Sabotaging the World Peace: Racialism, its
Damages and Solutions
Giriş
Günümüz dünyası, büyük bir manevî buhran yaşamaktadır. İnsanlar
hayattan zevk ve lezzet alamayacak duruma gelmiştir. İntiharlar, savaşlar,
terör ve benzeri hadiseler ile ilgili haberler, dünyanın her tarafından sıklıkla
duyulur bir duruma gelmiştir. Bu ve buna benzer tüm olumsuz gelişmeler,
insanların kendilerini ve birbirlerini anlayamadığından kaynaklanmaktadır.Kendilerini anlayamayan insanların, başkalarını anlaması düşünülemez.
Aklen ve vicdanen biliriz ki, hangi ırktan, hangi coğrafyada, hangi anne
babadan dünyaya geleceğimizin tayin ve tespiti, bizim irademiz dışındadır.
Milletimizi ve ailemizi tayin etme iradesi, Allah’a (c.c) aittir. Çünkü
kâinatta bulunan her varlığın, hikmetle ve dengeyle meydana gelmesi gösteriyor
ki, onlar sonsuz bir hikmet, adalet ve ilim ile vücuda gelir. Bu varoluş
tesadüfe değil, İlahi programa tabidir. İnsanın gözü, kulağı, burnu, kafası,
v.s bütün azalarının hikmetli ve düzenli olması gibi, insanların millet millet,
kabile kabile yaratılması da boşuna değildir. Bu tarz bir yaratılışın da,elbette çok hikmetleri vardır. .
İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir.
İslam dini, ırkları bir realite olarak kabul eder. Cenab-ı Hak
Kur’an’da şöyle bildirir: ‘Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.
Birbirinizi tanımanız için, sizi milletlere, kabilelere böldük. Şüphesiz Allah
katında en şerefliniz, en takva sahibi olanınızdır.’ (Hucurat, 13) Hucurat Suresi’nin 10. ayetinde (Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin
arasını düzeltin. Ve Allah’a karşı takva sahibi olun. Umulur ki, böylece siz
rahmet olunursunuz.) imanda kardeşlik vurgusu yapılmış burada ise, bütün
insanların doğuştan eşit oldukları, kimsenin imtiyazlı ya da herhangi bir
haktan ve meziyetten mahrum olarak yaratılmadığı ifade edilmiştir. Kur’an
bu ayetle, toplumsal hayatta insan için çok önemli olan noktalara dikkat çekiyor .
Her şeyden önce insanlar arasında var olan farklılıklar bir tahakküm
etme, üstünlük sağlama ya da egemenlik kurma vasıtası değil, bir tanışma
ve dayanışma vasıtası olmalıdır. Hiçbir insan doğuştan imtiyazlı ya da
doğuştan eksik değildir. Bir insanın A ırkından ya da B ırkından olması
kendi elinde değildir. Dolayısıyla insanın kendi seçmediği şeylerle övünmesi
mantıklı olmadığı gibi, bu sebeple kınanması ya da hor görülmesi de
insanca değildir. Bir insanın kadın ya da erkek olması önemli bir imtiyaz
olmadığı gibi, A milletinden ya da B milletinden olması da önemli değildir.
İnsanın asıl üstünlüğü, asıl büyüklüğü ve asıl şerefi, yaratıcısına karşı duyduğu
sorumlulukla doğru orantılıdır. Kim ne kadar kendisini Allah’a karşı
sorumlu hissediyor ve gereğini yapıyorsa üstünlük ve şereften en büyük payı
o almaktadır. Bir insan kendi ırkını ve ırkdaşlarını sevebilir; ancak bu sevgi
başka ırklardan olanlara karşı bir nefrete dönüşmemelidir.
Ayette bildirilen erkek ve dişiden murat, Hz. Âdem ve Hz. Havva’dır.
Bütün insanlar onların torunları durumundadır. Hz. Âdem’in aynı zamanda
ilk peygamber olduğu da nazara alınırsa, bütün insanların peygamber
torunları olduklarını söyleyebiliriz. Ayette farklı milletlere ayrılmanın hikmeti,
insanların birbirlerini tanımaları olarak nazara veriliyor. Gerçekten
de her milletin kendine has bazı özellikleri vardır ve bu özelliklerden hareketle
bir insanın hangi millete mensup olduğunu belirlemek mümkündür.
Ordu içindeki karacı, havacı gibi değişik kısımlar nasıl kıyafetleriyle ayırt
ediliyorsa, milletler de belli özellikleriyle birbirinden ayırt edilmektedirler.
Ordu içindeki farklılık bir çatışma vesilesi olmadığı gibi, farklı milletlere
mensup olma da çatışma vesilesi yapılmamalıdır. İnsana kıymet kazandıran
mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir. Yoksa hemen her millette
hem iyiler, hem de kötüler bulunmaktadır. [1]
Irklar, insanlık kilimindeki farklı renkler ve desenlerdir. Yüce Allah, sanatında
daima renkliliği esas almıştır. Mesela, renkler yedidir, sesleri gösteren
notalar yedidir, tatlar farklı farklıdır. İnsanlık âleminde farklı ırkların
olması da ilahi kader programından gelen bir güzelliktir. Kilimdeki farklı
motif ve desenler o kilime farklı bir güzellik katar. Gök kuşağı tek renk olsaydı,
şimdiki kadar güzel olmazdı. Farklı ırklar ve milletler de dünyamıza
farklı güzellikler kazandırmıştır. Ülkemizde farklı ırkların varlığı, muazzam
bir kültür zenginliğini netice vermiştir. Ülkemizin doğusunda batısında,
kuzeyinde güneyinde farklı yemekler, farklı müzikler, farklı mimari durumlar’
bizleri “büyük millet” yapmaktadır.
Yunus Emre, Kur’an’dan aldığı dersle ‘Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü’
der. Ama herkes Yunus Emre kadar olgun olmayabilir. Şöyle bir olay anlatılır:
Bir grup insan hac vazifesini eda ederken, beyaz ırka mensup bir Müslüman,
zenci birini görünce biraz yüzünü ekşitir. Zenci, yanındaki arkadaşına
yönelir ve şöyle der: “Bana yüzünü ekşiterek bakan şu Müslüman kardeşime,
sor bakalım, boyayı mı beğenmemiş, yoksa boyayanı mı?
Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ın boyası” ifadesi geçer. En güzel boyanın
“Allah’ın boyası” olduğu ifade edilir. (Bakara, 138) Ayetin işarî bir manası
insanlık âleminde kendini göstermektedir. İnsanlar esas azalarda bir
olmakla beraber, ses, sima, renk gibi durumlarda farklı farklıdırlar. Kur’an
şöyle bildirir: “Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklı
oluşu O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ibretler vardır . ” (Rum, 22)
Irkçılık
Irkçılık, körü körüne bir ırkı ve kavmi veya bir soyu üstün sayarak diğer
ırkları aşağı görmektir. Kendi adetlerine dayanmayan esasları kötüleyen,
saldırgan, istilâcı ve zulümkâr bir zihniyettir. Irkçılık, dinî bağları gevşeten,
anarşi ve vahşete yaygınlık kazandıran ve toplum yapısında tahribe yol açan
bir mikroptur. O, bilhassa hayata nizam veren dinî ve ahlâkî esaslar yerine,
ırkî ve kavmî bağları esas aldığı için tahripkârdır. Cemiyetlerin bünyelerinde
fitnenin en korkunç olanı, soy-sop iddiasıdır. Bu sebeple bu hastalık, birliğimizi
parçalamaya müsait unsurların başında gelir. Zira ırkçılığın özünde
ihtilâf ve ayrılık yatar.
Kökleri Avrupa’daki reformasyona dayanan ırkçılık düşüncesi; başlangıçta,
din, ahlak, hukuk gibi kavramları tarihin dışına iterek kasti bir unutma
sürecinin önemli bir parçası olarak gelişmiş ve bu sürecin sonunda başka
biçim ve formlarda yeni bir “beşer dini” olarak ortaya çıkmıştır. Eleştirel
bir gözle bakıldığında “geçmiş”teki “din-devlet” birliği, günümüzde yerini
sadece ulus-devlet birliğine bırakmış gözükmektedir. Bu yeni durumda
içerik yeni, biçim ve espri eskidir. Bu bağlamda, Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye
isimli kitabında milliyetçiliğe (ırkçılık) ilişkin şunları söylemektedir:
“Asabiyet-i cahiliye birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalalet, riya
ve zulmetten mürekkep bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti
mabud ittihaz ediyorlar.”2 Bu ifadenin ilk cümlesi ile ikinci cümlesi arasında
ilk bakışta bir bağlantı kurmak zormuş gibi gözükse de; milliyetçiliğin
gaflet, dalalet, riya ve zulmetten meydana gelmiş olmasının, milliyetin mabud
olarak görülmesine sebep olduğu tespit edilmektedir.
Bu tespit, “bir din olarak milliyetçilik” kavramını ortaya çıkarmakta, milliyetçilikte
gözlenen genel eğilimi yansıtmaktadır. Fransız Devrimi modern
ulusçuluğun en önemli işaret taşıdır. Devrim, Batı’da eski dinin yerine yeni
bir “ulus dini”ni ikame edecek bir gelişmenin simgesiydi de. Bu yeni beşer
menşeli dinin kendine göre taşıyıcı kadrosu, ritüelleri, ayinleri ve kutsalları
vardı. Çağdaş anlamda ulusçuluk, dinden boşalan ve kutsaldan tecrit edilen
duygulara, ulusçu düşünce ve ırkçılık, burjuva seçkinleri tarafından “bilim sel” yöntemlerle şırınga edildi. Filozof Nietzsche’nin de etkisiyle bu düşünce
hızlı bir yayılma alanı buldu. Onun açtığı yoldan gidenlere göre, modern
çağda insanların artık Tanrıya ihtiyaçları yoktu; “bir yaratıcı kudret”e dayanma
yerine ulus ve ulusçuluk yeni bir idol olarak ikame edildi. [3] “Akılcılık”
ile birleşen “ulusçuluk” düşüncesinin etkileri pek çok kesimden pek çok
insanı etkisi altına almıştı. 1793’te şair Marie, Konvansion’a, devletin dini
olarak resmî ulusçuluk kurumunun kabul edilmesini teklif etti. İki gün sonra
Paris Katolik Piskoposu “Hürriyet ve kutsal eşitliğe ibadetten başka hiçbir
toplu ibadetin artık kalmaması gerektiğini” açıklayarak, Hıristiyanlıktan
irtidat ettiğini açıkladı. Aynı günlerde Notre Dame Katedralinde büyük bir
coşkuyla “Akla Tapınma Ayinleri” yapıldı. [4] İspanya iç savaşının başladığı
sırada Salamanca Üniversitesinin o zamanki Rektörü Miguel de Unamuno,
kendi üniversitesinde yaptığı konuşmasının bir yerinde şunları söylemişti:
“Burası aklın, entelektüelliğin tapınağıdır. Ben de onun yüksek rahibiyim.”
Din ve milliyetçiliğin genellikle aynı kutuplar gibi birbirini itmeleri, dini
ortadan kaldırmak isteyenlerin bunun yerine milliyetçiliği (ırkçılığı) ikame
etmeleri ve nihayet milliyetçi (ırkçı) olanların gerçek anlamda dindar olamamaları
bu tezi desteklemektedir.
Milliyetçiliğin/ırkçılığın ileri götürülmesi halinde sahte bir “din”e varılacağı
düşüncesinin doğruluğunu, psikolojik ve sosyolojik boyutlardaki tezahürlerde
görmek mümkündür. Milliyetçilik hayali de olsa bir grupçu yapı
ortaya çıkarır, kitleler arasında yeni bağlar kurmaya çalışır. Çünkü, modern
birey hem “sonsuz bencil,” hem de ihtiyaçlarını karşılama noktasında her
zamankinden daha çok başkasına muhtaçtır. Sonsuz bencillik kendine tapınmayı,
sınırlılık ise hayali de olsa bir gruplaşmayı gerektirmiş, ırkçılık ise
bunların engellenemeyen evliliğinden doğmuştur. [5]
Bu anlamıyla milliyetçilik/ırkçılık kavramlarının, “vatan”, “vatanseverlik”
kavramlarıyla karıştırılmaması gerekir. Yurtseverliğin, kişinin komşularına,
soydaşlarına hatta bütün dünyadaki varlıklara karşı duyduğu sevgi,
merhamet ve sorumluluk duygusunu anlattığı kabul edilip, “milliyetçiliğe”
de böyle bir vurgu yüklenmesi halinde ortada önemli bir mesele kalmaz.
