Judaism and Nationalism: “From Jewish Community”
to “ Jewish Nationalism”

Giriş

Hz. İbrahim’i kendi atası kabul eden dinlerin en eskisi olan Yahudilikten;
tarihi, mukaddes kitabı ve inançları itibariyle kendisinden sonra gelen
Hıristiyanlık ve İslâm kaynaklarında da sıkça bahsedilmektedir. Her ne
kadar hem Hıristiyanlık, hem de İslâm ırka ve etnik kimliğe dayalı bir
din anlayışını kesinlikle reddetmekte ise de, Yahudilik tarihî şartlar, bazı
uygulamaları ve bu uygulamaların neticesinde oluşan inançları sebebiyle
‘Yahudi cemaatini’ yücelten ve onun ‘seçilmişliği’ni önemseyen bir özelliğe
sahip olmuştur. Bu durum, kutsal kitapları olan Eski Ahid’den olduğu
gibi, sonraki dönemlerde Yahudi din adamları tarafından kaleme alınan
eserlerden de anlaşılmaktadır. Ancak, bir ‘ırkın’ veya biyolojik anlamda bir
‘etnik’ aidiyetin yüceltilmesi durumu ne kutsal kitapları, ne de Ortaçağ’da
kaleme alınan dinî metinlerde dile getirilmiştir. Bu düşüncenin, özellikle
son dönemlerde bazı ideolojik gerekçelerle ortaya atılan ve desteklenen bir
fikir olduğu görülmektedir.

Gerçekten, Yahudiliğin ‘ırka dayalı bir din olduğu’ düşüncesinin,
özellikle 19.yy.’ın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın başlarından itibaren,
Avrupa’daki milliyetçi hareketlerin ve onunla bağlantılı ‘ulus devlet’ fikrinin
ortaya çıkmasıyla gündeme geldiği bilinmektedir. Günümüzde özellikle
bir ‘Yahudi ırkından’ veya bir ‘Yahudi milliyeti’nden ve buna dayalı olarak
‘Yahudi halkından’ bahsedilmesinin bu kadar yaygın olması, genellikle hiç sorgulanmadan kabul edilen bir görüş halini almıştır. Oysa, tarihî veriler ve
olaylar ele alındığında, gerçeğin böyle olmadığı anlaşılmaktadır.

Bu araştırmada, öncelikle ‘din’ ve ‘milliyet’ fikrinin birbiriyle bağlantısı
üzerinde durulacaktır. Siyasî bir olgu olan ‘milliyet’ ve ‘ırk’ düşüncesi ile
‘dinî aidiyet’in nasıl birlikte ele alınmaya başladığı konusu Birinci Kısım’ın
konusunu teşkil edecektir. Araştırmada ‘millet’ kavramıyla kültürel aidiyet;
‘milliyet’ kavramıyla ise ırkı ve etnisiteyi esas alan ideoloji kastedilmektedir.
Bu yönüyle ‘millet’ geleneksel, ‘milliyet’ modern bir kavram olarak karşımıza
çıkmaktadır. İkinci kısımda, doğrudan araştırma konusunu teşkil eden
‘Yahudilik’ ve ‘milliyet’ ya da ‘ırk’ düşüncesinin nasıl ortaya çıktığı ve
‘millet’ veya ‘cemaat’ fikrinden nasıl bir ‘etnik aidiyet’ yani ‘milliyet’ fikrine
dönüştüğü ve bunun bileşenleri üzerinde durulacaktır. Sonuç kısmında ise,
genel bir değerlendirme yapılacaktır.

I. Tarihte Bir Siyasî Proje Olarak ‘Din ve Milliyet’ İlişkisi

Modern lineer tarih anlayışına göre milliyetçilik, Sanayi Devrimi ile
birlikte önceki döneme ait olan ‘din’i tamamen ortadan kaldıracak ve onun
yerine geçecek bir sosyal olgu olarak anlatılmaktadır. Böylece, 19. yy.’da
gelişen milliyetçilik, geleneği temsil eden ‘din’ ile siyasi alanı temsil eden
‘modernite’ arasında tam bir ayrımın varlığından söz eder. Bunu yapmakla,
din ile ‘milliyet’ arasında var olan ilişkiler yumağını görmezden gelmeyi
hedeflemektedir. Oysa, milletlerin tarihine bakıldığında, din ile milliyet
arasındaki ilişkilerin, çok ilginç bir şekilde, milliyetlere ve dinlere göre
fark ettiği gibi, söz konusu millet ve dinin bulunduğu coğrafyaya göre
de farklılıklar arz etmektedir. Bununla beraber, kesin olan şu ki, milliyet
olgusu ile din olgusu, siyasî iktidarlar tarafından gerekli görüldüğü şekilde
ve konjonktüre uygun olarak iktidar alanlarını genişletmek için çeşitli
şekillerde kullanılmıştır. Alain Dieckhoff ’un da isabetle belirttiği üzere, din
ve milliyet bazen birbirlerine karşıt ve çatışmalı bir durum arz etmişlerdir.
Kimi zaman ise, birbirini tamamlayan ve uyum içerisinde bulunmuşlardır.
Bazı ülkelerde din ve milliyet, farklı iki iktidar namzedi olarak ortaya
çıkarken, diğer bazılarında müttefik olarak hareket ettiği görülmektedir.
Din ve milliyet arasındaki bu kombinasyonlara, başta Avrupa olmak üzere,
hemen hemen tüm ülkelerin tarihinde rastlamak mümkündür.

