Training of Conscience for Social Peace
Giriş
Ülkemizde insanların, ekonomik, sosyal ve eğitim seviyeleri bir hayli
yükseldi. İletişim araçları insanları hiç yalnız bırakmıyor. Televizyon ve internetin
insanları kuşattığı bir ortamdayız.
Ancak, teknolojik gelişmelere paralel olarak, cemiyeti huzursuz eden
hadiseler de artmaktadır. İçki tüketimi, uyuşturucu kullanımı, gençler arası
meşru olmayan birliktelikler, aile dramları, intiharlar, su-i kastlar ve kan
davası kabilinden örfler, vicdanları rahatsız etmektedir.
Bu tablo, Kur’anî ve İslamî ölçüleri bilmeyen hasta ruhlar üstünde telkin
ve taklit etkisi gösteriyor. Trafik terörü, insan ilişkilerinde şiddet, boşanmaların
artması, ticarî hayattaki hileler vb. sosyal hastalıklar, vicdanların
ciddi şekilde yaralı olduğunu gösteriyor.
Bu çalışmada cemiyette huzur ve barış için vicdanın anlamı, insanın
ahlakî hayatındaki etkisi ve vicdanın dinî yaşantımızdaki önemi incelenecektir.
Vicdan ve şuur
Vicdan Arapça, v-c-d kök fiiline bağlı, bulmak anlamında bir mastardır.
Vicdanla en yakın ilgisi olan bir kavram şuurdur. Şuur, nefiste ortaya çıkan
ani ve kesin kavrayış anlamına gelir. Tanımlarına dikkat edilirse, vicdanın,
şuurun anlaşılması ile yakından ilgili olduğu görülüyor. Bu yüzden, vicdanın aktif hale getirilmesi için, şuurun da incelenmesinin gerekli olduğunu
düşünüyoruz.
Şuur, “Duyuların dış âlemden aldıklarını, kalbin birleştirmesi sonucu
edinilen bilgi” diye tanımlanır.
Şuur kelimesi Arapçadır. İnce anlayış, fetanet ve bilgi inceliğine sahip
olmak anlamındadır. Kelime ve kavramlar arası ince ilişkileri tespit edip
düzenleyen kişiye bu sebeple şair denmiştir. Şa’r hissetmek, fark etmek demektir.
Meşairu’l hacc, haccın insanın beş duyusu ile hissedilen erkânını
ifade eder.
Yaşama, yeme-içme ve çeşitli duygular, canlıların ortak özellikleri iken,
şuur sadece akıl sahiplerine aittir. Psikolojide şuur, “belirli bir zaman sınırı
içerisinde insanın yaşantısından haberdar olması”dır. Bilginin ancak şuur
etmekle elde edilmesine işaretle, kelimenin, Latince karşılığı olan “conscientia”,
“bilgiyle donatılmış olmak” anlamına gelmektedir. Sağlıklı iletişim
için gerekli olan şartların en üst düzeyinde şuur yer almaktadır.
Şuur ve vicdanın işler halde olması için insanın eğitimi devreye girmektedir.
Eğitim olmalı ki, şuur ve vicdan vazifesini yapabilsinler.
İnsan tabiatı ve vicdan eğitimi
Eğitimciler, geçmişte, insanın eğitilebilir olup-olmamasını tartışmışlar;
bir kesim, insanın doğuştan getirdiği karakterlerin değişmeyeceğini iddia
etmiştir. Bazıları da insanın eğitilmesi ile doğuştan getirdiği nitelik ve karakterlerin
değişme imkanı olduğunu söylemişlerdir. Eğitimin gücüne inanan
bu pedagoglar, “bir cani, cani olarak doğmaz, insan telkine açıktır. Her
insanda taklit kabiliyeti vardır,” demişlerdir. Günümüzde herkes, eğitimin
gücünü kabul etmektedir. İnsan ruhu, her türlü tohumu yetiştirecek bir tarlaya,
çocuğun zihni, her şeklin verilebileceği bir balmumuna, ya da her türlü
yazının yazılabileceği boş bir levhaya (tabula rasa) benzetilmektedir.
Çünkü, “Eğitim ruhsal yönden insanı şekillendirir. Ve insanın iç dinamizmine
yardımcı olur. İnsanoğlunun mücadelesinde en büyük desteği eğitim
sağlar. İnsanın doğuştan getirdiği kabiliyetlerin, özellikle ruhsal gücün,
kendi kendine yeterli olması için ortaya koyduğu çabalara rehberlik eder.”
İnsanın ruhsal gücünün önemli bir kısmını vicdan meydana getirir. Eğitimin
de asıl hedefi insandaki vicdan hassasının şekillenmesi olmalıdır. Vicdanın
nasıl eğitildiği, eğitilmesi gerektiği onun mahiyeti ile ilgilidir.
Vicdan da terbiye edilebilir mi? Buna ihtiyaç var mı? Said Nursi’ye göre
dini ilimler aklî bürhanlara (akılla reddi imkânsız delillere) dayanır. Dinimiz
ise insanın bedeni, sosyal hayatı ve şehir düzeni ile ilgili hükümler
getirmiştir. Vicdan ise insanın ruhî hayatı ile ilgilidir. Kur’an ve sünnette
insanın, irade, akıl, ruh ve kalbinin eğitimini hedef alan güzel ahlak esasları,
kalbin kemal sıfatlarla bezenmesi vicdan eğitimini oluşturur.
Ona göre, “bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa,
ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez.”
