Categorization of Nationalism by Bediuzzaman:
Negative and Positive Nationalism
GİRİŞ
Bu çalışmada, literatürdeki milliyetçilik çeşitleri ve tasniflerine işaret edilerek Bediüzzaman Said Nursi’nin milliyetçiliği nasıl açıkladığı, adlandırdığı ve tasnif ettiği tartışılacaktır. Bu amaçla çalışma beş başlık şeklinde organize edilmiştir. Öncelikle “Bediüzzaman ve Risale-i Nur” hakkında bilgi verilecek, sonra “milliyetçilik“ ve “ırkçılık“ kavramları açıklanacak, üçüncü olarak “Bediüzzaman’ın milliyetçilik anlayışı” açıklanacak, daha sonra literatürde yer alan milliyetçilik çeşitleri ve tasnifleri olarak “etnik milliyetçilik”, “sosyal milliyetçilik”, “resmî milliyetçilik”, “liberal milliyetçilik”, “muhafazakâr milliyetçilik”, “yayılmacı milliyetçilik” ve “antiemperyalist milliyetçilik” hakkında bilgi verilecektir. Son olarak Bediüzzaman’ın milliyetçilik ile ilgili görüşlerinin “menfi milliyetçilik” ve “müsbet milliyetçilik” olarak tasnif edilebileceği tartışılacak ve açıklanacaktır.
1. BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR
1878–1960 döneminde yaşamış olan Bediüzzaman Said Nursî, 20. yüzyılda yaşamış en büyük İslâm âlimlerindendir. Bediüzzaman’ın ilmî ve fikrî derinliği göz önünde bulundurulduğunda kesinlikle sadece yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde düşünen birisi olmadığı hemen fark edilir. O, uluslararası ölçekte düşünebilen, fikir ve düşünce sistematiği olarak tüm insanlığı kucaklayabilen saygın bir düşünürdür.
Bediüzzaman hayatı boyunca materyalist felsefeye karşı mücadele ederek, buna karşı insanların imanlarını kurtarmaya yönelik hizmetler ve eserler üretmiştir. Bitlis’in Hizan ilçesinin Nurs köyünde doğan Bediüzzaman, çeşitli resmî ve gönüllü sivil ve askerî hizmette bulunmuş, çeşitli gerekçelerle yargılanmış, hapsedilmiş, sürgün edilmiş veya mecburi ikamete zorlanmıştır.
Barla’da zorunlu ikamette iken Risale-Nur külliyatını oluşturacak eserlerini neşretmeye başlamıştır. İslâm’ı ve Kur’ân hakikatlerini toplumun anlayacağı şekilde anlatan ve toplam yaklaşık 6000 sayfa olan külliyatı; Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar, Tarihçe-i Hayat, Barla Lahikası, Kastamonu Lahikası, Emirdağ Lahikası, İşaratü-l İcaz, Mesnevi-i Nuriye, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Asa-yı Musa adlı kitaplar ile diğer bazı eserlerden oluşmaktadır.
Bediüzzaman, fiiliyatı ile olduğu gibi, genel olarak eserlerinde memlekette emniyet ve asayişin teminine gayret etmiştir. Böyle bir misyon yüklendiği halde maalesef Bediüzzaman “emniyet ve asayişi bozduğu” gerekçesiyle suçlanmış ve uzun süreli yargılamalara ve tutuklanmalara maruz kalmış, eserleri toplatılmış ve yasaklanmış ve çok sıkıntılar çekmiştir. Üstelik hiçbir dâvâ için somut bir delil bulunmadığı halde… Şüphe bile değil, tamamen “evham”a dayanan soruşturmalar ve tutuklanmalar… Çok çetin yargılanma, tutuklanma, sürgün ve mecburi ikamet şartlarında bile hiçbir zaman mücadelesinden taviz vermeyen Bediüzzaman, yaptığı savunmalar, verdiği dilekçeler ve yayımladığı yazılarla memlekette düzenin bozulmasına çalışmadığını, tersine bu konuda yardımcı olduğunu ispat etmiş, kendisine karşı yanlış uygulama yapan kişi ve kurumlara hukuk dersi vermiştir. Bu konulardaki görüşlerinin yer aldığı bazı mektuplarından örnek alıntılar aşağıda verilmiştir.
