Search For Identity: I am a Turkish, a Muslim and
a Fan of Fenerbahçe

J. Arnold Toynbee’nin vurguladığı gibi; “Osmanlı tarihi gelişme ve değişmeyi
durdurmamaya, üzerinde yaşadığı toprakları, yönettiği toplumları
değiştirmemeye çalışmıştır.”

Bunun anlamı, her milleti, her ırkı, her rengi olduğu gibi kabul etmek,
reddetmemek; hatta incitmemekti. Osmanlı çağımızı çok aşan bir anlayışla
insanları kendisine benzetme, Türkleştirme; hatta Müslümanlaştırma gibi
problemli bir hareketin içinde olmadı.

Ancak Cumhuriyetin ilânından sonra bazı kesimler “ulus-devlet” ideolojisini
dinin yerine ikame edebilmek için herkesi Türkleştirmenin derdine
düştüler. Bunun iki tür zararı oldu.

Biri; Türk olmayanların ırkî hassasiyetlerini tahrik ederek onların bu
özelliklerini kışkırttı. Türk veya Kürt gibi kimliklerin varlığı aslında bir
problem teşkil etmezken bir kimliğin ön plana çıkarılması ve diğerlerine
baskınlaştırılmaya çalışılması sonunda bir ırkî kimlik çatışması doğdu.

Sonuç: seksen yılda on binlerce ölü. Kaybolan onca gençlik. Gözü yaşlı
anneler. Yıkılan yuvalar. Acı çeken aileler…

Diğeri; Türk olan veya olmayan tüm millet üzerindeki boşluk duygusu.
Elinden dini, hedefi, idealleri alınan onca insan, onca genç manevî bir kaos,
bir boşluk içine düştü. Birincisi lokal bir bölgede tesirli olurken bu ikinci
tehlike her yerde; hatta İstanbul’un en lüks, en zengin semtlerinde bile kendini
gösterdi.

Yazdırılan ısmarlama resmî tarihler, şatafatlı kutlamalar,
okullardaki beyinleri iğdiş etme çabaları, spor, eğlence gibi içi boş alternatifler de
insan ruhundaki hakikat arayışını durduramadı. Bu boşluk ve hayatı anlamlandıramama
handikapı toplum ve bireyde köklerini, varlık sebebini arama özlemi doğurdu ve yoğun bir kimlik kaosu, kimlik bunalımı çıktı ortaya.

Bu kimlik bunalımı, özelde ferdin şahsî hayatını, genelde de toplum
hayatını etkiledi. İnsanlar ve toplumlar, rüzgâra kapılmış yapraklar gibi hedefsiz
ve anlamsız yaşamaya başladılar.

İbn Haldun’un sözünü ettiği asabi bağların yerine, küresel bağlar mı,
manevî anlamlandırmalar mı ya da kendisine yabancılaşmış ve hiçbir yere
ve değere aidiyeti kalmamış bağlar mı geçecek; henüz belli değil. Gerçek şu
ki Tocquiville’in işaret ettiği “bireyselleşme sendromu”, günümüzde daha
da fazla artmış bulunuyor ve yeni dünya düzensizliğinde, milyonlarca insanın
arasında kendini yalnız hisseden, kitleler içinde eriyecek kadar küçülen,
cemaatler içinde kimlik bunalımı çekecek kadar değerini yitiren bireylerin
sayısı artmaya devam ediyor. Var olan bireyler arası ilişkiler de internet ortamı
sayesinde azalmaya devam ediyor.

Gelir seviyesi yüksek ailelerin başarılı çocukları aynı okullarda toplanıyorlar.
Bu şekilde verilen eğitim ve öğrencilerin yaşadıkları ortam, Türkiye’nin toplumsal
gerçekleriyle uyuşmuyor. Öğrenciler, yapay bir ortamda yetişiyorlar ve bunu fark
ettikleri zaman da kendilerini boşlukta hissediyorlar.