Vicdan’ın mahiyeti ve hakikat aşkı
Vicdan, Said Nursi’ye göre, acip bir hatiptir. O Allah’ın birliğine şahittir.
Gayb ve şehadet âleminin kesişme noktasında bulunur. Ona göre vicdan “fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâını (parıltısını) neşrederler.”
Bu ifadelerden şunlar anlaşılabilir: Vicdan, şuur sahibi bir yaratılıştır.
O gerçekleri anlamak için akla pencere açar. İnsan şuurla ve vicdanına kulak
vererek, kâinatı okursa, Allah’ın şehadet âlemindeki kudretinin izlerini
görür. Her yerde ve her şeyde tevhidin parladığını idrak eder. Allah’a iman
bu açıdan, insan için tabii ve fıtrî bir hâldir; fıtratın sesine kulak vermektir.
Müellifin şu cümleleri de bunu gerçeği açmaktadır:
“Akıl tâtil-i eşgal etse de,…vicdan Sânii unutamaz. Kendi nefsini inkâr
etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir.”
İnsanın heva ve hevesi tesirine girerse, bu hisler aklı etkisiz kılabilir.
Ancak günahlar gerçeği bulma yolunda vicdanı tamamen devreden çıkaramaz.
Nice katiller, 10-15 yıl sonra kendini ihbar ediyor. Ceza çekmek için
devlete teslim oluyorlar. İnsanı adalete teslim eden bu müeyyide, vicdandır.
“Şu fıtrattaki incizap ve cezbe, bir hakikat-i câzibedarın cezbiyledir.”
Fıtratı bu arayışa sevk eden, bütün gerçekleri yaratan ve insana da bu aşkı
yerleştiren Âlemlerin yaratıcısı olan Allah’tır.(c.c.)
İnsanın vicdanı böyle bir ulviyete sahipken, eğitim, yönlendirme, başka
faktörler vicdandaki yönelişin yolunu tıkayabilir. Bu durum, yolu kapatılan
su kaynakları ve derelere benzer. Dereler ve çaylar, yolu kesilince başka bir
menfez arar; bir hamle ile biriken suya yol açmak ister. Vicdan da böyledir.
Gerçeği ararken, yolu kapatılırsa, “hak ve gerçek” zannı ile “batıla” sarılabilir.
Müellif bu durumu şu cümleleri ile anlatmıştır:
“İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazen batıl eline
gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız,
bâtıl başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.”
Bediüzzaman ülkemizin belirli bir döneminde, insan fıtratındaki bu
arayışın önünü kapatma gayretlerine dikkat çekmiş ve “insanın mükerrem”
varlık olarak arayışına cevap verme hizmetine eğilmiştir.
Vicdanın ahlâkî değeri
Ahlak felsefesinin önemli problemlerinden biri vicdandır. Hayvanları
içgüdüleri, insan davranışlarını ise vicdan yönlendirir. Ahlakçıların bir kısmı
vicdanı ahlâki bir değer; bir kısmı onu sadece bir duygu olarak görür.
Değer olarak kabul edenlere göre “Vicdan iyiyi kötüden ayıran bizi iyiye
sevk eden ve kötüden uzaklaştıran hakim bir kuvvettir.” İnsan davranışlarını
gerçekleştirirken bu güce müracaat eder, onun yargı ve kararı ile
eyleme geçer. Bazı ahlâkçılar, bu sebeple vicdanı, mükemmel ayarlanmış,
tartısında şaşmayan bir teraziye benzetir. Ahlak alimlerine göre, vicdan
vasıtası ile bize doğru ve güzeli emreden Allah’tır. Bu tür alimlerin çoğunluğu,
vicdanın ruhun bir kuvveti ve hassesi (latife) olduğunu kabul eder.
Vicdan ruhun kuvveti ve latifesi ise, onu, bir anda çok sayıda işi beceren
bir bilgisayara benzetebiliriz. Bu cihazın mükemmel olması yetmez, onu
çalıştıracak işletim sistemi ve ofis programlarına ihtiyaç vardır. Aksi halde
bu kuvvet, kullanılacağı yer bilinmeden üretilen yüksek voltajlı bir elektrik
enerjisine döner. Bu açıdan vicdanı olgunlaştıran en önemli faktör vahiydir.
Allah kelamından alınan prensipler ve Hz. Peygamberin sünneti vicdana ışık ve rehber olmalıdır. Aksi halde bizatihi önemli bir değer olan vicdan, yanlış işletim sistemi yüklenmiş bilgisayar gibi sürekli hata verebilir, ya da enerjisini fıtri ve tabii olmayan yerlere sarf edebilir.
Kur’an’dan uzak vicdanların köreldiğini gösteren çok sayıda örnek vardır.
Yalan ile doğrunun karışması sık görülen bir vicdan körelmesidir. Mü’minin
gıybetini yapmak, hakka duyarsız kalmak, haramları işlemeye cesaretli olup
Allah’ın emir ve yasaklarına ilgisiz davranmak bunların bir kısmıdır. Said
Nursî vicdanı kötürüm hale getiren ve cemiyeti şaşıya çeviren yalanla ilgili
şöyle der:
“Bu zamanda sıdk ve kizbin mabeynleri (arasında mesafe) ancak bir
parmak kadar vardır. Bir çarşıda ikisi de satılır. Sıdk ve yalan iman ve küfür
kadar birbirinden uzak olmalı. Bunun canlı misali asr-ı saadettir. Çünkü
yüksek hasletler, ulvi hisler sıdkla hayat bulur ve insana yerleşir. Sıdk ve
yalan, şark ve garb kadar birbirinden uzak olması gerekir.