Bu hukuk mücadelesinin sonunda Bediüzzaman, kendisi ve eserleri ile ilgili olarak açılmış olan tüm dâvâlardan beraat etmiştir. Beraat kararı Emirdağ Lahikası adlı eserin başında şöyle açıklanır:
“Diyanet İşleri Müşavere Kurulu’nun 23.05.1956 gün ve sayısız ehl-i vukuf raporuna istinaden Afyon Ağır Ceza Mahkemesince Bediüzzaman Said Nursî’nin kitap ve sair evraklarının kanunî mevzuata muhalif siyasî ve idarî hiçbir mahzuru görülmemiş olmakla sözü geçen eserler 23.06.1956 gün ve 954/278 esas ve 955/218 karar sayılı ve kaziye-i muhkeme haline gelen beraat kararıyla ve yine Isparta Sorgu Hakimliğinin 11.09.1956 gün, 954/28 esas ve 956/65 karar sayılı ve aynen kaziye-i muhkeme haline gelen men’i muhakeme kararıyla bilumum Nur Risaleleri sahiplerine iade edilmiştir” (Emirdağ Lahikası, s, 4).
Bunca yersiz suçlanma, haksız yargılanma ve olumsuz muameleye rağmen, Bediüzzaman ne devlet, ne bir kurum, ne de bir görevli kişi hakkında şikâyetçi olmuştur. Hatta büyük bir hoşgörü ve insanlık dersi verircesine bunlara hakkını helâl ettiğini defalarca ifade etmiştir. Talebelerine de bu yönde hareket etmelerini, yani her şeye rağmen asayiş ve emniyete aykırı hareket etmemelerini, aksine bu alanda müsbet çalışmalar yapmalarını salık vermiştir. Maruz kaldığı tüm olumsuzluklara rağmen “toplumun asayiş ve huzuru için her nevi sıkıntıya razıyım” diyerek olumlu davranmıştır.
Örneğin, Emirdağ Lahikası’nın sonunda yer alan ve Bediüzzaman’ın vefatından önce talebelerine vermiş olduğu “en son ders” olarak nitelendirilen mektubundaki şu ifadelerle de, başka bir konuya değil, ama tekrar tekrar “asayişi muhafazayı netice veren müsbet hareket”etmek durumunda oldukları vurgusunu yaparken tam bir “iyi vatandaş” ve “hoşgörü” dersi verir:
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz … Evet meselâ: Seksen bir hatasını mahkemede ispat ettiğim bir müddeiumumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mes’ele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Evet mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir… Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakitte onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatler itibariyle, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.” (Emirdağ Lahikası, s. , 455).
2. MİLLİYETÇİLİK VE IRKÇILIK
Irkçılık ve milliyetçilik, benzer gibi zannedilen, dolayısıyla zaman zaman karıştırılan fakat oldukça farklı anlamları olan kavramlardır.
19. yüzyıl başlarından itibaren Avrupa’da, 20. yüzyılda ise tüm dünyada egemen siyasî düşünce tarzı olan ve dünyanın siyasî haritasını biçimlendiren milliyetçilik, farklı şekillerde tanımlanır:
Milliyetçilik, toplumda millî kültürü güçlendirmek ve hâkim kılmak, mensup olunan millete ait, bilhassa manevî değerlerin yüceltilmesini gaye bilmek, millî amaç ve emellerle, geleneklere ve inanç sistemine taraftar olmak demektir.
