Three Periods Three Appellations

Giriş

Bediüzzaman Said Nursi, hayatının farklı dönemlerinde kendi tercihi
ile Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said unvanlarını kullanır. Nursi, bu dönemlerin
her birisinde farklı kalbi ve ruhi haller yaşar.

Hayatının bu üç dönemine ait telifler ise, çekirdek-ağaç veya fidanlık-bahçe
gibi birbirini mündemiç telifler olup birbirini tamamlayan hakikatlerdir.

Eski Said’de hakikatlerin keşfi için “ilim kuvveti” ve “akli bakış”
ön planda iken Yeni Said’e “kalp ve vicdan” daha çok egemendir.

Bediüzzaman, Barla Lahikası adlı eserinde Hulusi Yahyagil’e yazdığı
bir mektubunda konu ile alakalı şunları söyler: “Aciptir ki, Eski Said’in kuvvet-i
ilmiyle, nazar-ı aklıyla anladığı ve gördüğü hakikatleri senin kardeşin (Yeni Said
İ.K.) şuhud-u kalbiyle, nur-i vicdanla gördüğüne tevafuk ediyor.”1

Bediüzzaman’ın talebelerinden Abdükadir Badıllı Eski Said-Yeni Said
bağlamında konuya şöyle bir açıklık getirir: “Eski Said-Yeni Said ifadeleri son
derece yüksek ve engin mazhariyetlerin ifade ve unvanları olsa gerek.”2 Badıllı,
Eski Said-Yeni Said ayırımı ile ilgili mebde-müntaha, çekirdek-ağaç, velayet-i suğra-velayet-i
Kübra, icmal-tafsil, cüz’iyet-külliyet, gençlik devri-kemal çağı, ilim devri-amel
faslı yorumunu yapar.

Bediüzzaman’ın talebelerinden Bayram Yüksel (Üçüncü Said-Eski Said
bağlamında) Üç Said’in birbirini te’yid ettiğine dair kendi elleri ile kaleme aldığı
hatıralarının bir yerinde şöyle der: “Üstadımız diyordu: Üçüncü Said, maşaallah,
barekâllah, Eski Said’de yanlış bulamıyor. Maşallah Eski Said’i tebrik ediyorum.”3

Risale-i Nur’un birçok yerinde Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said
unvanları geçer. Bu unvanların hepsi birer mülahaza olup birbirini te’yid ve takviye
eder. Bazen Risalelerde “konuşan ve te’lif eden” olarak Yeni Said’i görürsünüz;
fakat aynı metin içinde Yeni Said’in “konuşturduğu kişi” olarak Eski Said karşınıza
çıkar. Çünkü “o anda” ve içinde bulunulan ‘hal’de üslup ve içerik Eski Said’in konuşmasını
gerektirmiştir. Dolayısıyla “Muvakkaten Eski Said kafası (üslup İ.K.) başa geçirilir”
ve ona iş yaptırılır.

Sonuç olarak pratikte “karşılaşılan olaylar”, teoride ise “keşfedilen
hakikatleri anlama yöntemi” unvanların kullanımında belirleyici etken olmuştur.

Üç Said, Üç Vazife

Kur’an-ı Hakîm’in asrımıza bakan parlak bir tefsiri olan Risale-i
Nur, varlığın bütün alanlarını tahlil ederek vuzuha kavuşturan evrensel bir fikir
mektebidir. Varlığın maddi boyutunu tevhidi bir nazarla ele alan Risale-i Nur, nispeten
farklılık arz eden toplumsal ve siyasal hayatı da aynı yaklaşımla muhakeme eder.

Eşyanın hakikatlerine ve kâinatın sırlarına vakıf olan Risale-i
Nur müellifi, yaşanılan evrenin kesreti içinde vahdeti yakalar ve hilkat-ı âlemin
bulmacasını zihnimize nakşeder. Kur’an ve kâinat kitaplarını müteradif okuyan Bediüzzaman
Said Nursi, aynı hassas okumayı “Kur’an-hayat-hadiseler” cephesinde de yapar. Bu
meyanda yazdığı altı bin küsur sayfalık dev külliyatın takriben üç bin sayfası imani
bahislerdir. Bu imani bahisler, Kur’ani vurguya paralel olarak tevhid, nübüvvet,
haşir ve adalet (ibadet) dengesi üzerine oturur.

Risale-i Nur’un geri kalan üç bin sayfalık kısmı hayatın ve olayların
karmaşık problemlerini çözüme yöneliktir. Bu ikinci kısım da birincisi gibi vahyin
gölgesi olan “ilham”ın eseridir. Bediüzzaman Hazretleri bu ikinci kısımda, mahiyeti
itibarı ile değişken olan sosyal hadiselerin Kur’an’ın değişmez nasları ile etkileşimini
tahlil eder ve akla kapılar açar. Nursi bu yönü ile öteki müfessir ve müelliflerden
farklı bir konumdadır.

İslam irfanının köklü ve yetkin otoritesi olan Said Nursi, yaşadığı
çağı ve istikbali iyi okumuş, değişimin dilini iyi yakalamıştır.

Bir zerrede, bir çiçekte, bir hücrede bazen insan vücudunda veya
yıldızlarda Allah’ın isim ve sıfatlarını Kur’an dili ile okuyan/okutan Bediüzzaman,
beri tarafta beşeri hayatın vazgeçilmez üniteleri olan aile, devlet, toplum, hürriyet,
adalet ve hukuk gibi realiteler üzerinde fikirler serdetmiş ve çağdaşlarını aydınlatmıştır.

Peki, Risalelerde neden bu iki ana ayırım yapılmış ve öğretiler
bu iki temel üzerine bina edilmiştir?

