Giriş

Ege bölgesinde oluşup, zamanla klasik çağına ulaşan ve bugüne kadar başka
medeniyetlerin içinde etkisini sürdüren Eski Yunan medeniyeti üzerinde birçok
çalışma yapılmıştır. Böylece, milattan önce yaşamış diğer
medeniyetlerden daha ziyade zengin bir bilgi birikimi ortaya çıkmış ve bu
sayede bir hayranlık halesi oluşmuştur.

Yeni ve daha sonra yakın çağlardan itibaren, iki dönem halinde teşekkül
eden ve günümüze kadar gelerek bugünkü halini alan çağdaş Batı
medeniyetinin temel kaynaklarından biri olması hasebiyle, Eski Yunan
medeniyeti sürekli minnet ve şükranla hatırlanmaktadır. Kendilerini Batılılaşma
çizgisinde gören Avrupa dışı ülkelerde de, ayrı bir kültür ve medeniyet
ikliminden gelmelerine rağmen böyle bir hayranlık oluşmaktadır.

Tarih öncesi devirlerden bu yana, insanoğlunun gösterdiği her başarı ve bıraktığı
miras karşısında hayranlık duymak insan fıtratına uygun bir davranış
olsa da, bunun, tabulaştırılan başka bir medeniyete teslimiyet anlamı taşıması
doğru olmasa gerek. Bir dönem Türkiye’de, tasarlanan toplum yapısı ve dahil
olunmak istenen Batı medeniyetine entegrasyonu gerçekleştirmek için, Eski
Yunan medeniyetinin ilham kaynağı olarak seçildiği görülmüştür.

Bu, en çarpıcı biçimde düşünce ve edebiyat alanında kendini göstermiştir.
Ancak, Türklerin (Müslümanların) kurduğu medeniyet özgün bir tarzda
eserlerini vermeyi başarmış bir medeniyet olduğundan dolayı, böyle bir rabıtanın
yanlış olacağı açıktı. Merhum Cemil Meriç, bir dönem Eski Yunan’a ilgi
duyan bazı yazarlardan bahsetmektedir. Ancak bu yazarlar, bir süre sonra, Türk
toplumu ve kültürü açısından Yunanperestliğin doğru olmadığını anlamışlardır.
Ona göre, "Bâkî’leri, Galib’leri, Hamid’leri yetiştiren bir şiiri Yunân-ı
kadîme bağlamak, ummânı ırmağa bağlamaktır." Meriç, Yunanperestiği
ömür boyu bir havâri sadakatiyle benimseyen Salih Zeki’nin, mevcut kötü
durumdan "muhteşem bir dünyaya kaçış" ihtiyacıyla bu yola girdiğini
belirtir. Ve bu tür arayışları irfanımızın "terk-i tâbiiyet"i
olarak görür.1

Ayrıca, Doğu kültürüne düşman bir kısım Türk aydınlarının Zerdüşt’e
gösterdikleri ilginin de Batı’ya olan sadakatlerinden kaynaklandığını
belirtir. Ona göre bunun "tek amacı vardır: İslamiyet’i
unutturmak." Zaten meftunu oldukları bu Zerdüşt, "Avrupalı bir
Zerdüşt’tür."2

Buna benzer genel bir tahlil de ünlü mütefekkir Seyyid Hüseyin Nasr tarafından
yapılmaktadır: Batıya meftun olan üniversitelerin ortak paydasında, İslâm’la
ilgili hususlarda bir aşağılık duygusu görülürken, Batılı olan her şeye
karşı hüsnükabul görülmektedir. O, bu tarz yaklaşımları İslâm dünyasını
saran en önemli hastalık olarak görmektedir.3

Bu hastalığın meydana gelmesinde Batı Avrupa merkezli oluşturulan düşünce
atmosferinin etkisi inkar edilemez. Zira, "binlerce yıllık büyük
tarihler ve yüce uzak kültürler bu kutbun etrafında alçakgönüllülükle dönmeye
zorlanıyorlar." Güneş ve gezegenler sistemi gibi kendini gösteren bu
tarihî sistemin tabiî merkezi, Batı medeniyeti olarak lanse ediliyor. Böylece,
"tarihin bütün olayları gerçek ışığı ondan alırlar, önemleri
onun açısından bir perspektif içinde tayin edilir" şeklindeki bir
zihniyet, "kaziye-i muhkeme" haline dönüşüyor.4

Esasında, Batı medeniyetini ve kaynaklarını ulaşılması gereken bir ideal
olarak benimseyen bir kısım etkili Türk aydınları ve elitlerinin önemli
bir bölümü, XIX. yüzyılın ortalarından itibaren bu medeniyetin meftunu
olmuşlardı. Bundan dolayı Cumhuriyet’e kadar geçen süre içinde aydınlar
arasında önemli sapmalar meydana gelmişti. Said Nursi, insanları şartlandıran
bu çarpık gelişmenin tehlikelerine işaret etmiş ve önce yaşanan problemin
şeklini ortaya koymuştur. Ona göre, "Şu zamanın medenî engizisyonu müthiş
bir vesileyle, bazı ezhanı [zihinleri] telkih ile [aşılayarak], bir kısım
nâmeşru evlâdını vücuda getirip, İslâmiyet’e karşı kinini ve hiss-i
intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya laubaliliğe veya Hıristiyanlığa
temayüle veya İslâmiyet’ten şüpheyle soğutmaya bir kapı açmak
ister." Nursi, mutaassıpları eleştiren birçok Batı hayranının
saplantı içinde olduklarını ve eleştirdikleri kesimlerden kat kat mutaassıp
bir halet-i ruhiye içinde hareket ettiklerini söyler. Öyle ki, yüzyıllar
boyunca meydana gelen birikimlerin meyvelerini, ülkede görülen
olumsuzluklarla demagoji yoluyla kıyaslamaktadırlar. Halbuki, "Hıristiyanlığın
malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslâmiyet’in düşmanı olan tedenniyi
[gerilemeyi] ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir." Bu
anlayışın meydana gelmesinde en büyük sebep, Batı’ya karşı aşırı bir
sevgi ve milletine karşı derin bir nefret hissinin kuvvet bulmasıdır. Böyle
bir ortamda sağlıklı düşünülemeyeceği açıktır. Halbuki, milletine karşı
hamiyetli olmanın şartı saygı, sevgi ve merhametten geçer. Nefretin oluştuğu
bir ortamda hamiyet iddiasında bulunmak yalancılık ve sahtekârlıktır.5

