Medeniyetler Çatışması
Samuel P. Huntington,
Der. Murat Yılmaz, Vadi Yayınları,
4. Baskı, Eylül 2001, 485 sayfa

Ünlü siyaset bilimci Huntington’un özellikle günümüz siyasi ilişkilerini
anlamamıza yardımcı olan ve ilk baskısı 1995 yılında yapılan kitabı, dünyadaki
genel ilişkileri merak edenler için okunması gereken bir kitap. Kitap yazarın
birçok yazısının yanısıra, kendisiyle yapılan röportajlar ve yapılan
eleştirilerden oluşuyor.

Soğuk savaşın bitmesiyle Francis Fukuyama "Tarihin Sonu" teziyle
tarihin bittiğini vurgulamış, modern liberalizmin bütün ideolojiler karşısında
muzaffer olduğundan söz ederek liberalizmin çözemediği veya çözemeyeceği
bir meseleyi çözebilecek hiçbir muhalif ideoloji olmadığını savunmuştur.
Samuel P. Huntington ise, medeniyetler çatışması teziyle dünyadaki mevcut
medeniyetlerin Batı’yı taklit edemeyecek farklı zatiyetlere sahip olduğunu
iddia ediyor.

Huntington’a göre, "Yeni dünyada mücadelenin esas kaynağı öncelikle
ekonomik ve ideolojik olmayacak. Beşeriyet arasındaki büyük bölünmeler ve
hakim mücadele kaynağı kültürel olacak. Milli devletler dünyadaki
hadiselerin yine en güçlü aktörleri olacak fakat global politikanın asıl mücadelesi
farklı medeniyetlere mensup grup ve milletler arasında meydana gelecek. Bu çatışma
global politikaya hakim olacak. Medeniyetler arasındaki mücadele, modern dünyadaki
mücadelenin evriminde nihai safha olacak."

Huntington makalesinde dünyadaki medeniyetleri, Konfüçyüs, Japon, İslam,
Hindu, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika uygarlıkları olarak adlandırıyor.
Ve geleceğin en mühim mücadelelerinin bu medeniyetlerin birini diğerinden ayıran
kültürel fay kırıkları boyunca meydana geleceğini iddia ediyor. Buna neden
olarak da birçok sebep ileri sürmektedir. Bu sebeplerden birincisi bu
medeniyetler arasındaki farklılıkların sadece hakiki olması değil; aynı
zamanda esaslı olmasıdır. Bundan dolayı farklılıkların kısa zamanda zail
olmayacaklarını çünkü uzun yılların birikiminin ürünü olduklarını
vurguluyor. İkinci sebep olarak farklı medeniyetlerin insanlar arasındaki
etkileşimlerinden söz ediyor ve bunun sırasıyla düşünceyi gerisin geriye,
tarihin derinliklerine doğru yaymak için farklılık ve adavetleri abartarak
canlandırmak suretiyle insanların medeniyet şuurlarını arttırdığını
iddia ediyor. Bir başka sebep olarak Huntington, medeniyet şuurunun gelişmesiyle
Batı’nın iki yönlü rolünün ortaya çıkmasını gösteriyor. Batı bir
yandan kudretinin zirvesindedir fakat aynı zamanda Batılı olmayan toplumlarda
ecdat fenomenine dönüşü ortaya çıkarmaktadır. "Siyasi ve ekonomik
olanlara nispetle daha az değişme istidadı gösteren kültürel hususiyet ve
farklılıkların, uyuşma ve ayrışmaları da bu yüzden daha kolaydır."
diyen Huntington "sen hangi taraftasın?" sorusunun yerini "sen
nesin?" sorusuna bıraktığını vurguluyor. Son olarak ise ekonomik bölgeciliğin
artmasını sebep gösteriyor.

Huntington’a göre, "ideoloji temelinde ittifaklar kurmak ve destek sağlayabilmek
imkanı gitgide azaldıkça, hükümetler ve gruplar, sürekli artan bir şekilde
ortak din ve medeniyet kimliğine müracaat etmek suretiyle destek sağlamaya teşebbüs
edeceklerdir." Böylece, medeniyetler çatışması iki seviyede ortaya çıkacaktır.
"mikro seviyede, mücavir gruplar, medeniyetler arasındaki fay kırıkları
boyunca, toprak ve birbirleri üzerinde kontrol kurmak için çok kere şiddetli
biçimde mücadele ederler. Makro seviyede ise farklı medeniyetlere mensup
devletler izafi bir askeri ve ekonomik üstünlük uğruna rekabet ederler.
Milletler arası müesseseler ve üçüncü taraflar üzerinde kontrol kurmak için
mücadeleye girişir ve kendi hususi politik ve dini değerlerini rekabetçi bir
anlayışla öne çıkarırlar."

Makalenin ilerleyen bölümünde medeniyetlerin kutuplaşmasında rol alan
etkileri açıklıyor ve bunlara dünyadaki gelişmelerden örnek veriyor. Özellikle
Bosna-Hersek savaşında ülkelerin gösterdikleri tepkilerden söz ediyor.

