The Third Said in the Risale-i Nur Collection

Üstad Said Nursî, Afyon hapishanesinden 1949’da, bir Eylül sabahı
tahliye edildi; iki komiser arasında, faytonla bir eve geldi. Yanında hizmetine
bakan talebeleri de vardı.

Üstadın Afyon hapsinden sonraki hayatında ve hizmet-i Nuriyesinde
şu surette bir inkişaf görünür:

Bu tarihe kadar, Üstad, evinde geceleri hiç kimseyi bulundurmazdı,
akşamdan ta kuşluk vaktine kadar kapısı kilitli olarak kalırdı. Afyon hapsinden
sonra ise, sadık talebelerinden bazıları hususî hizmetinde kaldı. Üstadın odası
daima ayrı idi; ancak bir hizmet olduğu vakit yanına gelinebilirdi.

Afyon hapsinden sonra Üstad-kendi tabirince-bir nevi “Üçüncü Said”
olarak görünüyordu. Çünkü bundan sonra hizmet-i Nuriye başka safhalarda tezahür
edecekti; küllî bir inkişaf olacaktı. Üstadın hizmetine koşan ve Nur hizmeti için
yanına gelenler, bilhassa mektepli gençlerdendi.

Rahmet-i İlâhiye, Afyon hapis musibetini çok cihetlerle rahmete
çevirmişti. Bir vech-i rahmet şu idi:

Mahkeme günlerinde muhtelif vilâyet ve kazalardan gelen Nur Talebeleri
birbiriyle tanışarak, hem Üstad, hem Risale-i Nur, hem hizmet-i Nuriye hususunda
malûmat sahibi olurlar ve uhrevî ve îmânî olan ve rıza-i İlâhî uğrundaki Nurdan
kopup gelen samimî bir uhuvvet ile bir kuvve-i mâneviye elde ederlerdi. Mahkeme
günleri Üstad ve talebelerinin kahramanlar kafilesi olarak saf halinde mahkemeye
gelişleri, mü’minlerin kalblerinde Allah için sonsuz bir muhabbet ve yakınlığa vesîle
oluyordu. Bu mahkemeler, iman ve Islâm davasına hizmet için medâr-ı teşvik hükmü-ne
geçiyordu. Din düşmanlarının rağmına olarak bu musibet, Risâle-i Nur hizmet-i îmâniyesini
deruhte edecek ve onunla gaye-i hayat edecek fedâkârları, kahramanları netice verdi;
yeni ve münevver Nur Talebeleri meydana çıktılar.

Hapisten tahliyeden sonra, Üstadın evinin kapısı önünde bir-iki
polis daimî nöbet bekler ve yanına kimseyi sokmazlardı. Zâten hapis müddetince halka
dehşet verecek şekilde yalan yanlış propagandalarla, Bediüzzaman’ın imhâ edileceği
gibi haberler etrafa yaydırılmıştı.

Üstad, Afyon’da iki ay kadar ikametten sonra Emirdağ’ına geldi.
Emirdağ’ında birçok Risâle-i Nur talebeleri vardı. Oradaki hizmet-i Nuriyeyi bu
talebeler îfâ ettiler.

Afyon hapsinden sonra hizmet-i Nuriye nasıl cereyan etti?

Isparta’da, teksir makinesiyle Nur mecmualarının neşrine devam ediliyordu.
Üstad, yine âdeti veçhîle, tashihât ile meşguldü. Yalnız, hapisten sonra, hizmet-i
Nuriye birkaç kısma inkısam etmişti; yalnız teksir ile ve el yazısı ile neşre münhasır
olmuyordu. Bu zamanlardaki hizmet safhaları şu sûretle ifade olunabilir:

1. Muhtelif vilâyet, kasaba ve köylerdeki Nur Talebeleri, bulundukları
muhitlerinde Nurları okumak, yazmak, okutmak ve neşrine çalışmak.

2. Isparta ve İnebolu’da, teksir makinesiyle Nur Risâlelerinin mecmualar
halinde teksiri ve etrafa neşri.

3. Ankara ve İstanbul’da, muhtelif halk tabakaları arasında, husûsan
üniversite ve diğer mektep talebeleri, gençler, memurlar ve hanımlar arasında Nurların
yayılması, okunması, Risâle-i Nur dâvâsına çokların yakın mânevî alâkaları; bunlardan
hâlis fedâkârlar ve îman hâdimlerinin çıkması; nûr-u îmânın, bu iki büyük merkezde
harâretle inkişâfı.