Yüzyılın başında yapılan bu değerlendirmelerin, yüzyılın son çeyreğinde
de geçerliliğini koruduğu, Batı üniversitelerini bilen ve toplum yapısını
tetkik eden Nasr tarafından ortaya konulmaktadır. Ona göre, Doğu’da ve Batı’da
etkisini sürdüren modern medeniyet, fiillerini kritik edecek, hatalarını eleştirecek
"nesnel ölçülere" sahip değildir. Hatta, "gelmiş geçmiş
medeniyetlerin en az eleştiri yanlısı ve gerçek bir gözlem duygusundan en
uzakta kalanı olmasına rağmen, eleştirici bir zihin ve nesnel eleştiri gücü
geliştirmiş olmakla övünmektedir."6

Modern Batı dünyasının tefekküründe bu tarz arızalar olmasına rağmen,
Doğu dünyasındaki -resmi desteği arkasına alarak- etkili olan aydınlar
grubunun bunları ayıklayamaması veya böyle bir gayretin içinde olmayışı
bilinen bir gerçektir. Bunun yanında, Türkiye gibi doğrudan doğruya müstemleke
olmayan bir ülkede bile, 1950’lerde başlayıp 1980’lerden sonra hızlı bir şekilde
gelişme istidadı gösteren yabancı dille eğitime karşı artan ilgi, kültürel
açıdan teslimiyeti akla getirmektedir. Bunun temelleri, yakın tarihlerden
itibaren bahsi geçen tutumlarla atılmış olduğuna şüphe yoktur. Böylece,
Türk milleti tarihine ve kültürüne yabancılaştırılmaya çalışılmıştır.
Artık Türk ebeveynleri, çocuklarının istikbalini yabancı dille eğitim
yapan okullarda görmeye başlamışlardır. Bu, Türk topraklarında gelişen kültür
ve medeniyetten kaçışın en büyük ikinci hamlesi olarak görülebilir
(birincisi, yakın tarihimizde gerçekleştirilen kültür devrimi). Tanınmış
alim Oktay Sinanoğlu’nun feryadı boşuna değildir: "Bunların derdi Batının
derdiyle ortaktır: Yalnız bu illerden değil, dünyadan Türk ve Müslüman
kimliğini, varlığını silmek."7

İmdi, Avrupa medeniyetinin temellerini oluşturan Eski Yunan kültürü ve
medeniyeti, günümüzün insanı açısından, özellikle Müslüman bir
toplumdan oluşan Türkiye için neyi ifade etmektedir? Bu sualin üzerinde düşünmek
aydınların görevi olmalıydı. Fakat, yeterince düşünülmediğini
tekrarlamak gerekir. Zira, Türkiye’de, Batılılaşma anlayışının tırmanışa
geçtiği zamanlarda, bu kadim medeniyete karşı artan hayranlık bir nevi
dogma haline gelmişti. Halbuki, bu eski kültürden bile müspet bir şeyler
almak mümkünken, meselenin özenti ve taklit şeklinde geliştiği görülmüştür.
Öyle ki, bazı sanat eserlerinin Eski Yunan mabetlerini akla getirdiği
bilinmektedir; hatta, bir çok anıttaki kabartmalar bu hayranlığı göstermektedir.
Yani belli bir dönemde, Türklerin zaferlerini anlatmak için doğal olarak Türk-İslâm
motifleri kullanılması gerekirken, tam aksine, Milli Mücadele gibi önemli
bir gelişmeyi dahi gelecek nesillere anlatmak üzere kurulan bazı müzelere ve
anıtlara bakılınca, Eski Yunan mabetleri ve kabartmaları akla gelmektedir.8


A- Ege ve Yunan Medeniyetinin Ortaya Çıkışı ve Yayıldığı Alanlar

1) Coğrafi şartların etkisi: Yunan medeniyetinin doğduğu topraklara, nüfus
artışı, kuraklık, güvenlik gibi sebeplerden dolayı başka bölgelerden MÖ.
3000 tarihlerinden itibaren kitleler halinde göçler olmuştur. Bu sayede bir
çok yerde farklı kültürler ve yapılar oluşmuştur. Ancak, "genel uyanışa"
öncülük eden "Yunanlılar", Batı Anadolu kıyılarına yerleşmiş
olan topluluklardı. Bu uyanışın belki de en önemli sebebi, birçok
medeniyete beşiklik eden bir bölgede yaşayan ve kültürel olarak daha ilerde
olan halkların, yeni gelen toplulukların hareketlendirmesi sonucunda, farklı
kültürel bir sentez imkânına kavuşmasıydı. Nitekim, MÖ. VI. yüzyıla
gelinceye kadar "Helen" dünyasının en faal ekonomik ve kültürel
hayatı burada cereyan ediyordu. Ancak MÖ. V. yüzyıldadır ki, esas
Yunanistan’da yaşayan Yunanlılar üstünlüklerini tam olarak kabul
ettirebilmişlerdir.9

