Why Menderes is a “Hero of Islam”?

Menderes neden İslam kahramanı? Bu sorunun cevabını iyi anlamak
için Menderes dönemi öncesi alınan kararlar ve uygulamalar ile Menderes döneminde
alınan kararlar ve uygulamalara bakmak gerekir. Bu karşılaştırmada her iki dönem
arasındaki dine yaklaşım ve laikliğin uygulanması farklılıkları konuya açıklık kazandıracaktır.

Türkiye’de uygulanan laikliğin gerçekten bir laik model olup olmadığı
tartışılan bir konudur. Her ne kadar resmi söylem ve metinlerde laikliğin “din ve
devlet işlerinin ayırımı” olduğu belirtiliyor ve Türkiye’de de böyle olduğu iddia
ediliyorsa da gerçeğin böyle olmadığı herkesçe malumdur. Türkiye’de laiklik, dinin
devletten ayrılması değil, devletin dini belli bir forma sokması olarak ortaya çıkmıştır.
İşte bu tavır ve tutum, esasında İslam’ın reforma tabi tutulması ve milli ilke ve
amaçlarla uyumlu bir “milli İslam”ın meydana getirilmesi çabasından başka bir şey
değildir. Türkiye’deki laiklik uygulamasının en can alıcı noktası ve bariz vasfı
özellikle 1950’ye kadar budur; yani Türk laikliği İslam’ı reforme eden ve milli
bir İslam oluşturmaya yönelen çabaların bir ürünüdür.

Cumhuriyet yönetiminin ilanının hemen arkasından başlatılan radikal
düzenlemeler ve yenilikler çerçevesinde yapılanların çoğu doğrudan veya dolaylı
olarak dine müdahale şeklinde tecelli etmiştir. Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırılarak
yerine Diyanet İşleri Riyaseti’nin kurulmasını sağlayan 3 Mart 1340 tarih ve 429
sayılı kanun, Cumhuriyet yönetiminin dine ilk müdahalesidir. Bu kanun dini “itikadat
ve ibadat”tan ibaret hale getirmiş, geriye kalan alanları ise dinden çıkararak siyasal
kurumların tekeline aktarmıştır. Cumhuriyet laikliğinin dine müdahale olduğu zaten
ilgililerce de ifade edilen bir durumdur. M. Kemal’in hatıratını yazan Falih Rıfkı
Atay “Kemalizm aslında büyük ve esaslı bir din reformudur… Kemalizm ibadetler
dışındaki bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır.”1 diye yazmıştır. Bize göre bu tespit
doğrudur ve yaşanan pratiği açıklamaktadır; zira yapılanlar bundan başka bir şey
değildir. Bu amaca yönelik uygulamalar laisizmin “Sünni İslam” karşısında “sapkın”
bir ideoloji ve rakip olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır.”2 Hatta her gün karşılaştığınız,
“Ben Müslüman’ım. Allah’a ve Peygambere inanıyorum. Ama toplumsal ilişkilerimi,
günlük davranışlarımı kendi bildiğim gibi ve aklımla belirlerim.”şeklindeki tavır
ve tutumun oluşmasında laikliğin, daha doğrusu deforme edilmiş resmi İslam’ın payının
büyük olduğunu sanıyorum. İslam’ı çok iyi bildiğine kani olduğumuz Şemsettin Günaltay’ın
şu kanaatleri son derece ilgi çekicidir. “İslam dini Peygamberimizin Mekke’de bulunduğu
sırada yaptığı ahlaki telkinlerden ve bu olgunluğa varmanın bir vasıtası diye tavsiye
edilen vazifelerden ve ibadetlerden mürekkeptir. Medine’de bir devlet kurulduktan
sonra başvurulan Şeriat kaidelerinin mahiyeti, o zamanki mahalli şartların icabının
yerine getirilmesinden ibarettir. Bu kaidelerin bin küsur yıl sonra başka muhit
şartları içinde yaşayan milletlerin hayatına esas olamaz.”3

Türkiye’de imparatorluk çökünce evrensel mantalite ve değerler de
toplum gündemindeki geçerliliğini kaybetti ve yerine ulusal ve yerel olanlar ikame
edilmeye başlandı. Her şeyin millileştirildiği bir ortamda İslam’ın evrensel ve
uluslar üstü konumda tutulmasını beklemek doğru olmaz. Kaldı ki, Osmanlı Devleti’nin
sonlarına doğru dinin millileştirilmesi konusunda da ciddi görüşler ileri sürülmüş
ve toplum buna hazırlanmıştı. Ziya Gökalp, 1915 yılında yazdığı “Vatan” şiirinde
dindeki Türkçülükle ilgili ipuçlarını veriyordu. O şöyle diyordu:

“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın…
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!”

Z. Gökalp’ın bu özlemeleri 1930’lu yıllarda gerçekleşecektir. Hutbe,
ezan, kamet Türkçeleştirilecek, Kur’an’ın ve diğer dini metinlerin Türkçeleştirilmesi
için ciddi çabalar içine girilecektir. Bu tür tasarrufların dine müdahale olduğu,
tartışma götürmez bir gerçektir.

