Racism and Brotherhood in the Eyes
of Bediuzzaman

Giriş: Genel Çerçeve

Kur’an’ın Hucurat Suresi’ne baktığımız 10. ayetinde mü’minlerin
kardeşliğine vurgu yapıldığını görüyoruz. Bu ayette yer alan “mü’minler sadece kardeştir”
ifadesi, mü’minlerin kardeşliği dışındaki her türlü ihtimali kaldırmaktadır. Yani
mü’minler birbirilerine düşman ve hasım olamazlar, birbirlerine küs duramazlar,
kavga edemezler v.s. Ayrıca bu kardeşliğin tek çimentosunun da iman olduğu anlaşılmaktadır.
Yani iman çözülmeden kardeşlik çözülmez. [1] Eğer mü’minler arasında bir kavga
sürdürülüyorsa imanda bir çözülme var demektir.

Diğer taraftan aynı surenin 13. ayetine baktığımız zaman milliyet
fikrinin ve ırkçılığa varan milliyetçiliğin mucizevî bir üslupla yasaklandığını
görüyoruz. Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Ey insanlık ailesi, Elbet sizi bir erkekle bir
dişiden yaratan biziz; derken sizi kavimler ve kabileler haline getirdik ki, tanışabilesiniz.
Elbet Allah katında en üstününüz, O’na karşı sorumluluk bilinci en güçlü olanınızdır;
şüphe yok ki, Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.”
[2]

Hucurat Suresi’nin 10. ayetinde imanda kardeşlik vurgusu yapılmış
burada ise, bütün insanların doğuştan eşit oldukları, kimsenin imtiyazlı ya da herhangi
bir haktan ve meziyetten mahrum olarak yaratılmadığı ifade edilmiştir. Kur’an bu
ayetle, toplumsal hayatta insan için çok önemli olan noktalara dikkat çekiyor:

a) Her şeyden önce insanlar arasında var olan farklılıklar bir tahakküm
etme, üstünlük sağlama ya da egemenlik kurma vasıtası değil, bir tanışma ve dayanışma
vasıtası olmalıdır.

b) Hiçbir insan doğuştan imtiyazlı ya da doğuştan eksik değildir.

c) Bir insanın A ırkından ya da B ırkından olması kendi elinde değildir.
Dolayısıyla insanın kendi seçmediği şeylerle övünmesi mantıklı olmadığı gibi, bu
sebeple kınanması ya da hor görülmesi de insanca değildir.

d) Bir insanın kadın ya da erkek olması önemli bir imtiyaz olmadığı
gibi, A milletinden ya da B milletinden olması da önemli değildir.

e) İnsanın asıl üstünlüğü, asıl büyüklüğü ve asıl şerefi, yaratıcısına
karşı duyduğu sorumlulukla doğru orantılıdır. Kim ne kadar kendisini Allah’a karşı
sorumlu hissediyor ve gereğini yapıyorsa üstünlük ve şereften en büyük payı o almaktadır.

f) Bir insan kendi ırkını ve ırkdaşlarını sevebilir; ancak bu sevgi
başka ırklardan olanlara karşı bir nefrete dönüşmemelidir.

BEDİÜZZAMAN’A GÖRE MİLLİYET FİKRİ

Bediüzzaman Hucurat Suresi’nin 13. ayetini tefsir ederken, “Şu ayet-i
kerimenin ifade ettiği yüksek hakikat hayat-ı içtimaiyeye ait olduğu için, hayat-ı
içtimaiyeden çekilmek isteyen Yeni Said lisanıyla değil, belki İslamın hayat-ı içtimaiyesiyle
alakadar olan Eski Said lisanıyla, Kur’an-ı Azimü’ş-şan’a bir hizmet maksadıyla
ve haksız hücumlara bir siper teşkil etmek fikriyle yazmaya mecbur oldum.”
[3] diyerek Hucurat Suresi 13. ayetinin, tüm insanlığın ve özellikle Müslümanların toplumsal hayatına baktığını ve Müslümanları bir araya getirmenin temel şartlarına işaret ettiğini ifade ediyor. Ona göre Kur’an’a ait olan her şey çok değerlidir. İnsanların bir kadınla bir erkekten yaratıldıklarını, sonra kavim ve kabilelere ayrıldığını
gösteren bu ayetin, İslam birliğinin şartlarını ifade etmesi bakımından yüksek bir
hakikat ihtiva etmektedir.