Klasik Yunan medeniyetinin meydana geldiği coğrafya, diğer büyük
medeniyetleri doğuran coğrafyadan avantajsız görülmektedir. Dicle ile Fırat
nehirlerinin arasında yer alan Mezopotamya, Nil nehrinin beslediği Mısır,
Ganj ve İndus nehirlerinin çevresinde yer alan Hindistan ve nihayet Anadolu
gibi mümbit topraklar, "depolanabilir bir artı-ürüne" sahip
olabilecek imkânlar bahşetmekteydi. Yunanistan’da yaşayan toplumlar bu
imkandan mahrum görülmektedir. Ancak, Yunanlıların denize girintili-çıkıntılı
bir araziye sahip olmaları yanında, bir çok adaların serpilmiş vaziyette
bulunduğu bir denize açılmaları, kendilerine denizcilikte gelişme imkânı
veriyordu. Bu sayede, Anadolu, Ortadoğu ve Mısır vs. gibi medeniyet
merkezleri yanında Akdeniz’in orta ve batı bölgelerine de rahatlıkla ulaşabilmekteydiler.
Denizde yakaladıkları üstünlük sayesinde Karadeniz’i de hinterlanda dahil
etmekteydiler.10

Diğer taraftan, küçük bir kara parçası olan Yunanistan’ın dağlık olması
sebebiyle çeşitli şekillerde bölünmesi, Yunan toplumlarının birbirlerine
tam mânâsıyla üstünlük kurmasını engelliyordu. Bu durum muhtelif bölgelerde
bulunan ve aynı dili konuşan Yunan toplumlarının siyasî yapısına etki
etmiş, ancak şehir devletleri içinde kendilerini güvende hissetmişlerdir.
Ve bu devletçiklerin dışa açılma ve genişleme imkanı deniz yoluyla daha
rahat gerçekleşmekteydi. Bu, ticaretin gelişmesi için büyük avantajlar sağlamaktaydı.
Deniz yolundan elde edilen zenginlikler şehirlere yansımakta, bu da sosyokültürel
açıdan çok yönlü gelişmeye yol açmaktaydı.11 Diğer taraftan, buradaki nüfus
artışları deniz yoluyla daha uygun yerlere nakledilmekteydi.12

2) Klasik Yunan medeniyetinin oluşumuna katkıda bulunan arkaik dönem:
Yunan diliyle konuşan halkların Ege kıyılarındaki yoğunluğunun bilinen
tarihi MÖ. 1000 yıllarına kadar uzanmaktadır. Bu tarihten MÖ. 3000 yıllarına
kadar geriye gidildiğinde, Girit adası merkez olmak üzere bazı adaları
kapsayan, ayrıca, Peloponnesos, Attika, Tesalya ve çevresini içine alan
"Tunç Çağı" medeniyetleri yaşamıştır.

Anadolu ve Mısır’dan gelen göçmenlerin kurduğu Girit (Minos) medeniyeti (MÖ.
2600-1150) diğer kültürlerden daha eskidir. Kyklad ve Miken kültürü Minos
kültüründen etkilenerek kendi özgün yapısını ortaya çıkarmış ve
anakaraya yayılmıştır. Homeros’un anlattığı Troya Savaşı, Mikenai savaşçı
aristokrasisinin kahramanlık çağını temsil ettiği tahmin edilmektedir.13
Minos kültürü, yıkılmadan önce Yunanistan’a geçerek orada yavaş yavaş
soysuzlaşarak MÖ. 900’lara kadar hayatiyetini sürdürdü.14

Eski Yunan medeniyetinin tarihi (Erken Arkaik dönem) MÖ. 1200-750 arasında
gelişimini tamamlamıştır. MÖ. XII. Yüzyılda dalgalar halinde gelişen
istila hareketleri, bölgenin kültürel yapısını etkilemiştir. Yunanca konuştuğu
bilinen Dorların kuzeyden Peloponnesos’a girmesi Miken uygarlığının yıkılışına
sebep olmuştur (MÖ. 1100-900). Ancak bu hareketler sonucunda kültür birliği
meydana gelmiş ve Klasik Yunan sanatı kendini göstermiştir. Batı Anadolu’ya
(İonya) da göç ve yerleşim söz konusu olmuştur. Bu dönemin sonunda Atina
Yunan dünyasının kültürel merkezi ve Ege denizi de bir Yunan denizi haline
gelmiştir. Daha sonraki yüzyıllarda dışa açılma faaliyetleriyle (Fenike,
Kıbrıs, Suriye gibi bölgelere) Yunanistan’da bağımsız devletçikler güçlenmiş
ve Yunan kültüründe zenginleşme meydana gelmiştir.15

3) Dışa açılma veya sömürgeleştirme (kolonileştirme) siyaseti: Esasında
Antik Yunan tarihi ve kültürünün Atina tarihi ve kültürüyle paralel geliştiği
bilinmektedir. Ayrıca, Tebai, Korint, İsparta gibi merkezlerin de katkısıyla
ortaya çıkan Helenik Çağ Yunanistanının, başka şehir devletlerini de içine
alarak genişlediği görülmektedir.16

MÖ. 750-500 tarihleri arasında yer alan dönemin başlıca özelliği, nüfusun
artışı sonucunda yürütülen kolonileştirme politikalarıdır. Bu
politikaların ortaya çıkmasının temelinde beslenme sorunu bulunmaktadır.
Denizci olan Yunan şehirleri yoğunlaşan nüfuslarını azaltmak için deniz
yoluyla rahatlıkla ulaşabilecekleri, irtibatlarını ve nüfuzlarını
koruyabilecekleri uygun yerlerde koloniler kurmuşlardır. Akdeniz ve
Karadeniz’in sahil bölgelerinde bu şekilde tutunan Yunan kolonileri aynı
zamanda anayurda kültürel ve ekonomik olarak bağlılık duymakta idiler.
Ticaretin ve denizciliğin gelişmesi sonucunda bu irtibat sürekli hale gelmişti.
Böylece Yunanlıların geliştirdiği şehir düzeni birçok yerde neşvünema
bulmuştu.17