Yukarıda ifade edildiği gibi Said Nursi’nin Risale-i Nurları Kur’ani
modele paraleldir. Şeriatı ikiye ayıran Bediüzzaman, âlem-i asgar olan insanın ef’al
ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelamdan gelen bildiğimiz şeriat ile; insan-ı
ekber olan kâinatın hareket ve sekenatını tanzim eden ve sıfat-ı iradeden gelen
şeriat-ı kübra-yı fıtriyeyi biribirinden ayırır.

Yaratılan varlıkların işleyişini ve münasebetlerini anlamaya ve
anlamlandırmaya çalışmak kadar, beşeri münasebetleri anlamlandırmak ve onların Kur’aniliğini
test etmek de Bediüzzaman’ın nazarında o derece önem arz eder. Fiziğin ve matematiğin
kanunlarında Allah’ın iradi sıfatlarını okumak ne derece önemli ise, hukuk ve adaletin
toplum hayatındaki işleyişinde Allah’ın kelami vasıflarını rehber tayin edici kabul
etmek de o derece önemlidir.

Bu farklı izah ihtiyaçları Bediüzzaman’ın hayatında farklı isimler,
unvanlar ve devreleri ortaya çıkarmıştır.

Üç döneme ait ayrı sıfat ve unvanların kullanım sebebi “dikey vazifelendirme”dir.
Yani ahir zamanda gelecek olan vazifeli şahsa ‘hadis’lerle yüklenilen “üç ayrı vazife”
gerçeği bu ayırımın en temel sebebidir. Yoksa irade ile yapılan rastgele bir tercih
yoktur. Bu, “iman-hayat-şeriat” bağlamında ayrıca irdelenmesi gereken önemli bir
ayrıntıdır.

Kendisi şöyle der: “Ekser hayatım, ihtiyar ve iktidarımın şuur ve
tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garip bir surette ona cereyan
verilmiş; tâ ki Kur’an-ı Hakim’e hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin”4

Eski Said ve Dünyadaki Değişimler

İslam dünyasının bu asır içinde geçirdiği değişik safhaların Bediüzzaman’ın
hayatına aksettiğini ifade etmek mümkündür. Bediüzzaman’ın “Eski Said” olarak hayatını
devam ettirdiği dönem İslam dünyasının Batı sömürgesine karşı direniş içinde olduğu
dönemdir ve bu direnişin merkez gücünü Osmanlı Devleti temsil eder. Onun için Osmanlı’nın
kurtuluşu Bediüzzaman için çok önemlidir. Bediüzzaman Osmanlı’nın kurtuluşuna dair
kuvvetli ümitler taşımaktaydı. Eski Said dönemine tekabül eden bu safhada Bediüzzaman
büyük bir müjde beklentisi içinde idi. Bediüzzaman bu şiddetli ümidin karşılığını
“siyaset âleminde” bulmaya çalışacak ve ululararası ilişkiler bağlamında bu müjdesini
“anlamlandırma” yoluna gidecekti. Hâlbuki onun aradığı ve beklediği şey -kendi ifadesi-
ile başka idi. Yıllar sonra konu ile ilgili şunları söyleyecekti: “Hürriyetin bidayetinde
Risale-i Nur’dan çok evvel kuvvetli bir ümit ve itikat ile ehl-i imanın me’yusiyetlerini
izale için ‘istikbalde bir ışık var, bir nur görüyorum’ diye müjdeler veriyordum.
Hatta hürriyetten evvel de talebelerime beşaret ederdim. Tarihçe-i Hayatımda merhum
Abdurrahman’ın yazdığı gibi, Sünuhat misüllü risalelerde dahi ‘ben bir ışık görüyorum’
diye dehşetli hadisata karşı o ümit ile dayanıp mukabele ederdim. Ben de herkes
gibi o ışığı siyaset âleminde ve hayat-ı içtimaiye-i İslamiyede ve çok geniş bir
dairede tasavvur ederdim. Hâlbuki hadisat-ı âlem beni o gaybi ihbarda ve beşarette
bir derece tekzip edip ümidimi kırardı.

“Birden bir ihtar-ı gaybi ile kat’i kanaat verecek bir surette kalbime
geldi ki, ciddi bir alaka ile senin eskiden beri tekrar ettiğin ‘Bir ışık var, bir
nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tabiri, sizin hakkınızda ve
iman ciheti ile âlem-i İslam hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur. Bu
ışıktır ki, seni şiddetle alakadar etmişti. Ve bu nurdur ki, eskide de tahayyül
ve tahminin ile geniş dairede belki siyaset âleminde gelecek mes’udane ve dindarane
haletlerin ve vaziyetlerin mukaddemesi ve müjdecisi iken, bu muaccel ışığı o müeccel
saadet tasavvur ederek eski zamanda siyaset kapısıyla onu arıyordun.”5

Bediüzzaman’ın geçişlerindeki safhaları harici dünyadaki tarihi
süreçle paralellendirme adına bir diğer safhaya bakmakta fayda vardır.

Osmanlı Devleti ve hilafetin tarihe karıştığı dönemlerden (Eski
Said döneminin kapanışı Yeni Said döneminin başlangıcı) başlayarak II. Dünya Savaşı’nın
sonuna kadarki bu dönem (bu dönemin sonu ise Yeni Said’in kapanışı ve Üçüncü Said’in
başlangıcıdır), İslam dünyasının hem bir bütün olarak, hem de parça parça sömürgeci
uluslararası sistem karşısındaki direniş noktalarını kaybettiği bir dönemdir. Bu
dönem İslam toplumları açısından sadece bu asrın değil, bütün bir İslam medeniyeti
tarihinin en radikal değişikliklerinin yaşandığı bir dönem olmuştur.