Bediüzzaman ayette geçen “Tearüf” (tanışma) kelimesinin ifade ettiği
mana üzerinde durarak “ayet-i kerimenin ifade ettiği tearüf ve teavün düsturunun
beyanı için”
özetle şöyle diyor: “Bilindiği gibi bir ordu tugaylara, tugaylar alaylara,
alaylar taburlara, taburlar bölüklere, bölükler takımlara ayrılıyor. Bunun amacı,
askerlerin değişik yönlerini ve yeteneklerini ortaya koymak ve o yeteneklere göre
görev dağılımını yapmaktır. Böylece o ordunun fertleri yardımlaşma prensibiyle gerçek
bir görev yerine getirmiş olacaklar ve toplumun sosyal hayatı düşmanın saldırısından
korunmuş olacak. Hiç şüphesiz ordunun muhtelif kısımlara ayrılmasından maksat, tugay
ve taburların birbirilerine karşı husumet beslemeleri ve kavga etmeleri değildir.
Tıpkı bunun gibi, İslam toplumu da kabile, kavim ve gruplara ayrılmış büyük bir
ordu hükmündedir. Fakat bu toplumun çok sayıda birliğini gerektiren yönler vardır.
Her şeyden önce Yaratıcıları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir,
kitapları bir, vatanları bir… Bu kadar birlikler elbette ki kardeşliği, muhabbeti
ve birliği gerektiriyor. Anlaşılıyor ki, kabile ve gruplara bölünmüş olmak, şu ayetin
ifade ettiği gibi, tanışmak, yardımlaşmak ve dayanışmak içindir, birbirini inkâr
etmek ya da birbirileriyle kavga etmek için değildir.”
[4]

Kur’an’ın ifade ettiği milliyet fikri hakkındaki görüşlerini bir
paragrafta izah eden Bediüzzaman, özellikle zalim Avrupa yöneticilerinin tahrikiyle
gelişme gösteren günümüz milliyetçilik hareketlerine dikkat çekerek şöyle diyor:
“Milliyet fikri bu asırda çok ileri gitmiş, özellikle de dessas Avrupa zalimleri,
parçalayıp yutsunlar diye bu fikri Müslümanlar içinde menfi bir şekilde uyandırıyorlar.”
[5]

Bediüzzaman’a göre milliyet fikri içinde nefsanî bir zevk, gafletkârane
bir lezzet ve uğursuzca bir güç vardır. Onun için bu zamanda sosyal hayatın içinde
olanları bu zevkten vazgeçirmek mümkün görünmediği için onlara “milliyetçilik yapmayınız”
denilmez.

BEDİÜZZAMAN’A GÖRE
MİLLİYETÇİLİĞİN KISIMLARI

Bediüzzaman orijinal bir tespitle milliyetçiliği “menfi ve müspet”
olmak üzere iki kısma ayırmaktadır.

Her iki milliyetçiliğin özelliklerini sayan Bediüzzaman’a göre menfi
milliyet öncelikle olumsuz, uğursuz ve zararlıdır. Ayrıca başkasını yutmakla beslendiğinden
diğer kavimlere ve ırklara karşı düşmanlık besler ve onlara karşı uyanık davranır.

Bediüzzaman bu tür bir milliyetçiliğin düşmanlığa, kargaşaya ve
keşmekeşe sebebiyet verdiğini, hem ayet-i kerime hem de hadis-i şerif ile yasaklandığını
ifade eder. Bediüzzaman, unsuriyet, ırkçılık ya da kavmiyetçilik şeklinde ifade
edilebilen böyle fikirlere sahip olanları menfi milliyetçi olarak görmekte ve böylelerinin
İslam toplumu için zararlı olduklarını dile getirmektedir. Bediüzzaman bu görüşlerini
teyit için şu delilleri serdetmektedir:

a) Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: “Hani, inkârda direnenlerin
kalbini malum gurur (cahiliye gururu) doldururken Allah, elçisine ve mü’minlere
iç huzuru bahşetmiş ve onların sorumlu davranma sözüne (takvaya) sadık kalmalarını
sağlamıştı. Zira onlar fazlasıyla layık ve ehildiler ve zaten Allah her şeyi hakkıyla
bilendi.”
[6]Ayette geçen “cahiliye hamiyeti” sadece kendi kişisel gururu ve çıkarı
uğruna birçok insanın zarar görmesini göze almayı ifade eden bir deyimdir. Kur’an,
kendi ırkını öne sürerek başkasına hayat hakkı tanımayan sistemleri “hamiyet-i cahiliye”
olarak öngörmekte ve bunu şirkin bir çirkin geleneği olarak kabul etmektedir.