Esas itibariyle dine bir müdahale şeklinde uygulanan laiklik, dinin
dünyaya, dünyevi alana ve özellikle de devlet idaresine müdahalesini önleyen, onu
siyaset ve toplum hayatından tamamen uzaklaştırmayı ve tasfiyeyi amaçlayan bir harekettir.
Bu durumda din, toplumsal, siyasal ve diğer tüm kamu alanlarından çekilerek kişisel
bir yapı haline getirilmek, vicdanlara kapatılmak istenmektedir. Bu amacın gerçekleştirilmesi
için de siyasal güç ve devletin kullanılması Türkiye’deki laikliğin mümeyyiz vasfı
olarak ortaya çıkmaktadır.4

Türkiye’de laikliğin dine müdahale etmesi, dinin kamusal alanlardan
uzaklaştırılması ve kişisel bir yapı haline getirmek istenmesi, dindarlara baskı
uygulanması, dini devlet gücüne bağlanması şeklinde uygulanmasının zihinsel alt
yapısında cumhuriyet ideolojisinin ve kadrolarının düşünce ve idealleri yatmaktadır.
Bununla ilgili olarak küçük bir belge sunmak istiyorum. Birinci baskısı 1930 ikinci
baskısı da 1988 yılında yapılmış olan Prof. Dr. A. Afet İnan’ın Medeni Bilgiler
kitabında M. Kemal’in el yazılarıyla verilmiş olan metinde dinle ilgili son derece
ilgi çekici bir bölüm mevcuttur. M. Kemal ve arkadaşlarının din hakkındaki görüşünü
yansıtan bu bölüm, laiklik anlayışına temel oluşturmuştur.

“…Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet
idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan
Acemlerin ve ne de Mısırlıların ve sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil
etmelerine hiç bir tesir etmedi. Bilakis Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti;
milli hislerini, milli heyecanlarını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in
kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine
müncer oluyordu. Bu Arap fikri, ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed’in dinini
kabul edenler, kendilerini unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde yükselmesine
hasr etmeğe mecburdurlar. Bununla beraber Allah’a kendi milli lisanıyla değil, Allah’ın
Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe,
Allah’a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar,
ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin manasını bilmediği
halde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler. Başlarına geçebilmiş
olan haris serdarlar, Türk milletince karışık, cahil hocalar ağzıyla ateş ve azap
ile müthiş bir muamma halinde kalan din, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz ettiler…”5

Afet İnan’ın kaleme alıp M. Kemal’e takdim ettiği ve onun kontrolünden
geçen bu satırlarda ifade edilen kanaatleri yargılamak, birilerini suçlamak, küçük
düşürmek gibi bir amacımız yok; yapmak istediğimiz Türkiye’de uygulanan laikliğin
temellerini anlamak ve açıklamaktır. Bu satırlarda ifadesini bulan din konusundaki
kanaatlerin, laikliğin bir “ulusal İslam” oluşturma hedefine yönelik olmasını nispeten
açıklamaktadır. Dini Araplara mahsus bir yapı olarak kabul etmemiz durumunda onun
millileştirilmesi ve Türkleştirilmesi anlam kazanmaktadır. Cumhuriyet ideolojisi
yabancı yapılara karşı savaş açmamış mıydı?

Türkiye’deki laikliğin, 1950 öncesinde, dine açıkça bir müdahale,
dini siyasal ve toplumsal hayattan uzaklaştırma, nihayet “ulusal İslam”, “milli
din” oluşturma amacına yönelik bir kamu politikası olarak ifade edilmesi mümkündür.

1923-1950 döneminde Türkiye’yi Cumhuriyet Halk Partisi yönetmiştir.
Bırakınız üretim yapmayı, hele ihracat yapmayı, bir şehirden diğerine mal götürmek
bile zordu. Jandarma her şeydi. Geliri olmayandan vergi toplanır, vermeyenlere ceza
yağardı. İslâmiyet zümrüdü anka kuşuna dönmüştü, adı var kendisi yoktu. Kur’an bile
toplatılan kitaplar arasındaydı. Avrupa’da fabrikalar, atölyeler, laboratuarlar
açılırken, bizde kahveler, meyhaneler ve barlar açılırdı. Bizde çağdaşlık, köy enstitülerinde
kızlarla erkeklerin beraber okutulmasında ve bu okullara dinle ilgili herhangi bir
şeyin girmemesinde aranmıştı. Müslüman’ın dinini öğrenmesi, anlaması, yaşaması yasaktı.

14 Mayıs 1950 bu yasaklara, bu yasakları yapanlara "hayır" demekti.
Adnan Menderes’in Demokrat Parti’si 69’a karşı 408 milletvekili çıkararak, CHP’ye
tarihî bir ders verdi. Artık millet söz sahibiydi. Millet söz sahibi olduğu için
de, yıllar yılı onun rağmına yapılan icraatlara son veriliyor, milletin istediği
işler yapılmaya başlıyordu.

Yıllardan beri millete karşı yürütülen dinî baskılar, dine yönelik
yasak ve engellemeler DP gelince son buluyordu. Menderes hükümeti daha ilk ayında
18 yıl boyunca aslına uygun olarak okutulması yasaklanan ezana hürriyetini veriyor,
ezan serbest bırakılıyordu. İktidarın iki ayı dolmadan da radyoda dinî program yasağı
kaldırılmış ve haftada iki gün Kur’an okunmasına başlanmıştı.