“Bu dönemde geleneksel bütün siyasi kavram ve müesseseler pratik
geçerliliklerini kaybetmişlerdir. İslam dünyasının birlik sembolü halinde bulunan
hilafet müessesesi kaldırılmış ve İslami prensip ve kurumlar ciddi bir çevreselleşme
sürecine girmişlerdir. Türkiye, İran ve Afganistan dışındaki İslam coğrafyası tamamıyla
sömürgeleştirilmiş bu ülkelerde ise İslam’ın gerçek bir siyasi ve sosyal güç olma
özelliğini sağlayan siyasi kültür ve kurumlar terk edilmiştir. Siyasi destek ve
merkezini kaybeden Müslüman topluluklar bu dönemde teorik alanda dinleri ikame etmeye
çalışan modernist ideolojiler karşısında İslam’ı savunma, pratik alanda ise sömürgeci
ve baskıcı idareler karşısında cemaatleşerek direnme yolunu seçmişlerdir. Özellikle
Mısır, Pakistan ve Türkiye’de yoğunlaşan ve bugün İslami hareketler olarak isimlendirilen
cemaat yapılarının büyük çoğunluğu dönemin eseridirler.”6

Şura ve hâkimiyetin “cüz’ü hakikisi” konusunda Bediüzzaman, siyasi
ve sosyal katılım ile ilgili, klasik dönem İslam siyasi düşüncesinin boyutlarını
aşan yeni bir takım unsurlar getirir. Asr-ı Saadet hariç, klasik dönemde halifenin
‘ferdi’ olan siyasi hâkimiyeti temel “erk” iken, Bediüzzaman, “Müslümanların hâkimiyetin
bir cüz’ü hakikisine malik olmaları” gerektiğini dile getirerek “erk”in toplum katmanlarına
yayılmasının gerektiğini ifade eder. Bu yorum, klasik dönem siyasi yaklaşımları
aşan yeni bir tutumdur. Bu tutum, farkında olarak veya olmayarak yüzyıllarca ötelenen
“asr-ı Saadet siyasi modelinin” tekrar gündeme getirilmesidir. Bu bağlamda mesela
gayr-ı Müslimlerin “klasik ehl-i kitap” hukukundan “vatandaş hukukuna” geçerek şura
mekanizmasına eşit olarak katılmaları konusu Bediüzzaman’ın bu orijinal yaklaşımında
bir örnek olarak karşımıza çıkar. Münazarat adlı eser bu orijinal yaklaşımın örnekleri
ile doludur.

“Bediüzzaman’ın gayreti hür siyasi otorite anlamında medinesini
kaybetmiş bir şahs-ı manevinin yanlış Medinelerin yanlış çarkları içinde çabalamaktansa
yeni bir Medine kuracak olan müslüman bireyin Mekke imanını ve cemaat ruhunu ihya
etme tercihi olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla yeni Said’in ikinci dönemde
siyasetten uzaklaşması -Ali Abdurrazık’ın yaklaşımında olduğu gibi- İslam dinini
siyasi ve sosyal kapsamlılıktan ayrıştırma tavrı olarak değerlendirilmemelidir.
Bu anlamda Bediüzzaman hem İslami kapsamı daraltan Ali Abdurrazık’ın tavrından,
hem de kurumsal yenilenme çözümleri peşindeki Reşit Rıza’nın tavrından ayrılmaktadır.
Bazı hususlarda İkbal ile yakınlaşmakta ise de bireyin imanını yeniden kurmak konusundaki
ısrarı ile onun tavrından da farklılaşmaktadır.”7

Yeni Said

Bediüzzaman’ın Eski Said döneminden Yeni Said’e geçişi birçok dâhili
ve harici sebepler paralelinde olmuştur. Harici sebepler bağlamında dünyadaki büyük
değişimleri özellikle de İslam dünyasının merkezi otoritesi olan Osmanlı’daki değişimi
sebep olarak nazara almak mümkündür.

Dâhili sebepler ise yine kolayca tahmin edileceği üzere harici dünyadaki
değişimlere karşılık “dikey vazifelendirme”nin etkisi ile yaşanılan ruhi ve kalbi
inkılâplar ve bunun sonucu olarak Bediüzzaman’ın hayatına akseden tutum ve davranışlarıdır.

Sibirya Sürgünü ile başlayan bu tarihi değişim süreci, Risale-i
Nur’u telif etme olgunluğunun yakalandığı “zirve nokta Barla”ya kadar sürer. Yoksa
turnusol kâğıdın asidik ortamdaki “ani renk değişimi” gibi bir değişim söz konusu
olmamıştır.

Tarihçe-i Hayat’ta Bediüzzaman için yapılan bir tanımlamada onun
bu olgunluğuna işaret eden şu vasıflarına dikkat çekilir: “Ulum-u evvelîn ve âhirîne
ve ledünniyât ve hakâik-i eşyaya ve esrâr-ı kâinata ve hikmet-i ilahiyeye vâris
kılınması.”8

Bu tanımda geçen Bediüzzaman’ın “ilahi hikmete ve eşyanın hakikatlerine
varis kılınma” vasıfları onun “dikey vazifelendirilme” yönünün tezahürleridir. Yaşanan
uluslararası siyasi değişimler ve içinde bulunulan sosyal atmosfer “Yeni Said”in
iş başına geçmesini zorunlu kılmıştır.

Eşyanın hakikatlerini “hikmet” pergeli ile ölçmek ve varlık âleminin
tespihatlarını ontolojik boyutları ile okumak Yeni Said’in asıl vazifesi olmuştu.
Bediüzzaman Yeni Said döneminde Allah’ın “Hakim” ve “Rahim” isimlerine mazhar olmuştur.
Artık, bu alanlarda “söz” söyleme otoritesi ona aittir. Evvel-ahir ilimlerine ve
ledünniyata varis olmak da şüphesiz bu anlamda çok önemlidir.