Zira, din bağlamında, vatanseverlik, şahsî tercihe bırakılmayacak konular
arasındadır. Hariçten gelen, yabancı devletlerin toprak ihlallerine karşı müdafaa
yapmak, her bir müminin dini görevleri arasındadır. İslam, bu dünyadaki
ceza ve mükâfata (namus ve malın korunması) bir de ahiret mükâfatı
(şehitlik) ilave ederek, vatanseverliğin icaplarına uymak için gerekli motivasyonu
kat be kat arttırır. Yani hakiki bir mümin, aynı zamanda gerçek anlamda
vatanını seven bir kimse olmak durumundadır. Modern dönemlerde,
özellikle son iki yüzyıl içinde milliyetçilik/ırkçılık kavramı, bu anlamda bir
“vatan sevgisi”nden daima başka, dışlayıcı, nefret ve düşmanlık tohumları
içeren bir anlam içermektedir. “Müsbet milliyet” kavramsallaştırması ile
Kur’anî ölçüyü nazara verse de, genellikle bu kabil söylemlere olumsuz bir
tavır takınan Said Nursî eserlerinde, sık sık vatana ve millete nafi [menfaatli] adamlar yetiştirmek” vb. ibarelere yer vermektedir ki, bu, onun “vatan
sevgisi” ve gayret ile sınırlı olan milliyet kavramı ile ırkçılık arasında kesin
bir ayırıma gittiğini göstermektedir. Ona göre; “dil, din bir ise, millet birdir”
yargısı doğrudur. Kuvvetli bir milleti (milliyetçilik değil) ortaya çıkaracak
unsurlar babından olarak, dil, din, vatan birliğine işaret edilmektedir. [6]
Irkçılığın zararları
1 — Soy-sop üstünlüğü toplum hayatının temel esaslarından biri olan
adaleti ciddî biçimde zedeler. İnsanlığa hediyesi zulüm, baskı ve terördür.
Zira, ırkdaşlarını kayırmak, ırkçılığın ayrılmaz bir vasfıdır. Bu bakımdan,
bir ırkçının âdil olması ve insafla hareket etmesi mümkün değildir.
2 — Irkçılık toplumdaki bağları zayıflatır. İnsan saadetinin ve mutluluğunun
temel taşı olan meziyetleri kökünden yıkar, kardeşliği sarsar, muhabbeti
gölgeler, samimiyeti yok eder. Kin, haset, düşmanlık gibi manevî
mikropların kaynağı olduğundan, birlik ve beraberliği zedeler.
3 — Soy-sop dâvası gütmek, insanı korkunç bir vahşet ve kin iklimine
doğru sürükler. İnsanın mahiyetindeki şefkat, merhamet, yardımlaşmak
gibi yüksek huyları tamamen yok eder. Bunun en açık ve günümüzdeki en
yakın misali, Doğu’daki ırkçı ve bölücü anarşistlerin masum insanlara yaptıkları
fecî katliamlardır.
4 — Irkçılığın tabiatı, başkalarını yutmakla beslenmektir. Irkçılığın felsefesi,
gurur ve enaniyet, üstünlük iddiası ve asalet davası gibi çirkin esaslara
bina edildiğinden toplum hayatında daima fitne ve fesadı körükler, huzursuzluk
ve keşmekeşliğe sebep olur. Meziyet ve faziletleri yalnız kendinde
bilmek, kendi kusur ve noksanlıklarını da kendinde görmeyip hep başkalarında
görmek ırkçılığın sonucudur.
5 — Irkçılık, insanlık âlemini mahveden bir zakkum ağacıdır. İnsanlık,
onun zehirli meyvelerinin sancısını, asırlarca çekmiş ve halen de çekmektedir.
Birinci ve İkinci Dünya Harpleri bunun en son şahitleridir.
6 — Irkçılık, yıkıcı bir fırtına gibidir. Tarihin şahitliğiyle nice devletleri
zaafa düşürmüş, nicelerini tarih sahnesinden silmiş, zorlama ve baskı ile
nice üzücü olaylara sebep olmuştur. .
Dünya tarihi, ırkçılığın acı tablolarıyla doludur. Birkaç misâl vermek
gerekirse; Hitler Almanyasının “üstün ırk teorisi” saçmalığı, İkinci Dünya
Savaşı’nın patlamasını netice vermiş ve milyonlarca insan vahşice öldürülmüştür.
İtalya’da Mussolini’nin faşist rejimi orada korkunç bir terör
estirmiş, binlerce insanı imha etmiştir. Avrupa uluslarının sömürgecilik hareketlerinde
haksız ve insanlık dışı eylemleri meşrulaştırmakta ırkçı görüşler
başlıca etken oldu. İspanyollar Amerika`ya geldiklerinde Yerlilere karşı
izledikleri yayılmacı ve saldırgan politikalarını, Yerlilerin İspanyollardan
farklı oldukları, kendileriyle aynı anlamda insan bile sayılamayacaklarını
öne süren ırkçı teorilere dayandırdılar, topraklarını ellerinden aldıkları Yerlilere
insan gibi davranmanın gerekmediğini öne sürdüler. Thomas Carlyle,
James A. Froude, Charles Kingsley ve özellikle Rudyard Kipling’in yazılarında
ısrarla işlenen “beyaz adamın misyonu” düşüncesi de sömürgecilik
döneminde ırkçılığı meşrulaştırıcı ve sömürgeciliği yüceltici bir işlev gördü. Bu düşünceye göre beyaz Avrupalı öteki ırklara medeniyet götürüyor, dolayısıyla
insanlığa hizmet ediyordu. Başta İngiliz, Fransız ve Portekizliler
olmak üzere Avrupalı tüm sömürgeciler Asya`da, Afrika’da, Hindistan ve
Uzak Doğuda sömürgeleştirme faaliyetlerini bu sözde “medenileştirme”
görevlerine dayandırıyorlardı. ABD`de ise ırkçılık önceleri katliam ölçüsünde
yerlilere, daha sonra da siyahlara yöneldi. Günümüzde ırkçılıktan
belli ölçüde bir uzaklaşma eğiliminden söz edilse de başta ABD olmak üzere
tüm Avrupa ülkelerinde varlığını sürdürmekte; özellikle ırk ayırımının
yasal olarak sürdüğü Güney Afrika ile İsrail`de en katı ve acımasız biçimiyle
egemenliğini yürütmektedir. Sömürgeci Avrupalıların Güney Afrika’daki
yüz binlerce insanı top yekûn imha hareketleri Batı Medeniyetinin utanç
verici kara tabloları olarak tarihin sayfalarındadır.