Milliyetçilik, bireylerin ait oldukları milletin varlığını ve birliğini sürdürmesi ve yüceltmesi için diğer bireylerle ortak çalışma bilincine sahip olması demektir.
Milliyetçilik, kendi milletini ve kültürünü yaşatmak ve onu yüceltmek için yapılan çabalar ve benimsenen ilkeledir.
Irkçılık ise milliyetçilikten farklı olarak kendi toplumunu sevmenin yanında, farklı toplumlara karşı nefreti de barındıran bir düşünce biçimidir. Hatta bazen bu düşünce öyle bir hal alır ki, diğer toplumlara potansiyel düşman gözüyle bakılabilir.
Bediüzzaman da ırkçılığın cahiliye dönemine ait olduğunu, İslamiyet’in ırkçılığı ve kabileciliği kaldırdığını, ırkçılığın büyük bir tehlike (tehlike-i azim) olduğunu belirtir. (Emirdağ Lahikası, s. 438).
Irkçılığı şiddetle reddeden Bediüzzaman, “biz sizi kabile kabile yarattık” ve “biz her şeyi Levh-i Mahfuzda tek tek yazdık” ayetlerine atıfla, yeryüzünde göçler ve değişikliklerden, ırkların birbiriyle karışmış olmalarından dolayı kimin hangi ırktan olduğunun ancak levh-i mahfuz açılsa bilinebileceğini belirtir. Dolayısıyla ırkçılık, hangi ırk için yapıldığı belli olmayacak kadar yersiz ve gereksiz bir düşüncedir.
3. BEDİÜZZAMAN‘IN MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI
Eserlerinde sık sık ‘millet-i İslâm’ kavramını kullanan Bediüzzaman’ın milliyetçilik anlayışının kısaca “İslâm milliyetçiliği“ ya da “ümmetçilik“ olduğu söylenebilir.
Bediüzzaman eserlerinde, ırk ayırımı gözetmeksizin Müslümanların birliği ve kardeşliği esasına dayanan “ümmetçi” bir anlayışla “İslâm Milliyeti”ne ısrarla vurgu yapmaktadır. Bu düşünce tarzı onun bütün insanlığı kucaklayan engin bir fikir anlayışına sahip olduğunun bir göstergesidir. Eserlerinin bir çok yerinde bütünleştirici bir yaklaşımla insanları, kabilelere ve boylara ayırmadan İslâm milliyetini öncelediğini görmekteyiz. Örneğin, Volkan Gazetesi’nde 1908 de yayınladığı Reddü’l Evham başlıklı makalesinde şu görüşlere yer verir:
“Milliyetimiz de yalnız İslâmiyet’tir. Zira Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lazların revabıt ve milliyetleri İslâmiyet’ten başka bir şey değildir” (Bediüzzaman, 1992, 439).
Bediüzzaman, İslâm milliyetini “hakiki, müsbet, kudsî ve umumi milliyet-i hakikiye” olarak tanımlar (Emirdağ Lahikası, s. 437).
Milliyetçiliğin ancak İslâmiyet açısından bakıldığında doğru ve anlamlı olabileceğini şöyle savunur:
“Ben milliyetimizi yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslamiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 18).
Toplum ve devlet olarak maddî ve manevî yönden ilerleyebilmenin İslâm milliyeti yaklaşımı olacağını şöyle ifade eder:
“Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz ancak milliyetimiz olan İslâmiyet’in terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellisiyledir” (Divan-ı Harb-i Örfî, 46).
Bediüzzaman, “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa, sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir” âyetinin ışığında Müslüman ırkları İslâm’ın şemsiyesi altında kardeşliğe davet ve onları İslâm’a teşvik eder. Mektubat adlı eserinde yer alan 26. Mektub, 3. Mebhas, 2. Mesele’de, ayrılmanın farklılıktan veya birbirine rakip olmaktan dolayı değil, birbirlerini tamamlamaları için olduğunu şu şekilde özgün bir örnekle açıklar:
“Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf ve teâvün düsturunun beyanı için deriz ki:
Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebâtı ve o münasebâta göre vazifeleri tanınsın, bilinsin, tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a’dânın hücumundan masun kalsın. Yoksa, tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.
Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife inkısam edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri var: Hâlıkları bir, Rezzâkları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir-bir, bir, bir, binler kadar bir, bir…
İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tehâsum için değildir” (Mektubat, s. 309-310).
Bediüzzaman’a göre ırkların kendi milliyetlerinde taşıdıkları yüce hasletler İslâm’ı anlamada ve yaşamada teşvik edici bir heyecan görevi görmelidir. Buna göre, ırk ve milliyetimize vurgu yapılması ancak İslâm’ı yaşamak ve İslâm’a çalışmak için geçerlidir.
Eserlerinin bir çok yerinde özellikle Müslüman ırklara hitap ederken “Ey Türkler… Ey Kürtler… Ey Araplar” ifadelerinden sonra, ısrarla bu taifeleri İslam’a sahip çıkmaları konusunda uyarmaktadır.
Emirdağ Lahikası’nda “Araplarda Araplık ve Arap Milliyeti İslamiyet’le mecz olmuş ve olmak lazımdır. Hakiki milliyetleri İslamiyet’tir. Irkçılık bütün bütün bir tehlike-i azimedir” derken asıl Arap olmanın gereklerinden en önemlisinin İslamiyet’le mezc olmak olduğuna vurgu yapar.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Bediüzzaman’ın Şarkî Anadolu’daki Kürt Aşiretlerine meşrutiyeti anlatırken de onları ırkî hasletlerinden hareketle İslam’a teşvik ettiğini görmekteyiz. Meşrutiyetle birlikte istibdadın kalkarak fikir hürriyetinin gelişmesiyle ırkî milliyetlerin harekete geçtiğini, asıl bu milliyet içerisinde aydınlığa kavuşan unsurun İslamiyet olduğunu ve Kürtlerin milliyetlerinin özünü İslam’ın teşkil ettiğini anlatarak Kürtleri İslam’ı yaşamaya ve anlamaya teşvik etmiştir.
Bir çok eserinde ayet ve hadisler ışığında Türklerden övgüyle bahseden Bediüzzaman, bu argümanları kullanarak Türklerin İslamiyet’e sıkı sıkı sarılmaları gerektiğini özellikle teşvik ve tavsiye eder. Yine 26. Mektub, 3. Mebhas, 4. Mesele’de, özellikle Türklerin milliyetinin İslam ile mezc olduğunu şöyle anlatır:
“Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslüman’dır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki, küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.
Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme” (Mektubat, s. 312).
Bediüzzaman’ın bu analizinden, Türk milletinin İslâmiyet’e büyük hizmet etmesinden dolayı en çok onların kendilerinin millet-i İslamiye’ye mensup olduklarını kabul etmeleri gerektiği anlaşılmaktadır.
4. MİLLİYETÇİLİK ÇEŞİTLERİ
Milliyetçiliğin farklı şekillerde anlaşılmasının ve açıklanmasının temel nedeni, farklı farklı milliyetçilik çeşidi olmasıdır. Milliyetçilik, farklı gruplar altında toplanarak tasnif edilecek kadar çok farklı çeşitlere ayrılır. Örneğin
bir tasnife göre milliyetçilik şu şekilde üçe ayrılabilir (www.wardom.org):
1) Etnik milliyetçilik: Etnik milliyetçilik, milletlerini zümre terimleriyle adlandırır ve doğuştan bu özelliklere sahip olmayanı dışlar. Genellikle ortak ırk özelliklerine dayalıdır. Bu tür milliyetçilikte dışarıdan bir kimse ne grubun kültürüne adapte olabilir, ne de guruba üye olabilir. Yahudi milliyetçiliği buna bir örnektir. Bu “ırkçı” anlamda milliyetçilik sayılır.