4. Kitapların iâdesi ve yeniden bâzı yerlerde Nurlara ve talebelerine
ilişmek dolayısıyla resmî makamlarla münâsebet, Risâle-i Nur’un vatan ve milletin,
nesl-i âtinin saadetine vesîlesi cihetinin duyurulması, ispat edilmesi; yeni Türk
hükûmetinin, Kur’ân’ın bu yeni ve ekmel Nuruna takdirle bakması; en modern neşir
vâsıtasıyla, hem Anadolu’ya, hem âlem-i Islâma ve insâniyete duyurulmasının temini.

5. Şark vilâyetlerinde Risâle-i Nur’un intişârı.

İşte, Said Nursî, Afyon hapsinden tahliye edilip Emirdağ’ına geldiği
zaman, nazarındaki hizmet safhaları bu sûrette idi ve merkez-i hükûmetle hizmet
îtibâriyle alâkadardı. Bu zamana kadar Nur hizmeti, ancak risâlelerin yazılıp çoğaltılmasına
münhasırdı. Üstad, tâ Barla’dan beri, dâimâ has talebeleriyle, Nurların neşrine
çalışanlarla görüşmüş, onları hizmetlerinden dolayı tebrik ve teşcî etmişti. Bu
tarihten sonra mektepliler ve memurlar Nurlara müteveccih oldular. Nur hizmetini
hayatlarının gayesi addeden ve bu hizmetle vatan, millet ve Islâmiyete en büyük
faydayı temin eden talebeler meydana çıkarak, hizmete başladılar.

Tarihçe-i Hayat, s. 525-527.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

İki üç defadır ehemmiyetli bir hâlet-i ruhiye bana ârız oluyor.
Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yûşâ Dağına çıkarıp İstanbul’un, Dârü’l-Hikmetin
cazibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp, hattâ İstanbul’da bulunan Nurun birinci
şakirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zarurî hizmetimi görmek için
de yanıma almaya müsaade etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acîp inkılâbât-ı
ruhînin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün
târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek Nurlar ve kahraman
şakirtleri benim vazifelerimi yapacaklar; daha bana hiç ihtiyaç kalmamış. Zaten
Nurun her bir câmi cüz’ü ve sarsılmayan hâlis şakirtlerinin her birisi, benden daha
mükemmel ders verir.

Said Nursî

Şualar, s. 453.

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvela: Nurun ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına
benden sordu ki: “Nurun halis ve ehemmiyetli bir kısım şakirtleri, pek musırrane
olarak, ahir zamanda gelen Al-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o
kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların
fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve
kat i bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikate binaen onlara muvafakat etmiyorsun.
Bu ise bir tezattır, herhalde hallini istiyoruz.”

Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki:

O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir
tabir ve tevil lazım.

Birincisi: Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Al-i
Resulün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin üç vazifesi var. Eğer
çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa, o vazifeleri onun cemiyeti
ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük
vazifesi olacak:

Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun
taunu, beşer içine intişar etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini
tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.

Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem
herşeyi bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i
Mehdinin, o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü
hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor.
Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin
uzun tetkikatıyla yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci
vazifeyi tam yapmış olacak.

Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevi ordusu, yalnız ihlas
ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar
da az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.

İkinci vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeair-i
İslamiyeyi ihya etmektir. Alem-i İslamın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti
maddi ve manevi tehlikelerden ve gazab-ı İlahiden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i
istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır.

Üçüncü vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kur’âniyenin
zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tatile uğramasıyla,
o zat, bütün ehl-i imanın manevi yardımlarıyla ve ittihad-ı İslamın muavenetiyle
ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Al-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli
ve kesretli bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı
yapmaya çalışır.

Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en
yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkiki bir surette umuma ders vermek,
hatta avamın da imanını tahkiki yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet
edici, irşad edici manasının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur şakirtleri bu
vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna
nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini haklı
olarak bir nevi Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevinin de bir mümessili, Nur
şakirtlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevisi ve o şahs-ı manevide bir nevi
mümessili olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar.
Gerçi bu, bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes ul değiller. Çünkü ziyade
hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin
pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i
itikatlarının bir tereşşuhu gördüğümden, onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın
bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur u aynı o ahir zamanın hidayet edicisi
olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır.

Emirdağ Lahikası, s. 231.

Üstadımızın vasiyetnâmesi

Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin sermayesini,
kendilerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayınlarına vermek, hususan
nafakasını çıkaramayanlara vermek lâzımdır.

Şimdiye kadar birkaç senedir tayınatları verilen Nur talebeleri,
haslara malum olmuş. Ben de yanımda şimdi bulunan kardeşlerimi kendime vâris ve
benim vazifemi yapmaya çalışmak lâzım. Tesanüdü de muhafaza etsinler.

Evet, bu vasiyetnameyi tasdik ediyorum.