7 — Irkçılık insandaki yüksek hamiyet hislerini, sadece kendi ırkına hususileştirmekle
hamiyet çerçevesini daraltır. Yüksek, ebedî, manevî ve uhrevî
ideallerin gelişmesini engeller. İnsandaki fıtrî seciyelerin yerlerini değiştirir.
Meselâ: Tevazuya bedel gurur, muhabbete bedel kin, yardımlaşmaya bedel
çarpışma psikolojisini aşılar, Hakka bedel kuvveti esas alır.
8 — Irkçılık hastalığına kapılanlar bütün Müslümanları adaletle, insafla,
şefkatle kucaklayamaz. Kendilerini dine adapte etmek yerine, dini ırkçılık
fikrine âlet etmeye bile kalkışırlar. Neticede, hamiyet duyguları daralır, körelir,
söner gider. Nihayet, kendilerini ve taraftarlarını tatmin etmek için
hayali efsane ve hikayelerden medet ummaya başlarlar.
İslâmın ırkçılığa bakışı
İslâm, zulüm ve sömürüye yol açan tüm inanç ve düşünceler gibi ırkçılığı
da yasaklamıştır. Kur’an ırkların aynı kökten geldiklerini ifade ederek, üstünlük
iddialarının temelsizliğini ortaya koymuştur. Tüm insanlar ve uluslar
Hz. Adem (a.s) ile eşi Havva`dan yaratılmıştır. İnsan toplumunun ırklara,
kabilelere ayrılması da onların tanışmaları ve yardımlaşmaları amacına bağlıdır.
Zulüm ve sömürüye sebep olacak kalıtımsal bir üstünlük söz konusu
değildir. İnsanların ve toplumların iyilik ve üstünlükleri yalnızca inançlarına,
yaşama biçimlerine bağlıdır, Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından
kaçınma konusundaki titizliklerinden kaynaklanır (el-Hucurat, 49/13).
İslâm’a göre ırk öğesi insanlara doğal bir üstünlük sağlamadığı gibi
medenî bir toplumun oluşmasında da temel etken değildir. Medenî bir
toplum, hayvanlar gibi iç güdüleriyle birlikte yaşayan insanlardan değil,
özgür iradeleriyle seçtikleri inanç ve idealler çevresinde toplanan insanlardan
oluşur. Bu nedenle İslâm toplumu İslâm’ı bir din, bir hayat düzen
ve biçimi olarak benimseyen insanların oluşturduğu toplumdur. Belirleyici
tek etkenin inanç olduğu bu toplumun oluşmasında başka hiçbir maddî ya
da manevî etkenin katkısı yoktur. Aynı akide çevresinde birleşen insanlar,
kan bağları olmasa da kardeştirler (el-Hucurât, 49/10). Buna karşılık, aynı
inancın paylaşılmaması durumunda, baba oğul arasında bile bir yakınlıktan
söz edilemez. İman etmediği için babasının çağrısına uymayan Hz. Nuh`un
oğlu onun ailesinden sayılamaz (Hud, l l/46). Aynı inancı paylaşan müminler
küfrü tercih etmeleri durumunda ne babalarını, ne de kardeşlerini
veli edinebilirler (et- Tevbe, 9/23). Hiçbir mümin, babası, oğlu, kardeşi yada diğer bir yakını da olsa, Allah’a ve Peygamberine düşman olan kimseye
sevgi besleyemez (el-Mücadele. 58/22). .
Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm.)”Irkçılığa çağıran bizden değildir,
ırkçılık için savaşan bizden değildir, ırkçılık üzere ölen bizden değildir.”
(Müslim, İmare, 57) buyurmuşlardır.
Problemlerimizin çözümü, Kur’an’da ve Peygamber Efendimizin hadislerinde
yer almaktadır. Bunları bilmeyenler, mesela ırkçılık konusunda
“Acaba kendi milletimi sevmem ırkçılık sayılır mı?” şeklinde tereddütlerde
kalabilirler. Hâlbuki böyle bir sorunun cevabı, saadet asrında yaşanan şu
olayla verilmektedir:
Sahabeden biri, “Ya Rasulallah, kişinin kavmini, milletini sevmesi, ırkçılık
sayılır mı?” diye sorar. Peygamber Efendimiz şöyle cevap verir: “Hayır,
sayılmaz. Lâkin ırkçılık, kişinin kendi kavmine zulümde yardımcı olmasıdır”
(İbnu Mâce, Fiten, 7).
Kişi, sırf “kendi kavmindendir” diye bazılarına ayrımcılık yapsa, haksız
olduklarını bile bile onları savunsa zulme yardım etmiş olur. Hâlbuki değil
zulüm işlemek, zulme razı olmak bile uygun görülmemiştir. Zira “Küfre
rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.”
Hz. Peygamberde (asm) câhilî bir âdet olan ırkçılığı sık sık gündeme
getirerek eleştirmiş ve yasaklamıştır. Veda Haccı sırasında, Veda Hutbesi
olarak bilinen ünlü konuşmasında Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın
Arab’a, beyaz renklinin siyaha, siyah renklinin beyaza bir üstünlüğü olmadığını,
üstünlüğün yalnızca takva ile olduğunu ilan etmiştir. Mekke’nin
fethinde, Kabe`yi tavaf ettikten sonra yaptığı konuşmada Hz. Peygamber
(asm) aynı gerçeği şöyle dile getirmiştir: “Sizden câhiliyye ayıplarını ve
büyüklenmesini gideren Allah’a hamd olsun. Ey insanlar, tüm insanlar iki
gruba ayrılırlar. Bir grup iyilik yapan, iyi olan ve kötülükten sakınanlardır ki
bunlar Allah nazarında değerli olan kimselerdir. İkinci grup ise günahkar ve
isyankar olanlardır ki bunlar da Allah nazarında değersiz olanlardır. Yoksa
insanların hepsi Adem`in çocuklarıdır; Allah Adem’i de topraktan yaratmıştır.”
Irk üstünlüğü düşüncesinin temelsizliği başka bir hadiste de şöyle
ortaya konur “Hepiniz Adem`in oğullarısınız, Adem de topraktan yaratılmıştır.
İnsanlar babaları ve dedeleri ile övünmekten vazgeçsinler. Çünkü
onlar Allah nazarında küçük bir karıncadan daha değersizdirler” (Tirmizi,
Tefsir sure, 49).