Müslüman vicdanı dinle aydınlanır
Bediüzzaman asrın başlarında Doğu aşiretlerine meşrutiyeti anlatmış,
bu diyaloglarda Müslümanlar ile Avrupalıların temel farkına dikkat çekmiştir.
Bunlardan birisi de, doğu ile batı insanı arasındaki farklardır. Doğu
insanı fıtraten dine meyillidir. Sıcak kanlıdır. Akraba ve arkadaşlığa düşkündür.
Aile bağları kuvvetlidir. Cömertliği, kadirşinaslığı ve hakperestliği,
belirgin özellikleridir. Bu hasletler ise İslamî hasletlerdir. Bu hasletler
ile yoğrulmuş insanlara faydalı işler yaptırmak, ancak dinin kutsal gücünü
hatırlatmakla mümkündür. Bu sebeple şarkta eğitimde dinî esaslar mutlaka
yer almalıdır. Çünkü, şark milletlerini, onlara bulaşan bazı yanlışlardan
kurtaracak, tekrar, tarihteki yüksek mevkiine çıkaracak olan, sadece dini
hissiyattır. Osmanlı topraklarındaki insanların birbirini kardeş görmesi de
ancak dinle mümkündür. “Ekser enbiyanın Şarkta, bir çok filozofların da
Batı’da gelmesi kader-i ezelinin bir remzidir ki, Şark’ı ayağa kaldıracak olan
dindir.”
“Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir.
İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti
pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinden taassup, ikincisinden hile ve
şüphe tevellüd eder.” Bu cümleden şu anlaşılabilir:
Dinî ilimler Kur’an’la ilişkisi ölçüsünde tesir gücüne sahip olur. Çünkü
Kur’an, vicdanları faydalı, hayırlı ve salih amellere teşvik edecek olan
kutsallığın kaynağıdır. Din adına hareket eden şahıslar, dinî hizmet veren
kurumlar, Allah Kelâmı Kur’an’la irtibatı nispetinde etkili olmaktadırlar.
Aksi halde beklenen tesiri bulmak mümkün olmaz. O, özellikle Şark için,
“Şimdi bu kadar düşmanlara karşı birbiriyle yardımlaşma ve dayanışmaya
mecburuz,” diyerek bu gerçeği ifade etmiştir.
Dinsiz bir nesilden ise vicdanın sesine kulak vermesini ummak en hafifi
ile saflık olur. Din ilimleri, genç nesillere, ciddi, inandırıcı, psikolojik ve sosyolojik
gerçeklere uygun şekilde aktarılmalıdır. Milletin ekonomik ve sosyal
ihtiyaçlarının telafi edilmesi gerekli olmakla birlikte, vicdanlarda iman cevheri
yer etmezse, onun yerini başka unsurlar alacaktır. Bu maksatla, Hz.
Peygamberin hayatı ve Kur’an-ı Kerim’in liselere seçmeli ders olarak konması gençlerimiz ve geleceğimiz için çok hayırlı olmuştur.
Mü’min ve Müslüman, hayatını hikmetle yaşayan insandır. Hikmet,
sözde, fiilde ve ahlâkta kişinin istikamet üzere hareket etmesidir. Çünkü
dinin insan üzerindeki ilk meyvesi, insanın Allah’ın murakabesi altında olduğunu
hissettirmesidir.
Hz. Peygamber bir hadisinde, ‘’Hikmetin başı Allah korkusudur’’ buyurmuştur.
Mü’minin her an, Allah korkusu ile istikamette kalması mümkün
olmayabilir. Yanlışa düşülmesi halinde, Allah’a sığınmak ve güzel amel
sarılmak gerekir.
“Nerede olursan ol, Allah’tan sakın, bir kötülük (işlersen) hemen onun
peşi sıra bir iyilik yap ki, onu silsin. İnsanlara güzel ahlakla davran” hadisi bu
anlamda vicdanları körelmekten kurtaracak bir formüldür.
Vicdanın ruhu takvadır. “İman’dan sonra Kur’an’da en sık dikkat çekilen
ve esas tutulan bir esas takvadır. Takva, haramlardan çekinmek, salih amellere
yönelmektir.” Kur’an’a göre, takva sürekli bir vazifedir. Takva’ya göre
yaşama, ölüme kadar sürer.
“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup-sakınmak gerekiyorsa öylece
korkup-sakının ve siz, ancak Müslüman olmaktan başka (bir din ve tutum
üzerinde) ölmeyin.
Sahabiler bu ayeti okuyunca olağanüstü bir gayrete girmiş, gece namazları
kılarken alınlarında yaralar oluşmuştur. Bilahare, “Gücünüzün yettiği
kadar Allah’tan korkun.” emrinin indiği rivayet edilmiştir.
Said Nursî vicdanın ancak din ilimleri ile aydınlanacağını ifade ederken,
insanın ikinci yönünü oluşturan aklın da müspet ilimlerle tatmin olacağını
belirtir. Vicdan ve akıl birlikteliği kamil insanı oraya çıkarır.
Akıllar, medeniyet fenlerini öğrenmekle parıldar ve hayatın gerçekleri
ile doğru şekilde ilişki kurar. Dinî ilimler ile çağdaş fenleri birbirinden
ayırmak, insanı bölmektir. Çünkü insan ruh ve bedenden oluşan bir bütündür.