b) Irkçılığı yasaklayan hadis-i şerife gelince, Resul-i Ekrem (a.s.m.)
şöyle buyuruyor: “İslam cahiliye asabiyetini (ırkçılık ve kabileciliği) kökten kaldırmıştır” [7]
Bu hadis, ırkçılığı şirkin ve putperestliğin yaygın olduğu İslam öncesi cahili dönemin
bir geleneği olarak göstermekte ve İslam tarafından tamamen yasaklanmış olduğunu
ifade etmektedir. Bediüzzaman bu ayet ve hadisi zikrettikten sonra özetle şöyle
demektedir:

“İşte bu hadis-i şerif ve şu ayet-i kerime kati bir surette menfi
milliyeti ve ırkçılık fikrini kabul etmemektedirler. Çünkü müspet ve mukaddes İslamiyet
milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor. Acaba bir buçuk milyarlık ebedi kardeşleri insana
kazandıran (İslam’dan başka) bir ırk var mıdır?” [8]

c) Bediüzzaman’a göre menfi milliyetin tarihte pek çok zararları
görülmüştür. Mesela Emeviler milliyet fikrini bir parça siyasetlerine karıştırdıkları
için hem İslam âlemini küstürdüler hem kendileri de çok felaketlere maruz kaldılar. [9]
Ona göre Hz. Hasan ve Hüseyin’in (r.a) Emevilere karşı mücadeleleri kuşkusuz bir
din ve milliyet mücadelesiydi. Çünkü Emeviler İslam devletini Arap milliyeti üzerine
dayandırıp, İslam kardeşliği bağını milliyet bağından daha zayıf bıraktıkları için
iki şekilde İslam’a ve Müslümanlara zarar verdiler: Birincisi; diğer milletleri
rencide ederek İslamiyet’ten uzaklaştırdılar. İkincisi de, Arap olmayan insanlara
zulmettiler. Çünkü ırkçılık ve milliyet düşüncesi adaleti ve hakkı esas almadığından,
Emeviler adaletle hükmedemeyip zulmettiler. Zira menfi milliyeti esas alan bir hâkim,
öncelikle kendi ırkdaşını tutar, adaletle hükmedemez. Oysa İslam’ın adalet anlayışında
dine bağlılık önemlidir. Dine bağlılık yerine milliyete bağlılık ikame edilemez;
edilse adaletle hükmedilemez. O zaman hakkaniyet gider, zulüm olur. İşte bu düşünceden
hareket eden Hz. Hüseyin (r.a) dini rabıtayı esas alarak Emevilere karşı mücadele
etmiş ve şahadet makamını elde etmiştir. [10]

d) Bediüzzaman’a göre menfi milliyet fikri, sırf İslam âlemini ve
özellikle Osmanlı devletini parçalamak için Avrupalı zalim yöneticiler tarafından
Müslümanların içine atılmış ve teşvik edilmiştir. Sonuçta Osmanlı devleti yıkılmış,
yerine T.C. devleti kurulmuştur. Ancak daha önce Osmanlı tebaası olan halklardan,
sözde müstakil onlarca devlet kurulmuş, fakat bu devletler Batı’ya ya da Rusya’ya
bağımlı hale getirilmişlerdir. Denilebilir ki, İslam birliğini dağıtmak ve o birliği
sağlayan Hilafet gücünü elinde bulunduran Osmanlı devletini yıkmak için çıkarılan
1. Dünya savaşı menfi milliyetin insanlığa ve Müslümanlara ne kadar zararlı olduğunu
açıkça göstermiştir. [11]