Son yıllarda intiharlara ve intihar girişimlerine çokça şahit oluyoruz.
Öyle ki ekonomik ya da ailevî sebeplerle köprüye çıkan, kamera önünde
ikna edilmeye çalışılan insanların görüntülerini rutin haber olarak algılamaya;
hatta bu girişimleri şov olarak değerlendirmeye başladık. Bir kısmı
şova yönelik olsa da çoğu gerçekten intihar teşebbüsü ve gencecik bedenlerin
mezara yolculuğu ile sonuçlanıyor.

Bir de kameralar önünde gerçekleşmeyen bazı intiharlar var ki her şey
olup bittikten sonra çok tartışıldılar. Alman Lisesi öğrencileri Cenan Yuğaç
(14) ile Aslı Yardımcı (17), 22 Haziran 1998’de Ataköy’deki evlerinin
5. katından atlayarak intihar ettiler. Yine bir Alman Lisesi öğrencisi olan
Ceylan Konuk (15), 2000’de okulunun 4. katından atlayarak intihar etti.
16 Aralık 2001 günü ise Özel Amerikan Koleji öğrencisi Lara Falay (16),
Boğaz Köprüsü’nden atlayarak aynı akıbeti paylaştı.

Bu genç öğrencilerin ortak özellikleri vardı. Türkiye ortalamasına göre
iyi bir eğitim almışlar, özel yabancı okullarda okumuşlardı. Maddî olarak
sıkıntıları yoktu, kültür seviyesi yüksek ortamlarda yetişmişlerdi.

1998’de Alman Lisesi’nden mezun olan ve okuduğu dönemde intihara
teşebbüs eden bir genç bu durumu şöyle ifade ediyor:

“Ben, Alman Lisesi’nden mezun olan arkadaşlarım arasında ruhen sağlıklı
ve dengeli olarak kabul gören standart insan tiplemesini bulamıyorum.
Hayatımızın 8 yılını aynı ortamda (Benim açımdan ruhsal sağlığımı yitirmem,
depresyonla ve sakinleştiricilerle tanışmam kesinlikle orada oldu!)
geçirmemiz mi buna sebep, yoksa sadece tesadüf mü? Ama intihar düşüncesine
uzak değiliz hiçbirimiz. Aslında kendi adıma konuşmam daha mantıklı
olacak; hayatla ilgili hiçbir beklentimin ya da amacımın olmadığını hissediyorum.
Kendimi bana ait olmayan, saçma bir düzende kuklaymışım
gibi hissediyorum ve hiçbir şeyin kontrolümde olmadığını görüyorum. O
zamanlarda yaşadığım birkaç intihar girişimi oldu; ama sanırım yeterince
cesaretli değildim. Olsam hâlâ aynı kısır döngüyü yaşıyor olmazdım.”

Nurcan G. de başka bir özel lisede okurken Lara gibi intihara teşebbüs
etmiş; ama kurtarılmış. Ekonomik olarak durumlarının çok iyi olması
nedeniyle öğretmenlerinin kendilerine fazla müdahalede bulunamadığını
belirtiyor Nurcan G. Buna ailesinin de ilgisizliği eklenince boşluğa düştüğünü
belirten Nurcan, bir ara FRP oynamaya başlamış ve oyundaki savaşçı
rolünün etkisinden kendisini kurtaramamış.

15 yaşında iken bir kutu ilaç içerek intihara teşebbüs eden Nurcan G. şu
anda üniversite öğrenimi görüyor, aynı zamanda da astroloji kurslarına devam
ediyor. İntihar ettiği dönemde metafizik konuların çok cazip geldiğini
belirten Nurcan, kendisini intihara götüren süreci şöyle anlatıyor:

“O dönem annem ve babam tartışmış, babam evi terk etmişti. Çocuk
olmadığımı hissediyor; fakat isteklerimi yaptıramıyordum. Kim olduğuma
dair cevabı beklemek çok zor geliyor, ‘Türk’üm –Müslüman’ım– Fenerbahçeliyim’
diyordum; ama bunlar beni tatmin etmiyordu. Gece kulüplerine
takılmak, içki, sigara, hatta uyuşturucu kullanmakla kendimi ispat ettiğimi
düşünüyordum. Diğer yandan çevremin beni cinsel bir obje olarak fark ettiğini
anlamıştım. Bu durum kendimi kirli hissetmeme yol açıyordu. Kendi
düşüncelerimle toplumun ahlak kuralları arasında büyük bir fark var zannediyordum.
Bu mutsuzluk hali zaman geçtikçe büyük bir içsel enerji ortaya
çıkardı. Hayat denen en kuvvetli içgüdümü yendi. Cesaretimi göstermek
için hayata karşı güçlü olduğumu kendime ispatlamaya çalışmıştım.”