Ruhun ihtiyacı din ilimleri, beden ve fizik yanının icapları da akılla ve
fizik dünyaya yönelmekle giderilir. Bu denklemin bozulması Said Nursî’ye
göre, vicdanları tahrip etmiştir. Ortaya çıkan sonuçlardan birisi taassup, diğeri
hile ve şüphedir. Taassub ki, din adına yapılan yanlışlar, hurafelerdir;
ülkemizde dine ve dindara bakışı ters yüz etmiş; İslamiyet’in güneş gibi
gerçekliğini örtmüştür. Dine yönelik yanlış bakışların ardında büyük ölçüde
taassubun bıraktığı izleri aramak gerekir. Dinî ilimlerden mahrum vicdanların
işi olan hile ve şüphe ise, insanın, insana, Allah’a ve kâinata bakış ve
yaklaşımını bozmuştur. Dinî ilimden mahrum yetişen vicdanlar, sahiplerini
er geç, tabiat ve çevresiyle savaşan vahşi bir hayvan derekesine düşürmüştür.
Bu durum, sosyal hayatta da, bin yıldır kardeşler halinde yaşayan insanlar
arasına ırkçılık fitnesini başlatmıştır. Bu hatanın telafisi Said Nursî’nin başka
bir eserinde şöyle ifade edilir:
“Terakkimiz, ancak milliyetimiz olan İslâmiyet’in terakkisiyle ve
hakaik-i şeriatın tecellîsiyledir.”
Ona göre bir Müslüman, İslam milletini sevmeli, Ahiret sevabına düşkün
olmalı. İçinde yaşadığı insanların ilerlemesi ve İslam’ın yücelmesi için
gayret göstermelidir. Vatan ve din sevgisi ile dolu olmalıdır.
Müslümanlar, tarihte değişik ırkların kardeşliğini ancak Kur’an’ın şu
emrine uymakla sağlamıştır:
“Hep birlikten Allah’ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp
ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize
düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu)
nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam
kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle
apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.” (Al-i İmran, 103)
“Allah’ın ipi”ne sarılmak, “Müslümanların Allah’ın dinini, tüm ilgilerinin
merkezi yapmalarıdır.
Yıllardan beri birbirine düşman olan, kanlı savaşlar yapan ve birbirlerine
vahşi saldırılarda bulunan Evs ve Hazrec kabileleri İslâm’ı kabul ettikten
sonra birbirleriyle kardeş olmuşlardı. Sadece bununla da kalmamış, tarihte
hiç eşine rastlanmayacak bir şekilde Mekke’den gelen muhacirlerin rahat
etmesi için emsalsiz fedakârlıklar yapmışlardı.
Bediüzzaman 1940’larda yazdığı bir mektupta, medenileşmek-Avrupalılaşmak
adı altında sahneye konan icraatlar ile, “komitecilik mayası taşıyan
habis bir ruh” sayesinde, Müslüman âleminin umumi vicdanı ve kalbî
hayatının dehşetli bir yıkıma maruz kaldığını görür. Bu afet, halkın, örf ve
âdetleri ile ayakta duran imanlarını sarsmaktadır. Vicdanlardan dini ve mukaddes
kabul edilen her şeyi söküp atmaya yönelik bu dehşetli belaya karşı,
O Risale-i Nurların hedefini şöyle ifade eder:
“Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor;
belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde taşları
bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir
vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen
müfsit âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi ve
umumun, bâhusus avâm-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve
cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi
Kur’ân’ın i’câzıyla o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi
etmeye çalışıyor.”
Bu mektuptan şu önemli sonuçlar çıkarılabilir:
1-Risale-i Nurların hedefi ve izlediği metodu İslâm’ın çok geniş dairesinde
oluşan tahribatı tamirle ilgilidir. Müellif bunu, “dağlar büyüklüğünde
taşları bulunan bir kale” temsili ile ifade etmiştir. Kalenin kırılan taşları,
İslam’ın istikbal nesillerine taşıyan medrese, tekke ve benzeri kurumlar ile
İslami şeairdir. Kale aynı zamanda, İslâm alemi ve Müslümanların kalbî,
ruhî ve vicdânî hayatlarıdır.
2-Bu kale, asırlardır farklı tehditlere maruz kalmıştır. Kimi oryantalistlerin,
bazı felsefecilerin, inkârcı akımların, batıl mezheplerin ileri sürdükleri
yanlış düşünceler, Müslüman umumi efkârını ve mü’minlerin kalp ve vicdanlarını
etkilemiştir.
Bediüzzzaman Müslümanın bozulmasını bir ehl-i kitabın bozulmasından
çok daha dehşetli bir çözülme olarak görür.
“Hem İslâmiyet sair dinlere kıyas edilmez. Bir Müslüman, İslâmiyet’ten
çıksa ve dinini terk etse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez. Belki
Cenâb-ı Hakkı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şeyi tanımaz; belki kendinde kemâlâta medar olacak bir vicdan bulunmaz, tefessüh eder.
Onun için, İslâmiyet nazarında harbî kâfirin hakk-ı hayatı var. Hariçte olsa,
musalâha etse; dahilde olsa, cizye verse İslâmiyetçe hayatı mahfuzdur. Fakat
mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü vicdanı tefessüh eder, hayat-ı
içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki, Hıristiyan’ın bir dinsizi, yine
hayat-ı içtimaiyeye nâfi bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesâtı kabul eder
ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenâb-ı Hakkı bir cihette tasdik edebilir.”