Bediüzzaman Yeni Said döneminde geniş bir fikir ve ince bir nazar
ile kâinatın bütününü imani bir kuşatma çemberine alır. Sonra ondaki “tespih” buudunun
fotoğrafını çekerek idrak sahiplerine gönderir. Kur’an’da ifadesini bulan varlık
evrenindeki “kelimat”, Bediüzzaman’ın dilinde manaya dönüşerek İlahi ve Rabbani
“esmalar” olur. Yani Bediüzzaman, varlığın müşahhas mülk boyutunda, mücerret melekûtî
boyutu okur. Bunu yaparken pozitif bilimlerin verilerini kullanır. Bu, hikmetin
bugünkü “farklı” dili idi. Risale-i Nur serapa bu dilin rengi ile boyanmıştır. Mesela
Bediüzzaman bu işi yaparken “mana-i harfi-mana-i ismi” kavramlarına başvurur. Bu
kavramlar, Yeni Said’i farklı kılan hususiyetlerden sadece iki tanesidir. Bu kavramlar
Bediüzzaman’ın dilinde kâinatın bilmecesini çözmeye yönelik akıcı bir nehre dönüşür.
Bu durum Yeni Said’i farklı kılan bir ayrıcalıktır ve bu anlamda onun öncülü yoktur.

Hikmet ile birlikte Yeni Said’de işleyen önemli bir “hassa” da “Rahmet”tir.
Bediüzzaman, Risale-i Nur’un Allah’ın “Rahim” isminin mazharı olduğunu açıkça söyler.
Bu çok önemli bir farklılıktır ve Rahimiyet Risale-i Nur’da geniş bir açılım zemini
bulmuştur. Rahimiyetin insan, hayvan, bitki ve kâinat tabakalarındaki işleyiş süreci
Risale-i Nur okuyucusunun çok aşina olduğu bir konudur. Bu anlamda Yeni Said için
birçok “hassa” ve “metod” örneği vermek mümkündür.

Bediüzzaman Yeni Said döneminde bir ayine gibi Kur’an’ın karşısına
geçmiş ve oradan aldığını doğrudan yansıtmıştır.

Bediüzzaman en kötümser tahminle Yeni Said’in başlangıç noktası
olan Sibirya esaretinden sonra Kur’an’dan başka kaynak kitap kullanmamıştır. Yeni
Said’in en belirgin özelliği budur. Kur’an’dan sonra en güvenilir kaynak olma özelliği
bulunan “Buhari’nin Hadis Külliyatı” bile “beşeri!” olma özelliğinden dolayı buna
dahildir. Vehbiyet, ilham ve sünuhat-ı kalbiye onun zihni verimine kaynaklık etmiştir.
Bu sünuhat ve bu sünuhatın ortaya çıkardığı metinler, bugüne kadar kimsenin zihninde
“Kur’an ve hadise aykırı bir mana” ihsas ettirmemiştir.

Enteresandır, Yeni Said’in sünuhata itimadı o güne kadar elde ettiği
kesbi ilminden daha fazladır. O derece ki ikisi çakıştığında Bediüzzaman “sünûhatı
ve ihtarı” tercih eder. Görebilenler için bunun delilleri Risale-i Nur’da çok açıkça
mevcuttur. Sebebi ve hikmeti ise sadece onda ayandır. Bunun ötesinde kim hangi yorumu
yaparsa sadece tahmindir.

“Sünuhatı nakle tercih” eden Bediüzzaman’ın kesbi ve nakli ilmi
elde ederken nasıl bir hafızaya malik olduğu ise ayrı bir konu olup, bilgi ehlinin
malumudur. Onun zekâsı fotoğrafik zekâ olup her okuduğunu tek görüşte hafızaya aynıyla
nakşeden bir hafızadır. Bu hafızanın sadece Van’da yirmi sene gibi uzun bir zaman
sürecinde “nakli ilimle meşgul olduğu”9 hesaba katılırsa, onun tercihinin fevkalade
ehemmiyetli sebeplere dayandığı ortaya çıkar. Bu aslında onun da “ihtiyarının karışmadığı”
bir keramet-i Kur’aniyedir10 ve onun bütün ilmi meşguliyetleri, Risale-i Nur’a çıkmaya
basamaktır.11

Üçüncü Said

Üçüncü Said’e geçişin yaşandığı dönem Afyon Hapishanesi’dir. 1919
yılında İstanbul’da yaşadığı manevi bir inkılâp ile Yeni Said’e geçen Said Nursi,
Afyon Hapishanesi’nde de benzer bir inkılâp geçirerek, “Üçüncü Said” dönemine girmiştir.
Bediüzzaman hapiste yaşadığı kalbi ve ruhi farklılığı talebelerine bir mektup ile
şöyle haber verir:

“Aziz, sıddık kardeşlerim,

“İki-üç defadır önemli bir halet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı
otuz sene evvel İstanbul’da beni Yuşa Dağına çıkarıp, hatta İstanbul’da bulunan
Nurun birinci şakirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zaruri hizmetimi
görmek için de yanıma almaya müsaade etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acip
inkılabat-ı ruhinin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said
ve bütün bütün târik-ı dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum. Demek,
Nurlar ve kahraman şakirtleri benim vazifelerimi yapacaklar; daha bana ihtiyaç kalmamış.”12

Aslında yaşanılan hal, ilk bakışta “bütün bütün târik-i dünya” haliydi.
Fakat kader onu başka dairelere yönlendirmişti. Bediüzzaman Hazretleri, şimdi hayatın
bir diğer vazgeçilmez ünitesi olan “içtimai ve siyasi” sahada, tekraren büyük bir
vazife omuzlamak üzereydi. Bu durumu Bediüzzaman o zaman Afyon Ağır Ceza Reisi’ne
verdiği beyanatta dile getirir:

“Afyon Mahkemesine ve Ağır Ceza Reisi’ne beyan ediyorum ki:

“Makam-ı iddianın asılsız istinat ettiği suçlar, siz de bilirsiniz
ki, yok; beni cezalandırmaz. Fakat beni manen cezalandıracak vazife-i hakikiyeye
karşı büyük kusurlarım var. Eğer sormak münasip ise, sorunuz; cevap vereyim.