Burada, tarihi bir olgu olarak ‘millet’ ile modern dönemde ortaya çıkan
ve ‘ırka veya etnisiteye’ dayalı bir ideoloji olan ‘milliyetçilik’ arasındaki farkı
özellikle ortaya koymak gerekir. Buna göre milliyetçilik, ‘milleti’ harekete
geçirerek siyasi hedefini gerçekleştirmeye dayalı bir ideolojidir. Modern
anlamda ayrı bir kolektif yapı olarak bir ‘milliyete’ mensup olma fikri,
14.-15. yüzyıllarda Fransa’da, İspanya’da ve İngiltere’de ortaya çıkmaya
başlayan modern devletlerin oluşumuyla yakından ilgilidir. Bu dönemde
krallar, Kilise’ye karşı toprak sahipleri olan senyörler üzerindeki etkisini
güçlendirmekte, askeri, hukuki ve vergilerin toplanması konularındaki
otoritesini belirginleştirmektedir. Buna göre krallıklar, Kilise teşkilatı
karşısında kendi ‘bürokrasi teşkilatını’ oluşturur. Politik gücün kendi yerini
sağlamlaştırması girişimi, kültürel boyutla da desteklenir. Yani, siyasi birlik,
kültürel entegrasyonla tamamlanacaktır. Bu noktada ‘dil’ ve ‘din’ önemli bir rol oynar. Modern anlamda siyasi birliğe dayalı bir ‘milliyet’ fikrinin
ortaya çıkışının en önemli iki dayanağını din ve dil oluşturacaktır. Alain
Dieckhoff ’a göre bu süreç İspanya’da Reconquista olarak isimlendirilen ve
Müslümanların elinden toprakların yeniden alınması tarihi olan 1492’de
başlamıştır. Bu tarihte, Reconquista tamamlanmış ve Müslümanların
elindeki son toprak olan Gırnata yeniden ele geçirilmiş ve ‘toprak birliği’
sağlanmıştır. Aynı tarihlerde önce Yahudiler sonra da Müslümanlar
yeniden ele geçirilen topraklardan kovulmuşlardır. Aynı toprak üzerinde
yaşayan ‘yabancı’ dinler sürgün edildiği 1492 tarihi, aynı zamanda ilk
Kastilya dili gramer kitabının Antonio de Nabrija tarafından yayınlandığı
tarihtir. İspanya’daki Katolik krallara göre, siyasi birlik ile kültürel birlik bir
madalyonun iki yüzü gibidir.

Fransa ve İngiltere’de süreç İspanya’dakinden farklı gelişmiştir. Mesela;
Fransa’da dil birliği I. François’nın da etkisiyle krallığın birliğini sağlamada
önemli bir rol oynayacak iken, din unsuru bölünmeye sebep olacaktır. Bu
sebeple, Reform hareketi sonucunda Fransa’da ortaya çıkan Protestan
hareket Katolikler tarafından şiddetle reddedilmiş ve ülke iç savaşa
sürüklenmiştir. Her ne kadar IV. Henri, bir asır sürecek olan çoğulcu bir
yapıyla karşılıklı saygıya dayalı bir sistem kurmuş ise de, XIV. Louis’nin
yayınladığı ve ‘inanç birliği’ni esas alan Nantes Fermanı’yla ülke yeniden
bir kaosa sürüklenmiştir. Böylece, Fransa’da din, Fransızlar arasındaki birlik
ve kraliyet ile tebeası arasındaki uyum yerine, zorla kabul ettirilmek istenen
Katoliklik şahsında toplumu bölen bir müesseseyi temsil etmiştir.