Bilerek İslam’dan çıkanın durumu, cevheri ve elması terk edip, yerdeki
çakıl taşlarıyla avunması gibidir. Böyle kimseler zarara rızası ile girdikleri
için acınmaya da lâyık değillerdir. Onlara merhametle muamele etmek, keta’liku’ddüreri fi a’naki’l -bakari deyişi ile, bir ineğin boynuna gerdanlık
takmak kadar abes bir iştir. Onlar merhamete layık değillerdir.
Mü’minlere karşı vicdan genişliği nasıl olmalıdır?
Vicdanın önemli bir yönü de mü’minler arası ilişkilerdedir. Mü’minin
vicdanı, iman, ilim, marifet ve muhabbetle doludur. Onun vicdanı,
Yaratan’dan ötürü herkese karşı müsbet ilgi duyar. Mü’minin sinesi bütün
kâinatı kucaklayacak bir sevgi taşır. O, madde ve cismaniyeti itibariyle sınırlı,
aciz, güçsüzdür. Ancak, Allah’a itimadı, imanı, O’na olan intisabı sebebiyle
sonsuz ve sınırsız bir istinad ve istimdat noktasına dayanır. Vicdanı
da bu nispette geniş ve huzurludur.
Vicdanı geniş bir mü’min, insanlarla muamelelerinde Peygamberimizin
sünnetine uygun bir üslup sergiler; herkesi sever, herkesin iyiliğini ister.
Kendisini küçük hatalarından dolayı bile sorgular; ama başkalarının kusurlarını
görmezlikten gelir; yakın-uzak çevresindekilerin yanlışlarını sadece
normal hallerde değil, öfkelendiği zamanlarda bile bağışlar ve en huysuz
ruhlarla dahi iyi geçinmesini bilir.
Müslümanları İslâmî ve insanî sıfatları itibariyle sevmek, İslâm ve imanın
en önemli işaretlerinden biridir. Hz. Peygamber bir hadisinde konuyla
ilgili şu uyarıda bulunmuştur:
“Nefsim, Kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki; Müslüman olmadıkça
Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de Müslüman olamazsınız.
Aranızda selamı yayın ki, birbirinizi sevesiniz. (Müslümana) buğzdan
sakının. Çünkü bu, traş edicidir. (Silip süpürür) Saçı traş eder demiyorum.
İnsanların dinlerini traş eder. (ortadan kaldırır)”
Yüce dinimiz, kendi müntesiplerine, elden geldiğince affetmeyi, kine,
nefrete yenik düşmemeyi ve öç alma duygusuna kapılmamayı tavsiye eder.
Uhuvvet Risalesi kardeşlikle ilgili ilgili vicdani ölçüleri çok mükemmel şekilde
toplamıştır. Buna göre, mü’min Rabbani bir hanedir ve o ilahi bir
gemiye benzer. Bu gemi ve hanede, bir cani 10 masum sıfat olsa hiç bir
insaf ölçüsü ile batırılamaz, yıkılamaz. Hatta, 10 cani bir masum sıfat olsa
bile, yine batırılamaz. Çünkü bir masumun hakkı, dokuz cani yüzünden, hiç
bir zaman yok sayılamaz. Mü’minde iman ve İslam gibi sıfatlar adeta Kabe
azametinde ve Uhud dağı yüceliği ve kıymetindedir. İman ve İslam’a göre
sair günahlar ve kusurlar ise, çakıl taşları gibi değersiz ve geçici şeylerdir.
Çakıl taşları, Kabeye tercih edilemez. Mü’min bir kaç hata ve kusuru ile mahkum edilemez. Bir kişi hakkında değerlendirme yapılırken beşeri kusurları
yanında İslami sıfatları mutlaka dikkate alınmalıdır.
Hakiki mü’min hep başkaları için hayır yolları araştırır, hayır dileklerinde
bulunur, ruhundaki sevgiyi hep canlı tutmaya çalışır, hatta bütün muamelelerinde
sevginin de ötesinde şefkati esas alır. Ğayz, nefret ve kine ise
uzak kalır. O, kendi gönlünden işe başlayarak, her bucakta iyilik ve güzellik
fidanlarının gelişmesine zemin hazırlar; üzerine kinle, nefretle gelenleri bile
tebessümle karşılar ve en mütecaviz kimseleri dahi sevginin gücüyle savma
çarelerini araştırır. Bu yaklaşımlar, mü’minin vicdanını yüceltir; Kur’an ve
Sünnet’in istediği mükemmel insan haline getirir.
Ahlak ve vicdan’ın yücelmesi
Vicdanı inkişaf ettiren vesilelerin başında güzel ahlak gelir.
Mesela, başkalarını affetmek güzel ahlakın bir şubesidir; kusurları bağışlama
ve dostça muameleyi sürdürme vicdanı geniş bir mü’minin özelliğidir.
Yüce Allah, kardeşlerini affedenleri Kur’an-ı Azimu’şşan’da övmüştür.
“Onlar, öfkelerini yutar, insanları affederler. Allah ihsan sahiplerini sever.”
Esasen mü’min, başkalarından gördüğü kötü muamele karşısında, sabırlı,
temkinli, mürakabe ve muhasebede dikkatli olur. Bu konuda vicdanların
terbiyesi, İyiliği Allah’tan bilmek, kötülükleri kendi nefsine nispet etmekle
mümkündür. Çünkü, “Nefsin muktezası daima iyiliği kendinden bilip fahr
ve ucbe girer. Oysa nefis, kusurun ve aczin merkezidir. Bütün iyilikler ve
kemaller, Fâtır-ı Zülcelâl’in nimetidir. Arif insanlar, “iyiliği Allah’tan kötülüğü
kendinden bil” diye bunu veciz hale getirmişlerdir. Şu Kur’an ayeti bu
hususu anlatır:
“Sana her ne iyilik erişirse, Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse o
da nefsindendir.”