Vatandaşların, dinlerini gereği gibi yaşamaları artık büyük ölçüde
mümkün oluyordu. Kur’an derslerine kadar uzanan yasaklamalar kalkmış, kimse başörtüsü
yüzünden sokak ortasında polis hücumuna uğramaz olmuş, okullarda din dersi okutulmaya
başlanmıştı. Halk Partisi’nin sattığı 800 camiye karşı, DP iktidarının ilk yedi
yılında 1500 cami inşa edilmiş, camilere ayrılan bütçe ödeneği arttırılmış, viran
kalmış camilere tamir yardımı yapılmıştır. İmam Hatip Okulu sayısı 19’a çıkarılmış,
cumhuriyet tarihinde ilk defa bir Yüksek İslâm Enstitüsü açılmıştı. Dinî yayıncılık
serbest bırakılmıştı.

Başbakan Adnan Menderes’in dine ve dindarlara tavrı ise açık ve
kesin idi. Daha 1951’de “irtica” iddiasıyla dindarlara baskı yapılmasının hesabını
kuranlara karşı, “DP, vicdan hürriyetine riayet edeceğini beş yıl evvel programıyla
millete vaad etmiştir” cevabını veriyordu. “Türk Milleti Müslüman’dır ve Müslüman
olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin, onun esasını
ve kaidelerini öğrenmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır”
diyen Menderes’ti. Bundan dolayı, ezanın aslına çevrilmesine sebep olduğu için Menderes,
“İslâm kahramanı” olarak adlandırılmıştır. Çünkü, ezanın hikmeti sadece Müslümanları
namaza çağırmak değildir. Onun yanında bütün insanlık namına, insanlığın ve kâinatın
yaradılışının büyük neticesi olan tevhid ve rububiyete karşı, ubudiyetin izahına
vesiledir. Bunun yerini de ezandaki mübarek ifadelerden başka hiçbir şey tutamaz.

Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan Türkiye’de
toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes, bu ülkenin fakir
tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı, poturlu ve şalvarlıların
hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden
görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi çok iyi kavrayabilmiş ve Türkiye’nin
dertlerine kestirme çareler bulabilmiş, bunları icra edebilmiş, bu icraatı takip
edebilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini
yapmanın imkan dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.

Menderes, 13 Nisan 1949’da yapılan Aydın il kongresinde üyelerden
birinin “sefaletin bulunduğu yerde hürriyet olmaz.” sözüne cevabı “Ben aksini söyleyeceğim,
Hürriyetin olduğu yerde sefalet olmaz.” idi. Böylece CHP iktidarında temel hak ve
hürriyetlere getirilen kısıtlamalara karşı çıkılmıştır.

Menderes devri, demokrasi, hürriyet ve dini inkişaf devri olduğu
kadar, fakirlikten kurtuluşun diğer bir adıydı… Bu kurtuluşun, bu kalkınmanın toplum
tabanındaki ifadesi, mahsulün yahut işlenenin para etmeye başlamasıydı. Fakir halk
kitlelerinin de üstüne giyecek, çocuğuna giydirecek bir şeyler bulmaya başlamasıydı.
Ormancı korkusunun, hacizli, kırbaçlı, jandarmalı vergi tahsilatının sona ermesiydi.
Senelerce aç kalan, devlete vergi yetiştirmekten kendisine parası kalmayan milyonların
cebinin para görmesiydi. Elektrikti, suydu, yoldu, fabrikaydı…

Menderes dönemi gerçeğinin rakamlardaki ifadesi ise gözleri kamaştırıyordu.
Cumhuriyetin ilk 27 yılında en fazla % 3’lerde ve genel ortalama % 2’lerde kalan
büyüme hızı, DP ile birlikte % 12’lere fırlamıştı. Ülke, CHP’nin 20 senede getirdiği
yere, DP’nin dört senesinde gelmişti. Bu devirde ülke çapında bir imar ihtilali
yaşanıyordu. Tarım ve sanayide, eğitimde, sağlıkta büyük yatırımlar, temel altyapı
yatırımları yapılıyordu. Büyük hidroelektrik santralleri, liman inşaatları, sulama
tesisleri yapılıyordu. Ayrıca şehir içinde, şehirlerarasında, köylerde karayolu
yapımına bu dönemde büyük önem verilmiştir.

Artık milletin ürettiği para etmeye, millet kazancının hayrını görmeye
başlamıştı. Eskiden, devletin istediği miktardan arta kalırsa kilosu 20 kuruşa satılan
buğday, kısa zamanda 45 kuruşa çıkarılmıştı. Pancar üretimi % 190, buğday üretimi
% 230 artmış, pamuk, tütün, çay gibi ürünleri de % 100’lük üretim artışları sağlanmıştır.
1948’de 1.750 traktörü olan Türkiye’nin 10 yıl sonra eriştiği rakam, bunun 25 katıydı.
10 sene zarfında 21.500 köy içme suyuna kavuşmuş, köy okullarının sayısı 20.000’i
bulmuş, köylerde elektrik yüzü görür olmuştu. Bütün bunlar, keyfi idari harcamaları
kısan, yatırımlara ayrılan bütçe payını % 25’lere, % 30’lara çıkaran Menderes hükümetinin
eseriydi. Tek parti devrinin bir iki göstermelik barajına karşılık, Menderes Türkiye’ye
42 yeni baraj hediye etmiştir.6

Menderes ve Ezan-ı Muhammedî

Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanıp iktidara geldikten
sonra yaptığı ilk icraatlardan birisi, on sekiz yıldan beri inananları rahatsız
eden ezanın Arapça aslıyla okunması yasağının kaldırılması olmuştur.