İngiltere’de ise, siyasî otorite olan kraliyetin din konusundaki tavrı çok
daha farklı hatta aksi yönde bir mecrada gelişecektir. İngiltere kralının
mevcut toprak zenginleri ya da baronlarla anlaşması oldukça güçtü. Ancak,
14. yüzyıldan itibaren İngilizce dili, hem İngiltere toprağında yaşayanları
hem de civar adalarda yaşayanları birlik haline getirecek önemli bir
kültürel alt yapı sağlama görevini yerine getirecektir. Meşhur İngilizce
klasiklerden olan Canterbury Masalları bu dönemde kaleme alınacaktır.
Özellikle Kitab-ı Mukaddes’in İngilizceye çevrilmesiyle birlikte,
İngilizcenin hem üst, hem alt, hem de kilise hizmetçileri sınıfları arasında
yayılmasını sağlamış ve bu sınıfların kutsal metne doğrudan müracaat etme
imkânlarını da doğurmuştur. Tabiî, bu durum Katolik Kilisesi’nin resmî dili
ve din dili olarak kabul ettiği Latinceye ve dolayısıyla Katolik Kilisesi’ne
mesafeli davranılmasına yol açmıştır. Nihayet, Katolik Kilisesi ile İngiliz
Krallığı arasında ortaya çıkacak olan gerilimle, İngiliz halkı ile Kilise
arasındaki ilişkinin tamamen kopmasını beraberinde getirmiştir. Böylece,
dil ile başlayan siyasî birlik, dinî birliğin oluşmasına da önemli katkıda
bulunmuştur. Sonuçta, İngiltere’de VIII. Henri zamanında devletin resmî
dini ve inancı ‘İngilizcilik’ yani Anglikanizm olacaktır. Martin Luther’in
teşvikiyle başlayan ve halkın yerel diline önem veren Protestanlık, böylece
İngiliz millî bilincinin temel esaslarından biri olur. Gerçekten, bütün
Hıristiyanları sadece iman etmeleri sebebiyle ‘eşit’ gören bir anlayışa sahip
olan Protestanlık, yerel dillerde tercüme edilen metinler vasıtasıyla kutsal
kitabı okumayı teşvik etmesi dolayısıyla, farklı millî kimliklerin oluşması
ve belirginleşmesinde önemli etkisi olmuştur. Bu çerçevede; millî hissiyatın tebellür etmesinde Kalvinizm’in Hollanda’daki etkisi ile Kuzey İskandinav
ülkelerindeki Lüteryanizm’in etkisi göz ardı edilemez. Bugün dahi,
Devlet teşkilatıyla işbirliği içerisinde kurulan kiliselerin Protestanlardan
oluşmasında şaşılacak bir durum yoktur.

Belli bir ‘milliyet’e mensup olmak bilinci ve düşüncesi 15.yy.-18.yy.
arasında henüz tüm toplumu içine alacak şekilde yaygınlık kazanmamıştır.
Bu yüzyıllar arasında, söz konusu bilinç genellikle devletin elit kesimini
oluşturan siyasî şahsiyetler, Kilise teşkilâtının üst rütbelerinde görev
yapanlarla seçkin kimseler arasında yaygındı. Bir anlamda, belli bir ‘millete
ve milliyete mensup olma’ bilincine sahip olanlar sadece bunlardı denebilir.
Bu mensubiyet bilincinin geniş halk kitleleri arasında yaygınlaşması, tam
da 19.yy.’da Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa’da ortaya çıkacak olan
‘demokratik halk hareketleri’ ile birlikte olacaktır.

Gerçekten, Dieckhoff ’un da belirttiği üzere, modern anlamda belli bir
toprak parçasında doğuştan ya da kader icabı mensup olunan belli bir sınıfla
sınırlı olmaksızın belli bir siyasî amaç etrafında birleşen ve vatandaşlık ortak
paydası ile bağlı olunan bir milliyete mensup olma fikri, bu yönüyle ‘yatay’
bir temele dayanmaktadır. Bu milliyet tanımı, her türlü sosyal, kültürel ve
dini farklılıkların üstünde ve onları kucaklayan bir tanımdır. Bu yönüyle
‘demokrat milliyet’ olarak da tanımlanmaktadır. İngiltere’de, 1801’deki
düzenlemelerle Katolikler ve Yahudilere uygulanan dışlayıcı kanunlar
lağvedilmiş ve onların da ‘İngiliz milliyeti’nin eşit bir vatandaşı olduğu kabul
edilmiştir. Demokratik vatandaşlık, yapısı gereği her türlü dini mensubiyetin
oluşturduğu cemaat fikrinin üstünde bir yapılanmayı gerektirmektedir.
Böylece, modern seküler devlet olmanın bir gereği olan ‘tarafsızlık’ ilkesi
de gerçekleşmiş olmaktadır. Zira, modern devlet anlayışında her türlü dinî
referans bir ‘ayırıcı’ unsur olarak kabul edilmektedir. Bu ilkenin istisnası,
tamamının veya tamamına yakınının aynı dine mensup olduğu homojen
vatandaşa sahip olan ülkelerdir denebilir.

Kimilerine göre, dinî temel referansları arasından çıkaran ve ‘milliyeti’
esas alan seküler devletin yeni ‘dini’nin ‘milliyetçilik’ olduğu belirtilmektedir.
Bu modern ‘yeni dinin’ ritüellerinin ‘millî bayramlar’, sembollerinin
‘bayraklar ve marşlar’, mabedlerinin ‘kamu binaları, anıt mezarlar’, din
adamlarının ‘siyaset adamları’ olduğu belirtilmektedir. Hatta, öyle ki, bazı
‘ortak inançlara’ da sahiptirler: ortak kader, bölünmez birlik, ebedilik gibi.