Eflatun, Yunanlıların uzak ülkelere göçmelerinin sebeplerini, bölgedeki
arazilerin darlığında, sık sık meydana gelen iktidar ve parti mücadelelerinde
görüyordu. İktidardan düşen ve tasfiye olan topluluklar bir önderin peşinde,
daha iyi bir hayata kavuşmak için göç ediyorlardı. Kurdukları yeni şehirler
ana şehirden bağımsız olmakla beraber, birçok yönden (kültürel hayat;
dini inanış, takvim, hukuk, yönetim vs.) benzerlik göstermektedir. Bunun yanında,
yeni kurulan şehre önderlik eden liderin vefatından sonra, şehrin meydanında
gömülerek yarı tanrı olarak tazîm gördüğü bilinmektedir.18

Kolonilerde yerlilerle Yunanlılar arasındaki gelişen ilişkiler, yerlilerin
aleyhine sonuçlanmıştır. Zira, yerliler ya yeni yerleşimcilerin hizmetine
sokulmuş, yani köleleştirilmiş, ya da asimilasyona tabi tutulmuştur.19 Diğer
taraftan, güçlü bir teşkilata sahip olan ülkelerin sahillerinde koloni
kurulması mümkün olmamıştır.20

4) Yunan medeniyetinin klasik dönemi: Yunan kültürünün klasik çağı (MÖ.
480-323) Perslerin İonya üzerine yürümesi ve burada meydana gelen ayaklanmayı
bastırarak Batı Anadolu’ya hakim olmasıyla başlatılır. Pers saldırılarına
(MÖ. 490-479) karşı Atina’nın önderliğinde birleşen Yunan dünyası,
Perslerle uzun soluklu bir mücadeleyi sürdürmüştür. Atina’nın meydana
getirdiği bu birlik (Delos Birliği) zamanla Atina İmparatorluğuna dönüşmüştür.21

Peloponnesos Savaşları sonunda (MÖ. 404) Atina gücünü kaybetmiş ve
Sparta’nın etkisine girmiştir. Bu dönemden itibaren Makedonyalı Büyük İskender’in
imparatorluğunun kuruluşuna kadar Yunan dünyası, tarihin en bölünmüş dönemini
yaşamıştır.22

Sparta’nın Atina’yı ele geçirmesinden sonra kurduğu oligarşik siyasî düzen
zamanla yıkılmış ve demokrasi canlanmıştır. Ancak buna rağmen vatandaşlık
anlayışında gerileme meydana gelmiştir (IV. yüzyıl). Bu tarihlerde gerek
Spartalıların oligarşik düzeni, gerek Atinalıların demokrasi anlayışı
şehir devletlerini ayakta tutacak bir gücü sağlayamamış, böylece
site-devleti çerçevesinde oluşan yönetim miadını tamamlamıştır.

Toplumsal çürümeyi gören bazı filozoflar, bütün Yunanistan’ın birleşmesini
istemişler, bunu sağlayabilmek için de çeşitli düşünceler ileriye sürmüşlerdir:
Yetiştirdiği insanlara yurttaştan önce insan olmanın gereklerini aşılayan
Sokrates’in ölüme mahkûm edilmesinden sonra Platon, ideal yönetim arayışına
girmiştir. Platon’un insanın idealar dünyasında ilerlemesi ve öğrencisi
Aristoteles’in dünyevî olgular alanında ilgisini yönlendirmesi birbirini
tamamlayan düşünce akımları olarak ancak felsefe tarihinde yerini almıştır.
Aristo’nun, hür ve esir, Yunanlı ile barbar diye iki ayrı halk tasavvur
etmesi bazı düşünürler tarafından eleştirilmiştir. Kynik filozoflardan
Antisthenes, aksi bir görüşü savunmuş ve bu kesimlerin eşitliği üzerinde
durmuştur. Neticede Klasik Yunan kültürüyle yetişen İskender’in iktidara
gelmesiyle bu çalkantılı dönem kapanmıştır.23

Yunanlılar, iktisadî-siyasî etkilerini Makedonyalı bir kral olan İskender’in
yönetimi altında İndüs’e kadar genişletmişler ve "Pers İmparatorluğu’nu
işler durumda" devralmışlardır. Böylece, İskender’in oluşturduğu
siyaset anlayışı sayesinde, Yunan kültürü Doğu kültürleriyle kaynaşmıştır.
Daha sonra Romalılar, İtalya’yı Doğu çizgisinden ziyade Yunan medeniyet
ikliminde birleştirmişlerdir.24 Neticede, "Helenizm, İonya’da doğmuş
ve İskenderiye, Antakya kıyıları ve Bizans’ta ölmüştür"25 şeklindeki
bir hüküm, bir dönüşümü çağrıştırdığı oranda, tarihi bir hakikati
de ortaya koymaktadır.