Hz. Peygamber (asm) insanların aynı kökten geldiklerini ve üstünlüğün
yalnız takva ile ölçülebileceğini belirtmekle yetinmeyerek Allah’ın insanları
ırklarına göre değerlendirmeyeceğini de ısrarla vurgular. Bir hadislerinde
“Allah kıyamet günü sizin soyunuzdan-sopunuzdan sormayacaktır. Şüphesiz
Allah katında en üstün olanınız kötülüklerden en çok sakınanınızdır.”
buyurmuştur. Aynı anlam diğer bir hadiste de şöyle dile getirilir: “Allah sizin
mallarınıza ve şekillerinize bakmaz; fakat O sizin kalplerinize ve amellerinize
bakar (Müslim, Birr, 33; Ibn Mâce, Zühd, 9). Bütün bu gerçek
ve uyarılar karşısında ırkçılık davası güden kişinin Müslümanlık iddiasının
bir anlamı yoktur. Hz. Peygamber (asm), “ırkçılık davasına kalkışan bizden
değildir, ırkçılık üzerine savaşa girişen de bizden değildir”. (Müslim, Imare,
53, 54, 57) buyurarak böyle bir kişinin yerini tesbit etmiştir.
Vücud azalarının farklılığı, ruha yardım içindir. Azalar farklı olsa da ruhun
birliği, onlara bir birlik verir. Hepsi bir gaye uğrunda ve ruhun kontrolünde
çalışır. Şayet organlar, ruhun birliğine rağmen sadece azaların farklılığını
dikkate alıp birbirleriyle çatışmaya girselerdi, ortada ne aza kalırdı
ne de ruh. Aynen bunun gibi, İslam milletleri de birer aza gibi ruhları olan
İslamiyet’e kuvvet vermeleri gerekir. Bediüzzaman Said Nursî “Milliyetimiz
bir vücuddur. Ruhu İslamiyet aklı kuran ve imandır.” vecizesiyle bu
manayı dikkatimize sunmaktadır .
Ayrıca unutulmaması ve akıldan çıkarılmaması gereken bir nokta da şudur:
Ruhun ırkı olmadığı gibi, ruhun binası olan ve elementlerden meydana
gelen cesedin de ırkı olamaz. Irk ve millet kavramı, tamamen soyut ve belirli
bir hikmet için, Allah (c.c.) tarafından insanlara verilen bir duygudur. Bu
ilahi hikmet, insanlar tarafından abes bir şekilde kullanılmaktadır. Ayrıca
ırkçılık ve menfi milliyetçilik alanında ilk adımı atan şeytanın kendisidir.
Çünkü o, Allah’ın (c.c.) “Adem’e secde edin” emrine karşı, “ben ondan
daha üstünüm. Çünkü beni ateşten onu ise topraktan yarattın” diyerek ırkının
ve nevinin üstünlüğünü ilan etti. Halbuki üstünlük takvadadır. Şeytan
ise üstünlüğü ırkında aradı ve kaybedenlerden oldu. Demek ırkçılık davası
güdenler, şeytanın yolundan giden zavallılardır. .
Veda Hutbesinde bu konu ile alakalı şöyle buyurulmaktadır: “Ey İnsanlar!
Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız.
Âdem ise topraktandır. Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap
üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın
da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada,
Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok
korkanınızdır.” .
İslâm, getirdiği evrensel kardeşlik ilkesi ile Cahiliyye döneminde şiddetle
hüküm süren ırkçılık adetini ezip yok etti. Kendilerini soylu ve üstün
gören Mekke aristokratlarının zulüm ve baskılarına rağmen İslâm, Romalı
Süheyb, Habeşli Bilal ve İranlı Selman gibi aşağılanan insanların çabalarıyla
başarıya ulaşarak evrensel bir toplum oluşturdu. Ne yazık ki Emeviler
döneminde İslam egemenliğinin yerini alan saltanatla birlikte birçok cahiliye
âdeti gibi ırkçılık da yeniden canlandı. Arap olmayan Müslümanlar
tümden mevali sayılıyor, Kureyş dışındaki Araplar bile küçümseniyordu.
Emevilerin sürdürdüğü ırkçı politika kısa zamanda Arap olmayan Müslümanlar
arasında da ırkçı eğilimlerin ortaya çıkmasına yol açtı. Özellikle
Farslar ve Türkler arasında başlayan bu eğilim giderek Şuubiye olarak
anılan ırkçı, ulusalcı hareketlere dönüştü. Emevilerin yıkılmasında önemli
bir etken olan Şuubiye hareketi Abbasiler döneminde etkisini yitirmekle
birlikte bütünüyle yok olmadı.
Irkçılık eğilimleri İslâm dünyasında 19. yüzyılın sonlarında yeniden
canlanmaya başladı. Batılı devletlerin Osmanlı Devletini parçalama planlarının
bir parçası olarak canlandırmaya çalıştıkları bu düşünce, İttihad ve
Terakki yönetiminin benimsediği ırkçı politikaların da etkisiyle ayrılıkçı
hareketleri besledi. Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra oluşan
birçok yeni devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de ırkçılıktan önemli ölçüde
etkilendi. Yeni devletin özellikle dil ve kültür politikalarında etkili olan ırkçı eğilimler zamanla Türkçülük, Turancılık adıyla bilinen bağımsız bir
politik hareket haline geldi.
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye Cumhuriyeti devletini
idare edenler, her hususta Batı’yı taklit ederek açık bir şekilde ırkçılığı ve
Türk milliyetçiliğini esas aldılar. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için kendilerine
iki ana hedef seçtiler. Birincisi, başka kavimleri yok sayma politikasıdır.
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde başka kavimlerin varlığını inkâr
etme politikası her zaman devletin değişmez politikası olmuştur. Kürtler
üzerindeki baskıların bugün nelere mal olduğunu artık bilmeyen yoktur.
İkinci hedef olarak da, dinin Anadolu halkı üzerindeki etkisini yok etmek
için büyük çabalar sarf etmişlerdir. Kur’an harflerinin Latin alfabesiyle değiştirilmesi,
din derslerinin kaldırılması ve kadınla ilgili kültürleri kökten
değiştirme gayretleri, hep dinin halk üzerindeki tesirini yok etmeye yönelik
çabalar olarak tarihe geçmiştir. Devlet başkanlarının etrafında kümelenen
kimi aydın ve yazarlar da bu değiştirme politikasına çanak tutmuşlar ve
“Kâbe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter” diyecek kadar eblehleşmişlerdir.