19. yüzyılda, yukarıda işaret edilen ortak ‘milliyet bağları’ üzerinde o
kadar fazla durulmuştur ki, sonunda, kendilerine ait devletleri olmayan
‘topluluklar’ın ve ‘cemaatlerin’ ‘millî taleplerde bulunma’larının önünü
açmıştır. Bu durum, özellikle araştırma konusunu teşkil eden Avrupa’daki
‘yahudi cemaati’nin bir ‘milliyetçi hareket’ olarak ortaya çıkan ‘siyonizm’
örgütlenmesi ile ayrı bir ‘milli devlet’ talep etme faaliyetleri aynı döneme
rastlamaktadır.

II. Bir Siyonist Proje Olarak ‘Yahudi Milleti’nden ‘Yahudi Milliyetçiliği’ne

Yahudilik, yaşayan ilâhî kaynaklı dinlerin en eskisi, fakat mensubu
en az olanıdır. Bugün yeryüzünde Yahudiliği din olarak benimseyenlerin
sayısı 18-20 milyon civarındadır. Bunların 4,4 milyonu İsrail’de, 6
milyonu A.B.D.’de, geri kalanı Avrupa’da ve dünyanın diğer ülkelerinde
yaşamaktadır. Geçmişi birkaç bin yıl geriye giden bu dinin en önemli
özelliklerinden biri, İsrailoğulları ile Tanrı arasındaki ‘ahd’e kutsal
kitaplarında geniş yer ayrılmasıdır. Bundan dolayı bu din, bir “ahit” dini
olarak da bilinmektedir. İsrailoğulları’nın başına gelen bütün sıkıntıların
onların bu ahde uymamalarından, verdikleri sözü yerine getirmemelerinden
kaynaklandığı, hem kendi kutsal kitaplarında, hem de Kur’ân-ı Kerîm’de
belirtilmektedir. Bu dinin mensupları, dünya literatüründe Yahudi, İbranî,
İsrailoğulları gibi terimlerle adlandırılmaktadır.

Kutsal kitaplarında yer alan ifadelere göre Yahudiler, kendilerini dünya
milletleri arasından seçilmiş kavim olarak görmektedir. Onlara göre, Tanrı,
Sina’da bu kavmi kendine muhatap kılmış, onlarla ahitleşmiş, onlardan
emirlerine uyacaklarına dair söz almış ve Hz. Musa’nın şahsında Tora’yı
(Tevrat’ı) onlara göndermiştir. Ancak, Kutsal Kitap’ta yer alan bu ifadeler,
etnik bir birlikten değil, belli bir imanı benimsemiş bir ‘dinî cemaatten’ söz
etmektedir. Aksi takdirde, Yahudiliğin asırlardır farklı milletler, ırklar ve
kültürler arasında yayılmış olması; dini yaymak için farklı ülkelere tebliğ
faaliyetlerinin yapılması açıklanamamaktadır.

Daha önce de işaret edildiği üzere Yahudilik, kökeni itibariyle ırka
dayalı bir milliyet anlayışını benimsememiş olsa da, tarih içerisinde gelişen
birtakım olayların etkisiyle mevcut din mensuplarını diğerlerinden ayıran
yeni formülasyonlar gelişmiştir. Özellikle, Yahudi kutsal kitabındaki
İsrailoğulları’nın diğer milletlerden farklılığı yönündeki vurgular, önceleri
bu dinin farklı milletlere yayılmasında herhangi bir etkisi olmazken,
sonraki dönemlerde yaşanan sosyal ve politik olaylar mensuplarının dışa
kapalı bir topluluk olması yönünde bir veri olarak değerlendirilmiştir.
Tarih içerisindeki bu içe kapanış, Yahudiliğin diğer İbrahimî dinlerden
Hıristiyanlık ve İslâm gibi çoğalmasının en önemli engellerinden biri
olacaktır. Ancak, yaşanan bu olumsuz tecrübelerde bile, Yahudiliğin bir
‘ırka’ veya bir ‘etnisiteye tahsis edilmiş’ bir din olduğu algısı oluşmamıştır.
Bunun aksini iddia edenler, bizzat Yahudilik tarihi ve farklı milletlere ve
coğrafyalara mensup Yahudilerin varlığını izah edememektedirler.