Seçimden 20 gün sonra yayınlanan demecinde Menderes; herkesin dinî
vecibe ve ibadetlerini yerine getirebilmesini, vicdan hürriyetinin gereği ve laikliğin
esası olarak ifade etmiştir. Bu yüzden ezanın asliyetiyle okunması yasağının devamı
laikliğin gereği değil aksine, bunun ihlâli olduğunu beyan etmiştir. Ayrıca, bu
yasak devam ederken cami içinde bütün ibadet ve duaların Arapça olarak yapıldığını
ifade ederek, bir bakıma yasağın mantıksızlığına dikkat çekmiştir.

Menderes Hükümetinin bir ayı dahi dolmadan meclise kanun teklifi
vererek yasağın kalkmasını sağlaması ve Ramazan ayının başına tevafuk eden serbestiyetin
sağlanması, halk nezdinde büyük bir memnuniyete vesile olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri,
Ezan-ı Muhammedi’nin (a.s.m.) neşriyle Demokratların on kat güçlendiğini beyan etmiştir.7

Adnan Menderes ve Bediüzzaman Said Nursî

Bediüzzaman Said Nursî, çok partili hayata geçişle birlikte siyasetle
fikren alâkadar olup Demokratları destekledi. Menderes’i açık bir şekilde destekleyerek
talebelerini de bu doğrultuda yönlendirdi. Bu desteğinin sebeplerini muhtelif vesilelerle
izah etmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri bir yandan Demokratları desteklemiş, diğer
yandan da ikazlarıyla onlara Kur’an hakikatlerini hatırlatmaya devam etmiştir. Menderes’e
bir mektup yazarak, İslâm’ın çok önemli olan ancak günümüz siyasî cereyanları tarafından
dikkate alınmayan ve ihmali büyük cinayetlerin işlenmesine sebep olan üç hususa
özellikle dikkatini çekmiştir.8

1- “Birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes’ul olamaz”
(En’am Sûresi, 164. ayet) esası, tarafgirlik ve particilikle ihlâl edilmemeli, bu
tehlikeye karşı İslâm kardeşliği esas alınıp Kur’an’ın söz konusu hükmü dayanak
yapılmalı.

2- “Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” şeklindeki Peygamber
(asm) emri hayata geçirilmeli, memuriyetin bir hizmetkârlık olduğu şuuru yerleştirilmelidir.
Memurluk, hâkimiyet ve tahakküm aracı olmamalıdır. Memuriyeti hizmetkârlıktan çıkarıp
tahakküme dönüştürmek, kıblesiz namaz kılmaya benzer.

3- “Mü’min mü’mine karşı bir binanın kenetlenmiş taşları gibidir”
hadisini esas yapıp hariçteki düşmanlara karşı dahildeki adavet unutulmalı, dayanışma
sağlanmalıdır. Bu esas göz önüne alınırsa sosyal hayatı sağlam temele oturtmak mümkün
olacaktır.

Bediüzzaman’ın Menderes’e desteğinden en çok rahatsız olanların
başında CHP lideri İnönü gelir. Bu konuda gerek kendisi, gerekse partisinin yayın
organı gibi hizmet gören bazı gazeteler çok sert eleştirilerde bulunmuşlardır. Üstad’ın
Ankara ziyareti mecliste çok sert tartışmalara sebep olmuştur. İnönü’nün meclis
kürsüsünde Menderes’e hitaben: “Siz şeriatı hortlatıyorsunuz, irticayı hortlatıyorsunuz.
Bediüzzaman’ı gezdiriyorsunuz…” sözlerine karşılık Menderes’in:

“Allah aşkına, Paşa niçin bu kadar dinden, dindarlardan rahatsız
oluyor, öleceğini bilmiyor mu? Şimdiye kadar kendisine ne zararları dokunmuştur.
Bütün hayatını dine vakfetmiş bir pir-i faniden ne istiyor? Niçin eziyetinden hoşlanıyor,
niçin meşakkat çekmesinden hoşlanıyor, niye bu kadar dine ve dindarlara karşıdır,
anlayamıyorum?” cevabı üzerine İnönü:

“Efendim siz, Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz. Öyle zaman gelecek
ki, sizi ben dahi kurtaramayacağım” şeklindeki meşhur tehdidini savurmuştur.

Bediüzzaman 1950’de demokrat hükümetin önüne bazı hedefler koyar.9
Birincisi ezanı aslına çevirmek, ikincisi Kur’an’ı radyolardan okutmak ve Risale-i
Nur’u serbestçe neşrettirmek, üçüncüsü ise Ayasofya’yı ibadete açtırmak. Bunlardan
ilk ikisi gerçekleştirildi. Ayasofya’nın ibadete açılması ise gerçekleşmedi. Bediüzzaman’ın
ifadesiyle Ayasofya İslam’ın fecr-i sadıkıdır. Bu konuda Fatih Sultan Mehmet’in
vasiyetnamesine sahip çıkılmasını istemiştir. O bu vasiyetnamenin ihlal edilmesine
karşı çıkmış ve şu sert sözleriyle tepki göstermiştir: “Ayasofya’yı puthane ve Meşihat’ı
kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî, kanun namındaki emirlerine fikren ve
ilmen taraftar değiliz ve şahsımız itibariyle amel etmiyoruz.”10