“Büyük kusurlarımdan bir tek suçum, vatan ve millet ve din namına
mükellef olduğum büyük bir vazifeyi dünyaya bakmadığım için yapmadığımdan, hakikat
noktasında affolunmaz bir suç olduğuna ve bilmemek bana bir özür teşkil edemediğine
şimdi bu Afyon hapsinde kanaatim geldi.”13

Bediüzzaman Hazretleri, vazife-i hakikiyeye karşı kendisini kusurlu
bilmekte ve bunu manevi bir mesuliyet olarak görmekteydi. Ona göre bu büyük kusur,
dünyaya bakamadığı için, vatan, millet ve din namına yükümlü olduğu büyük vazifeyi
yapmamış olmasıydı.

Bediüzzaman’ın Üçüncü Said Dönemine ait belirgin özelliği, içtimai
ve siyasi olayları takip etmesiydi. Said Nursi, dünyada cereyan eden içtimai ve
siyası olayları, Afyon hapishanesinde mahallî ve ulusal basın yolu ile takip ediyordu.
Özellikle İslâm âlemi ile ilgili gelişmeleri lehteki gazetelerden takip eden Bediüzzaman,
gelişmelerin seyri ile ilgili kanaatlerini dile getirirdi.

Bediüzzaman 1950 yılından sonra Üçüncü Said döneminin bir tezahürü
olarak, hayat-ı içtimaiye ve siyasiyeye ait lâhika mektupları kaleme aldı. 1950’ye
kadar şartların zorunlu gereği olarak hayat-ı içtimaiye ve siyasiyeyi pek nazara
vermeyen Said Nursi, 1950’den sonra tamamen farklı bir duruş sergileyerek bu konuları
hem yanındakilere ders verdi, hem de talebelerine yazdığı mektuplarda dile getirdi.

Bediüzzaman, 1950’den sonra, Eski Said döneminde yazdığı eserleri
de tekrar nazarlara verir ve Eski Said ile Üçüncü Said’i buluşturur. Said Nursi,
1951 yılında, Emirdağ’da Eski Said’e ait bütün eserlerini tekrar gözden geçirerek
bunlara uyarlayıcı haşiyeler ekler. Aynı yıl Emirdağ’da yazdığı bir mektubunda bu
mesele ile ilgili şunları söyler:

“Aziz, Sıddık Kardeşlerim!

“Evvelen: Cenabı Hakka yüz bin şükrediyoruz ki, elli beş sene bir
gaye-i hayalim ve hayatımın bir neticesi olan Medresetüzzehra’nın manevi hakikatini
siz, Medresetüzzehra erkânları tamamıyla gösteriyorsunuz.

“Saniyen: Şiddetli hastalık ve sair sebeplerin tesiri ile ben Nurcu
kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden mahrum kaldığımdan benim bedelime
sizler ve Risale-i Nur’un kahraman medresesinde Yeni Said’e verdiği ders ve Eski
Said’in Hutbe-i Şamiye ve Zeyilleri gibi hayat-ı içtimaiye medresesinde aldığı dersleri
ve bu konuşmaları bu biçare kardeşiniz bedeline müştak olduğum kardeşlerimle benim
yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.”14

Bediüzzaman, Eski Said’in Hutbe-i Şamiye ve Zeyilleri gibi hayat-ı
içtimaiye medresesinde aldığı dersler ve konuşmalara, 1954 yılında geldiği Isparta’da,
eserleri tekrar gözden geçirerek bunlara birçok şerh ve izahlar ekler.

Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Münazarat, Muhakemat, Divan-ı Harb-i
Örfi, Sünuhat ve Hutuvat-ı Sitte adlı eserlerin tamamını gözden geçirerek yeniden
tanzim etti ve neşretti. Bediüzzaman Hazretleri yine 1951-1954 yıllarında, 1907-1913
yılları arasında yaşadığı İstanbul’da dönemin çeşitli gazetelerine yazdığı meşrutiyet,
hürriyet ve istibdatla ilgili bütün makalelerini, muhtelif platformlarda irat ettiği
bütün nutuklarını ve çeşitli kişilere hitaben yazdığı mektuplarını da tekrar gözden
geçirerek öteki eserlerine zeyil yaptı.

Risale-i Nur Mesleğinde Siyaset

Üçüncü Said bağlamında ele alınması gereken bir diğer konu ise “siyaset”tir.
Said Nursi, İslamiyet güneşinin yerdeki ışıklara alet ve tâbi olamayacağını söyler.
Nursi dinin siyasete alet edilmesi durumunda, İslamiyet’in kıymetinin tenzil edileceğini,
dolayısıyla bunun İslamiyet’e büyük bir cinayet olacağını ifade eder.

Said Nursi’nin yerdeki ışıklardan kastı; devletler, hükümetler,
rejimler ve bu anlamdaki kurumlar ve oluşumlardır.

Siyaset bir sanattır. Ekonomi, dış politika, imar, eğitim ve sağlık
hep bu sanatın icra edildiği makamlardır.

Din adına ortaya çıkan siyasi partileri hiçbir zaman tasvip etmeyen
Said Nursi, buna mukabil müsbet anlamdaki kitle partilerini daima muhafazaya çalışmıştır.
Bediüzzaman din adına ortaya çıkmayan ama din lehinde icraatlarda bulunan ve Müslümanları
rencide etmeyen partilere; lahikalar, dersler ve talebeleri ile destek verici telkinlerde
bulunmuş ve onları ikaz etmiştir.

Onun partilerden beklediği; temel değerler, hürriyet, adalet, hukukun
üstünlüğü ve millet iradesidir. Buna mukabil onların karşı olmaları gereken mefhumu
da ‘istibdat’ olarak göstermiştir.