e) Irkçılığın İslam dünyası için büyük bir handikap olduğuna işaret
eden Bediüzzaman özelde, değişik ırklara mensup olan vatandaşlarımızın durumunu
ele alıyor ve özetle şöyle diyor: “Şimdi farklı ırklara mensup olan vatandaşlarımız,
birbirlerine en çok muhtaç oldukları bir zamanda, üstelik onları esir almak isteyen
düşmanları varken, ırkçılık damarıyla birbirilerine yabani bakmaları ve birbirilerini
düşman telakki etmeleri tarifi imkânsız büyük bir felakettir. Adeta bir sineğin
ısırmaması için müthiş yılanlara arka çevirmek, böylece sineğin ısırmasından kurtulmaya
çalışmak bir divaneliktir. Aynı şekilde büyük ejderhalar hükmündeki Batılıların
doymak bilmeyen hırslarını tatmin için pençelerini uzattıkları bir sırada, ırkçılık
fikriyle dindaşlarına düşmanlık ve kin beslemek çok tehlikelidir ve her iki tarafın
da o düşmanın pençelerine düşmelerine bir sebeptir.” [12]

f) Kuşkusuz vatandaşların birbirlerine karşı kardeşçe hisler beslemelerinde
muvaffak olmaları ve barış içerisinde yaşamaları devlet politikasına bağlıdır. Eğer
devlet politikası vatandaşlar arasında ayırımı öngörüyorsa ya da herkesi Türk sayarak
kendisini Türk kabul etmeyenlerin üzerine kanun gücünü gönderiyorsa, devlet adil
ve tarafsız davranacağı yerde tahrik ediyor demektir. Bu durumda iş ciddileşir ve
ırklar arasındaki ihtilaf daha da büyümeye başlar. Bu yüzden Bediüzzaman uyarıcı
bir üslupla doğu vilayetlerindeki vatandaşlara (Kürtlere) veya güney tarafındaki
dindaşlara (Araplara), bizden değildirler diye adavet beslemenin, onları hor görmenin
ve onlara karşı cephe almanın büyük bir felaket olduğunu dile getirmektedir. Ona
göre ne doğuda ne de güneyde yaşayan insanlar arasında Türk düşmanı vardır. Her
şeyden önce güneyden Kur’an nuru ve İslamiyet’in ziyası gelmiştir. O nur bütün Anadolu’da
vardır. Dolayısıyla onlara adavet etmek Kur’an’a ve İslam’a adavet manasına gelir
ki, bu da toplumun dünya ve ahiret hayatına adavet etmekle eş düzeydedir. [13]

g) Bediüzzaman’ın, ister Türkçülük, ister Kürtçülük ya da Arapçılık
olsun bütün menfi milliyetçileri aynı kategoride mütalaa ettiğini görüyoruz. Ancak
Bediüzzaman tarihi bir gerçeğe dikkat çekerek, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın
bütün Türklerin Müslüman olduklarını, Türklerin diğer milletler gibi, “Müslim ve
gayri Müslim”
diye ikiye ayrılmadığını, Müslüman olmayan Türklerin Türklük ile bir
alakalarının kalmadığını (Macarlar gibi) dile getirmekte ve Türklere hitaben özetle
şöyle demektedir:

“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Çünkü senin milliyetin
İslamiyet’le imtizaç etmiş, ondan ayrılması mümkün değildir. Milliyetini İslam’dan
ayırsan mahvolursun. Zira bütün mazideki övünç kaynağın İslamiyet’in defterine geçmiştir.”
[14]
Üstadın bu ifadesinden anlaşıldığına göre, hâkim sınıf olarak Türklerin sorumlulukları
daha fazladır. Türklerin bu sorumluluk bilinciyle hareket edip daha çok İslam’a
sahip çıkmaları ve menfi milliyetten uzak durmaları gerekir. Türkler ve Türk devletinin
yöneticileri, bir ailede olduğu gibi baba rolünü üstlendikleri için, kardeş ırklardan
gelebilecek kaba davranışlara ve olumsuz tavırlara karşı nazik davranmak zorundadırlar.

BEDİÜZZAMAN’A GÖRE MÜSBET MİLLİYET

Bediüzzaman’a göre müspet milliyet, sosyal hayatın dâhili ihtiyaçlarından
ileri geliyor. Dolayısıyla bu tür milliyet yardımlaşmaya ve dayanışmaya sebep olduğu
gibi, büyük bir gücün meydana gelmesini sağlar ve İslam kardeşliğinin gücünü ortaya
çıkarır. Ona göre Müslümanların milliyeti bir vücuttur; aklı İslamiyet, ruhu Kur’an
ve imandır. Sosyal hayatın dâhili ihtiyaçlarından gelen bu milliyet, yani mukaddes
İslamiyet milliyeti ayrıştırıcı değil birleştirici ve kaynaştırıcıdır. Özellikleri
şunlardır:

a) Müspet bir milliyetten bahsedilebilmesi için öncelikle milliyet
fikrinin İslamiyet’e hizmetkâr olması lazımdır. Başka bir deyimle, milliyet düşüncesi
İslam’a kale olmalı, ona zırh olmalı, fakat asla yerine geçmemelidir.

