada yöneliktir.

Yeni Said Gözüyle Eski Said

Yukarıda da ifade edildiği gibi Eski Said’in sosyal kişiliği ve
toplumsal olaylara bakışı Yeni Said ve Üçüncü Said’den farklıdır. Nitekim Yeni Said
Eski Said’den söz ederken onun riya ve gösterişe meyilli bir kişiliğe sahip olduğunu
bazen ima yoluyla bazen de açık bir dille ifade ediyor. Mektubat adlı eserinde,
“Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var ki, o da Eski Said’den irsiyet kalma bazı
damarlardır. Bazen riyaya, hubb-u caha bir arzu bulunuyor”25 diyerek Eski Said’in
riya ve gösterişe meraklı olduğunu ima ediyor. Bir başka yerde, “Hem bu Yeni Said,
Eski Said gibi kendine hürmet ve teveccüh kazanmak ve şan ve şeref bulmak katiyen
aleyhindedir, katiyen kabul etmez. Onun için yirmi senedir inzivayı tercih etmiş”26
diyerek Eski Said’in bu durumunu dile getiriyor.

Ancak Risale-i Nur’da çokça geçen bu ve benzeri cümleler kesinlikle
bir tevazu ifadesidir. Eğer böyle olmasaydı, “Eski Said hayatını vatan ve milletin
saadeti uğrunda sarfetmiştir”27 demez ve Yeni Said olarak, hatta Üçüncü Said döneminde
Eski Said’in eserlerine sahip çıkmaz ve onları yeniden tashih edip yayınlamazdı.
Oysa Üçüncü Said, 1950’den sonra Eski Said’in tüm eserlerini gözden geçirip yayınlatmıştır.

Daha önce de ifade edildiği gibi Eski Said’in Yeni Said’e dönüşmesi
olayı tamamen tarif edemeyeceğimiz bir “inkilab-ı ruhi”nin sonucudur” ve Yeni Said
ile Üçüncü Said deyimleri Bediüzzaman’ın hayatında bir olgunluğu, bir mükemmeliyeti
ve bir “insan-ı kamil”i ifade etmektedir. “Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına
inkılâp ettiği hengamda…”28 şeklindeki ifadeler, Bediüzzaman’ın, İmam Gazali ve
benzeri bir çok İslam aliminde görüldüğü gibi, büyük bir ruhsal dönüşüm yaşadığını
göstermektedir. Kuşkusuz bu ruhsal dönüşümün boyutlarını anlamamız imkânsızdır.

Nitekim On birinci Lem’a’daki şu cümleler Bediüzzaman’ın çok ciddi
bir dönüşüm yaşadığının açık ifadesidir: “Bu fakir Said, Eski Said’ten çıkmaya çalıştığı
bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmarenin gururundan gayet müthiş ve manevi
bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içinde yuvarlandılar…”29 Diğer taraftan,
26. Lem’a’da geçen “Evet, ben kendim sizi temin ediyorum ki, Eski Said’in on senelik
gençliğini bana verseler, ben şimdi Yeni Said’in bir senelik ihtiyarlığını vermeyeceğim.
Ben ihtiyarlığımdan razıyım; siz de razı olmalısınız”30 şeklindeki sözleri, geçirdiği
ruhsal dönüşümün derinliğini gösterdiği gibi, Yeni Said olarak hayatından ne kadar
memnun olduğunu, Kur’an ve iman hizmeti için eski hayatını hiç aramadığını göstermektedir.

Sonuç

Osmanlı devletinin tamamen sona ermesi ve T.C. devletinin kurulmasıyla
birlikte Bediüzzaman’ın “Eski Said” olarak tanımladığı, daha çok siyasi olan hayat
tarzı da sona ermiştir. Cumhuriyet döneminin özel şartlarında “Eski Said kafasıyla”
hareket etmenin artık mümkün olmadığını gören Bediüzzaman kendisi için yeni bir
hareket tarzı belirlemiş ve adına “Yeni Said” dönemi demiştir. Bunu mahkeme müdafaalarında
ve hükümet makamlarına yazdığı dilekçelerden anlamak mümkündür. Anlaşılıyor ki,
Bediüzzaman’ın hayatını, yaşadığı dönemlerin tarihsel bağlamından ayırmak mümkün
değildir. Eğer Bediüzzaman Ankara’ya geldiğinde kurulan mecliste din aleyhinde bir
teşebbüs görmemiş olsaydı, muhtemelen siyasetten çekilmeyebilirdi.

Nitekim Yeni Said olarak İstanbul’un Yuşa tepesinde derin tefekkürle
meşgul olan Bediüzzaman, kendisini Ankara’ya davet edenlerin davetine icabet etmiş
fakat gördüğü manzaradan ürkmüştür. Özellikle reis-i cumhurun “Seni buraya çağırdık
ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize
ihtilaf verdin” şeklindeki yakınmalarına ve bağırmasına ehemmiyet vermeyen Bediüzzaman:
“Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur”31 diyerek namaza önem vermeyen
reis-i cumhurla tartıştıktan sonra Ankara’yı terk etmiştir. Şu ifadeler durumu açıkça
izah etmektedir:

“Ankara’dan davet edenler: ‘Bizimle çalış’ dediler. Dedim: ‘Yeni
Said öteki dünyaya çalışmak istiyor, sizinle çalışamaz; fakat size de ilişmez.’
Evet, ilişmedim ve ilişenlere de iştirak etmedim. Çünkü an’anat-ı milliye-i İslamiye
lehinde istimal edilebilir bir deha-i askerîyi, an’ane aleyhine çevirmeye maatteessüf
bir vesile oldu. Evet, ben, Ankara reislerinde, hususan Reisicumhurda bir deha hissettim
ve dedim: ‘Bu dehayı, kuş kulandırmakla an’anat aleyhine çevirmek caiz değildir.’
Onun için, ne kadar elimden gelmişse dünyalarından çekindim, karışmadım. On üç seneden
beri siyasetten çekildim; hatta bu yirmi bayramdır, bir ikisinden başka umumlarında,
bu gurbette, kendi odamda yalnız mahpus gibi geçirdim; ta ki siyasete bulaşmam tevehhüm
edilmesin.”32