Vasiyetnamenin Haşiyesidir

Üstadımız âhir ömründe insanların sohbetinden men edildiği cihetle
anladı ki:

“Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var.
Risale-i Nur’un mesleğindeki âzamî ihlâs için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda
şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından, âzamî ihlâs ile bütün bütün
enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, mânevî dua ve
ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir.
Risale-i Nur’daki âzamî ihlâs ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir mânevî
sebep hissediyorum. Kendini Risale-i Nur’a vakfetmiş olan, yanımda bulunanlardan
nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu mânâyı, lüzumsuz ziyarete gelenlere
bildirsinler.”

Said Nursî

Emirdağ Lahikası, s. 417.

Umum dostlarıma ve Nur kardeşlerime bu vasiyeti ilân ediyorum:

Ben şahsım itibarıyla vazife-i Nuriyeyi yapmaya tâkatim kalmamış.
Belki ihtiyaç da kalmamış. Hem müteaddit tesemmümlerle ve çok ihtiyarlık vaziyetiyle
ve hastalıkla, şimdiki hayatta kalmak, tahammülüm kalmamış gibidir. Şayet müştak
olduğum ölüm elime geçmese de, zahirî hayatımda ölmüşüm gibi diye bu vasiyetimi
yazıyorum.

Hâlık-ı Rahmân-ı Rahîme hadsiz şükür olsun ki, bundan altmış yetmiş
sene evvel hilâf-ı âdet olarak tahsil-i ilim, hususan ilm-i imanî yolunda başkaların
muavenetine yalvarmamak ve tam fakr-ı haliyle beraber Eski Said çocukluk, gençlik
zamanında talebelerine tayınlarını kendi vermeye çalıştığı ve ancak kısa bir zaman
beş tayın kabul edip mütebâki talebelerine, bazan yirmi otuz talebesine tayın verdiğinden,
ilmi, vasıta-i cer etmeye o talebeler mecbur olmadılar. İktisat ve kanaatle o zaman
muvaffak oldukları gibi, Cenab-ı Erhamürrahimîne hadsiz şükür olsun ki, Eski Said
gibi şimdi Risale-i Nur kendi hakikî talebelerinin tayınlarını neşriyatıyla mükemmel
vermeye başlamış. Âzamî ihlâsı kırmamak için, Risale-i Nur has talebelerine, hususan
nafakasını tedarik edemeyenleri tam tamına idare edecek derecede Risale-i Nur’un
satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nur’un hakkı olduğu cihetle, şimdi elli
altmış talebesine kâfi sermayesi çıkıyor. Benim (biçare Said’in) içinde hiçbir hakkı
yoktur. Yalnız Risale-i Nur’un kıymettar hâsiyeti ve şakirtlerinin şahs-ı mânevisinin
kemâl-i sadakati bu mânevî Nur bayramına vesile oldu.

Şimdi bütün talebelerin fevkinde diyerek değil, benim en yakınımda,
hizmetimde olup bir derece tam tarz-ı hareketimi bilenler ve yakından görenler içinde,
dört beş adamı mutlak vekil yapıyorum. Ben ölsem veya hayatta şuursuz kalsam, Nurlara
karşı hizmetimin tarzını bilerek tam yapabilsinler. Şimdilik Tâhirî, Sungur, Ceylân,
Hüsnü ve bir iki adam daha mutlak vekilim olarak vasiyet ediyorum. Şimdi Risale-i
Nur’un satılan nüshalarının sermayesi, Risale-i Nur’un malıdır. Said de bir hizmetkârdır.
Hayatta tayınını alabilir. Hattâ bugünlerde ölüm bana çok yakın göründü. Ben de
altı vilâyette bulunan elli altmış talebeyi iki üç sene Nur sermayesinden tayınını
vermek kat’î niyet ederken, belki bazılarını bazı mâniler onları talebelik hizmetinden
vazgeçirecek diye vazgeçtim. Şimdi vasiyetimi yazdım.

Said Nursî

Emirdağ Lahikası, s. 446.

Umum Nur talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş
olduğu en son derstir

Aziz kardeşlerim,

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir.
Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır.
Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya
karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve
terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadiselerle
sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam
tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi,
dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat
bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye
karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele
ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler
gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i
umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim.
Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir.
Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza
etmek içindir. düsturu ile-ki “Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu
mesul olamaz”-işte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya
çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir.
Mezkûr âyetin düsturuyla vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım
etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak
binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı
mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz
hizmettir; netice Cenab-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”

Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir;
muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir” deyip ihlâs ile hareket
etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı,
çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket,
müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir.
Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri
Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için
müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı mâneviyedeki fark
pek azîmdir.

Bir mesele daha var; o da çok ehemmiyetlidir. Hükm-ü Kur’âna göre,
bu zamanda mimsiz medeniyetin icabatından olarak hâcât-ı zaruriye dörtten yirmiye
çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla, hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcât-ı zaruriye
hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, “Zaruret var” diye ve zaruret zannıyla
dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.