Kötü ahlak, insanda darlık hasıl eder. Ahlakî güzellikler vicdanı arındırır.
Allah’ın istediği kıvama getirir. Vicdan; cehalet, kibir, gurur, bencillik,
kıskançlık gibi fenalıklar sebebiyle daralır ve bu duygular sahibini bir
hodgâmlık heykeline çevirir. Mesela; bir insanda çekememezlik ve kıskançlık
da diyebileceğimiz “haset” marazı mevcutsa, o kimse, kendisinden başkasının
başarısını, zenginliğini, güzelliğini, ilmini, mutluluğunu… çekemez;
kendisinde olmasını istediği değişik vasıf veya güzelliklerin başkasında bulunması
karşısında rahatsızlık duyar. Hakk’ın takdirine rıza göstereceğine,
kaderî planların kendi heva ve hevesi istikametinde cereyan etmesini ister;
hadiseler arzu ettiği gibi gitmeyince de kaderi tenkit eder ve sürekli yanlışa
yaşar. Haset kişinin dünya hayatını karartır. İnsanlara bakışını etkiler;
Müslüman tabiatından beklenmeyen bir hale düşürür. Bu his sadece dünya
değil, uhrevi hayat için de tehlikelidir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir
hadisinde şöyle buyurur:
Haset ateşin odunu yakması gibi, güzel amelleri yok eder. Sadaka da suyun
ateşi söndürmesi gibi hatalarını siler, ortadan kaldırır. Namaz Mü’minin
nurudur. Oruç, ateşe karşı kalkandır.”
Hatta bazen hâsid kimse, kıskandığı insanlar Müslüman olmasına rağmen,
her fırsatta onlara hakaretler savurur; sırf kıskançlığından ötürü ehl-i küfürle bir olup haset ettiği müminlere saldırır. Kendi nefsine ait bir darlığın
mahkumu olan böyle biri, ahsen-i takvimde yaratılmış olan mükemmel
insana ait genişliği kat’iyen duyamaz ve iman atmosferinin gerçek rengini
göremez.
Kibirli bir insa, kendini büyük kabul ettiğinden dolayı hakiki büyüklerin
büyüklüğüne tahammül edemez. Hatta, bir üstadı, bir hocası, bir mürşidi
varsa, onu bile hazmedemez. Zâhiren mürşidini takdir eder ve onun ardı
sıra yürüyor görünür, ama haddizatında görünüşteki o takdir ve takibinden
de içten içe rahatsızlık duyar. Biraz mürekkep de yalamışsa, “Ben de
bir kısım şeyleri biliyorum” der. Bazı insanların, Allah’ın te’yidine mazhar
olduklarına ve ilahî inayetle desteklendiklerine hiç inanmaz; benliğini aşıp
kendine rehberlik yapan bir başkasını kabule yanaşmaz. O hal üzere devam
ettiği sürece de, hep bir darlığın pençesinde kıvranır durur.
Bu konuda, Bediüzzaman’ın 16. Mektuptaki ifadeleri oldukça yüksek
bir ahlak ve vicdan terbiyesi taşır. O kendine, zulmeden, tarassut altında
tutan, âmirlerinin ilgisini çekmek için kendini tazyik altına alanlar için
Allah’a iltica ediyor ve diyor ki:
“Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kâfirden eşeddir.
Onun için, kâfir Rus’un bana çektirmediğini çektiriyorlar.”
“Hey bedbahtlar! Ben size ne yaptım ve ne yapıyorum? İmanınızın
kurtulmasına ve saadet-i ebediyenize hizmet ediyorum. Demek hizmetim
hâlis, lillâh için olmamış ki, aksülâmel oluyor; siz, ona mukabil her fırsatta
beni incitiyorsunuz. Elbette mahkeme-i kübrâda sizinle görüşeceğiz.”
Bir başka yerde, kendini tenkit edenlere nasıl bir vicdanla mukabele ettiğini
şöyle okumaktayız: “Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma
ve nefsime ait ise, Allah ondan râzı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını
söyler. Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan
beni kurtarmaya yardımcı olur. (…) Benim boynumda veya koynumda
bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ona darılmak değil,
belki memnun olmak lazım gelir.”
Şüphesiz bunlar, vicdanı yücelmiş bir mürşidin sözleri… Vicdanı inkişaf
etmemiş bir insan, başkalarından gördüğü iyilik ve ihsanları, bir de kendi
hata ve günahlarını hemen unutuverir. Kötülük ve kusur adına kendi maruz
kaldıklarını ve başkalarına yaptığı en ufak bir hayrı ise aradan seneler
geçse de kat’iyen aklından çıkarmaz. En küçük iyiliğini bile on-yirmi sene
sonra da olsa hatırlatır ve muhatabını minnet altında bırakır. Yirmi yıl önce
duyduğu bir incitici sözü, aradan onca zaman geçmiş olmasına rağmen yine
hiç unutmaz; bazı dönemlerde sessiz kalsa bile, fırsatını bulunca ve tedayi
ettirici bir durum hasıl olunca hemen eski defterleri yeniden açar, yıllanmış
hataları sayıp dökmekten haz alır.