Said Nursi, meşrutiyet döneminde hangi ilkelerle hareket etmişse
1950 yılında da aynı ilkelerden hareket etmiştir. Çünkü onun Kur’ani prensipleri
bütün şartlarda uygulanma imkânına sahipti. Dolayısıyla Risale-i Nur talebelerinin
siyaset anlayışları dönemsel ve mevzii olmamış, günübirlik rüzgârlar, ani parlayışlar,
hissi etki-tepkilerden uzak olmuştur. Şefkat, hak, hakikat ve hikmet siyasi tutumların
temel zembereği olmuştur.

Said Nursi, siyasetin dinsizliğe alet olmasına karşı çıktığı kadar,
dinin siyasete alet edilmesine de karşıdır. Onun arzu ettiği formül; siyasetin dine
hizmetkâr, alet ve dost yapılmasıdır. Osmanlı’nın son dönemlerinde bir kısım mahfiller,
Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’ye kadar ise rejimin baş aktörleri, siyaseti dinsizliğe
alet etmişlerdi.

Osmanlı, Meşruti hükümet, tek parti hükümeti ve çok partili dönemlerin
hepsinde yaşayan Said Nursi, bu dönemlerin hiçbirisinde dini siyasete alet etme
tavrını tasvip etmemiştir. Nursi, 1956 tarihinde, 45 sene evvelki bir eserini (Şam
Emevi Camii’nde 1911 tarihinde irad ettiği hutbe ve sonra kendi kaleminin yadigârı
olarak Türkçe çevirdiği “Hutbe-i Şamiye” eseri) yeniden gözden geçirirken eklediği
bir haşiyede şöyle der:

“Ey kardeşlerim! Kırk beş sene evvel eski Said’in bu dersinden anlaşılıyor
ki: O Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslamiye ile ziyade alakadardır. Fakat sakın
zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete alet veya vesile yapmak mesleğinden gitmiş. Hâşâ!
Belki, o bütün kuvveti ile siyaseti dine alet ediyormuş. Ve derdi ki: ‘Dinin bir
hakikatini bin siyasete tercih ederim.’ Evet, o zamanda, kırk-elli sene evvel hissetmiş
ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe alet etmeye teşebbüs niyetlerine
ve fikirlerine mukabil o da bütün kuvveti ile siyaseti İslamiyet’in hakaikına bir
hizmetkâr, bir alet yapmaya çalışmış.

“Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki, o gizli münafık zındıkların,
Garplılaşmak bahanesi ile siyaseti dinsizliğe alet yapmalarına mukabil, bir kısım
dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslamiyeye alet etmeye çalışmışlardı. İslamiyet
güneşi yerdeki ışıklara alet ve tâbi olamaz. Ve alet yapmak, İslamiyet’in kıymetini
tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.

“Hatta Eski Said, o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki; bir
salih alim, kendi fikr-i siyasisine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve
siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkit ve tefsik etti.

“Eski Said ona dedi: ‘Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet
okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin. Bunun
için Eski Said “Euzu billahimineşşeytanivessiyaseti (şeytandan ve siyasetten Allah’a
sığınırım) dedi. Ve otuz beş seneden beri siyaseti terk eti.”15

Said Nursi, din adına ortaya çıkılmayacağına dair en çarpıcı açıklamalarını
1920’li yıllarda yapar. Savaş ve dünya siyasetinin karmaşık hal aldığı bir atmosferde
ve yeni devletin teşekkülü zamanında çok önemli başka meseleler olduğu halde Said
Nursi’nin bu meseleye tahşidat yapması çok manidardır.

Rus esaretinden sonra yerleştiği İstanbul’da kendisine “Neden geldin
geleli siyasete karışmıyorsun?” diye soran dostlarına şu cevabı verir: “İstanbul
Siyaseti, İspanyol hastalığı [bulaşıcı ve öldürücü] gibi bir hastalıktır. Fikri
hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, [kendi kendimizi yönlendirmiyoruz],
bilvasıta müteharrikiz [başkalarının yönlendirmesi ile hareket ediyoruz]. Avrupa
üflüyor, biz oynuyoruz.”16

Aynı metnin devamında bu meyanda önemli sualler ve cevaplar yer
alır:

“-Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor? Din namına meydana çıkmak
lazım.

“-Evet, lazımdır. Fakat kat’i bir şart ile ki, muharrik, aşk-ı İslamiyet
ve hamiyet-i diniye olmalıdır. Eğer muharrik ve müreccih, siyasetçilik ve tarafgirlik
ise, tehlikelidir. Birincisi hata da etse, belki ma’fudur. İkincisi isabet de etse
mes’uldür.

“-Nasıl anlarız?

“-Kim fasık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sui zan bahanesi
ile tercih etse, muharrik-i siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-i mukaddesi olan dini,
inhisar zihniyeti ile kendi meslekdaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavi bir
ekseriyette, dine aleyhtarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharrik-i
tarafgirliktir.

“Evet, dine imale etmek (meylettirmek) ve iltizama (taraftarlığa)
teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa dinsizsiniz
dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfi bir tarzda istimal edilmez.”17

Din adına siyasi oluşumlara girişmenin en büyük tehlikesi yukarıda
ifade edildiği gibi ”inhisarcılık”tır. Dini, “inhisar zihniyeti ile kendi siyasi
meslektaşlarına has göstermek” büyük çoğunlukta din aleyhinde bir meylin ortaya
çıkmasına sebep olacaktır. Böylece yaşama noktasında eksiklikleri olduğu halde ‘Müslüman’
olan büyük kitleler, dini sadece kendilerine özgü gösteren partilerden dolayı dinden
nefret edeceklerdir.

Zübeyir Gündüzalp ve Üçüncü Said

Talebelerinden Zübeyir Gündüzalp, Bediüzzaman’ın Üçüncü Said döneminin
birinci derecede muhatabıydı. Bu yüzden içtimai ve siyasi noktada Nur Talebelerine
“model insan” oldu.