Yaşanan Olaylar

1933’lerden önce doğan Cumhuriyet nesli, Demokrat Parti iktidarı
öncesinde camilerden ancak "Tanrı Uludur" seslerini duymuştu. O günleri yaşayanlardan,
ilk "Allahüekber"i sekiz yaşında duyan Nafiye Karabaşoğlu, 1950’nin o unutamadığı
Haziran gününü şöyle anlatıyor,

“Bir akşam vakti, çoluk çocuk toplanmış, dışarıda, meydanlıkta oyun
oynuyorduk. Mahallenin meydanlığında, o sıra kulağımıza ‘Allahüekber’ sadası geldi.
Nereden geldiğini ilk anda fark edemedik. Caminin minaresinden okunduğunu biraz
sonra anladık. Daha önce ‘Allahüekber’ ile ezana başlandığı vaki değildi. Şaşırdık.
Çocuk halimizle oyun oynamayı bırakıp yere çömeldik. Dinlemeye koyulduk. Analarımız,
babalarımızda meydanlığa fırladılar. Herkes orada toplanmıştı. Büyüklerimiz ne günlere
kaldıydık, Allah’ım çok şükür diye ağlaşıyorlardı. Sanki zindandan kurtulmuş gibiydiler.
Adamlar camiye koştu, kadınlar kapı önlerine toplanıp Kur’an okudular, dualar ettiler.
Bize de, çocuklar bugün en büyük bayramımız, bayram edin dediler. Herkes evinde
ne kadar artık gazyağı varsa getirdi, külle karıştırıp fincanlara koydu. Biz çoluk
çocuk fincanları sokak sokak dolaştırdık, her tarafı ışıttık, ortalığı bayram yerine
döndürdük. O gece hepimizin bayramıydı.”11

Menderes Dönemi millet iradesinin şahlanışıdır. Menderes döneminde
son derece de büyük değişiklikler yaşanmıştır. Maddî hayatta yaşanmıştır, manevî
hayatta yaşanmıştır. 1950 öncesi keyfî idare, zulüm, baskı var, hürriyetler yok.
En önemlisi de din ve vicdan hürriyeti yoktur. Sadece camiye gitmek isteyen dindar
vatandaşlar değil, bütün Türk milleti din ve vicdan hürriyetinde büyük bir açılım
istemekteydi.

Demokrat Parti’nin ve Menderes’in hizmetleri içerisinde sayılabilecek
Kur’an kurslarının ve imam hatiplerin açılması, ezanın istenildiği dilde okunmasına
izin verecek şekilde kanunun değiştirilmesi gibi hizmetler milletimiz için çok makbule
geçmiştir. Demokrat Parti dönemi din eğitimi ve öğretimi için yeni bir uyanış dönemidir.

Menderes’in İdamının Gizli Sebepleri

27 Mayıs darbesine ve merhum Menderes’in idamına asıl sebep nedir?
Burada Menderes’le ilgili onun sözlerinden kaynaklanan üç ayrı iktibas yapıp okuyucularımızın
da dikkatlerine sunmak istiyorum. Bunlar din ve vicdan hürriyeti bağlamındadır.

Birinci Menderes hükümeti programında Başvekil Adnan Menderes “İnkılâpların
tutanları vardır, tutmayanları vardır. Tutanları millet kabul etmiştir. Dolayısıyla
bunlar devam edecektir. Ve bu yolda bu hükümet de üzerine düşen bütün görevleri
yerine getirecektir. Ancak tutmayanlara gelince, onları tutturmak selefimiz olan
iktidara düşerdi. Onların bunca yıl yapmadıklarını, yapamadıklarını bu hükümet kendisi
için bir görev saymayacaktır” demiştir.

İkinci iktibas, 1950’den sonra bir çok yerde merhum Menderes, “En
büyük inkılâp, en büyük devrim demokrasi devrimidir. Bu millet böylece rüştünü ispat
etmiş oldu” sözlerini sarf etmiştir.

Üçüncüsü ise 1952’de İzmir’de Merhum Menderes, “Türk milleti Müslüman’dır,
Müslüman kalacaktır ve Müslümanlığın icaplarını da yerine getirecektir” diye konuşmuştur.

Menderes’in din ve vicdan hürriyeti yolunda attığı bu adımlar sadece
bir liberalleşme, sadece hürriyetlerin genişlemesinden ibaret değildir. Bu sözler
merhum Menderes’in iç dünyasını da bize yansıtan, onun mü’mince hisleriyle dolu
olduğunun ispatıdır.

Bunlar idam kararında yazılmamış, ama Menderes’in kaderi üzerinde
de çok etkili olmuştur. Darbeye ve Menderes’in idamına bu sözleri, bu bakışı sebep
olmuştur denilebilir.

Menderes’in maddî imar ve hizmetlerin yanı sıra özellikle mânevî
hizmetlerde büyük rolü vardır. Dine ve vicdan hürriyetine, din eğitimi ve öğretimine
dair hizmetlerin gerçekleşmiş olmasında merhum Menderes’in çok büyük ağırlığı vardır.
Bu hususta şahsî ısrarı, gayreti, tâkibi ve inancı vardır.

Bediüzzaman’ın kendisini “İslâm kahramanı” diye takdir etmesinin
hakikati budur.

Menderes, İmam-ı Azam’ın Türbesinde Neler Düşündü?