b) Şüphesiz hem milliyetin hem de İslamiyet’in insana kazandırdığı
bir kardeşlik anlayışı vardır. Her iki kardeşlik de insana güç veriyor. Ancak bu
konuda İslam kardeşliği ırk kardeşliği ile asla mukayese edilemez. Çünkü İslamiyet’in
kazandırdığı kardeşlik içinde bin kardeşlik vardır. İslam kardeşliği ebedidir; yani
berzah ve Ahiret âlemlerinde o kardeşlik baki kalıyor. Oysa ırk kardeşliği ne kadar
güçlü de olsa kabir kapısında sona eriyor.

c) Müspet milliyet İslamiyet’in bir perdesi hükmünde olmalıdır.
Yani milliyeti kaldırdığımız zaman ardında İslamiyet görünmelidir. Aksi takdirde
milliyeti temel alarak onu İslamiyet’in yerine ikame etmek, aynı zamanda ciddi bir
şekilde Müslüman olduğumuzdan bahsetmek iki yüzlülük olur. Tıpkı bir kale içinde
muhafaza edilen elmasların, kalenin duvarına yerleştirilmesi, kalenin duvarındaki
taşların da kalenin içinde muhafaza edilmesine benzer. İslamiyet bir elmas hazine
gibidir. Müspet milliyet o elmasları kuruyan kalenin duvarlarındaki taşlara benzer.
Kalenin içindeki elmas hazinesini kalenin duvarındaki taşlarla değiştirmek ahmaklıktan
başka bir şey değildir. [15]

d) İslam’ın ırkçılığı reddetmesi, kişinin mensup olduğu milletini
sevmemesi demek değildir. Bir insanın kendi ırkını sevmesi için birçok sebep bulunabilir.
Dillerinin, geleneklerinin ve kültürlerinin bir olması bu sebeplerden bazılarıdır.
Hz. Peygamber’in (a.s.m.) “Kişi milletini sever” [16] hadisi de bu şekilde yorumlanmalıdır.
Ancak burada önemli olan, ırkımıza karşı beslediğimiz bu sevginin, başkasının inkarına
yol açmamasıdır.

e) Bir insanın, İslam’a hizmet eden ecdadı ile iftihar etmesi ırkçılık
değildir. Çünkü bu tür övünmeler hem Sahabe, hem Tabiin, hem de tüm İslam tarihi
boyunca sıkça görülen hususlardır. Bilindiği gibi, Uhud harbinde Katade b. Numan’ın
gözüne bir ok isabet etmiş ve gözünü çıkarmıştır. Resul-i Ekrem (a.s.m.) o mübarek
ve şifalı eliyle Katade’nin gözünü alıp yerine yerleştirmiştir. Bu vaka çok şöhret
bulmuş; hatta Katade’nin torunlarından birisi, Ömer b. Abdulaziz’in yanına geldiğinde
kendisini: “Ben öyle bir zatın torunuyum ki, Resulullah (a.s.m.) onun çıkmış gözünü
yerine koymuş ve gözü şifa bulmuştur”
şeklinde tanıttırmıştır. [17] Bunun gibi bir
Türk’ün, Hz. Peygamber’in (a.s.m.) hadisine mazhar olan Sultan M. Fatih ile övünmesi,
ya da bin yıl İslam’a hizmet eden ecdadıyla iftihar etmesi ırkçılık değildir.