Bediüzzaman’ın ırkçılığa bakışı ve çözüm yolları
Ben milliyetimizi yalnız İslâmiyet biliyorum.’ der Bediüzzaman Said
Nursî. Nursî, İslâmî açıdan milliyetçiliği şöyle değerlendirir:
“Milliyetimiz bir vücuttur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır.”
(Münazarat, s. 99) Bilindiği gibi, bir vücudun ruhu olmasa o vücut bir işe
yaramaz, aklı olmasa çılgınca işler yapar. Onun gibi, müsbet manada bir
milliyetçiliğin de ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve imandır. Bir Müslüman
hangi ırka mensup olursa olsun İslâmiyet’ten ruh alır ve almalıdır. Mesela,
günümüzde Macarlar ve Bulgarların bir kısmı Türk olmalarına rağmen
İslâmiyet’ten ruh almadıklarından Türklükle de pek bağları kalmamıştır.
Öte yandan, bir Müslüman mücerret kendi aklıyla değil Kur’an’ın ölçülerine
göre ölçer, biçer ve meseleleri değerlendirir. Mesela kendi aklı ona kendi
milletinden olanları daha üstün gösterebilir. Ama Kur’an’a baktığında üstünlüğün
takva ile olduğunu görür, kendi aklına göre değil Kur’an’a göre
değerlendirir.
Bediüzzaman, milliyet fikrini, müsbet ve menfi diye iki kısma ayırır,
müsbet milliyete sahip çıkar, herkesin menfi milliyetten uzak durmasını ister
ve bunun sebebini de şöyle açıklar:
“Milliyet fikrinde (millet ve köken taraftarlığında) nefse ait bir zevk,
gafletli bir lezzet, uğursuz bir kuvvet var. Onun için şu zamanda sosyal
hayatla meşgul olanlara, milliyet fikrini bırakınız, denilmez. Milliyet fikri,
şu asırda çok ileri gitmiş. Özellikle dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar
içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp onları yutsunlar.”
Bediüzzaman’ın bu sözleriyle menfi milliyetçiliğin bölücülük olduğuna,
düşmanlık duygularını körüklediğine işaret ettiğini de çok rahat görebiliyoruz.
Hucurat Sûresinin 13. ayetini: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile
yaratmışım; tâ birbirinizi tanıyasınız ve birbirinizdeki sosyal hayata ait münasebetlerinizi
bilesiniz, birbirinize yardım edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile
yaptım ki; bir diğerinizi inkâr edesiniz, yabani bakasınız, düşmanlık besleyesiniz, diye değil!” (Hucurat, 49/13.) şeklinde meallendiren Bediüzzaman
bu âyet-i kerimenin işaret ettiği “tanışma ve yardımlaşma prensibi”nin izahı
için de şunları söylemiştir:
“Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere,
tâ takımlara kadar ayrılır. Tâ ki; her neferin çeşitli kademelerle olan ilişkileri
ve görevleri tanınsın, bilinsin. tâ, o ordunun fertleri, yardımlaşma prensibi
çerçevesinde, hakikî ve genel bir görevi görmüş olsun ve sosyal hayatları,
düşmanın hücumundan korunsun. Yoksa bölüklerin ayrı ayrı olması; bir
bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı düşmanlık etsin,
bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir. Aynen öyle de İslâm
toplumları büyük bir ordudur, çeşitli milletlere ayrılmışlar. Fakat Allah’ın
bin bir isimleri sayısınca birlik yönleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri
bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir.. binler
kadar bir, bir…
“İşte bu kadar bir, birler; kardeşliği, sevgiyi ve birliği gerektiriyorlar. Demek
kabile, taife ve milletlere ayrılma, şu âyetin ilân ettiği gibi, tanışma ve
yardımlaşma içindir, biri diğerini yok sayma, biri diğerine düşmanlık besleme
için değildir.!” [7]
Müsbet Milliyet
Müsbet milliyetin, sosyal hayatın ihtiyacından ileri geldiğini, yardımlaşma
ve dayanışmaya sebep olduğunu, menfaatli bir kuvvet temin ettiğini,
İslâm kardeşliğini destekleyecek bir vasıta olduğunu ifade eden Bediüzzaman
şu tavsiyelerde bulunuyor:
“Şu müsbet milliyet düşüncesi İslâmiyet’e hizmetkâr olmalı, kal’a olmalı,
zırhı olmalı, yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyet’in verdiği kardeşlik
içinde bin kardeşlik var; beka âleminde ve berzah âleminde o uhuvvet bâki
kalıyor. Onun için milli kardeşlik ne kadar da kuvvetli de olsa, onun bir
perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine koymak; aynı kal’anın
taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı
atmak türünden ahmakça bir cinayettir.
“Türk milleti İslâm toplumları içinde nüfusu en çok olan bir toplumdur.
Bununla beraber dünyanın her tarafında olan Türkler Müslüman’dır.
Diğer unsurlar gibi, Müslim-gayr-ı Müslim olarak iki kısma ayrılmamıştır.
Nerede Türk varsa, Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman
olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır. (Macarlar gibi) Halbuki küçük
toplumlarda dahi, hem Müslim ve hem de gayr-ı Müslim var.
“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle
kaynaşmış. Ondan ayrılması mümkün değil. Ayırsan mahvolursun! Bütün
senin mazideki mefahirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin
yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle,
desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!”(Mektubat 26. mektup)
Menfi Milliyet
Menfî milliyette ve unsuriyet (ırkçılık) fikrinde aşırı gidenlere ayrıca
şunları söylemiştir:
“Şu dünya yüzü, özellikle şu memleketimiz, eski zamandan beri çok
göçlere ve değişikliklere sahne olmuş; İslâmî hükümet merkezi bu vatanda
kurulduktan sonra, diğer milletlerden bir çoğu pervane gibi onun içine
atılıp, orayı vatan edinmişlerdir. Şu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak o
zaman gerçek ırklar belli olur, birbirinden ayırt edilebilir. Öyle ise, hakikî
ırk düşüncesine göre hareket etmek ve tarafgirlik göstermek, manasız, hem
de pek zararlıdır. Onun içindir ki ırkçı akımların reislerinden ve dine karşı
alakasız birisi, mecbur olmuş, demiş ‘Dil, din bir ise; millet birdir.’ Mâdem
öyledir. Hakikî ırka değil; belki dil, din, vatan ilişkisine bakılmalıdır.”