Menderes, Türkiye’nin mutlaka bir Ortadoğu politikası olması gerektiğine
inanıyordu. Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’den bu politikanın belirlenmesini isterse
de sonuç alamaz. Bu arada Mısır büyükelçimizle görüşen ABD Dışişleri Bakanı Dulles’ın
“Mısır siyasetiniz nedir?” sorusuna elçinin “Bilmiyorum” diye cevap vermesi bardağı
taşıran damla olur. Menderes tam anlamıyla yalnızdır. Dışişleri Bakanlığı’nı kendisi
sürüklemek zorundadır. İpleri eline alır ve harekete geçer.

Şu sözler kendisine ait: “Biz Arap komşularımızla dostuz. Eğer bazen
bu hisler bir sis perdesi altında gizlenmiş gibi görünmüş ise de bunun geçici sebeplerden
ileri geldiğine ve bundan böyle bütün bütün yok olmasının da mukadder bulunduğuna
hiç şüphe etmiyoruz.” Araplarla dostluğumuzun arasındaki engellerin kaldırılması
kaçınılmazdır ona göre.

Öyleyse ne yapılmalıdır?

Önce İngiltere’nin, ardından da ABD’nin tutumunu yoklayan Başbakan,
Ortadoğu gezisine çıkan Dulles’ı, programda yokken Ankara’ya davet eder ve uzun
bir görüşme sonunda onu da ikna eder. Menderes, Nasır’a karşı harekete geçmiş ve
İngiltere ile ABD’yi de ikna etmiştir. İlk hedef, Irak’la işbirliğidir. 6 Ocak 1955’te
Bağdat’a giden Menderes, bir fırsatını bulup Nuri Said Paşa’yla baş başa görüşür.
13 Ocak’ta Türkiye-Irak ortak bildirisi yayınlanır. Uzun zamandır uyuşuk bir dış
politika güden Türkiye’nin gösterdiği bu inanılmaz ataklık, İngiltere ve ABD’yi
bile şaşırtmıştır. Daha çok şaşıran ise Mısır ve İsrail’dir. İkisi de Türkiye’nin
aleyhine döner. Anlaşmayı bozmak için uğraşırlar. İsrail Devlet Başkanı Ben Gurion,
şoka girmiştir. Menderes 23 Şubat’ta tekrar gider Bağdat’a ve ertesi gün, Bağdat
Paktı haberi, ajanslardan dünyaya yayılmaktadır. İngiltere davet edilir pakta, sonra
da ABD. Birincisi girerken, ikincisi dışarıda kalmayı tercih edecektir.

Anlattıklarımızdan çıkarılması gereken sonuç şudur: Türkiye, Atatürk
döneminden sonra ilk defa Ortadoğu’da "bir şey" yapmaya çalışmakta, öncülüğü ele
almaktadır.

İşte Sebati Ataman’ın aşağıdaki hatırasını bugünlerin gazete sayfalarının
arasına koyarak okuyun. Adnan Menderes, Bağdat’ta İmam-ı Azam hazretlerinin türbesini
ziyarete gitmiştir. Sonrasını beraber okuyalım: “Dualarımızı okuduk, ayrılacağız.
Adnan Bey kımıldamıyor. Öylece kaldı, âdeta murakabeye daldı. Nihayet silkinip kendine
geldi. Dışarı çıkarken yanına yaklaştım ve sordum: “Beyefendi, bir murakabeye daldınız,
merak ettim, o esnada ne düşündünüz?” Kolumdan tutup bir kenara çekti ve şu cevabı
verdi: “Sebati, bu mezarını ziyaret ettiğimiz şahsiyet, burada ve yakın şarkta,
bizim memleketimiz de dahil bütün İslam ülkelerinde ebedî olabilecek bir nizam kurmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra bu nizam da yıkılmış, darmadağın olmuştur.
Şimdiki İslam ülkelerinin vaziyetini görüyorsun. Bu nizamın başka esaslar dahilinde
yeniden kurulması, sulh ve sükûnun avdet etmesi lâzımdır. Biz de buraya bunun için
geldik.”

Menderes’in sözlerini dinlerken, gözüm yaşlar içinde kalmıştı. Bana
“Ağlıyor musun?” diye sordu ve sözlerini sürdürdü: “Ağlama, bu olacak, muhakkak
olacak, biz görmeyeceğiz ama torunlarımız muhakkak görecek.”

Sebati Ataman ekliyor: “Menderes çok büyük adamdı.”12

Menderes’e mektuplar yazan, onu ikaz eden Said Nursi’nin Menderes’le
mürşit diyalogunu görmekteyiz

Said Nursi’nin Menderes’e ve demokratlara mektuplar göndermesinin
esas sebebi, onlara Kur’an’ın bazı “kanun-u esasilerini” hatırlatmaktı. Bu mektuplarında
onları doğrudan şeriatı yürürlüğe koymaya çağırmıyordu. Fakat yeni kanunların bu
temel prensipler doğrultusunda yapılmasını, yeni politikaların bu yolla belirlenmesini
ve mevcut kanunların yine bu yolla uygulanmasını teklif ediyordu.13

Adnan Menderes, dini bütün halkına, özellikle Bediüzzaman ve talebelerine
karşı her zaman sıcak hisler beslemiş bir kişi olarak, demokrasinin ülkede yerleşmesini
istiyordu. Bu itibarla, dini hizmetlere öncülük edenlere husumet besleyen odaklara
pirim vermiyordu. Bir keresinde, Said Nursi’nin Ankara’ ya yaptığı bir ziyareti
bahane eden ve bundan dolayı Menderes’e hücum eden İsmet Paşa ile polemiğe girmişti.
İnönü ise, “Atatürkçülerle istihza ediyorsunuz, öyle zaman gelecek ki sizi ben bile
kurtaramayacağım” sözlerini bu esnasında sarf edip tarihe geçirmişti.