Kuşkusuz Bediüzzaman’ın başlattığı “Risale-i Nur” hareketi yerel
ve yüzyılla sınırlı bir hareket değildir. Bediüzzaman birçok yerde âlem-i İslam’la
hatta bütün dünya ile alakadar olduğunu ifade ediyor. Böyle dünya çapında bir davayı
temsil eden bir dava adamının hareketlerinin tamamen Türkiye şartlarına ve ortamına
bağlı kalarak değişmesi söz konusu olamaz. Ancak bir talebesinin “Neden Türkiye’deki
ağır şartlara tahammül gösterip Mekke veya Medine gibi bir yere hicret etmiyorsun?”
mealindeki sorusuna verdiği cevap çok dikkat çekicidir: “Evvela: Biz, imanı kurtarmak
ve Kur’an’a hizmet için, Mekke’de olsam da, buraya gelmek lazımdı. Çünkü en ziyade
burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptela olsam ve zahmetler
çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya Kur’an’dan
aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.”33

Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi Türkiye İslam dünyasındaki herhangi
bir ülke gibi değerlendirilemez. Çünkü bu ülkede Batılılaşma ve laikleşme sürecinde
yaşananlar hiçbir İslam ülkesinde yaşanmamıştır. Bu itibarla Bediüzzaman’ın hayat
şartlarının bu ülkenin şartlarına göre ayarlanmış olması garipsenmemelidir.

Öz

Bediüzzaman’ın hayatını, yaşadığı dönemlerin tarihsel bağlamından
ayırmak mümkün değildir. Ancak denilebilir ki, Bediüzzaman’ın hayatı ve bütün eserleri
bir bütündür. Onun hayatında birbiriyle çelişen bir dönem olmadığı gibi eserlerinde
de birbiriyle çelişen hiçbir yön yoktur. Onun yazdığı her eserin kendi makamında
bir riyaseti vardır. Eski Said döneminde yazılmış kitapların özellikle içtimai ve
siyasi alanlarda önceliği varken, Yeni Said döneminde yazılmış olanların iman merkezli
olması sebebiyle bu makamda önceliği vardır. Nitekim Bediüzzaman, Eski Said döneminde
yazdıklarının bütününü “Risale-i Nur Külliyatına” dâhil etmiş ve eski eserlerini
Üçüncü Said döneminde tashih ederek yayınlamıştır.

Anahtar Kelimeler: Risale-i Nur, Bediüzzaman, Eski Said, Yeni Said,
Üçüncü Said, Osmanlı, Cumhuriyet, iman, ihlas.

Abstract

It is not possible to separate the life of Bediuzzaman from the
historical context of the periods in which he lived. However, it can be told that
Bediuzzaman’s life and his all works have integrity. There is no contradicting period
in his life, and there is no contradicting point in his works. All his works have
their own excellence. The works of The Old Said period have priority in social and
political matters, on the other hand, the works of The New Said period have priority
in the issues related to faith. As a matter of fact, Bediuzzaman added all the works
he wrote in The Old Said period to the Risale-i Nur collection, and he revised and
published his old works in The Third Said period.

Key Words: Risale-i Nur, Bediuzzaman, The Old Said, The New Said,
The Third Said, Ottomans, Republic, faith, sincerity (ihlas).

Dipnotlar

1. Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, Timaş Yayınları,
İst., 1990, 1, 459.

2. Bediüzzaman, Lem’alar, s. 229, Yeni Asya Neşriyat.

3. Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, s. 103.

4. Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 559, RNK yayınları, İst., 2009.

5. Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 37.

6. Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yayınları, İst., 1996, II, 1628,
1692.

7. Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, (İlk Hayatı), s. 66.

8. Abdülkadir Badıllı, Asar-ı Bedi’iyye (osmanlıca), İttihad Yayıncılık,
İst., 1999, s. 720.

9. A.g.e., s. 737.

10. Risale-i Nur Külliyatı, II, 1600.

11. A.g.e., II, 1943.

12. A.g.e., II, 1600.

13. Bkz. A.g.e., II; 1080; 1863; 1943; 1967.

14. Risale-i Nur Külliyatı, I, 1080.

15. Risale-i Nur Külliyetı, II, 1554.

16. Risale-i Nur Külliyetı, II, 1843.

17. A.g.e., II, 1833.

18. A.g.e., I, 1374.

19. Âsâr-i Bedi’iyye (Osmanlıca), s. 719-720.

20. A.g.e., s. 756.

21. Risale-i Nur Külliyatı, I, 673.

22. A.g.e., I, 1011.

23. Risale-i Nur Külliyatı, I, 643.

24. Risale-i Nur Külliyatı, I, 560.

25. A.g.e., I, 498.

26. Risale-i Nur Külliyatı II, 1729.

27. A.g.e., I, 1081.

28. A.g.e., I, 705; II, 1658.

29. A.g.e., I, 607.

30. Lem’alar, (26. Lem’a), Yeni Asya Neşriyat, s. 236.

31. Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, s. 214, (Küçük bir Haşiye).

32. Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 195, (Eskişehir Hayatı).

33. Bediüzzaman, a.g.e., s. 441, (Emirdağ Hayatı).