İslâmiyet’in mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının sosyal hayatına kazandırdığı
yüzlerce faydadan iki tanesini misal olarak açıklayacağız.
Birincisi: Şu İslâm devleti yirmi-otuz milyon iken, onun, bütün
Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza
ettiren, şu devletin ordusundaki Kur’an nurundan gelen şu fikirdir “Ben ölsem
şehidim, öldürsem gaziyim.” Bu düşünce, mensuplarını tam bir şevk ve
aşk ile savaşa koşturmuş, onları, gülerek ölüme hazırlamış, daima Avrupa’yı
titretmiştir. Acaba dünyada basit fikirli, saf kalbli olan neferlerin ruhunda
böyle yüksek fedakârlığa sebebiyet verecek, hangi şey gösterilebilir? Hangi
tarafgirlik onun yerine konulabilir, hayatını ve bütün dünyasını severek ona
feda ettirebilir?
İkincisi: Avrupa’nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu İslâm
devletine bir tokat vurmuşlarsa; üç yüz elli milyon İslâm’ı ağlatmış ve inletmişler.
O sömürgeciler, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş,
elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir açıdan küçük görülemeyecek manevî
ve sürekli bir kuvvet yerine hangi kuvvet konulabilir? Gösterilsin. Evet o
büyük ve manevî kuvveti, menfî milliyet ile ve istiğnakârane hamiyet ile
gücendirmemeli.”
Menfî milliyette fazla hamiyetperverlik gösterenlere deriz ki: Eğer şu
milleti ciddi severseniz, onlara şefkat edersiniz. Öyle bir hamiyet taşıyınız
ki, onların ekserisinin şefkat sayılsın. Yoksa, ekserîsine merhametsizcesine
bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalîlin muvakkat gafletkârâne
hayat-ı içtimâiyelerine hizmet ise, hamiyet değildir. Çünkü, menfî unsuriyet
fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizinden ikisine muvakkat
fâidesi dokunabilir, lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine … mazhar
olurlar. O sekizden altısı, ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musîbetzededir, ya
çocuktur, ya çok zaiftir, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür muttakîdirler ki;
bunlar, hayat-ı dünyeviyeden ziyâde, müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye
ve uhreviyeye karşı bir nur, bir tesellî, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr
mübârek ellere muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellîlerini
kırmaya hangi hamiyet müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede
millet yolunda fedakârlık!
Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı hak, bin seneden
beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tâyin ettiği
bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat ârızalarla inşallah perişan etmez. Yine o nûru ışıklandırır ve vazifesini
idâme ettirir. [8]
Bediüzzaman’ın menfî milliyet olarak tanımladığı, ırka vurgu yapan
versiyonunun vurgu şiddetine göre doğuracağı sakıncalar bir yana, insanlığın
geçmişe nazaran bir dizi değişimler yaşadığını ve bu değişimlerin
milliyetçiliği biraz daha yetersiz ve sakıncalı hale getirdiğini söyleyebiliriz.
Tedavi olmaz yara, sosyal bağ olarak dini belirleyenlerle, dinden koparılmış
haliyle diğer ek unsurları belirleyenler arasında meydana gelebilecek cepheleşmedir.
Milliyetçiliği, önemli ve yeterince birleştirici yaklaşım olarak görmeyen
Bediüzzaman, getirdiği “müsbet milliyet” yaklaşımı ile milliyetçiliğin bütün
sakıncalarının yok edilebilmesi için din bağını temel almak, bu bağda odaklaşmak
kaydı ve ırk bağı şiddetle reddedilmek şartıyla, dil ve vatan bağının
destekleyici unsurlar olarak kullanılabilmesini önermektedir.
Öteden beri İslâmî kimlik taşıyan, farklı etnik kökene sahip Türk, Kürt,
Arap, Fars gibi unsurlar arasındaki tarihî ilişki ortaya din temelli, kopması
güç bir bağ koymuştur. Bu bağın kuvvetine asırlar içerisindeki ilişkiler şahittir.
Söz konusu unsurlar arasındaki kopmaların, uzak ve yakın geçmişte
olduğu gibi, bugün de gözlemlenen en belirgin sebebi milli bütünlük anlayışlarını
ırkî yaklaşımla şekillendiren siyasilerin dayatmalarının yansımalarıdır.
Başkaları ile aynı değerleri taşıyan unsurlara, taşıdıkları ortak değerde
birleşmeleri mümkün olmakla birlikte, vurgu ve itibar gösterilen unsurların
eşit esneklikte paylaşılmadığı yerde toplumsal birliğin paylaşılması
imkânsızlaşır. Türklerin kendilerini Müslüman kimlikleri ile tanımladıkları
yerde diğer unsurların nazarında bu, özdeş bir kimlik olarak algılanırken,
Türk ırkının ırkî özellikleri itibariyle hakimiyetinin öne çıkarıldığı yerde
sair ırklar da nazarlarında kaçınılmaz olarak üstünlük psikolojisini canlandıracaklardır.
Irk bir yana, paylaşım ve değişim esasına dayanmayan dil, vatan,
kültür, gelenek gibi bütün hususlarda karşılaşılacak sonuç budur.
Yapılması gereken şey, ırkî bağlamdaki yaklaşımların sözde ve özde tamamen
kaldırılması; dil, din ve vatan bağlamında sıcak paylaşım ve değişimlere
girilmesine çalışılmasıdır. Karşılıklı olarak aynı dinî değerlerin
zaten olduğu gibi paylaşılmasının yanında ortak dillerin dışına taşarak dil
öğrenilmesine dönük kültürel değişime kapı açmak ayrıca vatan bağlamında
siyasî yakınlıklar kurmak gerekir. Bediüzzaman bu çözümü, bir yandan
eğitim dilinin Arapça, Türkçe ve Kürtçeye açık olmasını istediği ve
“Medresetü’z-Zehra” adını verdiği milli ve milletlerarası boyutlu bir eğitim
modelinin uygulanmasını; diğer yandan da İslâm ülkelerinin Amerika Birleşik
Devletleri gibi, dış ilişkilerinde düzenleyici olarak federatif bir bağlanmaya
girme gayreti içerisinde olmalarını teklif ederek getirmiştir. Onun
bu iki teklifi, dinî bütünlük içerisinde olan toplumların ortak kimliklerinin/
birliklerinin tahkimi çerçevesinde dil ve vatan unsurlarının kullanım yolunu
tanımlamaktır.