Bediüzzaman’ın ve diğer dindar halk tabakalarının DP’ye destek vermesinden
rahatsız olan, Halk Partisi’ne yakın, devlette yuvalanmış bürokrat ve küçük memurlar,
DP anlayışının hilafına, din hizmeti yapanlara ve özellikle Nur Talebelerine karşı
eski alışkanlıklarını devam ettirebilmekte idiler.

Ancak Bediüzzaman ve yakınında bulunan talebelerinin, kendi zaviyelerinden
iktidara bir takım tavsiyelerde bulundukları bilinmektedir. Bu tavsiyeler şöyle
özetlenebilir: Şeâir-i İslamiyenin önünü açan Demokratların hem mevkilerini korumanın,
hem de vatan ve milletini memnun etmenin yegâne çaresi olarak “ittihad-ı İslam”
anlayışını kendilerine dayanak yapmalıdırlar. Ayrıca uluslararası konjonktürün de
bunu gerektirdiği, bunun batılı büyük devletlerin de işine gelebileceği, zira ateizm
ve materyalizmden herkesin zarar görebileceğinden dolayı İslam birliği anlayışına
eskisi gibi husumetin olamayacağı görülmektedir. Bu vatanı yabancı istilasına karşı
koruyabilecek yegane dayanak da İslam anlayışıdır. Demokratlar, ülkeyi komünistlik
ve masonluğun etkisinden bu sayede çıkarabilirler. Ezanı aslî şekliyle okumanın
serbest bırakılmasından dolayı milletin gerçek anlamda desteğini kazanan Demokratların,
dindarların zararına olabilecek bazı icraatlarda bulunarak bu kuvvetlerini kaybetmemeleri
gerekmektedir. İçlerine sızan istibdat yanlısı bazı şahıslara dikkat edip bunların
demokrat camiaya zarar vermesi önlenmelidir.

Bediüzzaman, vatana ve millete en ziyade hizmeti yapabileceklerinden
dolayı Demokratların desteklenmesi gerektiğinin altını sürekli çizmiştir. Cazibeli
olan milliyetçi ve modernist partilere karşı bu partinin, nokta-i istinat olarak
İslamî değerlere sahip çıkmasının bir mecburiyet olduğunu, aksi halde birçok yanlışın
faturasının, birçok yalanlarla Demokratlara yükleneceğini haber vererek, adeta 27
Mayıs darbesinin fotokopisini şu ifadelerle nazara vermektedir: “Halkçılar ırkçılığı
elde edip tam sizi mağlup etmeye bir ihtimal-i kavi hissettim. Ve İslamiyet namına
telaş ediyorum.”14

Bu ikazların yapılmasından sonra, fazla bir zaman geçmeden halkın
destek verdiği bir meclis ve iktidar süngüyle ezdirildi. Böylece milletin iradesi,
millet nam ve hesabına ortadan kaldırılmış oldu. Ülke ikiye bölünmüş ve bir taraf
acılara gark olurken bir taraf eğleniyordu. Yani, Türkiye’nin ve Türk milletinin
başına gelebilecek en büyük felaketlerden biri gerçekleşmiş oldu. Birileri ideolojik
kinlerini tatmin edip iktidarlarını pekiştirdiler, şüphesiz; ancak, DP’nin artı
ve eksileriyle yaptığı hamlelerin önü kesilerek bütün bir milletin geleceğine müdahale
edilmiş oldu.

1960 ihtilalinin Bediüzzaman’ın tabiri ile “Halkçıların ırkçıları
elde ederek, memleketi felakete sürüklediği” bir gerçektir. Bu tahripçiler 80 yıldır
devam ettirdiklerini muhafaza etmeye çalışıyorlar. Dünyadaki, Türkiye’deki gelişmeler
ve manevi müjdeler bize gösteriyor ki, bu tür hareketler başarılı olamayacaklardır.
Bu tür hareketlerin içinde olanlar milletin iradesine saygı göstermeyi öğreneceklerdir.

Bediüzzaman gelecekle ilgili bunun müjdesini vermiştir.

“Ey benden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş sessizce nurun
sözünü dinleyen ve gaybi bir nazarla bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler,
Tahirler, Yusuflar, Ahmetler… sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız.
‘sadakte-doğru söylediniz’ deyiniz, böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım
varsın beni dinlemesinler, tarih denen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize
uzanan telsiz telgraf ile sizin için konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta
geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz, şimdi ekilen nur tohumları zemininizde
çiçek açacaktır. Biz hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz; mazi kıtasına
geçmek için geldiğiniz vakit mezarımıza uğrayınız, o bahar hediyelerinden birkaç
tanesini medresemin mezar taşı denilen ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin
başına takınız, kapıcıya tembih edeceğiz, bizi çağırınız, mezarımızdan ‘henien leküm-helal
olsun’ sesini işiteceksiniz…15