Modern ‘ulus devlet’ fikrine dayalı Yahudi milliyetçiliği fikri, bir siyasî
araç olarak ‘siyonist ideoloji’de ifadesini bulacak ve Yahudi tarihî ve dinî
metinleri kendi ideolojisine uygun bir şekilde yeniden formüle edecektir.
Buna göre Siyonizm, ‘Yahudi halkının tarihî yurtlarına dönüşü’ mânâsında
Filistin’de Yahudi devleti kurmayı hedefleyen siyasî hareketi belirtir. Bu
görev, geleneksel dinin temsilcisi olan rabbiler ve hahamlara rağmen
ve onların dışında modern dönemin seküler ‘din adamları’ olan Yahudi
entelijentsia tarafından gerçekleştirilecektir. Bu durum, şüphesiz geleneksel
dinî değerleri temsil eden hahamların tepkisini çekecektir. Bu yeni seküler
Siyonizm ideolojisine göre Yahudilik, ‘Yahudi milliyetini oluşturan kültür
unsurlarından sadece biridir’, başka da bir şey değildir. Kutsal bilgiyi ve bunu
elinde bulunduran hiyerarşik yapıyı reddeden bu ideoloji, buna alternatif olarak seküler bilgiyi temsil eden ve herkesin ‘kolayca’ ulaşabileceği ‘popüler
ya da halk kültürü’nü üstün görmektedir. Asıl itibariyle, bu strateji ile Siyonist
temsilciler kendilerini destekleyen büyük bir kitlenin desteğini kolayca elde
etmeyi amaçlamışlardır. Kendi geleneksel dinî otoritelerinin zayıflatıldığı
ve hatta yok edildiğini gören hahamlar, Siyonizm’in bu girişimini şiddetle
eleştirmiştir. Bu yüzden, günümüzde dahi Siyonist milliyetçi ideolojiyi ve
onun ürünü olan İsrail’in varlığını geleneksel din temsilcileri olan rabbiler
ve hahamlar, dinî öğretilerin birtakım dünyevî ideolojiler uğruna tahrif
edildiğini öne sürerek reddetmektedirler.

19. yüzyıl sonlarında Doğu Avrupa Yahudileri içinde ortaya çıkan,
ardından bütün dünya Yahudileri arasında yayılan siyonizmin siyasî,
sosyalist, kültürel, revizyonist ve dinî-mesihî omak üzere çeşitli açılımları
ortaya çıkmıştır. Ancak, tamamının ortak yönü, ‘Yahudi milliyetçiliği’nin
esas kabul edilmesidir. Siyonizm’in sistemli bir siyasî hareket olarak
kurucusu Theodor Herzl kabul edilmektedir. Herzl, ayrı bir ırk ve milliyet
olarak ayrı bir devlete sahip olmaları gerektiği fikrini 1896’da Almanca
yayınladığı Judenstaat adlı eserde kaleme almıştır. Bu eserinde özellikle
‘diaspora’dan ‘kutsal topraklar’a dönüşü (aliyah) ve Filistin’de bir Yahudi
yurdunun kurulması fikrini işleyecektir. Bunun için birçok kongre
düzenlenir ve bu kongrelerde Yahudi ulusal duygularının oluşturulması ve
kuvvetlendirilmesi yönünde kararlar alınır. Bu hedefini gerçekleştirmede,
öncelikle bazı ‘mit’lerin ve ‘kurguların’ oluşturulması gerekmekte idi. İşte,
‘Yahudilerin sürgün hayatı yaşadığı’ ve ‘vaadedilmiş toprak’ mitleri bu
konuda önemli bir işlev görecektir. Bu fikirler, belli bir ‘Yahudi ırkının ve
milliyetinin’ varlığı konusunda ikna edici bir fonksiyon icra edecektir. Bu
fikirler bütün dünya medyaları ve basın-yayın imkânları, konferanslar ve
araştırmalarla desteklenecektir.

Dinî değerlerin üstünlüğünü kabul etmeyen Siyonist düşüncenin
temsilcileri, bununla beraber, kendi milliyetçi ve ırkçı ideolojilerini
‘Yahudi cemaati’ne kabul ettirebilmek için dini değerleri kullanmaktan
çekinmemiştir. Ancak, bu milliyetçi Yahudilere göre ‘din’, ‘ortak etnik
bilinci ve kültürel birliği’ sağlamaya hizmet ettiği için değerlidir ve
önemlidir. İlginçtir, 19. yüzyıldaki bütün milliyetçi akımlar aynı yöntemi
kullanmışlardır. Bunlar içerisinde Polonyalılar, Ermeniler, Sırplar, Hırvatlar,
İrlandalılar ve Yunanlılar hep aynı yönteme başvurmuşlardır. Böylece dini
aidiyet; cemaat ruhunun ve sosyal bağın temellendirilmesinde, korunmasında
ve devam ettirilmesinde hizmet etmiştir. Bu yüzden milliyetçi liderler, dinin
cemaatin belli bir etnik birlik içinde bulunmasını sağlaması işlevini daima
desteklemişlerdir.