B- Eski Yunan Medeniyetinin Temel Özellikleri

1) Eski Yunan mirası ve Batı medeniyeti: Eldeki verilere göre, Eski Çağ’da
yaşayan toplumlardan günümüze en kapsamlı kültürel miras bırakan Yunan
toplumu olduğu bilinmektedir. Bu dönemde yaşamış başka bir toplum, hayatın
çeşitli alanlarında bu derece ayrıntılı belgeler ve bilgiler bırakmadığına
dair yaygın bir kanaat vardır. Bu kültürel mirasın en önemli unsurları,
sanat, edebiyat ve felsefe alanında kendini gösterir. Ancak bu mirasın en önemli
özelliği, siyasî hayattaki çeşitlilik yanında, düşünce alanındaki
tahkik etme tutkusudur.26 Bu idealinden dolayıdır ki, Eski Yunan toplumunda
felsefe-bilim ortaya çıkmıştır.27 Ancak bu birikimlerin ve verilerin ortaya
çıkmasında, Yunan kültürüne karşı hem Batı’da, hem de Doğu’da (İslâm
dünyası) erken dönemlerden itibaren gösterilen ilginin büyük oranda etkisi
olduğu düşünülebilir. Eğer İslam medeniyetinin bilgiye ve ilme susamış
anlayışı olmasa idi, belki de elde bu kadar malzeme olamazdı. Zira, İslam dünyasında
daha erken dönemden itibaren yapılan çalışmalarla, hem Eski Çağ’ın
birikimleri korunmuş, hem de yorumlanarak daha ileri bir düzeyde neticeler çıkarılmıştır.
Batı’da meydana gelen değişimlerle birlikte, hem bu neticelerden istifade
edilmiş, hem de Antik Yunan kültürünün bir çok ürünlerine dikkat çekilmiştir.
Ancak, Delmas’ın da üzerinde durduğu "yerleşmiş bir kanıya göre,"
Batı medeniyetinin esasını oluşturan unsurlar, Eski Yunan’ın bir noktadan
sonra halefi konumunda olan Romalılardan (ve dinî açıdan da Yahudilerden)
miras kalmıştır.28

Diğer taraftan, Grek Medeniyeti’nin birden bire mucizevî bir şekilde ortaya
çıktığını söylemek zordur. Bu medeniyeti meydana getiren unsurlar, zaten
binlerce yıldan beri Mısır ve Mezopotamya’da bulunmaktaydı ve oradan da komşu
ülkelere yayılmıştı. Fakat belirli öğeler Greklerin devreye girmesine
kadar eksik kaldı.29 Hasılı, Yunan filozoflarının kendi gözlemlerinden başka
beslendikleri kaynaklar da vardı. Astronomi, geometri ve aritmetikte Mısır ve
Babil’de temelleri atılan bilimin tevarüs edildiği bilinmektedir.30

Eski Çağ’da gelişimini tamamlayan büyük medeniyetlerin ve kültürlerin
unsurlarının, Klasik Yunan kültürü kanalıyla Batı’ya ve dolayısıyla Hıristiyanlığa
geçmesi bir devamlılığı göstermektedir. Babillilerin inandığı dişi
tanrıça Ishtar; Yunan toplumunda Artemis, Romalılarda Diana olarak adlandırılmıştır.
Batı Anadolu’daki Grek şehirleri onun için tapınaklar kurmuşlardır.
Russell’e göre, "Hıristiyanlık onu, Bakire Meryem biçimine dönüştürmüştür.
‘Tanrı anası’ unvanı ‘Anamız’ (Our Lady) sözcüğüne yüklenen anlamıyla,
yasal biçime getiren bir Ephesos kuruludur (konseyidir)."31 Bu bakımdan
Avrupa kültürü, kaynaklarını eski Doğu’da bulan; ticaret, sömürgecilik
veya sosyokültürel ilişkilerle aktarılan birikimlerin karşılaşma ve kaynaşma
noktalarını oluşturmaktadır. Bunun yanında, Batı kültürünün Doğu kültüründen
ayrılan ilkeleri Yunanlılardan alınmıştır. Yani, politik düşünce,
felsefe, sanat, edebiyat vs. gibi alanlarda hareket noktaları bu kültürün
mirası olarak kabul edilmektedir.32

Tarihi olaylardaki bağlantı ve benzerliklerin üzerinde durarak derinlemesine
analize tabi tutan Toynbee, Yunan kültürünün gelişimi ile modern Batı
tarihi arasındaki benzerliklere şu şekilde temas etmektedir: "Şimdi de
görüyorum ki, Klasik Yunan tarihiyle Modern Batı tarihi getirdikleri yaşantılar
açısından çağdaştırlar. İkisinin de akışında bir paralellik vardı.
Karşılaştırmalı olarak incelenebilirlerdi. Çok geçmeden Yunan tarihiyle
Batı tarihinin birçok başka örneği bulunan belli bir türün modeli
olduklarını anladım." Ona göre, MÖ. V. yüzyılda büyük bir kardeş
savaşının etkisini içinde duyuyordu Tukydides. Ve bu neslin büyük savaşının
o zamanın dünyasında çığır açıcı bir niteliği olacağını önceden görmüştü.33
Ayrıca, MÖ. 725-325 yılları arasındaki Grek tarihi "bir bütün olarak
‘ortaçağ’ Kuzey İtalya tarihi ya da modern Batı tarihi ile aynı tarz bir biçimleniş
gösterir." Bu gelişmelerde, siyasî ve sosyal benzerliklerin ötesinde
bir devamlılığın neticeleri vardır. Zira, Batı toplumunun kökenlerini
Helen tarihinin son evresine kadar geri götürmek mümkündür.34

Klasik Yunan medeniyetiyle Batı medeniyetinin en önemli bağlantı noktası
-bir anlamda- bu son evreye, yani Bizans’ın kuruluşuna dayandırılabilir.
"Antik devrin iki zıt kutbu" olan Greklik ve Romalılık, yani Roma
devleti kurumları ile Grek kültür birikimi Bizans’ta bütünleşir. Ayrıca,
bu eski iki zıt anlayışın da düşman olarak gördüğü Hıristiyanlıkla
birleşme sağlanır. Bundan böyle "Hıristiyan Bizans ne putperest sanatından
ne de putperest hikmetinden nefret eder." Böylece, Bizans kilisesi Antik
felsefenin düşünce formunu benimsemiş, bunun tasavvur ve düşüncelerini Hıristiyan
doğma bilgisinin şekillenmesinde kullanmıştır.35