2) Sosyal milliyetçilik: Kendini sosyal bağlarla ve ortak kültürle tarif eden bir milletin milliyetçiliğidir. Ortak millî kimlik, topluluk ve kültür vurgulanır, dışarıdan herhangi bir fert her zaman bu unsurları kabul ettiğinde milletle bütünleşebilir. Irk ayniyeti şart değildir. Etnik milliyetçiliğin
dışlayıcı özellikler arz etmesine karşılık sosyal milliyetçilik kapsayıcıdır.
3) Resmî milliyetçilik: Etniklik, millî kimlik ve kültür özelliklerine bakmaksızın vatandaşlık hukuku çerçevesinde kapsayıcı olan devlet milliyetçiliğidir. Temelde vatanseverliğe dayalıdır, kültürel ve etnik temeller
gerektirmez.Geride bıraktığımız yüzyılda milliyetçilik dört ana kategoride toplanmıştır: Liberal milliyetçilik, muhafazakâr milliyetçilik, yayılmacı milliyetçilik ve antiemperyalist milliyetçilik. Halen de dünyada mevcut olan bu milliyetçilik çeşitleri kısaca şöyle açıklanabilir (www.miibf.com, www.ta- sam.org.tr):
1) Liberal milliyetçilik: Liberal milliyetçilik, milletin kendi kaderini tayin hakkına ve demokrasiye vurgu yapar. 1789 Fransız İhtilâli sonucunda ortaya çıkan milliyetçilik akımları genel olarak liberal milliyetçi karaktere sahiptir. 19.yy boyunca liberalizm ile milliyetçilik neredeyse aynı kavramlar gibi değerlendirilmiştir. Liberal milliyetçilik “self-determinasyon” ilkesini önemle savunur. Bu anlayışta milletlerin kimliklerine saygı önemlidir. Fakat, Liberaller genel yapıları icabı, milliyetçilikten çok milletlerarası yapıya önem verirler. Bunun yanında ulus-devlet sisteminin sürekli olmasından korkmuşlardır. Çünkü, liberal milliyetçiler için birinci öncelik “özgürlüklerin önündeki engellerin” ortadan kaldırılmasıdır.
2) Muhafazakâr milliyetçilik: Muhafazakâr milliyetçilik, kamu düzeni ve sosyal uyumu ön plana çıkarmakta ve geleneksel değerleri muhafaza çabasına düşmektedir. Muhafazakâr milliyetçilik, 19.yy sonlarında hayat bulmuştur. Muhafazakâr milliyetçilere göre “self-determination” ilkesinden çok “yurtseverlik” ilkesi önemlidir. Bu grup milliyetçiler için, millet “aynı hayat tarzında yaşayan, benzer özellikler gösteren” bir topluluktur. Milliyetçilik, muhafazakârlar için gelenekselci bir anlayışla ele alınmıştır. Var olan kurumların, yapıların ve değerlerin korunması ilke edinilmiştir. Muhafazakâr milliyetçi anlayış “yerleşik yapılı milletler”de hayat bulur ve “devrim ya da millet inşası gibi revizyonist” karakterde kendini göstermez. Aslında, statükoyu tehdit eden her şeye cephe alma refleksi muhafazakâr milliyetçilerde vardır. Muhafazakâr milliyetçiler, yayılmacı milliyetçilik kadar olmasa da “içe dönük ve ayrılıkçı” karakter taşırlar.