Fakat, geleneksel dini temsil eden hahamlar ve rabbiler, milliyetçi liderlerin
‘dine’ bu önemi vermelerinin gerçekte, dinî değerler ve kavramların içini
boşaltmayı da beraberinde getirdiğinin fakındadırlar. Gerçekten, milliyetçi
ideolojinin temsilcisi olan aydınlar, Yahudi dinine mensup olanların
kimliklerini siyasî ve kültürel boyutunu ön planda tutan bir formülasyonla
yeniden formüle edecekler. Yahudi dininin bu formülasyondaki yeri, geniş
bir tanımı yapılan folklorun, edebiyatın, tarihin ve dilin de bir unsurunu teşkil ettiği ‘milli kültürün’ içinde belli bir fonksiyonu icra eden basit ve
sıradan bir unsuru olmaktan ibarettir. Oysa, Yahudi cemaatinin geleneksel
dinî temsilcisi olan hahamlar ve rabbilere göre, milliyetçi Siyonist ideoloji
Yahudiliği cemaatin referansı değil, cemaatin kendisi Yahudilik için
referans oluşturmaktadır ve bu bir ‘sapkınlık’tır. Bu yönüyle milliyetçi
ideolojiler, dinin ilahî boyutunu ihmal ederek dünyevî yönünü kendilerine
göre dikkate almaktadırlar. Bu ise, dinin başlı başına dünyevî bir algısıdır
ve geleneksel din anlayışından ayrı bir dünya kurgusuna dayanmaktadır.
Buna göre, yukarıda da işaret edildiği üzere, milliyetçi Siyonist ideoloji bir
sapkınlık olarak telakki edilmiştir.

Siyonist milliyetçi ideolojinin radikal savunucuları kabul edilen
‘Nietzcheci siyonistler’den Yosef Haim Brenner ve Mikha Berdichevski’ye
göre dinî değerlerin tamamından vazgeçilmelidir. Onlara göre, bu geleneksel
Yahudi anlayışı, yüzyıllarca Yahudileri insanca yaşayamamalarının ve kendi
içine kapanmalarının sorumlusudur. Bu radikal Siyonistlere göre Yahudiler,
din ile bağlarını bütünüyle koparmalıdırlar. Siyonist politikacılardan Ben
Gurion’a göre, ‘siyonist milliyetçilik’ Yahudileri ‘dinî tarihin bir nesnesi’
olmaktan çıkarıp, onları ‘seküler tarihin bir öznesi’ haline getiren bir
devrimdir.

Buna göre, Siyonist milliyetçilik ‘tanrı merkezli bir din’ olan Yahudiliği,
‘insan merkezli bir ideoloji’ haline getirmiştir denebilir. Bu anlayışa göre,
Kutsal Sözü vasıtasıyla göçebelerden oluşan insanlarla ahid yapan ve onları
bir ‘millet/cemaat’ haline getiren bir Tanrı’dan bahsedilemez. Yahudi
milliyetçilerine göre, doğrudan doğruya kendi tarihine kendisi anlam veren
bir halktan bahsedilebilir.

Shlomo Sand’ın da ifade ettiği üzere, genellikle alışılanın aksine, Siyonist
ideoloji ortaya çıkana kadar Yahudiler hiçbir zaman bir ‘ırkı’ veya ‘milliyeti’
temsil etmemişlerdir. Dünyanın birçok yerinde ve farklı coğrafyalarında var
olan Yahudiler, aktarıldığının aksine, Romalıların Kudüs’ü işgali sonrası
yaşanan sürgünle oluşmamıştır. Bugün, yapılan araştırmaların da gösterdiği
üzere, dünyadaki mevcut Yahudilerin tamamı, Kuzey Afrika’daki, Güney
Avrupa’daki ve Ortadoğu’daki insanların ‘ihtida etmesi’ ile meydana
gelmiştir. Yahudiler, söz konusu coğrafyaların tamamında kendi dinlerini
yaymışlar ve tebliğ faaliyetlerinde bulunmuşlardır.

Bu tarihî ve coğrafî veriler, kimilerinin iddia ettiği gibi Yahudilerin
tamamının Davud’un kurduğu krallığın yok olmasıyla dağılan bir halkın
çocukları olmadığını da göstermektedir. Öyle ki, Yahudilik dinine farklı
milletlerin geçişlerinin en açık örneklerinden biri de, şüphesiz 8.yy.’da Hazar
Türkleri’nin toplu halde ihtida etmeleri olayıdır. Burada, 1958’te UNESCO
tarafından yayınlanan Prof. Juan Comas’ın Modern Bilimin Irk Sorunu
adlı çalışmasında da belirttiği gibi, ‘isteyerek ya da zorlanarak durmadan
göç etmiş, pek çok sayıda ulusla ilişki kurmuş Yahudiler, ırk bakımından
karışık olup; dünyanın her halkıyla ortak özellikler göstermektedir.’ Buna
göre, her ülkenin Yahudisinin vücut yapısı, o ülkenin halkının boyuyla ve
yapısıyla orantılı olarak değişmektedir. Nitekim, Tevrat’ta da İbraniler’in
çeşitli ırklardan oluşan Amoriler, Hittiler ile evlendikleri ve yukarıda da
işaret edildiği gibi, Etyopya’lı Falaşalar, Çin’li Kai-Feng’ler, İtalyan aileleri Antakyalı Yunanlılar ve birçok değişik ırk grupları Yahudiliği kabul
etmişlerdir. Öyle ki, 1921 ile 1925 yılları arasında Almanya’daki Yahudi
dinine mensup olanların evliliklerinin % 42 ‘si yabancılarla olmuştur.