DEVLETİN MİLLİYETÇİLİKLE İLGİLİ POLİTİKALARI

1) Avrupa’da baş gösteren milliyetçilik hareketleri 20. yüzyıl itibariyle
Asya kıtasında uyanan kavimler arasında da yayılmaya başladı. Uyanan ve Avrupa’nın
parlak uygarlığına kapılan kavimler her konuda olduğu gibi milliyetçilik konusunda
da Avrupa’yı körü körüne taklit etmeye başladılar. Bediüzzaman “Halbuki her milletin
kamet-i kıymeti ayrı bir elbise ister”
[18] diyerek bu taklitçiliğe karşı çıkmaktadır.
Ona göre Avrupa ve Asya insanları bir cins kumaş bile giyecek olsalar tarzları ayrı
ayrı olmak lazım gelir. Sözgelimi, bir ihtiyar hocaya tango bir kadın elbisesi giydirilmediği
gibi, bir kadına bir jandarma elbisesi giydirilmez. Avrupa bir dükkân ve bir kışla
ise, Asya bir çiftlik ve bir cami hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider ama bir
çiftçi gidemez. Aynı şekilde cami kıyafeti ile kışla kıyafeti bir değildir. [19] Bu
ifadeler, taklitçiliğin kendi milliyetini inkar anlamına geldiğine işaret etmektedir.

2) Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye Cumhuriyeti devletini
idare edenler, her hususta Batı’yı taklit ederek açık bir şekilde ulusçuluğu ve
Türk milliyetçiliğini esas aldılar. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için kendilerine
iki ana hedef seçtiler. Birincisi, başka kavimleri yok sayma politikasıdır. Türkiye
Cumhuriyeti sınırları içerisinde başka kavimlerin varlığını inkâr etme politikası
her zaman devletin değişmez politikası olmuştur. Kürtler üzerindeki baskıların bugün
nelere mal olduğunu artık bilmeyen yoktur. İkinci hedef olarak da, dinin Anadolu
halkı üzerindeki etkisini yok etmek için büyük çabalar sarf etmişlerdir. Kur’an
harflerinin Latin alfabesiyle değiştirilmesi, din derslerinin kaldırılması ve kadınla
ilgili kültürleri kökten değiştirme gayretleri, hep dinin halk üzerindeki tesirini
yok etmeye yönelik çabalar olarak tarihe geçmiştir. Devlet başkanlarının etrafında
kümelenen kimi aydın ve yazarlar da bu değiştirme politikasına çanak tutmuşlar ve
“Kâbe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter” diyecek kadar eblehleşmişlerdir.

3) Devleti idare edenleri kullanmak isteyen gizli komiteler, Türkçülüğü
ve menfi milliyetçiliği reddeden Bediüzzaman ve onun gibi insanları da Kürtçülükle
itham etmişlerdir. Bediüzzaman, kendisini Kürtçülükle suçlayan Türkçülere cevap
verirken aynı zamanda Kürtçülük yapmanın vahim sonuçlarına da işaret ediyor; özetle
şöyle diyor:

“Ben elhamdülillah Müslüman’ım. Her zaman kutsal milletimin 350
milyon (şimdi 1.5 milyar) efradı vardır. Böyle ebedi bir uhuvveti tesis eden ve
dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekserisi bulunan 350 milyon kardeşi
menfi milliyet fikrine feda etmek ve o mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt adını
taşıyan ve Kürt milletinden olan dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe mensup birkaç
kişiyi kazanmaktan yüz bin defa Allah’a sığınıyorum. Ey Mülhid! Senin gibi ahmaklar
lazım ki, Macar kâfirleri ya da dinsiz olmuş ve Batılılaşmış üç beş Türk’ün muvakkat
kardeşliğini kazanmak için, 350 milyon hakiki ve nurani bir cemaatin baki kardeşliğini
terk etsin.”
[20]

Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, ırkçılık yapanlar bütün İslam
âlemiyle kardeş olma gibi değerli bir avantajı kaybediyorlar. Bediüzzaman’a göre
Kürtçülük ya da Türkçülük yapan bir kimse 1,5 milyarlık İslam kardeşlerini kaybediyor,
onun yerine dinsiz veya mezhepsiz birkaç dostu kazanıyor. Bu kaybı göze almak büyük
bir ahmaklıktır.

4) Bediüzzaman’a göre menfi milliyet esası üzerinde Türkçülük yapanlar
gerçekte Türk düşmanı olan ve kendi menfaati uğruna her türlü mukaddesatı feda edebilen
hamiyetfüruş dinsizlerdir. Bediüzzaman onlara hitaben özetle şöyle diyor: “Ey mülhidler!
Ben Türk denilen bu vatanın ehl-i iman olan kısmıyla, İslamiyet milliyeti ve ebedi
ve hakiki bir kardeşlik ile alakadarım. Bin seneye yakın bir zamandır; Kur’an’ın
bayrağını cihanın her tarafında galibane gezdiren bu vatan evlatlarını, büyük bir
övünçle ve İslamiyet hesabına seviyorum.”
[21]

Ona göre milliyetçiliğin ölçüsü İslam dinine bağlılık ve sevgidir.
Eğer İslamiyet’e inanmıyorsanız ya da inandığınızı söylediğiniz halde gerçekte sevmiyorsanız
Türkçülük iddiasında bulunmanız bir aldatmacadır.