Kırk sene evvel, bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak
için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler:

“Biz şimdi mecburuz.
kaidesiyle, Avrupa’nın bazı usullerini medeniyetin
icaplarını taklide mecburuz” dediler.

Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret su-i ihtiyardan gelse,
kat’iyen doğru değildir; haramı helâl etmez. Su-i ihtiyardan gelmezse, yani zaruret
haram yoluyla olmamışsa zararı yok. Meselâ; Bir adam su-i ihtiyarıyla haram bir
tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa, hüküm aleyhine câri
olur, mâzur sayılmaz, ceza görür. Çünkü, su-i ihtiyarıyla bu zaruret meydana gelmiştir.
Fakat bir meczup çocuk cezbe halinde birisini vursa, mâzurdur. Ceza görmez. Çünkü
ihtiyarı dahilinde değildir.”

İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: “Ekmek yemek, yaşamak gibi
zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru
meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı helâl etmeye
medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuşsa, mutlak zaruret
olmadığı ve su-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebep olamaz. Kanun-u
beşerî de bu noktaları nazara almış ki, ihtiyar haricinde zaruret-i kat’iye ile,
su-i ihtiyardan neş’et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlâhîde ise, daha esaslı
ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.”

Bununla beraber zamanın ilcaatıyla zaruretler ortalıkta zannederek
bazı hocaların bid’alara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek
“Zaruret var” zannıyla hareket eden o biçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi
dahilde sarf etmiyoruz. Biçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan
hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar
muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede
muvaffak olduğum halde, şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket
etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.

Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakit de onlara yardımcı olarak
çalışıyoruz. Âsâyişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi
hakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.

Risale-i Nur’un neşri her tarafta kanaat-i tamme verdi ki, Demokratlar
dine taraftardırlar. Şimdi bir Risaleye ilişmek, vatan, millet maslahatına tamamen
zıttır.

Bir mahrem risale vardı ki, o mahrem risalenin neşrini men etmiştim.
“Öldükten sonra neşrolunsun” demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular, tetkik ettiler,
sonra beraat verdiler. Mahkeme-i Temyiz o beraati tasdik etti. Ben de bunu dahilde
âsâyişi temin için ve yüzde doksan beş mâsuma zarar gelmemesi için neşredenlere
izin verdim. “Said, meşveretle neşredebilir” dedim.

Üçüncü mesele: Şimdi küfr-ü mutlak, öyle cehennem-i mânevî neşrine
çalışıyor ki, kâinatta hiçbir kâfir ona yanaşmamak lâzım geliyor. Kur’ân’ın “rahmeten
lil’âlemîn” olduğunun bir sırrı budur ki: Nasıl Müslümanlara rahmettir; âhirete
iman, Allah’a iman ihtimalini vermesiyle de, bütün dinsizlere ve bütün âleme ve
nev-i beşere rahmet olmasına bir nükte, bir işarettir ki, o mânevî cehennemden dünyada
da onları bir derece kurtarmış. Halbuki şimdi fen ve felsefenin dalâlet kısmı, yani
Kur’ân’la barışmayan, yoldan çıkmış, Kur’ân’a muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı
komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice
verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler
vasıtasıyla neşir ile aşılanmaya başlandığı için, şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil
değildir, yaşamaz. “Dinsiz bir millet yaşamaz” hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü
mutlak olduğu zaman, hakikat-i halde yaşanmaz. Onun için, Kur’ân-ı Hakîm, bu asırda
bir mucize-i mâneviyesi olarak Risale-i Nur şakirtlerine bu dersi vermiş ki, küfr-ü
mutlaka, anarşistliğe karşı sed çeksin. Hem çekmiş. Evet Çin’i, hem yarı Avrupayı
ve Balkanları istilâ eden bu cereyana karşı bizi muhafaza eden Kur’ân-ı Hakîmin
bu dersidir ki, o hücuma karşı sed çekmiş, bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.

Demek bir Müslüman mümkün değil, başka bir dine girip, ya Hıristiyan
ve Yahudi, hususan bolşevik gibi olmak… Çünkü, bir İsevi, Müslüman olsa, İsâ Aleyhisselâmı
daha ziyade sever. Bir Mûsevî, Müslüman olsa, Mûsâ Aleyhisselâmı daha ziyade sever.
Fakat bir Müslüman, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın zincirinden çıksa, dinini
bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemâlâta medar hiçbir hâlet
kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.

Onun için, Cenab-ı Hakka şükür, Kur’ân-ı Hakîmin işârât-ı gaybiyesi
ile, kahraman Türk ve Arap milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı
kurtaracak bir mucize-i Kur’âniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış.
Ve on altı sene evvel 600 bin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan
geçtiği sabit olmuş.