Yahudiliğin Babil Sürgünü’nden sonra millî bir din haline getirildiği;
bu dinin tek Tanrı’ya, vahye dayanan kutsal kitaba ve peygamberlere yer
vermesiyle millî dinlerden, millîleştirilip bir ırka tahsis edilmesiyle de
ilâhî dinlerden farklı bir durum gösterdiği kanaati yaygındır. Oysa bugün,
Yahudiliğin bir din mi, ırk mı, millet mi olduğu tartışmaları oldukça modern
bir tartışmadır. Tarihçiler, Yahudilerin ne Babil sürgününden, ne de ikinci
büyük sürgünden sonra İsrailoğulları’nın nereye gittiklerine dair hiçbir
bilgi, belge ve kaydın olmadığını belirtmektedirler. Buna göre, asıl itibariyle
bütünüyle yeryüzüne dağılmış bir ‘ırk’tan, etnik varlıktan ve ‘milliyet’ten
söz etmek mümkün değildir. Bu konudaki araştırmaları ile meşhur olan
ve kendisi de Yahudi olan Shlomo Sand’a göre, tarihte meydana gelen
olayın aslı, Akdeniz çevresinde oturanlar, Türk-Hazar boyları ve Slavlar’dan
oluşan bazı halkların Yahudiliği bir din olarak kabul etmelerinden ibarettir.
Bugün, Doğu Avrupa’da yaşayan ve Aşkenazlar olarak adlandırılan
Yahudiler, Türk-Hazar Yahudilerinin uzantılarından başkası değildir. Bu
durum tarihî olarak bilindiği halde, Siyonist milliyetçilerin uydurduğu
‘sürgün’ mitolojisine uygun düşmediği için görmezden gelinmektedir.
Sand’a göre, bugün Avrupa ve Akdeniz çevresinde yaşayan Yahudilerin
hiçbirisinin ataları itibariyle kökeni Filistin toprakları değildir. Ona göre,
genellikle anlatıldığı üzere, Yahuda toprağından hiç kimse ve özellikle de
Yahudi vatandaşlar toplu halde bir sürgüne götürülmemiştir. Bu iddia,
tarihen incelendiğinde, sonradan erken dönem Hıristiyanlar tarafından
üretilmiş bir efsaneden ibarettir. Sand, bu konudaki iddiasını bir adım
daha ileri götürmekte ve tarihte var olduğu söylenen Yahuda devletinin
vatandaşlarının gerçek varislerinin bugünkü Filistinliler olduğunu
belirtmektedir. Shlomo Sand’a göre, bugünkü Filistinliler aslında İslam’a
ihtida etmiş Yahudiler’dir. Filistin topraklarında yaşayan ve Yahudi dinine
mensup olan bu eski Filistinli halk, İslam’ın bu toprakları fethetmesiyle
bu dine geçmişlerdir. Böylece Sand, Yahudiliğin ırkla bir bağlantısı
olacaksa, bunun gerçek temsilcisinin Filistinliler olabileceğini, Avrupa ve
diğer ülkelerdeki Yahudilerin Filistin’den gönderilen tebliğciler tarafından
sonradan ihtida edenler olduğunu belirtir.

Shlomo Sand’a göre, ‘Yahudi milliyeti’ fikri, asıl itibariyle bir asır
önce ‘uydurulmuş’ İsrail Devleti’nin kuruluşunun önemli mitoslarından
yani efsanelerinden biridir. Tel-Aviv Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan
Prof. Sand, bu görüşlerini hem tarihî, hem de arkeolojik araştırmalara
dayandırmaktadır. Arkeolojik ve tarihî veriler, Yahudilerin hiçbir zaman
‘Kutsal Toprak’lardan sürülmediğini göstermektedir. Bu yüzden, bugün
kendini Yahudi olarak tanımlayanların birçoğunun bu topraklarla hiçbir
tarihi bağı yoktur. Bu nedenle, gerçekte İsrail devleti diye bir devletin
kurulmasının ve varlığını sürdürmeye çalışmasının hiçbir tarihi somut
temeli yoktur.