Said Nursi’nin vefatından sonra din adına ortaya çıkan siyasi hareketleri
teşhis etme ve bu oluşumlara karşı Nur hareketinde tavır belirlenmesinde en etkili
kişi Zübeyir Gündüzalp’tir. Bu tavrın uygulanmasında tavizsiz bir çizgi takip eden
kişi de yine o olmuştu.

Bediüzzaman’ın biraderzadesi Abdurrahman, Birinci (Eski) Said döneminin,
birinci derecede muhatabıdır. 1948 sonrası Üçüncü Said dönemine gelindiğinde ise
muhatap olarak Zübeyir Gündüzalp görülür. Bediüzzaman, “Hakiki fedakâr Zübeyir,
en lüzumlu ve hizmete şiddet-i ihtiyaç zamanında buraya imdadıma geldi. Yoksa Isparta’da
o sistemde birisini isteyecektim” diyerek bu gerçeği dile getirmiştir.

Bediüzzaman’ın vefatından sonra da, Zübeyir Gündüzalp, Said Nursi’nin
hareket tarzını benimseyerek, siyasileri ikaz etmeyi ihmal etmemişti. Gerektiğinde
onlara mektup göndermiş, gerektiğinde ise heyetler oluşturarak ilgili mercilerin
yanına göndermişti. Zübeyir Gündüzalp, hiçbir hadisenin etkisinde kalmadan, Nur
Talebelerini siyasi ve içtimai noktada istikamet çizgisinde muhafaza etmişti. Zübeyir
Gündüzalp, günlük mevzi olayların etkisinde kalmadan, siyasi polemiklerin içinde
boğulmadan, Risale-i Nur’un prensiplerini nazara vermiş ve Bediüzzaman’a mahsus
“yüksek siyaset” yapma geleneğini devam ettirmişti. 1969 yılına kadar, genel anlamda
fazla bir sıkıntı görülmezken, Milli Nizam Partisi’nin kurulması ile bazı sıkıntılar
baş göstermiştir. Zübeyir Gündüzalp, bu dini siyasete alet eden bu siyasi yapı karşısında
ciddi bir duruş sergilemiş ve inhirafların önüne set çekmişti.

Üç Dönemin Telifleri

Bediüzzaman’ın üç dönemine ait eserler arasında derece veya kıymet
farkı aramak yerine, içeriklerin icmal ve tafsilinden bahsetmek daha doğru bir yaklaşım
olur.

Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said arasında bir süreklilik olup
usul ve üslup noktasında kemale doğru bir ilerleme söz konusudur. Usul noktasında
zaman ve zeminle ilgili kısmi farklılıklar olmakla birlikte; Üç Said arasında asıllar
noktasında bir mutabakat vardır. Üçüncü Said döneminde, Eski ve Yeni Said’e ait
eserlerin tamamının, telifteki zaman ve usul farkı nazara alınmadan -kısmi şerh
ve izahlarla- aynen neşredilmesi bu mutabakatın en bariz göstergesidir.

Said Nursi’nin kırklı yaşlara kadar telif ettiği Eski Said dönemine
ait eserler, içerik bağlamında ana hatları ile ikiye ayrılabilir;

Birincisi; siyasi ve sosyal muhtevanın çok belirgin bir şekilde
ön planda olduğu eserlerdir. Bu eserlerde Said Nursi, İmparatorluğun (Osmanlı) çalkantılı
dönemlerinde meydana gelen olaylar zincirini, zengin bir materyale dönüştürür; bundan
hareketle çok yönlü ve her döneme uyarlanabilecek Kur’ani düsturlar ortaya koyar.
Bu eserlerde, büyük değişime maruz kalan dünyanın ve özellikle İslam âleminin sosyal
ve siyasi konjonktürü derin analizlere tabi tutulur. Eserlerde gözlem ve deneyin
yanı sıra yer yer İslami geleneğin zengin birikimleri de referans alınır.

Birinci kategoriye girebilecek eserler arasında: Divan-ı Harb-i
Örfi, Münazarat, Hutbe-i Şamiye, Sünuhat, Hutuvat-ı Sitte sayılabilir. Ayrıca, Meşrutiyetin
(1908) ilanından 1910 yılına kadar dönemin gazetelerine yazılan makaleler, çeşitli
platformlarda irad edilen nutuklar ve mektuplar da bu kategoriye dahil edilebilir.

İkincisi; Kur’an, kâinat, insan ve yaratılış hakikatlerinin imani
bir bakışla ele alındığı eserlerdir. Dönemin büyük ulemasıyla yapılan münazaraların
ürünleri olan bu eserler, mantık, kelam ve hikmete ait çok derin meseleleri içerir.
Bu eserlerde belli bir dönem akli ve felsefi vurgu ön planda olmuştur. Bediüzzaman’ın
yaşadığı enfüsi değişim, zamanla önceliklerini de etkilemiş, sonuçta akli ve felsefi
vurgunun şiddeti dönüşüme uğramıştır. Bu ikinci kategoriye örnek olarak, Muhakemat,
İşarat’ül İ’caz, Mesnevi-i Nuriye, Lemaat verilebilir.

Yine de Eski Said’e ait eserleri muhteva açısından keskin hatlara
ayırmak doğru olmayabilir. Bunun yerine Risale eksenli kategoriler yapmak daha doğru
bir tercih olur.

Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde yazdığı eserler hakkında sağlam
bilgilere ulaşmak için öncelikle müellifin kendi beyanlarına bakmak gerekir. Risale-i
Nur’un satırları arasında dikkatli bir inceleme yapıldığında Eski Said’e ait eserlerin
telifi, tanzimi, tarihi sıralaması ve neşrine ait sağlam ipuçları elde edilebilir.