Demek Risale-i Nur, beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece
vesile olduğu gibi, İslâmın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arabı birleştirmeye,
bu Kur’ân’ın kanun-u esasîlerini neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik
ediyorlar.

Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur’ân’a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta
Cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünkü, ölüm madem öldürülmüyor.
Hergün beşerde otuz bin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka
düşenlere, yahut taraftar olanlara, hem şahsın idam-ı ebedîsi ve bütün geçmiş, gelecek
akrabalarının da idam-ı ebedîsi olarak düşündüğü için, Cehennemden on defa daha
fazla dehşetli cehennem azâbı çeker. Demek o cehennem azâbını küfr-ü mutlakla kalbinde
duyuyor. Çünkü, herbir insan akrabasının saadetiyle mesut, azabıyla muazzep olduğu
gibi Allah’ı inkâr edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine
azaplar geliyor. İşte bu zamanda, bu dünyada bu mânevî cehennemi insanların kalbinden
izale eden tek bir çaresi var. O da Kur’ân-ı Hakîmdir. Ve bu zamanın fehmine göre
onun bir mucize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır.

Şimdi Allah’a şükrediyoruz ki, siyasî partiler içinde bir parti,
bir parça bunu hissetti ki, o eserlerin neşrine mâni olmadı; hakaik-i imaniyenin
dünyada bir cennet-i mâneviyeyi ehl-i imana kazandırdığını ispat eden Risale-i Nur’a
mümanâat etmedi, neşrine müsaadekâr davrandı, nâşirlerine de tazyikattan vazgeçti.

Kardeşlerim, hastalığım pek şiddetli; belki pek yakında öleceğim
veyahut bütün bütün konuşmaktan-bazan men olduğum gibi-men edileceğim. Onun için
benim Nur âhiret kardeşlerim, “ehvenüşşer” deyip bazı biçare yanlışçıların hatâlarına
hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil…
Çünkü dahilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a
zarar vermiyor, az müsaadekârdır; “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha “âzamüşşer”den
kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.

Hem dahildeki cihad-ı mânevî, mânevî tahribata karşı çalışmaktır
ki, maddî değil, mânevî hizmetler lâzımdır. Onun için, ehl-i siyasete karışmadığımız
gibi, ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok…

Meselâ, bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ
otuz senede hapisler de, tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azaplarına
mukabil, o biçarelerin yüzde doksan beşini tezyif ve itirazlara, zulümlere mâruz
kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki,
âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi.
O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvâya hakları yoktur.

Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamlarıyla
bizi, yetmiş kişiyi mahkûm etmek için su-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un
bazı kısımlarına yanlış mânâ vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı
halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi, en ziyade hücuma mâruz bir kardeşiniz,
mahpus iken pencereden o müdde-i umumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler:
“Bu müdde-i umumînin kızıdır.” O mâsumun hâtırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki
onun verdiği zahmetler, o Risale-i Nur’un, o mucize-i mâneviyenin intişarına, ilânına
bir vesile olduğu için rahmetlere inkılâp etti.

Kardeşlerim, belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha var;
o da benlik, enaniyet, hodfuruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek
iştahı, tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un Kur’ân’dan aldığı dersin
en birinci esası benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı
hakikî ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakka şükür, o âzamî ihlâsı
kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük
bir mesele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nurun biçare bir şakirdinin düşmanları
dost olduğu vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için, rahmet-i İlâhiye cihetinde
sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar isabet-i nazar hükmüne geçip onu incitiyor.
Hattâ musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor.

“Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu. “Madem milyonlar kadar
arkadaşların var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

Cevaben dedi: “Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik, enaniyet,
dünya saltanatı da verilse, bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek
âzamî ihlâsın iktizasıdır. Meselâ, harp içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri
arasında Kur’ân-ı Hakîmin tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini
tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine ’Defteri çıkar’ diyerek at üstünde
o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’ân’ın bir harfinin, bir nüktesini düşmanın güllelerine
karşı terk etmemiş ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.”

O kardeşimize sorduk: “Bu acip ihlâsı nereden ders almışsın?”

Demiş: İki noktadan…

Birisi: Âlem-i İslâmiyetin en acip harbi olan Bedir Harbinde, namaz
vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumuyla beraber mücahidlerin
yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rek’at sonra onlar da hissedar
olsun diye Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm bir hadis-i şerifiyle emretmiş olmasıdır.
Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete
riayet etmek en büyük bir hadise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı mutlakın
böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh ve canımızla ittibâ ediyoruz.