Özel bir yabancı okul mezunu olan Deniz C. ise yetiştikleri okulda ‘’Ben
kimim? Hayattan ne bekliyorum? Yerim ne olacak? Hayatın anlamı nedir?’’
gibi sorulara cevap vermekte zorlandıklarını belirtiyor. “Uyuşturucu
kullanmak… Anlamsız konuşmalar yapmak, yabancı pop dinleyip sözlerini
ezberlemek… Bu müziği, bu atmosferi gerçek hayat gibi yaşamak… Bizim
için o en gerçek şeydi” diyen Deniz, iki arkadaşının ölümünün gizlendiğini
belirtiyor. Deniz C. okulda iken Avrupa’dan uzak, Türkiye’den kopuk, boşlukta
yaşadıklarının altını çiziyor:

“Lisemiz bir adaydı âdeta! Öyle bir ada ki her şeyi olan çocuklar, samimiyeti,
gerçek dostluğu çok az; ama belli bir jargonu, alt kültürü, bu çerçevede
tuhaf bir ‘yabancılık’ içinde yaşardık. Politikayla henüz ilgilenmezdik.
Okulumuz, bize düşünmeyi öğretti hâlbuki. Almanca, İngilizce derslerinde
Kafka, Camus okuyarak hayatın anlamını tartışırdık; ama yabancı öğretmenlerimizin
bizi götürdüğü bu dünya çok uzaktaydı. Biz Avrupa’da yaşamıyorduk.
Türkiye toplumundan ise müthiş kopuktuk. Eğer Almanya’da
yaşıyor olsaydık, anaokulundan itibaren bireyciliği, egoizmi, çıkarlarımızı
korumayı öğrenecektik. Hâlbuki bizim her şeyimiz ayağımıza gelirdi, kahvaltımız
bile. Türk öğretmenlerimiz hep alt statüde, eziklik içinde gelirdi
bize. Yabancı öğretmenler, 4-5 yıllığına geliyor ve ne Türkiye’yi ne de Türk
mantalitesini biliyorlar. Bu öğretmenler, Türk gencine asla ulaşamıyorlar.”

Gençlerin ergenlik dönemlerinde bir akran grubu bulmaya ihtiyaçları
olduğuna dikkat çeken psikiyatristler de ergenliğe giren gençlerin anne, baba
ve öğretmenlerinden edindikleri bilgilerin dışında, kendi doğrularını
bulmaya çalıştığını, bir kimlik oluşturma mücadelesi verdiklerini belirtiyorlar.
Gençler, bu dönemde “Ben kimim?”, “Ne olacağım?” sorularının cevabını
arıyor ve birileriyle ortak değerleri paylaşmak istiyorlar. Kişi kendine
uygun bir akran grubu bulduğunda, o grubun pozitif veya negatif değer
yargılarını düşünmeyebiliyor. Bunun yerine kendisinin o grup içinde nasıl
kabul gördüğüne dikkat ediyor. Gençler o boşlukta kendilerine uzatılan elin
mahiyetini çok iyi anlayamıyor. Sadece bir akran grubu bulduğunu sanarak
sapkın gruplara dâhil olabiliyorlar.