Huntington Türkiye’yi "bölünük ülkeler" diye adlandırdığı ülkeler
arasına alıyor. Bölünük ülkelerin özelliklerini de şöyle açıklıyor;
"bir kısım ülkeler vasat seviyede kültürel bir tecanüse sahiptirler;
fakat toplumları hangi medeniyete mensup oldukları konusunda bölünmüşlerdir.
Bunlar bölünük ülkelerdir. Liderleri tipik bir biçimde, kervana katılma
stratejisi izlemeyi ve ülkelerini Batı’nın üyesi yapmayı arzu ediyorlar;
fakat, memleketlerinin tarih, kültür ve gelenekleri Batılı değildir. Bu tür
bölünmenin en aşikar ve protipik örneği Türkiye’dir. Türkiye’nin 20. asrın
sonlarındaki liderleri, M. Kemal geleneğini takip etmekte ve Türkiye’yi
modern, seküler, Batılı, milli devlet olarak tanımlamaktadırlar. Nato’da ve
Körfez savaşında Türkiye’yi Batı ile ittifaka soktular. AT’ye üyelik için
müracaat ettiler. Mamafih, Türk toplumundaki (bazı) unsurlar, aynı zamanda
İslami bir silkinişi desteklemiş ve Türkiye’nin esas itibarıyla Müslüman
bir Orta-Doğu ülkesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca, Türkiye’nin seçkinleri
Türkiye’yi Batılı bir toplum olarak tanımlarken, Batı’nın seçkinleri bunu
kabule yanaşmıyorlar. Türkiye AT’nin bir üyesi olmayacaktır; gerçek sebebi
Cumhurbaşkanı Özal’ın dediği gibidir: "Biz Müslümanız, onlar ise Hıristiyandır"
ve bunu dile getirmiyorlar. "Mekke’yi reddettikten ve ardından Brüksel
tarafından reddedildikten sonra nereye bakar Türkiye? Cevap, Taşkent
olabilir. Sovyetler Birliği’nin zevali Türkiye’ye Yunanistan sınırlarından
Çin’e kadar yedi ülkeyi ihata eden ve yeniden hayat bulan bir medeniyetin
lideri olma fırsatı veriyor. Batı tarafından teşvik edilen bu yeni kimliği
benliğine kazımak için hareketli çabalar sarfediyor." Türkiye, tarihin
en derin biçimde bölünük ülke örneğidir.

Bölünük ülkelere, medeniyet kimliğini yeniden tanımlamak için üç öneride
bulunuyor. Birincisi, (o ülkenin) siyasi ve ekonomik seçkinleri bu hareket
hususunda umumiyetle taraftar ve hevesli olmalıdırlar. İkincisi, kamuoyu, (söz
konusu) yeniden tanımlama konusunda muvafık davranmaya istekli olmalıdır.
Üçüncüsü, alıcı konumunda bulunan medeniyetteki hakim gruplar "mühtedi"yi
benimseyen istekli olmalıdırlar. Huntington’a göre, Türkiye için bu şartların
ilk ikisi büyük ölçüde mevcuttur.

Medeniyetler kutuplaşmasında belli bazı işbirlikleri olabileceğini savunan
Huntington buna en güçlü örnek olarak Konfüçyüs İslami yakınlığı gösteriyor.
"Batı ile rekabete giren Batılı olmayan diğer ülkeler, birbirleriyle işbirliğine
gidiyor. Batılı menfaatler, değerler ve iktidara meydan okumak için doğmuş
olan Konfüçyüs İslami yakınlıktır." "Batı ile Konfüçyüs-İslami
devletler arasındaki mücadele, münhasıran olmasa da büyük ölçüde nükleer,
kimyevi ve biyolojik silahlar, balistik füzeler ve onları fırlatmaya yarayan
sofistike vasıtalar, rehberlik, istihbarat ve söz konusu hedefe ulaşmak için
lazım gelen diğer elektronik kapasiteler üzerinde yoğunlaşıyor. Batı,
evrensel bir norm olarak (nüfusça) çoğalmamayı, bu normu gerçekleştirmenin
vasıtaları olarak da çoğalmama muahede ve murakabelerini ilerletiyor. (Batı)
aynı zamanda, sofistike silahların yayılmasını ilerletenlere karşı enva-i
çeşit müeyyidelerle tehditkar davranıyor ve bunu yapmayanlar için de bazı
nimetler teklif ediyor. Batı’nın dikkati, tabiatıyla, fiili veya potansiyel
olarak kendisine düşman olan milletler üzerinde odaklanıyor.

Diğer yandan, Batılı olmayan ülkeler, güvenlikleri için elzem saydıkları
herhangi bir silah olursa, elde etme ve genişlemeye hakları olduğunu
savunuyorlar. Bu ülkeler, Körfez Savaşı’ndan ne gibi dersler çıkardığı
sorulduğunda Hindistan Savunma Bakanı’nın verdiği cevaptaki gerçeği de
kafalarına iyice yerleştirmişlerdir. "Nükleer silahlara sahip olmadıkça
Birleşik Devletler’le savaşmayın." Huntington makalesinin son kısmında
Batı açısından bu çatışmaları değerlendiriyor ve yazdığı makaleyle
ilgili açıklama yapıyor ve bir nevi makalenin özetini sunuyor.