5) Bediüzzaman gençlere yönelik olarak kurulan ve gençleri İslam’dan
uzaklaştırmak için akla zarar programlar uygulayan “Halk Evleri” gibi müesseselerin
faaliyetlerine büyük tepki göstermektedir. Gençlere yönelik olarak hazırlanan bu
tür faaliyetlerin Türk gençliğini zehirlemeye yönelik olduğuna işaret ediyor. Ona
göre Milliyetçilik ve Türkçülük perdesi altında bu faaliyetleri yürütenler gerçekte
Türk düşmanı olan gizli komitelerdir. Özetle şöyle der:

“Sen ise ey sahtekâr! Türk’ün hakiki ve milli iftihar vesilelerini
unutturacak bir şekilde Türklerle mecazi ve muvakkat bir kardeşliğin vardır. Sana
soruyorum: Türk milleti yalnız 20-40 yaş arasındaki gafil ve heveskâr gençlerden
mi ibarettir? Acaba onların menfaati ve onlar için yapılması gereken hizmet, sadece
onların gafletlerini arttıran ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak şekilde muvakkat
bir güldürmekten mi ibarettir? Eğer hamiyet-i milliye bundan ibaret ise ve ilericilik
ve hayattaki mutluluk bu ise, ben o Türkçülükten ve o milliyetçilikten kaçıyorum;
sen de benden kaçabilirsin.”
[22]

TÜRKÇÜLÜK POLİTİKALARININ ZARARLARI

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren benimsenen Türkçülük politikası
ne yazık ki, menfi milliyetçilik esasları üzerine bina edilmiştir. Bu durum başta
Kürtler olmak üzere diğer kavimleri küstürmüş ve devletle uyum sağlamalarına engel
olmuştur. Milli Eğitim’deki dini boşluktan istifade eden mülhidler Kürt çocuklarını
dini kaygılardan uzak ve tamamen bir Kürt milliyetçisi olarak yetişmelerini temin
etmişlerdir. Denilebilir ki, bugünkü manzara, 1960’larda Doğu ve Güneydoğu’nun şehir
merkezlerinde ve kasabalarında kurulan ve dini inkâr eden programlarla dolu olan
resmi okulların bir neticesidir. İnsanların maymundan geldiğini ve dinin, bir gün
mutlaka bilime karşı iflas edeceğini genç Kürtlere anlatan Türk öğretmenler hâlâ
yaşıyorlar. Ne yazık ki, dinsizlik derslerini alan o genç Kürtler bugün çoğunlukla
yasa dışı örgütlerin yöneticisi durumundadırlar.

Eğer sivil kuruluşların gayretiyle doğu vilayetlerinde kurulan İmam
Hatip liseleri olmasaydı, bugün durum çok daha ciddi ve tehlikeli olurdu. Ama üzülerek
belirtmek gerekir ki, milliyetçiliği esas alan devlet içindeki bazı odaklar hep
bu okullara karşı çıktılar ve hâlâ karşı çıkmaya devam ediyorlar. “Rüzgâr eken fırtına
biçer”
kaidesince, bugün Kürtlerin bir siyasal kalkışma yapmalarından endişe eden
Türkçüler, başlarını iki avuçları arasına alıp derin düşünmelidirler. Üstelik 30
yıl süren kirli savaşta bunca maddi ve manevi kayıplara rağmen sözde milliyetçiler
ders almış görünmüyorlar. Çünkü bu zümreler, hâlâ ülkenin geri kalmışlıkla ilgili
tüm ihmallerini ve her türlü vebali din üzerine atmak istemektedirler.