İkincisi: Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Celcelûtiyenin
çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki, namaz içinde huzuruna gaflet
gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum mânâsı hâtırına gelmemek, sırf namazdaki
huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuru ile namazdaki huzuruna
mâni olunmamak için, bir muhafız ifriti dergâh-ı İlâhîden niyaz etmiş.

İşte bu biçare, ömrü bu zamanda hodfuruşluk içinde yuvarlanan biçare
kardeşiniz de, hem sebeb-i hilkat-ı âlemden, hem kahraman-ı İslâmdan bu iki küçük
nükteyi ders aldım. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’ân’ın esrarına ehemmiyet vermekle,
harp içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek, Kur’ân’ın bir harfinin bir nüktesini
beyan etmiş.

Said Nursî

Emirdağ Lahikası, s. 455-460.

Konuşan yalnız hakikattir

Risale-i Nur’da ispat edilmiştir ki, bazen zulüm içinde adalet tecellî
eder. Yani, insan bir sebeple bir haksızlığa, bir zulme mâruz kalır, başına bir
felâket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur. Bu
hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vâkıa adaletin tecellîsine bir vesile olur. Kader-i
İlâhî başka bir sebepten dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak kesb etmiş olan o kimseyi
bu defa bir zâlim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu, adalet-i İlâhînin
bir nevi tecellîsidir.

Ben şimdi düşünüyorum. Yirmi sekiz senedir vilâyet vilâyet, kasaba
kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zâlimane işkenceleri
yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat bunu
niçin tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-i halde böyle birşey yoktur.

Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor.
O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı beni tekrar muhakeme altına
alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor, beni tazyik ediyor, türlü türlü işkencelere mâruz
kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor.
Böylece musibetten musibete, felâketten felâkete sürüklenip gidiyorum. Yirmi sekiz
sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını nihayet
kendileri de anladılar.

Onlar bu ithamı kasten mi yaptılar, yoksa bir vehme mi kapıldılar?
İster kasıt olsun, ister vehim olsun, ben böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını
kemâl-i kat’iyetle yakinen ve vicdanen biliyorum. Dini siyasete âlet edecek bir
adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor. Hattâ beni bu suçla itham edenler
de biliyorlar. O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben
suçsuz ve mâsum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid bir işkenceye mâruz
kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval adalet-i İlâhiyeye muhalif
düşmez mi?

Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum. Bana zulüm
ve işkence yaptıklarının hakikî sebebini şimdi anladım. Ben kemâl-i teessürle söylüyorum
ki, benim suçum, hizmet-i Kur’âniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma
âlet yapmakmış.

Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum
ki, uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve mânevî kemalât
ve terakkiyatıma ve azaptan ve Cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme
vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevî gayet kuvvetli
mânialar beni men ediyordu. Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bırakıyordu.
Herkesin hoşlandığı mânevî makamatı ve uhrevî saadetleri a’mâl-i saliha ile kazanmak
ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı
bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men ediliyordum. Rıza-yı İlâhîden başka fıtrî
vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.
Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde
olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara
tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında imanı kurtaracak ve muannidlere
kat’î kanaat verecek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir
Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti
kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dahilinde,
dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî bir şeye âlet edilmediğini
bilmekle husule gelebilir.

Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik
şahsiyet-i mâneviyesine karşı çıkan bir şahıs, en büyük mânevî bir mertebede bulunsa,
yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin
nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs, dehâsıyla, harika makamıyla bizi kandırdı.”
Böyle der ve içinde şüphesi kalır.

Allah’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete
âlet ithamı altında, kader-i İlâhî, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye
âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor,
ikaz ediyor; “Sakın” diyor, “iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma-tâ ki, imana
muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın
desiseleri kalmasın, sussun.”

İşte, Nur Risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller
üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı
budur, başka bir şey değildir. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce
âlimler, yüz binlerce kitaplar daha belîğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı
durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i
Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret
ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.

Madem ki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor;
bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve
mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere,
beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm
etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.

Âdil kadere de derim ki:

Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi
gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî-mânevî füyûzât
hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mânevî kuvveti kaybedecektim.
Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye
sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i
irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda,
hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden
ferağat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.

Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, ezâ
ve cefâlara mâruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün
haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini
isterim. Çünkü onlar bilmeyerek kader-i İlâhînin sırlarına, derin tecellîlerine
akıl erdiremeyerek bizim dâvâmıza, hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler.
Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize ezâ ve cefâ
edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini
ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.

Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki
de bunlar son sözlerim olur. Medresetü’z-Zehranın Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi
unutmasınlar.

Emirdağ Lahikası, s. 316-318.

Kardeşlerim,

Sizce münasipse Başvekile ve dindar meb’uslara verilmek üzere, ihtara
binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattir.