Kitapta Huntington’un makalesi dışında bu makaleyi eleştiren yazılara da
yer verilmiş; Kishori Mahbubani, "İnhitatın Tehlikeleri" adlı
Foreign Affairs’ın Eylül-Ekim 1993’te yayınlanan makalesi bunlardan
birisidir. Mahbubani bu makalesinde, "Batı’nın kendi perişanlığı"
başlığıyla Huntington’u kör olmakla suçluyor ve diğer medeniyetlerin
neden sadece Batı’ya meydan okudukları sorusunu soruyor. Şahin Alpay’ın Eylül
96’da Milliyet’te yayınlanan mülakatında Huntington’a Türkiye ile ilgili
tezlerini açma imkanı sağlıyor. Bu mülakatta Huntington, Türkiye’nin
Avrupa ile Asya, İslam ile laiklik vs. arasında bölünmüş bir ülke olduğunu
söyleyerek kimi liderlerin de işaret ettikleri gibi uygarlıklar arasında bir
köprü olabileceğini, ancak İslam dünyasında düzene ihtiyaç olduğunu söylüyor.
Osmanlıları örnek göstererek Türkiye’nin Osmanlıların misyonunu devam
ettirebilecek en güçlü aday olduğunu vurguluyor. Bunun için de Batılı ülke
olma ısrarından vazgeçip modernleşme ve demokrasinin bir İslam ülkesinde
de mümkün olduğunu göstermeye daha çok ağırlık verirse bütün dünyaya
ve İslam’a büyük bir model olabileceğini vurguluyor. Buna karşın daha önce
bir yazısında söylediği "İslamcılar’ın demokratik yoldan iktidara
gelmelerine izin verilmesini ancak iktidara geldikten sonra demokrasiye sırt çevirirlerse
"Pinochet seçeneği’nin, ordu müdahalesinin devreye girebileceğini"
söylediği hatırlatıldığında da bunun gerekli olduğu konusunda ki ısrarına
devam ediyor.

Yine Batı’yı bir idol olarak gösterirken Batı’yı Batı yapan unsurlar
olarak; Grek felsefesi, Rasyonalizm, Avrupa dilleri, laiklik, kanun hakimiyeti,
sosyal çoğulculuk ve sivil toplum, temsil kurumları ve ferdiyetçiliği gösteriyor.
Batı’nın kopya edilebilmesi hususunda Büyük Petro ve M. Kemal’i örnek gösteriyor;
ancak onların yaptıklarını Batılılaşma olarak değil, modernleşme olarak
görüyor. Burada bir gerçeğin daha altını çizerek Batılılaşma ile
modernleşmenin farklılığından söz ediyor.

Yapılan eleştirilerden dikkat çekici olanlardan biri de Batılı ideologların
kendi sistemlerini yegane "evrensel çözüm" olarak göstermeye çalışmalarıdır.
Ayrıca medeniyet çatışmalarının önümüzdeki yıllarda daha da yoğunlaşacağı
ve hatta bu medeniyetlere temel olan dinler arasındaki kanlı savaşların kaçınılmaz
hale geleceği konusundaki ısrarlı görüşlerdir. Bu tür değerlendirmelerde
bir başka "garip" iddia da bu kanlı savaşlarda Müslüman toplumların
problemi çıkaran taraf olarak görülmesi ve Batı medeniyetinin başına sıkıntılar
açılacağının iddia edilmesidir.

Yine Huntington’un görüşlerinin aksine özellikle Türk yazarların eleştirilerinde
vurguladıkları bir gerçek de medeniyetlerin Batı medeniyeti etkisi altına
girmeden önce çok daha müsamahalı bir ilişki içinde bulundukları. Ve
uluslar arası sistemde gerçek anlamda çıkan bunalımın gerçek kaynağının
Batı medeniyeti olması lazım gelirken Huntington’un dikkatleri diğer kültürler
üzerine yoğunlaştırdığı eleştirisidir.

Kitapta yer yer Huntington’a hak veren eleştiriler de yapılmış ama düşüncelerini
yansıtış şekli sığ, güncel, oportünist ve taraflı bulunmuş.

Son olarak şunu söylemek mümkün; Huntington olaylara Batı’dan bakmanın
rahatlığıyla, adeta Batının yeni düşmanını tanımlamak gayretindeymiş
gibi, İslam medeniyetini rakip olarak göstermiştir. Aslında değinilen
konulara ve eleştirilere dikkat edildiğinde son dönem dünyada görülen
pratikleri anlamak daha da kolaylaşıyor. Bu bakımdan kitap, biraz sabır ve
ilgi gösterilerek okunduğunda farklı bakış açıları görmek açısından
önemli bir kaynak niteliğinde. Batının İslam dünyasını algılayışını
daha iyi anlayabilmek için okunmaya değer bir kitap. Dileriz ki ABD’nin
Irak’taki tehditleri pratiğe dönüşerek, Huntington’u haklı çıkarmaz.