İmdi, Batı medeniyetinin kökenlerinde, Hıristiyan kilisesi aracılığıyla
bağlanmış Greko-Romen (yani Helen) medeniyetinin yer aldığı hususunun altını
çizmek gerekir. Bu medeniyet yerine iki halef bırakmıştır: "Batı
uygarlığı ile onun kardeşi ve çağdaşı Bizans uygarlığı". Bu
medeniyetin selefi ise Ege (Minos, Helas, Miken) medeniyetidir. Batı toplumlarında
yaşayan her insan tarihî geçmişini buralarda görmektedir ve "Grek ve Lâtin
klasikleriyle eğitim görmemiş bile olsa Helen tarihini, kendininki dışında
bütün başka uygarlık tarihlerinden iyi bilir."36

Batı aydınlarının hayranı olduğu bu Eski Yunan dünyasının kültürel
noktadaki bütünleşmesi, politik olarak büyük ölçüde geçerli olmamıştır.
Bu kültürel benzerlik bilinmesine rağmen, bazı maddi ve hatta nefsanî
menfaatler yüzünden savaşmaktan da geri durulmuyordu. Bu çatışmacı kültürün
hakimiyeti sonucunda, medeniyet zarar görmeye başlamış, çözülme aşamasına
gelindiğinde Helen dünyası Roma İmparatorluğu’nun içine girmiş ve böylece
bu dağılma siyasî olarak durmuştur. Dolayısıyla toparlanarak evrensel bir
niteliğe kavuşacak gücü kendinde bulamayan Yunan medeniyeti, Roma’nın içine
nüfuz ederek bu devletin yıkılışına kadar canlılığını devam ettirdiği
ve daha sonra dağıldığı söylenebilir.37

Bütün bu gelişmeler yaşanırken "Hıristiyanlık hem Helen dünyasının
hem de barbar istilacılarının yeni dini oldu." Yani, Hıristiyan
kilisesi, Helen ve Bizans kültürüyle, Roma ve Akdeniz kültürünün taşıyıcısı
oldu. Toynbee’ye göre, Batı ve Bizans uygarlıkları Hıristiyan olmakla Helen
uygarlığından ayrılır. Diğer taraftan Helenizm kültürü, yer aldığı
yeni dini atmosferin içinde uygun görüldüğü kadar yer alabildiğini söylemek
mümkündür.38

Ancak, zamanla başka şekle bürünse de,"Antik Çağ Yunan Kültürü bütün
Batı kültürü içinde bir model oluşturur." Bugün de geçerliliğini sürdürdüğü
bilinen bir çok edebi tür o dönemde ortaya çıkmıştır. Batı felsefesinin
temelleri de o dönemde atılmış ve edebiyat kuramı da bu felsefî çalışmalar
içinde gelişmiştir. "Daha sonraki Batı kültürü, Eski Yunan kültürüyle
bir ‘asıl-kopya’ ilişkisi içindedir. Batı sanat ve felsefesi, iki bin yıl
boyunca, bu ‘asıl’dan fazla uzaklaştığını, ‘sahteleştiğini’ düşündüğünde
hep bir Altın Çağ olarak gördüğü Yunan kültürüne dönmüş, kendi ürünlerini
eski modellere bakarak denetlemiştir."39

Ancak Edgar Morin, Avrupa kültürünü ve medeniyetini meydana getiren, onu
besleyen unsurların birbirleriyle gerçek anlamda uzlaşamadığı kanısındadır.
Bu, esasında çelişik bir altyapının belki de mecburiyetten kaynaklanan uzlaşmasıdır.
Ona göre, "Diyalojik ilke ya da çok mantıklılık ilkesi, iki veya daha
çok sayıda farklı ‘mantığın’ aynı birlik içinde karmaşık (tamamlayıcı,
rekabet ya da aykırılık durumunda) bir biçimde birbirlerine bağlı oldukları
ama, birlik içinde ikiliğin (dualite) yitirilmediği anlamına gelir. Nitekim,
Avrupa kültürünün birliğini yaratan şey, Yahudi-Hıristiyan-Yunan-Roma
sentezi değildir, her biri kendi mantığına sahip olan bu kertelerin, yalnız
tamamlayıcılık değil, bunun yanı sıra rekabet ve aykırılık ilişkileri
içinde bulunmalarıdır."40

Nitekim başka bir medeniyet çizgisi içinde yetişmiş ve daha objektif
bakabilme şansına sahip olan Nursi’nin yaptığı analiz düşündürücüdür.
Ona göre, bir asıldan oluşan Roma ve Yunan’ın hayalî ve maddeperest iki
dehası vardı. Birbiriyle barışık olamayan ve daima mücadeleyi esas alan bu
yapı, asırların geçmesine, gelişen medeniyete ve Hıristiyanlığın birleştirme
gayretine rağmen su ve yağ gibi ayrı durmuşlardır. Bunun yanında, diri bir
şekilde bağımsızlığını korumuşlardır ve "adeta tenasuhla o iki
ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar…"41

2) Sanat ve edebiyat: Yunan kültürünün klasik çağında, "insan ve
insan davranışı" temel ilgi alanı haline gelmiştir. Bu bağlamda dinî
anlayışta da bir değişim yaşanmış ve tanrı tasavvuru başka bir boyut
kazanmıştır. Ayrıca, akılcılık ve ferdiyetçilik de önem kazanmıştır.
Daha sonra gelen Avrupalı sanatçılara resim ve heykelcilik gibi alanlarda
kaynaklık eden birçok çalışmalar yapılmıştır.