3) Yayılmacı milliyetçilik: Yayılmacı milliyetçilik, liberal milliyetçiliğin antitezidir. Emperyalist yayılmacılığı ve milletler arasındaki eşitsizliği meşrulaştırmak için geliştirilmiştir. Milliyetçilik türlerinde arasında en radikal ve saldırgan olanı, yayılmacı olanıdır. Liberal milliyetçiliğin tam zıttı bir karakter taşır. Yapısı itibari ile “statüko karşıtı” “revizyonist” bir karakterdedir. Avrupa’nın, Afrika’yı kolonileştirdiği 19.yy sonlarında hayat bulmuştur. Birinci Dünya Savaşı’na bu atmosferle girilmiştir. Yayılmacı milliyetçilikte demokratik değerlerin hiçbir anlamı yoktur. Buna göre diktatörlük en uygun yönetim biçimidir. Yayılmacı milliyetçilik, nasyonel-sosyalist ve faşist yönetimlerde kendisini gösterir.
4) Antiemperyalist milliyetçilik:
Antiemperyalist milliyetçilik, sömürge yönetimlerine karşı dayanışma duygusu geliştirilmesi için ateşlenmiş millî kimlik arayışını ifade etmektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Afrika’daki milletlerin bağımsızlık mücadelesini kapsayan milliyetçilik türüdür. “Self-determinasyon” ile düşünüldüğünde liberal milliyetçiler bu milliyetçiliğe olumlu yaklaşırlar. Fakat, “millî kurtuluş” teması ideolojik olarak liberallere dayandığı kadar ekonomik olarak “emperyalizmden kurtulma” fikrini de içerdiği için “Marksizm ve Leninizm”den destek almıştır. Milliyetçilik ve Sosyalizm temelde çatışmasına rağmen bazı toplumlarda “milliyetçi sosyalizm” anlayışı ortaya çıkmıştır.
5. BEDİÜZZAMAN‘A GÖRE MİLLİYETÇİLİĞİN TASNİFİ
Bediüzzaman “fikr-i milliyet“ olarak kavramlaştırdığı milliyetçiliği iki anlamda ele alır: Menfi milliyet ve müsbet milliyet. Bediüzzaman’ın eserlerine atıf yaparak bu iki çeşit milliyetçilik ile ilgili görüşleri aşağıda açıklanacaktır. Bediüzzaman’ın eserlerinde “milliyetçilik” kavramına rastlanmaz, genelde “milliyet” ve “milliyet fikri (fikr-i milliyet)” kavramı kullanılmıştır. Biz bunu “milliyetçilik” anlamında değerlendiriyoruz.
1) Menfi milliyet
Bediüzzaman’ın “menfi milliyet”, olarak kavramlaştırdığı görüş, kendi milletinin diğer milletlerden “üstün” olduğunu iddia etmekten kaynaklanan olumsuz ve zararlı milliyetçiliktir. Bu milliyetçilik anlayışı, ırkçılık unsurları taşır.
Menfi milliyetçilik bir çok yönden sakıncalı, olumsuz ve zararlıdır. Bediüzzaman, Mektubat isimli eserinde 3. Mebhas’taki 3. Mesele’de menfi milliyetçiliğin olumsuz yönlerini şöyle açıklar:
“Fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfidir, şeametlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise muhasamet ve keşmekeşe sebeptir” (Mektubat, s. 310).
Bediüzzaman menfi milliyetin zararları ile ilgili örnekler verirken Emevilerin ırkçılık yaptıklarından dolayı İslam âlemini küstürdükleri gibi, kendilerinin de çok sıkıntı çektiklerini belirtir. Yine 3. Mesele’de Bediüzzaman, Emeviler ve diğer devletlerin menfi milliyetçilikten nasıl zarar gördüğünü şöyle açıklar:
“Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş. Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler.
Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi, menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.
Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kal’asının harabiyeti zamanında ‘tebelbül-ü akvâm’ tabir edilen teşâub-u akvam ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi, menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi.” (Mektubat, s. 311).
Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasının temel sebeplerinden birisi de menfi milliyetçilikti. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu çok milletli bir imparatorluktu ve her milletin Osmanlı’dan ayrılıp kendi devletini kurmasında en önemli faktör milliyetçilik olmuştur.