“Falan senin hakkında şunları söyledi” denince hemen öfkelenir, etrafı
kırıp döker, bazılarını defterden siler ve yeniden kine, nefrete kapılır. Vicdanındaki
darlık onun geniş ve tutarlı düşünmesine mani olur. Fakat, böyle
durumlarda bir insanın şunu da düşünmesi mümkündür: Hıristiyanlar
Allah’a çocuk isnadında bulunmuştu. Böyle bir durumda bile, Kur’an’ın ifadesiyle,
“Allah, çocuk edindi,” dediler. Hâşâ, O, yücedir. Göklerde ve yerde
olanların hepsi O’nundur, hepsi O’na boyun eğmiştir.”
“Ben her halimle müzekka bir insan mıyım ki, eleştirilecek yanım olmasın?
Rahman’a çocuk isnad etmelerinden ötürü neredeyse gökler çatlayacak,
yer yarılacak ve dağlar yıkılıp çökecekti; evlat edinmek Rahman’ın şanına
yakışmazdı ama bu âşikâr hakikate rağmen, bazıları Cenâb-ı Hakk’a iftira
etmekten bile çekinmediler. Zât-ı uluhiyete bu denli iftiraların atıldığı bir
dünyada bana bir şey denmiş çok mu?” demek suretiyle meseleyi kendi nefsine
bakan yönüyle hafifletme yoluna gitmek mümkündür.
Bu bakış açısı tebe-i tâbiin dönemi alimlerinden birinden olan Yahya b.
Kattan tarafından aynen uygulanmıştır. Bir gün komşusu ona çok ağır sözler
söyler. Hak dostu, hakaretler savuran insana hiç karşılık vermez; sadece
bir fısıltı halinde dudaklarından şu ifadeler dökülür: “Belki de doğru söylüyor,
bana kimliğimi ve nasıl biri olduğumu hatırlatıyor. Evet, ben kimim ki
ya da neyim ki bunlara istihkâkım olmasın!” demiştir.
Mü’minde sosyal vicdan
“Tevhid-i imani, tevhid-i kulubü” gerektirir. Ayni şeylere iman, sosyal
hayatın da birliğini ister. Çünkü toplumları yücelten, ben yerine biz şuurunun
yerleşmesidir. Bir topluluğu oluşturan fertler, benlik yerine bizlik şuuru
ile hareket ettikleri nispette, her fert şahs-ı manevinin bir ferdi haline gelir;
sosyal ruhun bir temsilcisi hüviyetini kazanır. Fertler duyguları itibarıyla
dar, düşünceleri açısından da benlik çıkmazında ise ve enaniyetini bir türlü
aşamıyorsa, öyle fertlerden sağlam bir heyetin oluşması asla düşünülemez.
Belki de bu hikmete binâendir ki, her gün namazlarımızda defalarca
okuduğumuz Fâtiha suresinde, Cenâb-ı Hak biz mü’minlerden söz alırken, “İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîn – Biz, yalnız sana ibadet eder, yalnız
senden yardım dileriz!” dememizi ve böylece namazımızı ikâme ederken
tek başımıza da olsak, bir cemaat arasındaymışız ve herkes adına Rabbimize
sesleniyormuşuz gibi, “biz” demek suretiyle bütün kardeşlerimizi de hesaba
katmamızı emir buyurmuştur. Vicdanlarımızda bu içtimaî ruhu kuvvetlendirmek
için her birimizin ikrarını umumun tasdiki saymış; her mü’minin
sözünü, derin bir kardeşlik duygusunun ve geniş bir vicdanın teşkil ettiği
büyük bir şahs-ı manevînin va’di olarak kabul etmiştir.
Bazı emirler, sadece beden değil, ruhlara da bütünlük hissi yaşatan bir
özelliğe sahiptir. Hac bunlardan birisidir. Şu halde önce kalplerin birleşmesi,
ikinci olarak fiillerin birleşmesi, hak dinin en büyük esasıdır. Çünkü « دَي ةَعاَمَجْلا عَم هَّللا ». “Allah’ın kudreti toplumla beraberdir.” Ve dinin dünyada en
büyük feyzi de bu toplumun /cemaatin kuruluşundadır. Bunun içindir ki,
toplumlarını yitiren veya perişan edenler muhakkak perişan olurlar. Birlik
hususunda çalışmak Allah’ın emridir. Hz. İsa bile, “Allah yolunda bana
yardımcı olacaklar kimlerdir?” dedi.
Sosyal ilişkilerde Kur’an ve Sünnetin kardeşlik prensiplerini yok saymak
vicdanları işlemez hale getirmektedir. Kur’an’a göre günah şahsidir.
Kişi başkasının günahından dolayı ayıplanamaz. Said Nursî bu gerçeği,
“Herkesin kazandığı yalnız kendisine âittir. Kendi (günâh) yükünü taşıyan
hiç kimse, bir başkasının (günâh) yükünü taşımaz.” (Al-i İmrân, 6/164)
Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili tefsirlerde şu bilgiye yer verilir: Müşrikler
Müslümanlara, “Siz bize uyun, biz onları üstleniriz” derdi. Açıkcası, “İşlediğiniz günahlar bize yazılsın, ya da ahirette onların cezası bize ait olsun” diyorlardı.
Kur’an, bu düşünceyi kökünden reddetmiştir. Said Nursî bu ayete,
önceki alimlerden farklı şekilde, “Bir insanın cani bir sıfatı yüzünden diğer
masum sıfatları mahkum edilemez” tefsirini yapmıştır. Bu tefsirin cemiyete
yansıması, “Bir mü’minin fena sıfatından darılıp, o mü’minin akrabasına da
adaveti teşmil etmemektir.” İnsanlar arası ilişkilerde vicdanları yaralayan
bu durum kan davaları ve değişik ihtilaflarda görülmektedir. Said Nursi
bu ayetin tefsirinde, ilgi çekici şu teşbihe yer verir: “Şer ve fenalıklar, şer ve
toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in’ikâs etmemek gerektir.”