Edebiyat alanında çarpıcı gelişmeler sağlanmış, özellikle tragedya,
komedya ve tarih yazıcılığı dalında önemli eserler vücuda getirilmiştir.42
Bunun yanında, felsefî muhtevalı çalışmalar da dahil edildiğinde,
edebiyatta önemli bir dönüşüm yaşanmıştır. Öğrencilerinin hitabetini
geliştirerek ve çeşitli bilgilerle donatarak -siyasette pratik başarı sağlamak
üzere "para karşılığında"- yetiştirmeye çalışan Sofistlerin
yanında, Sokrates gibi, insanları düşünmeye, gerçek değerlere yönlendirmeye
çalışan filozofların diyalogları ve faaliyetleri de edebiyat açısından
ilgi çekicidir.43

V. yüzyıldan önceki dönemde edebiyat henüz ritüelden ayrılmamıştır.
Bunun temelinde, insanla doğa ve tanrılar arasında mitolojik olarak gelişen
ve henüz bozulmamış olan uyum anlayışı yatar. Klasik dönemin,
Aiskhylos’un tragedyalarıyla başladığı kabul edilir. Tragedyaların yaygınlaşması
insanın ferdî ve bağımsız olarak hareket etmesi düşüncesine katkı sağlamıştır.
Diğer taraftan, Roma dünyası içinde Yunan kültürünün etkisi, Stoacı
felsefeyle44 kendini gösterir. Daha sonraki bir aşamada Plotinos’la (MS.
205-270) beraber Platonculuğun Hıristiyan mistisizmiyle kaynaşması söz
konusu olmuştur.45

3) Eski Yunanda mitoloji ve dini inanışlar: Yunanlıların inançlarında çok
tanrılı bir anlayış hakimdi. Bu tarzdaki inanışların ortaya çıkışında,
kainatın bütünlük içinde kavranamamasının etkisi büyüktür. Vahyin
beslediği inancın tersi istikametinde gelişen bu inanç sistemleri, insanların
korkuları, endişeleri, tabiatla mücadeleleri, ümitleri vs. gibi hususların
icbar etmesiyle şekillendiği görülür. Burada bütün politeist inanışların
ortak bir paydası görülmektedir. Bunun, insan zekası ve aklının olgunlaşmasıyla
da ilgili olduğunu söylemekte yarar vardır. Nitekim Hedonistlere göre
ilahlar, sadece süslenmiş, "mefkürevîleştirilmiş" insanlar olup,
Yunan örf ve adetlerine göre hareket etmektedirler.46 Bu, çocukların tanrı
tasavvurunu akla getirmektedir. Örneğin, yetişkinlerin düşünmediği bir
tarzda, olağanüstü bir insan şeklinde tanrı tasavvurları olabilmektedir.
Yetişkinlerin inanç problemleri ve tanrı tasavvurlarının daha farklı bir
şekilde tezahür ettiği görülür.47

Yunanistan’ın klasik döneminden önce oluşan ve şarap ve sarhoşluk (veya
kendinden geçme) tanrısı sayılan Dionysos ya da Bakchos, toplumların inanışlarında
etkiliydi. Ayrıca bundan pek çok filozofun etkilendiği; hatta Hıristiyan
ilahiyatının biçimlenmesinde de bu inanışın payı olduğu düşünülmektedir.
Bu inanışın bir tezahürü olan Bakchos töreniyle, tanrının, "kendini
tanrıyla bir tutan tapınanın bedenine girmesi anlamındaki durumu çıkarmıştır
ortaya."48

Öncelikle bir rahip ve filozof olan Orpheos’un (eğer yaşadıysa) öğretileri
iyice yayılmıştır. Anadolu (daha çok Frigya), Trakya ve Yunanistan
dinlerinin bir karışımı olduğu anlaşılan bu inanış, MÖ. VII. yüzyıldan
başlayarak Yunanistan’a yayılmış ve nihayet Atina’da benimsenmişse de hiçbir
yerde resmi din olamamıştır. Bununla beraber birçok filozof ve şairin üzerinde
etkili olmuştur.49 Bu öğretiyi benimseyenler, ölümden sonra ruhların başka
bir bedende yaşadığına, ruhun dünyadaki yaşayışına göre azap veya
mutluluk içinde olacağına inanırlardı.

İnsan yeryüzü ve gökyüzüne bağlı olduğundan, törenler ve belirli buluşmalardan
kaçınarak ‘arı’ olmayı gaye edinmeliydi. İnsanın, arınmış (saflaşmış)
bir hayatla, gökyüzüne bağlı olan yönü güçlenir, diğer yönü zayıflayarak
sonunda kişi Zeus’tan gelen Bakchos’la kaynaşırdı. Bu inanışa göre törenlerin
amacı insanı tanrılaştırmaktı.50 Ve bunun için çileli bir yol
tutuluyordu. Şarap onlar için Hıristiyanlıkta olduğu gibi sadece bir
simgeydi.51

Diğer taraftan, Eski Yunan dinindeki çok tanrılı (polytheism) anlayışa göre,
mabut olarak bilinen varlıkların ölümsüzlüğüne inanılırdı. Her ilah
değişik bir tabiat gücünü temsil etmekteydi ve görevleri buna göre, adeta
bir işbölümü anlayışı içinde şekillenmişti. Zeus, havadan; Poseidon,
denizlerden; Demeter, hasattan; Hera, evlilikten sorumluydu. Ancak,
"Homeros destanlarıyla birlikte başlıca tanrıların Zeus’un egemenliği
altında Olympos Dağı’nda bir arada yaşadıkları inancı yaygınlaştı."
Ayrıca, güçlü tasavvur edilen başka varlıklara da inanılmaktaydı. Hayvan
kurban etme, dua etme, yıkanma, yere içki dökme, toplu yürüyüş, koşu,
yarışmalar, kehanet, tanrıyı rüyasında görmek için geceyi tapınakta geçirme
vs. gibi tapınma şekilleri vardı.