Mukaddeme: Kırk seneye yakın siyaseti terk ettiğimden ve ekser hayatım
bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan,
büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye
ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta
olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin
selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cemiyet-i beşeriyeye hamiyetle çalışanlar
için bana mânevî bir ihtar edildiğinden Üç Noktayı beyan edeceğim.

Birinci nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir iki senedir “irtica
ile itham” kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla
dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki:

Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve
bedevîliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren
gizli İslâmiyet düşmanları, gaddarâne bir ithamla ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye
ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti
dine âlet ve tâbi yapmakla, tâ İslâmiyetin kuvvet-i mâneviyesinden bu hükümet-i
İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat
kuvveti bulundurmak ve bir kısım zâlim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için
çalışanlara pek haksız olarak “irtica” damgasını vurup onları memlekete zararlı
tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır. Nümunelerinden birinci
nümunesi: Bu asrın dehşetli zulmüne karşı bir sed olarak İkinci Noktada beyan etmek
zamanı geldi. Menşe’leri iki kanun-u esasiye istinad eden iki irtica var:

Biri: Siyasî ve içtimaî ki, hakikî irticadır. Onun kanun-u esasîsi
çok su-i istimale ve zulme medar olmuştur.

İkincisi: İrtica namı verilen hakikî bir terakki ve adaletin esasıdır.

İkinci nokta: Beşerin vahşet ve bedevîlik zamanlarındaki bir kanun-u
esasîsine, medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedevîliğe
dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-ü umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane
kanun-u esasî, şimdi bizim bu biçare memleketimize girmek istiyor. Garazkârâne ve
anûdâne particilik gibi bazı cereyanları aşılamaya başlaması gibi bir ihtilâf görülüyor.
O kanun-u esasî de budur:

Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatâsıyla
o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm
ediliyor. Bir hatâ, binler hatâ hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel
taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor.

Evet, birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler, kuvvetsiz
oluyorlar. Bu kuvvetsizlikle zayıflandığı için, millete ve memlekete ve vatana âdilâne
hizmete muvaffak olunamadığından, maddî ve mânevî bir nevi rüşvet vermeye mecbur
oluyorlar ki, dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için o gaddar, engizisyonâne
ve bedeviyâne ve vahşiyâne bu mezkûr kanun-u esasîye karşı ayn-ı adalet olan bu
semavî ve kudsî
nass-ı kat’îsiyle, Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i
hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran
bu kanun-u esasî ki, “Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz.” Kardeşi de olsa,
aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa, o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa,
o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız mânevî günahkâr olup âhirette mesul olur;
dünyada değil. Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i
beşeriye iki Harb-i Umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle, esfel-i sâfilîn olan
o vahşî irticaa düşecek.

İşte, Kur’ân’ın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica namını veren
bedbahtlar, vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri
şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: “Cemaatin selâmeti
için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin
siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz” diye, birtek câni yüzünden
bir köyü mahvetmekle bin mâsumun hakkını nazara almaz. Birtek câninin yüzünden bin
adamın kılıçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanmasıyla binler mâsumu sıkıntıya
verdirir. Ve iki yüz adamı kurşuna dizilmesini o bahaneyle nazara almaz. Birinci
Harb-i Umumîde üç bin adamın câniyâne siyaset hatâlarıyla otuz milyon biçare nev-i
beşer aynı harpte mahvedildiği gibi, binler misaller var.

İşte bu vahşiyâne irticaın, bu dehşetli zulümlerine karşı gelen
Kur’ân şakirtlerinin, Kur’ân’ın yüzer kanun-u esasîsinden
âyetinin ders verdiği
kanun-u esasîsi ile adâlet-i hakikiyeyi ve ittihadı ve uhuvveti temin etmeye çalışan
ehl-i iman fedakârlarına “mürteci” namını verip onları müttehem etmek, mel’un Yezid’in
zulmünü adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misilli en vahşî ve zalimâne bir engizisyon
kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’ân’ın mezkûr
kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir. Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin
selâmetine çalışan ehl-i siyasetin mezkûr hakikati nazara alması lâzımdır. Yoksa,
üç veya dört cereyanın muannidâne muaraza etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza sebebiyle
zayıflar. Memleketin menfaatine ve âsâyişine sarf edilecek o zayıf kuvvetle hâkimiyetini-hattâ
istibdad ile de olsa-âsâyiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediğinden
Fransız ihtilâl-i kebîrinin tohumlarının bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmesine
yol vermektir diye telâş edilebilir.