Husumet duygusu vicdanın sesini keser. Kur’an bize, kötülükler ve çirkin
ahlak eseri fiillerle karşı karşıya geldiğimizde, kötü söze karşı husumetle
karşılık vermek yerine, oradan, vakarla uzaklaşmayı emreder. “Onlar
yalan ve boş sözün yanında bulunmazlar. Boş sözlerle çirkin davranışlarla
karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek, oradan geçip giderler.”
(Furkan, 25/72) Ayetle, mü’minlerin yanında bulunmadıkları (zûr)
çirkinlikler, şirk, putlara tapma, fısk, içki sofraları, batıl ve boş işler olarak
ifade edilmiş; bazıları da şehadetü’zzürü, bir başka mü’mine karşı kasten
yalan söylemektir, demiştir.
Bu vicdanî tavır, gayr-i İslamî unsurlara olduğu kadar, mü’minler için
de geçerlidir. Nitekim, hicret sırasında Hz. Peygamberin yanına gelmeyi
isteyip de hanımları ve çocukları yüzünden hicrete geç katılanlar vardı. Bazı
sahabiler bunları cezalandırmak istedi. Bu sırada inen ayetler, gönülleri
imanla dolu bu kimselere afv ve müsamaha ile davranmayı hatırlattı: “Eğer
onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok
bağışlayıcı ve affedicidir.” ayeti bu hususa işaret eder.
İnsan cemiyette yaşamakta, cemiyetteki suçlar ve bunlara takdir edilen
cezalar da yer yer vicdanları etkilemektedir. Suç ve ceza dengesi üzerine
Bediüzzaman’ın bir tespitine vererek meseleyi bitirelim.
Suç, vicdan ve ceza
Haksız yere adam öldürme, hırsızlık, trafik kazaları, terör, aile cinayetleri,
kadına şiddet, çocuk istismarı, kamu haklarını hiçe saymak gibi birçok
suçlara verilen cezaların yetersiz olduğu sıklıkla görülen gerçeklerdir. Bu
tür suçlarda, suçluların Allah’a hesap verme endişesi ve cehennem korkusu
taşımadığı bir vakıadır. Said Nursî toplumdaki bu hak tanımaz ve hukuk
bilmez serkeşliği, “dini hamiyetin” eksikliği ile açıklar. O, suçlara karşı vicdanların
terbiyesini, hırsızlığa İslam’da verilen had cezası örneği ile anlatır.
Hadler, İslâm’da, Allah Hakkı olarak uygulanması gereken, miktarı
belirli cezalardır. (Bilindiği gibi, İslam ceza hukukunda ilk defa hırsızlık
edenin cezası sağ elin bileğinin kesilmesi, ikinci defa hırsızlık edenin sol
ayağının topuktan kesilmesi, gene hırsızlık ederse, tevbe edinceye kadar hapis
olunmasıdır.) İffetli insana, iffetsizlik iftirasının cezası 80 sopa; yol kesip
adam öldürenin cezası suçlunun öldürülmesidir.
İslam’da cezanın hedefi intikam değil, insanları doğru yola sevk etmektir.
Bu yöneliş de cezanın caydırıcılığı ile temin edilir. Bu iş için tercihan
şer’i mahkeme olmasıdır. Dini müeyyide her zaman tesirli olamadığı için,
din, suçlara dünyevi cezalar da takdir etmiştir.
Said Nursî’ye göre bu türden suçlara karşı, ilk tedbir, İlahî emre karşı
hassas bir iman hali ile kalpte ulvi hislerin uyandırılmasıdır. Böyle bir iman
ve duyarlılık sahibi insan, hırsızlık yapmak isterse, başkasının malına elini
uzattığı anda, vicdanın derinliklerinde Allah’ın emrini çiğnediğini hisseder;
bu his, nefis ve hevesin hırsızlığa olan meylini kırar.
Durum böyle olmakla birlikte bu tür cezalarda, Bediüzzaman, medeni
hukukla işleyen mevcut mahkemelere alternatif olarak, şer’i mahkemeleri
önerir. Çünkü, “Allah haklarının çiğnenmesi halinde” verilecek cezalar,
Allah’ın emri olmadığından, o cezalar ile adalet de gerçekleşmiş olmaz.
Adeta abdestsiz, kıblesiz namaz kılmak gibi, dünyevî ceza da, “battal olur.”
Ona göre adalet, ceza Allah’ın emri namıyla olursa tesir gösterir. Yoksa tesiri
yüzden bire iner. O, bu meselede şu uyarıyı yapar:
“Adalet ise, doğrudan doğruya Kur’ân’ın gösterdiği yol ile olabilir.”
“Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlâhiye namına ve hakaik-i
İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarına
kopacak, anarşilere, Ye’cüc ve Me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye
kalbe ihtar edildi.”
Sonuç
Gerçekleri fıtrî bir şekilde görme ve bulma, insanın kendini, tabiatı ve
Allah’ı hissetmesi denebilecek vicdan, ulvi bir melekedir. Vicdan günahla,
nefsaniyetle kirlenir, paslanır; hakkı göremez olur. Vicdanlar vahyin getirdiği
ilkeler doğrultusunda terbiye edilerek doğruyu bulur. Ferdi ve toplumsal
barış vicdanların işlemesi ve dinle hayat bulmasına bağlıdır.