Kimliğimizi arama serüvenimizde bizi bekleyen başka bir tehlike de
“Kim olduğumuz sorusuna cevap ararken aklımızın hep kim olacağımız sorusuyla
karışmasıdır. Kim olacağımızı düşündüğümüzde ise kim olmak istediğimiz
sorusu peşimizi bırakmıyor. Gerçekte, kim olduğumuzu öğrenme
süreci içinde bile kimliğimiz yeniden oluşuyor. Sanki Werner Heisenberg’in
belirsizlik ilkesine tabi olmuş gibiyiz. Nerede olduğumuzu öğrenmeye çalışırken
nereye gittiğimizin bilgisi elimizden kaçıyor, eğer nereye gittiğimizi
bilme gayretine kaptırırsak nerede olduğumuzu unutma tehlikesine uğruyoruz;
ama bütün bu belirsizlik içinde karartılamayacak, önemi azaltılamayacak,
vazgeçilemeyecek bir kalkış noktamız var: Bizler hepimiz, birer
ürünleriz. Hepimiz husule geldik, hepimiz oğullar ve kızlarız.”
Hiçbirimiz bu dünyaya acı çekmek için gönderilmedik. Kendi varlığımızı,
kabiliyetlerimizi, imkânlarımızı sokakta bulmuş da değiliz. Her şey;
ama her şey sadece bize verilendir. Verenle bir bağ kurmaktır. Bunu kendi
başımıza yapmaktır. Herkesin kimliği verenle kurduğu irtibatla, O’nunla
olan anlamlandırmasıyla doğar ve gelişir.

Kimlik bir maliyet meselesidir. İçinde yaşadığımız bu toplumun ön yargılarına
itaatten geçmediğini peşinen kabul etmektir. Aramak, sormak, düşünmek,
yerinde durmamaktır.

Yaşıyor olmak, aynı zamanda savaşıyor olmak demektir. Kim olduğumuz,
nereden gelip nereye gideceğimiz sorusuyla, bir kimlik için savaşmaktan
daha büyük bir mücadele var mıdır?

İnsana verilen en önemli şey kendisidir. Kendi ruhu, kendi aklı, kendi
yüreği, kendi bedeni. Bu en önemlinin terkibi değil midir kişinin kimliği?

“Dalalet fikridir, zulümat kalbidir, israf cesedidir” diyor Bediüzzaman.
Nasıl beden gemimizin idaresi, irade noktasında bize bırakılmışsa fikir ve
kalp yansımalarını da yönlendirmek bize aittir. Bunların yönünü dalalet ve
zulmete çevirmek üzüntünün, sıkıntının, anlamsızlığın, kimliksizliğin işaretleridir.

Yaratıcı, bize, bizi vermiş, bize bizi hediye etmiştir. Bize düşen sadece
kim olduğumuzu bulmaktır. Çünkü kendini bilen Rabb’ini de bilir. Rabb’ini
bilen kendini de… Aksi takdirde Yaratıcı ile bağlantılandırılmayan,
ilişkilendirilmeyenhiçbir sevgi, hiçbir ilgi, hiçbir takdir, hiçbir kimlik,
hiçbir aşk veya sevgi insanı tatmin edemeyecektir.

Bir insanın hayatının bir hiç olduğunu, gereksiz olduğunu hissetmesi
insanın en temel acısıdır. Bu kabuller, insanın hayatla ve diğer insanlarla
bağlantısını koparır. Ruhunu her an azap içinde bırakır. Tüm yaşama
isteğini yok eder. Hayatı çekilmez kılar. Duygular kararır, ruh acı çeker.

Akıl azap duyar. Bu duygular dayanılmazdır. İnsan bir dayanak noktası arar.
İnsanın aradığı bu dayanak noktası ya kendi içindedir ya da kendi dışında
olacaktır. İnsanın kendi dışındaki dayanak noktası ya kendi gibi aynı varoluş
imkânına, aynı varoluş sınırlılıklarına sahip diğer insanlar olacaktır ya
da tüm varoluşu yokluktan ve hiçlikten var kılan, mutlak kudreti olan bir
Yaratıcı…

Hayatın, mutluluğun ve bilincin yönlendirilmesi noktasında bir karara
varmalıyız artık:
Türk müyüz, Müslüman mı, Fenerbahçeli mi?
Veya
Yaratıcı’yla beni ve hayatı anlamlandıran mı?