Madem bu ittifaksızlıktan gelen zaafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle
ecnebînin politikasına ve ehemmiyetsiz, muvakkat yardımlarına karşı bu acip mânevî
rüşvetler veriliyor, dört yüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine
ehemmiyet verilmiyor gibi bir mânâ hükmediyor. Ve âsâyiş ve siyasete zarar gelmemek
için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur
zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor. Elbette ve
elbette ve kat’î olarak, şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset, garba ve ecnebîye
verdiği siyasî ve mânevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâmın ileride cemahir-i müttefikası
hükmünde olacak olan dört yüz milyon Müslüman kardeşlere memleket ve milletin ve
bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi
lâzım ve elzemdir.

İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatli, caiz ve vacip rüşvet ise,
teavün-ü İslâmın esası ve hediye-i Kur’ân’ın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî
kanun-u esasîsi olan

(Müslümanlar ancak kardeştir.” Hucurât Sûresi, 49:10., “Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sımsıkı sarılın.” Âl-i
İmran Sûresi, 3:103., “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.” En’âm Sûresi, 6:164;
İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7., “İhtilâfa düşmeyin;
sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider.” Enfâl Sûresi, 8:46.) kudsî,
esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.

Emirdağ Lahikası, s. 318-320.

Reis-i Cumhura ve Başvekile,

Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta
bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare garip ihtiyar der ki:

Size iki hakikati beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârâne ittifakını,
bu millete kemâl-i samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh-u canımızla
tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah 400 milyon İslâmın sulh-u umumiyesine
ve selâmet-i âmmenin teminine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz
tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.

Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim halde, şiddetli
bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için
gayet kısa bir yolu bulan ve Kur’ân’ın bu zamanda bir mucize-i mâneviyesi olan Risale-i
Nur’un Arabistan ve Pakistan’da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul
olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risale-i
Nur’un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir
kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği
ve hürriyetin başında “kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i
Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı
zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve
istirahat-i umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye
çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfî hareketle başkasının zararıyla
beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dünyanın
her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş, kabil-i
tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten
de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş
ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün
bütün bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşaallah
bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine,
400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle
muhtaç Hıristiyan ve sâir dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya
tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.

Salisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir
dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: “Bu
İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında
tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakâr,
mâsum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene evvel
bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm’den istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir
yol ve bir de pek büyük bir “Dârülfünun-u İslâmiye” tasavvuru ile, altmış beş senedir,
âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı
mutlaktan ve dalâletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki
uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk.

Birinci vesilesi: Risale-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin inkişafına
kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik
hâletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve
Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden
beri dehşetli bir surette maddiyun ve tabiiyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe
çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşaallah
bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mucize-i
Kur’âniyenin cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz.

İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek istiyordum.
Âlem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet
ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya
Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi
Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas,
Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet
ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile
Kur’ân’ın bir
kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye
birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin.
Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak
etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran,
hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher
üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam
elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. En
evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını
yapmak için 20 bin altın lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumîdeki esaretimden
döndüğüm vakit, Ankara’da mevcut 200 meb’ustan 163 meb’usun imzası ile 150 bin lira,
o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza
ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya
yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine
herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anattan
tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız
onlardan ikisi dediler ki:

“Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya
ve medeniyete muhtacız.”

Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser
enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta gelmelerinin
delâletiyle Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade
hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla
an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük
milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine,
İslâmiyetin hakaikine kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir.

Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler
İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim.

Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum.
Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.”

Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken,
İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden
aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi:
“Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum.”

Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler
bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz
milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas
var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin
Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak
ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u
felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci
hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.

İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak
fikrini taşıyanlar, kalktılar, imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını
affetsin; şimdi vefat etmişler.

Rabian: Mâdem Reisicumhur gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark
Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon
liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmetle
medresenin medâr-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye,
eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi
orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kalesi olan bu üniversiteyi yine
mesâil-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan, bu devlete,
bu millete bu azîm, faydalı hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede
esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı mânevîdir, imansızlıkladır. O mânevî
tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o
tahribatı durdurabilir.

Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün
dekaikiyle ve neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve
fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye
kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım
var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Said Nursî Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben
esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı
ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe
girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih
bir Türke tercih ediyorum.”

Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler
bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz
milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas
var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin
Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak
ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u
felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci
hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.

İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak
fikrini taşıyanlar, kalktılar, imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını
affetsin; şimdi vefat etmişler.

Rabian: Mâdem Reisicumhur gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark
Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon
liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmetle
medresenin medâr-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye,
eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi
orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kalesi olan bu üniversiteyi yine
mesâil-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan, bu devlete,
bu millete bu azîm, faydalı hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede
esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı mânevîdir, imansızlıkladır. O mânevî
tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o
tahribatı durdurabilir.

Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün
dekaikiyle ve neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve
fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye
kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım
var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz.

Said Nursî

Emirdağ Lahikası, s. 437-440.