Medresetü’z- Zehrâ’nın ana gayesi, hem din hem de fen ilimlerinde mütehassıs bilim adamları yetiştirmek olmakla birlikte, bir başka gayesi de
yine Bediüzzaman’ın çok önemli bir hedefi olan İttihad-ı İslâm`a zemin
hazırlamasıdır. Bu üniversitenin eğitim dili konusunda Arapçanın vacip,
Türkçenin lâzım, Kürtçenin de caiz olması gerektiğini ifade eder.
Eğer bu çok basit gibi görünen formüldeki yaklaşım esas alınmış olsaydı,
Türkiye Cumhuriyetini yönetenlerin yıllarca Kürtleri yok sayarak ve
Kürtçeyi de yasaklayarak sebep oldukları gerilim hiç yaşanmayacaktı. Nitekim
bu yasakçı uygulamaların yanlışlığı, son zamanlarda giderek arttığı
görülen itiraflarla ikrar edilmektedir.
Toplumun ve hayatın tamamını kuşatıp cendereye alan bir yanlışlar silsilesinde
küçük bir alt başlık oluşturan Kürtçe yasağının hata olduğunun
fark edilmesi bile bu kadar zaman aldıysa, topyekûn bir özeleştiri için daha
çok beklememiz gerekir mi? Yoksa küçük gibi görünen bu itiraf, diğer bütün
vahim yanlışlara da kaynaklık eden zihniyetin terki sürecini hızlandırır
mı? .
Hep birlikte bekleyip göreceğiz. Temennîmiz, ikinci şıkkın gerçekleşmesi.
Ve bu, aslında zor değil. Hattâ zor olanın, küçük de olsa ilk adımın
atılması olduğu söylenebilir. O atıldıysa, arkası hızlanarak gelebilir. Yeter ki,
dürüst ve samimî olunsun .
Bediüzzaman’ın İslâm âleminde arzu ettiği ittihad fikrini, bugünkü
Avrupa Birliği bir yönüyle kendi bünyesinde gerçekleştirmiş ve ittihadın
sağlayacağı faydalar konusunda biz Müslümanlara da iyi bir örnek olmuştur.
İttihatla iltihakı karıştırarak, İttihad-ı İslâm`a karşı çıkanlara bu hal
güzel bir cevaptır. Yani, Üstad`ın nazara verdiği ittihad, her devletin kendi
bütünlüğünü ve istiklaliyetini korumasıyla birlikte, ekonomik hedeflerin
gerçekleşmesinde, asayişin temininde, gençliğin kötü alışkanlıklardan
korunmasında ve benzeri birçok konuda ortak hareket etme manasınadır.
Bediüzzaman`ın idealindeki üniversite modeli olan Medresetüz-Zehra’nın
İslâm âleminde varlığını hissettirmesiyle İslâm birliğinin en büyük düşmanı
olan menfi milliyet (ırkçılık) belası da bertaraf edilmiş olacaktır.
Bediüzzaman menfi milliyet hakkında müstakil bir risale telif etmiştir
(Mektubat, 26. Mektub). Bu risalesinde şu noktaya da önemle dikkat çeker:
“Fikr-i milliyet şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri,
bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp onları
yutsunlar.”
Bu noktada özel bir konumu olan Kürtlerin bilhassa dikkat etmesi gereken
önemli hususlardan birini, talebelerinden Muhsin Alev’in aktarımıyla
Said Nursî şöyle ifade ediyor:
“Eğer Kürtler İslâm milliyetini esas alarak hareket ederlerse, bölücü bir
unsur olmak yerine, ittihad-ı İslâm’a sebep olacaklardır…” [9]
Bediüzzaman’ın yüz yıl önce gündeme getirip, hayatının sonuna kadar
takipçisi olduğu Medresetüz-Zehra projesi zamanında gerçekleştirilebilmiş
olsaydı, bugün çok daha farklı bir Türkiye, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar
tablosuyla; hattâ bunları da aşan çok geniş bir coğrafyada son derece pozitif
bir manzara ile karşı karşıya olacaktık.
Medresetüz-Zehra, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu tekniği ve teknolojiyi,
İslâm âleminin muhtaç olduğu birlikteliği ve dünyanın aradığı barışı ve
huzuru temin edecek niteliktedir. Şu anda Türkiye’ye baktığımızda teknolojiyi,
âlem-i İslâm’a baktığımızda ittihadı ve dünyaya baktığımızda barışı
göremememiz, böyle bir üniversitenin akademik boşluğunun hâlâ doldurulamadığını
ve zarurî ihtiyacını gözler önüne sermektedir.
Medresetüz-Zehra bir insanlık projesi olarak dünyaya barış ve huzur
getirecektir. Dünya barışına sabotaj olan ırkçılığın zararlarının panzehiri
Medresetüz-Zehra projesinin hayata geçirilmesidir. İnsanlığın bilim ile
dinin kaynağına ulaşacağı ve bunu teklikte bulacağı bir büyük insaniyettir.
İmanla hayatın tek kuvvet olduğunun yeniden keşfini sağlayacak yapıdır.
Dinin temel faaliyetlerinden olan tefekkürün tekrar müminlerin aklında
canlanması projesidir.
Yüzyıllardır insanlığın kanadı kırık. İnsanlık tek kanatla, oraya buraya
çarparak yol bulmaya çalışmaktadır. Medresetüz-Zehra insanlığın yüzündeki,
kalbindeki yaraların tedavi merkezidir. Gece soğuk ve uzun geçmiştir.
Yağışlarla çok ıslanmıştır. Yüzyıldır rüyalarda beklenen genç, Medresetüz-
Zehra’nın merdivenlerini adımlamaktadır.
Dipnotlar:
[1]Şadi Eren, Âdemin Torunları: İslâmî Açıdan Irkçılık ve Milliyetçilik Konularına Genel Bir Bakış, Selsebil yay.,
İst. 2008
[2]Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neş. İst. 2000. s. 96.
[3] Bünyamin Duran, “Irkçılık, Ulusçuluk, Milliyetçilik ve Müslümanca Tavır”, Köprü, No: 52, s.15.
[4], J. H. Carlton Hayes, Milliyetçilik: Bir Din, Çev. Murat Çiftkaya, İstanbul: İz Yayıncılık, 1995, s. 80-83.5.
Etienne Balibar, Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlikler, İstanbul: Metis Yayınları, 1993, s. 120..
[6] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 2000 s. 314.
[7] Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2000, s. 314-317
[8] Age. s. 317
[9] Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, cilt: 1, s. 220