Bediüzzaman milliyetçiliğin bir derece normal karşılanabileceğini fakat “ifrat” derecesinde olmaması gerektiğini, 26. Mektup, 3. Mebhas, 6. Mesele’de şöyle belirtir:
“Menfi milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:
Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı saireden pervane gibi çokları içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî unsuriyet fikrine hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki, menfi milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayt birisi, mecbur olmuş, demiş: ‘Dil, din bir ise millet birdir.’
Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.
Saniyen: İslâmiyetin mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının hayat-ı içtimaiyesine kazandırdığı yüzler faideden iki faideyi misal olarak beyan edeceğiz.
Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u Kur’ân’dan gelen şu fikirdir: ‘Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim.’ Kemâl-i şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş, daima Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, sâfi kalbli olan neferâtın ruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?” (Mektubat, s. 314).
Bediüzzaman, herkesin kendi etnik kökenini bilmesi ve ifade etmesinin “menfi milliyetçilik” olmadığını, farklı etnik kökenli insanların birbirlerine düşman olmasının Avrupa’nın tuzağı olduğunu ve kendisinin bununla mücadele ettiğini şöyle açıklar:
“Eğer derseniz, ‘sana Said-i Kürdî derler, belki sende unsuriyetperverlik fikri var, o işimize gelmiyor’. Ben de derim: Hey efendiler eski Said ve Yeni Said’in yazdıkları meydanda…. Eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyetperverliğe, Avrupa’nın bir nevi Frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazariyle bakmışım. Ve Avrupa o Frenk illetini İslâm içine atmış, tâ ki tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O Frenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar” (Şualar, s. 398).
2) Müsbet milliyet
Bediüzzaman, “menfi” bile olsa, insanların milliyetçiliği bırakmalarının zor olduğunu ve onun için insanlara “milliyetçiliği bırakın” denilmesinin etkili olamayacağını şu ifadeleri ile savunur:
“Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârane bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara ‘fikr-i milliyeti bırakınız denilmez’”.
Bediüzzaman, insanlara “milliyetçiliği bırakın” demektense, onların milliyetçilikle ilgili yanlış istek ve çabasını iyiye kanalize ederek menfi milliyetçilik yerine müsbet milliyetçiliği önerir.
Müsbet milliyetçilik pozitif, olumlu ve faydalı milliyetçiliktir. Bu, maddî ve manevî açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışıdır.
Bediüzzaman, müsbet milliyetçiliğin normal, tabii ve bazen de gerekli olduğunu, sosyal hayat gereği, insanın da yardımlaşma ve dayanışma için müsbet milliyete ihtiyacı olduğunu şöyle vurgular:
“Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dâhilîsinden ileri geliyor. Teavüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyit edecek bir vasıta olur”.
Bediüzzaman, müsbet milliyetçiliğin din ve inanç yerine geçmemesi, aksine dine hizmet etmesi gerektiğini şöyle belirtir:
“Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyet’e hâdim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir” (Mektubat, s. 312).
SONUÇ
Sonuç olarak Bediüzzaman milliyetçiliği büsbütün reddetmiyor. Menfi ve müsbet olmak üzere milliyetçiliği iki çeşide ayırır ve ırka dayalı menfi milliyetçiliği reddederek İslam milliyetini öne çıkarır ve tanışma, yardımlaşma ve dayanışma vesilesi olarak gördüğü müsbet fikr-i milliyeti kabul eder.
KAYNAKLAR
Bediüzzaman (1992) Volkan Gazetesi Tam Metin Neşri, İz Yayıncılık,
İst. 1992
http://www.miibf.com
http://www.risaleara.com
http://www.tasam.org.tr
http://www.wardom.org
Bediüzzaman, S. N. Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2000
Bediüzzaman, S. N. Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2000
Bediüzzaman, S. N. Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2000
Bediüzzaman, S. N. Divan-ı Harbi Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2000