Bediüzzaman, bu mücadelenin sonunda, Türk milletini ve Türkçülüğü
İslam’a karşı kullanan gizli bir zındık komitenin muvaffak olamayıp geri çekileceğini,
bunu ahirzaman ile ilgili rivayetlerden anladığını dile getirmiştir. [23]

Sonuç

Bu topraklarda yaşayan insanları birbirine bağlayan en güçlü bağ
din kardeşliği bağıdır. Allah Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerin sadece kardeş olduklarını
beyan buyurarak din kardeşliğinin nesep ve ırk kardeşliğinin üstünde olduğunu vurgulamıştır.
Bugün Türkiye’de yaşayan insanların büyük bir çoğunluğu (% 99’u) Müslüman’dır. Menfi
milliyetçiler aksini iddia etseler de, bu vatan toprakları üzerinde yaşayan insanları
bir arada tutan çimento dindir. Tek başına dil ya da başka bir unsur değildir. Dinin
çağımızda yükselen bir değer olması, Müslümanların hâlâ ne kadar dine muhtaç olduklarını
açıkça göstermektedir.

Özellikle Doğu ve Güneydoğu’nun dağlarına “Ne mutlu Türküm diyene!”
ya da “Bu vatan Türklerindir” ya da “Türkiye Türklerindir” gibi sloganlar yazmak
bir vatanperverlikten ziyade bir hıyanettir. Bizzat Güneydoğulu bir vatandaş olarak
ve halen o bölgede yaşayan bir insan olarak, bu tür kışkırtmaların Türk milli birliğine
bir fayda temin etmediğini, aksine ayrılığa ve husumete sebep olduğunu söyleyebilirim.

Bu şirin ülkemiz olan Türkiye, eski zamanlardan beri çok değişikliklere
maruz kaldığından, ayrıca asırlarca İslam merkezi olması haysiyetiyle değişik İslam
milletlerinden Anadolu’ya çok göç olmuştur. Bu topraklar üzerinde yaşayan insanların
ırkları birbirine geçmiştir. Türkleşen Kürtler olduğu gibi, Kürtleşen Türkler ve
Araplar da mevcuttur. Ancak Levh-i Mahfuz açılsa kimin hangi milletten olduğu hakiki
olarak anlaşılabilir.24 Öyleyse milliyetçiliği ırk esasına dayandırmak doğru değildir.
Eğer din birliği varsa milliyet birliği de var demektir.

Müslüman olan herkes, ister Türk, ister Arap veya Kürt olsun bu
vatanın asıl sahibidir. Batılıların tüm çabası, Kürtleri azınlık olarak göstermek
ve uluslararası hukuk normlarına göre Kürtlere farklı hakların verilmesini temin
etmektir. Batılıların amaçları bellidir. Onlar Türkiye’yi bölerek kendilerine bağımlı
sözde müstakil bir Kürt devletini kurmak istiyorlar. Kuşkusuz hiçbir Batılının yeni
bir İslam devletini istemediğini anlamak zor değildir. O halde Batılılar neden bir
Kürt devletinin kurulmasını istesinler? Bana göre Kürtlere, bu vatanın asıl sahipleri
olarak konuşma hakkı, dillerini öğrenme ve çocuklarına Kürtçeyi öğretme hakkı ve
Kürtçenin okullarda tercihli bir dil olarak okutulması gibi birçok hakları kendimiz
vermeliyiz. Buna itiraz edenlerin niyetleri hiç de iyi değildir. Çünkü onlar bu
itirazlarıyla Kütlerin asimile olmalarını beklemektedirler. Bu durum İslam kardeşliğine
aykırıdır.

Dipnotlar

[1] Hayat Kitabı Kur’an (M. İslamoğlu), Hucurat, 49/10.

[2] Hucurat, 49/13.

[3] Mektubat, s. 364, Zehra yayıncılık, İst., 1998.

[4] a.g. e.,s. 364

[5] a.g.e., s. 365.

[6] Fetih, 48/26.

[7] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 199, 204, 205.

[8] Mektubat, s. 365.

[9]a.g.e.,s. 365.

[10] Mektubat, s. 66.

[11] a.g.e., s. 366.

[12] a.g.e., s. 366.

[13]a.g.e., s. 367

[14] a.g.e., s. 367.

[15]a.g.e., s. 367.

[16] a.g.e., Hakim, Müstedrek, III, 131.

[17]a.g.e., s. 163.

[18] a.g.e., s. 267.

[19]a.g.e., s. 267.

[20]a. g.e., s. 478.

[21]a. g.e., s. 479.

[22]a.g.e., s. 479

[23]Şualar, s. 537. Zehra Neşriyat, İst., 1998.

[24]Mektubat, s. 369.