Eski Said’in hayat seyrinde çeşitli istihzarat (hazırlık) dönemlerinin
olduğu müellifin kendi ifadesidir. Bu istihzarat dönemlerini tahsil, tedris ve telif
aşamaları olarak ifade etmek mümkündür.

Üzerinde detaylı çalışılması gereken bir konu olmakla beraber birkaç
cümle ile bazı çıkarımlar yaparsak: Said Nursi, sekiz yıllık çocukluk döneminden
sonra tahsil hayatına 1885 tarihinde Tağ Köyü medresesinde başlar. Bu hayat, 1892’ye
kadar devam eder. Yani kendisine“Bediüzzaman” unvanının verildiği tarih. Bu tarih
aynı zamanda Said Nursi’nin tahsil’den tedris’e (ders verme) geçiş yılıdır.

Bediüzzaman 1895’e kadar (Siirt, Bitlis, Tillo, Şirvan, Cezire ve
Mardin’de) medreseleri dolaşarak tedris (ders verme) ile hayatına devam eder. 1895-97
yılları ise Bediüzzaman’ın Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın himayesinde kaldığı tarihlerdir.
Bediüzzaman’ın Bitlis’den Van’a gelişi ise 1897’ye tekabül eder.

Van hayatının ikinci yılında Van Valisi Tahir Paşa vasıtasıyla İngiliz
Sömürge Bakanı Gladiston’un Kur’an ile ilgili bir itirafını işiten Bediüzzaman,
bunun üzerine büyük bir fikri inkılâp geçirir. İşte bu fikri inkılâp Risale-i Nur’un
telifi için hararetli bir hazırlık dönemi ve giriş kapısıdır. Bediüzzaman, o tarihe
kadar elde ettiği muhtelif ilimleri, Kur’an hakikatlerine çıkmak için basamak yapmıştır.

Birinci Şua’da Hadid Suresi yirmi sekizinci ayetini mana ve cifir
cihetleri ile tefsir eden Said Nursi, bu ayetin fikri inkılâp geçirdiği tarihten
iki sene sonrasına (1901/1318) işaret ettiğini söyler. Bu tarih, Risale-i Nur müellifinin
tedristen telife geçiş tarihidir.

Sonuç

Bediüzzaman hayatının üç dönemine ait üç unvanı, iradi bir tercih
ile değil, ilahi bir sevk ile kullanmıştır. Dünyada, özellikle İslam âleminde meydana
gelen değişimler ondaki değişimlerin itici gücü olmuştur. Bediüzzaman’ın en büyük
hedefi büyük Kur’an medeniyetini tekrar kalplerde ihya etmekti. Onun fikri anlamdaki
karşıtları bin yıllık yıkıcılar, ihya etmeye çalıştığı muhatapları ise yıkımın enkazındaki
masumlardır. Bu yıkımı tamir etmek onun hayatının temel gayesi olmuştur. Eski Said,
Yeni Said ve Üçüncü Said unvanları, onun Kur’an medeniyetini tamir ve inşa sürecinde
kat ettiği mesafelerin kilometre taşlarıdır.

Öz

Bediüzzaman Said Nursi, hayatının farklı dönemlerinde kendi tercihi
ile Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said unvanlarını kullanır. Nursi, bu dönemlerin
her birisinde farklı kalbi ve ruhi haller yaşar. Bediüzzaman hayatının üç dönemine
ait üç unvanı, iradi bir tercih ile değil, ilahi bir sevk ile kullanmıştır. Dünyada,
özellikle İslam âleminde meydana gelen değişimler ondaki değişimlerin itici gücü
olmuştur. Bu değişimler karşısında Bediüzzaman’ın takındığı tavırların birer yansıması
olan Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said, onun Kur’an medeniyetini tamir ve inşa
sürecinde kat ettiği mesafelerin kilometre taşları olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu çalışmada Bediüzzaman Said Nursi’nin üç hayat safhası ele alınmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Eski Said, Yeni Said, Üçüncü Said, siyaset,
Zübeyir Gündüzalp

Abstract

Bediuzzaman Said Nursi, in his own choice, used the appellations
of The Old Said, The New Said, and The Third Said in different periods of his life.
Nursi experienced different states of heart and soul in each one of these periods.
Bediuzzaman used the three appellations for the three periods of his life with a
divine guidance, rather than a volitional choice. The changes in the world, especially
in the Islamic world, were the driving forces for the changes in him. The Old Said,
The New Said and The Third Said, as the reflections of the attitudes that Bediuzzaman
assumed on those changes, can be seen as the milestones in his journey of restoration
and construction of the civilisation of Qur’an. In this study, the three periods
in the life of Bediuzzaman Said Nursi are analysed.

Key Words: The Old Said, The New Said, The Third Said, politics,
Zubeyir Gunduzalp

Dipnotlar

1. Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007, s.
421.

2. Abdulkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi Mufassal Tarihçe-i
Hayat, Timaş Yayınları, İst., 1990, Cilt 1, s. 460.

3. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi’yi Anlatıyor,
Yeni Asya Yayınları, İst., 1994, Cilt 3, s. 72.

4. Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007, s.
43.

5. Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi ve Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 2000, s. 75.

6. Ahmet Davutoğlu, Tebliğ; İslam Düşüncesinin 20. Asırda Yeniden
Yapılanması, 3. Uluslararası Bediüzzaman Said Nursi Sempozyumu, 24-25 Eylül 1995,
Türk Düşünürleri Gözü ile Said Nursi, Nesil Yayınları, 2004, s. 133.

7. A.g.m., s. 157.

8. Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007,
s. 927.

9. Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007, s.
205.

10. A.g.e., s. 35.

11. A.g.e., s. 43.

12. Said Nursi, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007, s. 824.

13. Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007,
s. 866.

14. Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007,
s. 665.

15. Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2000,
s. 41-42.

16. Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi ve Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat,
İst., 2000, s. 117.

17. A.g.e., s. 117-118.