Sand’a göre, bir asır öncesine bakıldığında bu algının ne kadar farklı
olduğu görülebilir. Ona göre, 19.yy.’a kadar Yahudiler için bugünkü Filistin toprakları, gidip yerleşilecek bir yer olarak görülmemekte idi. İnançları
gereği, orası sadece gidip ziyaret edilecek bir yer olarak kabul edilmekte
idi. Kaldı ki, tarih boyunca, Yahudiler hiçbir zaman orayı ziyaret etmekten
men edilmemişlerdir. Hac ibadetini yerine getirmek isteyenler söz konusu
‘Kutsal Toprağa’ gider ziyaret eder ve tekrar kendi ülkesine dönerdi.
Nitekim, Yahudi inancına göre ‘Kutsal Topraklar’a yerleşme ancak ahir
zamanda Mesih’in gelmesiyle gerçekleşeceğine inanılmakta idi. Bu inanç
gereği de kimse oraya gidip bir ülke kurmayı düşünmemekte idi. Oysa, bu
inanç 19.yy.’ın ikinci yarısından itibaren milliyetçi akımların ve özellikle
Siyonistler’in bu topraklarda bir ‘Yahudi devleti’ kurma arzuları ve politik
hedefleriyle değişime uğratılmıştır. Buna göre, ‘Kutsal Topraklar’ kavramı
‘İsrail Toprağı’ ile yer değiştirdi ve buna uygun hiçbir tarihî gerçekliğe
dayanmayan efsaneler üretilmiştir. Sand’a göre hem ‘Yahudi milliyeti’,
hem de ‘İsrail toprağı’ kavramı tamamen birer efsaneden ibarettir. Böylece,
yaşadıkları ülkede ayrı bir dine inanmaktan başka diğer vatandaşlarıyla hiçbir
farkı olmayan ‘yahudi cemaat’ler, geçtiğimiz yüzyılda ayrı bir milliyete ve
ırka sahip topluluk oldukları efsanesine inandırılmaya başlanmıştır. Siyonist
milliyetçi akımlar tarafından din farkı; milliyet ve ırk farkı olarak işlenmeye
başlanmıştır.

Sonuç

19. yüzyılda ortaya çıkan milliyetçi akımlar, içinde bulundukları
toplumun dinî değerleri ile kendi politik çıkarlarına göre çeşitli ilişki
formları geliştirmişlerdir. Buna göre, bazen din millî birliği tehdit eden
bir unsur, bazen çoğulculuğu sağlayan bir yardımcı değer, bazen de millî
birliği sağlayan önemli bir ‘kültürel unsur’ olmuştur. Geleneksel din
algısından vazgeçildiği modern dönemde din, diğer kültürel unsurlar olan
dil ve folklor gibi bir unsurdan ibaret görülmüştür. Dinin müteal ve aşkın
özelliği tamamen reddedilmiş ve seküler dünya görüşünü destekleyecek ve
kolaylaştıracak ölçüde politikada ve yönetimde yer verilmiştir.

Bu durum, modern bir milliyetçi akım olan Siyonizm için de söz
konusudur. Yukarıda verilen bilgilerden de anlaşıldığı üzere, Yahudiliğin
yakın tarihini araştıranlar, ‘Yahudi milliyeti’nden ve ‘ırkından’ ya da
‘etnisite’sinden bahsedilmesinin modern bir tanımlama olduğunda hem
fikirdirler. Çağlar boyunca Akdeniz çevresi, Slav, Türk-Hazar toplulukları
ve Uzak Doğu’daki Yahudiler, bu toplumlara mensup insanların Yahudi
dinine ihtida etmeleri sonucunda oluşmuştur. Siyonist milliyetçilerin ayrı
bir ‘etnik’ birlik ve ‘ırk’ olarak takdim ettikleri ‘Yahudi milliyeti’, 19. yüzyılda
ortaya çıkan milliyetçi akımların sonucunda formüle edilmiş bir kavramdır.
Söz konusu milliyetçiler, Filistin topraklarında ‘İsrail devleti’ diye bir devlet
kurabilmek için, hiçbir tarihî gerçekliği olmayan bazı efsaneler üretmeyi
de ihmal etmemişlerdir. Bir Yahudi profesörü olan Shlomo Sand’a göre
bu efsanelerin en önemlileri, ‘Yahudi milliyeti’, ‘Yahudi sürgünü’ ve ‘İsrail
devleti’dir.

Bibliyografya

1. Alain Dieckhoff, ‘Nationalisme’, Dictionnaire des Faits Religieux, Paris 2010, s. 787-793.

2. M. Lutfullah Karaman, ‘Siyonizm’, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2009, c.37 , s. 329-335.

2. Shlomo Sand, Comment le Peuple Juif fut Inventé: De la Bible au Sionisme, Paris 2088.

3. Shlomo Sand, Comment la Terre d’Israel fut inventée, çev.: Michel Bilis, Paris 2012.

4. George Foot Moore, History of Religions, New York 1949, c.2, s. 99-106.

5. Pierre Stamboul, ‘Note de lecture: ‘Comment la Terre d’Israel fut inventée’, http://leuwen.perso.
neuf.fr/Stambul-Sand.pdf.

6. Jean-Marc Lévy-Leblond, ‘Shlomo Sand, Comment la Terre d’Israel fut inventée’, http://
culture.univ-lille1.fr/fileadmin/lna/lna64/lna64p32.pdf.

7. Yusuf Besalel, ‘Irksal Açıdan Yahudilik’, Yahudilik Ansiklopedisi, İstanbul 2001, c. 1, s. 227.

8. Shlomo Sand : ‘Comment le peuple juif fut inventé : De la Bible au sionisme’, Jonathan Cook ile
röportaj, The National, 2008, http://contreinfo.info/article.php3?id_article=2258.