Bediüzzaman’ın, güncelliği, geleceği kuşatma kapasitesi ve uygulanabilirliği
açısından yaptığı uyarılara bakıldığında bugün hâlâ iktidarlarımızın muktedir olamadığı,
siyasi iradenin, kamu erkinin statükosu karşısında toplumun değer sistemini inşa
etmede zayıf kaldığı bir gerçektir. Aşağıdaki tespitleri buna işaret etmektedir:

“Özünde jakoben siyasi dönemin çerçevelerine dokunulamaması, çerçeve
içine yerleştirilmiş devlet aygıtlarının toplumu kıskaca alması olduğu bilinmesine
rağmen, darbelerin hızarından geçmiş siyasetçiler, yasama gücünü kullanarak yapısal
çözümleri gerçekleştirme heyecanını ve kararlılığını gösteremedikleri gibi, ürkek
bir psikolojinin gölgesi altında, reel politik bir sürecin algı fukaralığı içerisinde
kalmışlardır. Bunun birinci derecede sorumlusu darbeler olsa da, siyasetin dirayetli
olamaması da not düşülecek bir husustur.

“Bugün de hâlâ geçerliliğini koruyan sivil, demokratik, toplumsal
refleksleri güçlü, hesap verebilen, şeffaf, katılımcı, toplumun üretim ve girişim
potansiyelini harekete geçirebilecek sivil bir duruş ve yapısal çözümlerin bir zaruret
haline gelmiş olmasıdır. Bu özellikleri taşımayan bir cumhuriyet etrafında şekillenen
bir diktatörlük öbeğinin darbe yasalarıyla toplumu dizayn etme çabaları, çatışma
üretmektedir. Yaşanan çatışmaların ve enerji kayıplarının özüne inildiğinde; Bediüzzaman’ın
Menderes’in şahsında, millet ve İslamiyet adına endişe ettiği konular ile yol gösterici
ikazları, geçerliliğini korumaktadır.”16

Sonuç olarak şunları ifade etmek mümkündür: Bediüzzaman, her şeyden
önce eşya ve hadisenin açıklamasını iman mefhumunda aramış ve bunu yaşadığı asrın
idrakine büyük bir başarı ile kazandırmıştır. İman ile aklın telif ve terkibini
yapmak Bediüzzaman’ın çağımıza yönelik en belirgin misyonudur. Bediüzzaman, İslam’ın
bütün şeairlerine hassasiyetle sahip çıkmıştır. Ülkeyi idare edenlerden de aynı
hassasiyeti göstermelerini istemiştir. Adnan Menderes, İslamiyet’in en önemli şeairinden
ezanı aslına çevirdiği ve dini hassasiyetlere sahip çıktığı için, Bediüzzaman’ın
“İslâm kahramanı” teveccühüne mazhar olmuştur.

Öz

Bediüzzaman’ın Menderes’e neden İslam kahramanı dediği merak edilen
bir husustur. Bu sorunun cevabını iyi anlamak için Menderes dönemi öncesi alınan
kararlar ve uygulamalar ile Menderes döneminde alınan kararlar ve uygulamalara bakmak
gerekir. Bu karşılaştırmada her iki dönem arasındaki dine yaklaşım ve laikliğin
uygulanması farklılıkları konuya açıklık kazandıracaktır. Bu yazıda bu karşılaştırmalar
yapılarak Menderes’e İslam kahramanı denilme nedenleri araştırılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: İslam kahramanı, Menderes, Demokrat Parti, laiklik,
ezan

Abstract

It is matter of curiosity why Bediuzzaman called Menderes “Hero
of Islam”. To understand the answer of this question better, it is necessary to
analyse the decisions and practices preceding and during the period of Menderes.
The differences in the approaches towards religion and the practices of secularism
between these two the periods will clarify the subject. In this article, with comparisons,
the reasons why Menderes was called “Hero of Islam” are examined.

Key Words: “Hero of Islam”, Menderes, Democratic Party, secularism,
call to prayer

Dipnotlar

1. Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İst., 1969, s. 393.

2. Mümtaz’er Türköne, “Türk Siyasetinin Eskimeyen Kilidi” Türkiye
Günlüğü, Sayı: 21, Kış 1992.

3. Sebilürreşad, III-65, Kasım 1949.

4. Davut Dursun, Dine Müdahale Aracı Olarak Laiklik , KÖPRÜ, 1995
Yaz, Sayı. 51.

5. A. Afet İnan, Medeni Bilgiler, TTK, Ankara 1988, s. 364-368.

6. Geniş bilgi için bkz.; Demokrat Parti’nin İktisat Politikası
(1950-1954) Mehmet Abidin Kartal, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Master Tezi, İstanbul-2000

7. Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2008,
s. 765.

8. A.g.e., s. 759.

9. A.g.e., s. 860.

10. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 2007, s. 869.

11. Köprü, Eylül 1986, Sayı: 102.

12. Mustafa Armağan, 14 Haziran 2009, Pazar, Zaman.

13. Weld Mary F., Bediüzzaman Said Nursi Entelektüel Biyografisi,
Etkileşim Yayınları, 2006, İstanbul.

14. Said Nursi, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, 2008, s, 746-748.

15. Said Nursi, Münazarat, İst. 1994, s. 55.

16. İsmail Benek, “Said Nursi’den Menderes’e Mesajlar” Demokrasi
Platformu Dergisi, Bahar 2010.