Yunanistan’a gelen halklar beraberlerinde, "Gök Tanrısı Zeus"la
beraber başka inanışları da getirdikleri gibi, ayrıca, bu bölgede önceden
kalan kültürleri de benimsemişlerdir. Daha doğrusu Yunanlılar (ve daha
sonra Romalılar), yayıldıkları bölgelerdeki tanrı inanışlarını kendi kültürlerine
göre yorumlayarak benimsemişlerdir. Minos kültüründe yer alan tanrıça,
sonraki Yunan tanrıçalarına kaynaklık eder. Her dört yılda bir Batı
Poleponnesos’ta Zeus adına bir şenlik ve olimpiyat oyunları düzenlenirdi.52

Eski Yunan kaynaklarda kainatın yaradılışı, tanrılar arasındaki iktidar mücadelesi,
kurban uygulaması vs. gibi konulardan bahsedilir. Dinî menkıbelerde, tanrıların
doğuşu, kainatın oluşumu, dünyanın yaratılışı, Zeus’un Olympos’ta
egemenlik kurmasıyla sonuçlanan mücadeleler anlatılır. Ayrıca, Zeus’un
tanrıçalar ve ölümlü kadınlarla yaşadığı aşk maceraları ve bunun
sonunda doğan yeni tanrılardan, kahramanlardan ve Zeus’un babasının (Kronos)
iktidarına son vererek tanrıların başına geçmesinden bahsedilir.53

4) Düşünce alanındaki gelişmeler: Eski Yunan toplumları yaşadıkları coğrafyanın
imkanlarını değerlendirerek bir çok eski çağ toplumlarının
birikimlerinden yararlanmayı bilmişlerdir. Eski Yunan felsefesinin, kainatı
akla dayanan yöntemlerle araştırma gayretleriyle, diğer toplumların
fevkinde bir düşünme açılımı meydana getirdiğini bir çok felsefe tarihçisi
belirtmektedir.54 Ayrıca, "Homerci şiirler" şimdiki biçimlerini
aldığı çağda, yani MÖ. VI. yüzyılda, Grek bilim ve felsefesini başlatırlar.55
Ancak bu kültür, mitolojik unsurları da içinde taşımıştır. Bununla
beraber, "İnsanı her şeyin ölçüsü kabul eden, onun yüce uğraşısını
da insanlığın incelenmesi biçiminde tanımlayan" bir kavrayış da söz
konusudur.

Diğer taraftan, Eski Yunan düşüncesinde meydana gelen gelişmelere duygusal
bir şekilde yaklaşılması, maddi temellerinden koparılarak bir mucize gibi görülmesine
yol açmıştır.56 Halbuki, yeni çalışmalar ışığında bunun abartılı
bir bakış açısı olduğu anlaşılmıştır. Sonuç olarak, diğer eski çağ
toplumlarının birikimleri tevarüs edilerek yeni bir sentez ortaya konulduğu
üzerinde durulmaktadır.57

5) Ekonomik gelişmeler: Yunan yarımadasında yaşayan toplumların, arazi şartlarının
elverişsizliğine rağmen, önemli bir medeniyet kurabilmelerini temin edecek
kadar "ürün fazlası" biriktirebilmeleri ilgi çekici bir olaydır.
Yunanlılar, yaşadıkları toprakların iç bölgelerle ulaşımı sağlayacak
ırmaklardan yoksun olmasını kıyılarının elverişli şartlarıyla telafi
etmişlerdir. Bu yapı, onların ticarî alandaki gelişmesine katkı sağlamış
ve bu sayede bazı tarım ürünlerinin yetiştirilmesinde uzmanlaşmışlardır.
Ayrıca, ihraç için endüstri malzemesi imalatına da girmişlerdir. Yabancı
ülkelerin gemicilik, bankacılık gibi hizmetlerini görerek karşılığında
hammadde ve yiyecek almışlar, böylece ekonomilerine canlılık kazandırmışlardır.
Bu faaliyetlerin sonucunda, Yunanlı tüccarlar kendilerini geliştirmişler ve
çağdaşları olan bir çok toplumun önüne geçmişlerdir. Bu bakımdan bazı
yazarlar klasik çağındaki Yunanistan’ı "eski dünyanın fabrikası"
olarak görmüşler ve XIX. yüzyılın Büyük Britanya’sına benzetmişlerdir.58

Yunanistan’ın çağdaşı olan devletlerde üretimin ve servetin fazlası, hükümdar
ve çevresinde yer alan bürokrat ve rahiplerin elinde toplanmakta ve aralarında
pay edilmekteydi. Yunanistan’da ise farklı bir sosyal yapı oluşmuştur.
Sermayenin toprak sahipleri, imalatçılar, tüccarlar, bankacılar ve gemiciler
gibi geniş zümrelerin elinde toplanması, bu geniş kesimlerin kendi sahalarında
uzmanlaşmasına sebep oluyordu. Bunun yanında, birçok kültürle temas imkanı
bulan Yunanlılar yeni kazanımlar elde edebiliyorlardı.59

MÖ. 725-625 tarihleri arasında birçok devletin çatısı altında yaşayan
Yunan toplumları, daha önce tarıma dayalı ekonomileriyle geçimlerini temin
ettikleri halde, nüfusun artışı sebebiyle bu durum ortadan kalkmaya başlamıştı.
Ekonomik sıkıntılar meydana gelince Yunan devletleri farklı mücadele biçimleri
geliştirmişlerdir. Bazıları denizaşırı ülkelerde tarımsal araziler ele
geçirip kolonileştirmişler ve anayurtta artan nüfusu buralara taşımışlardır.
Bu şekilde genişleyen Yunan şehirleri, karakterlerini de korumuşlardır.
Bunun yanında, Sparta gibi bazı güçlü devletler komşularının aleyhinde nüfuzlarını
ve hakimiyet alanlarını genişletme yolunu seçmişlerdir.

Atina, nüfus artışı sorununu önceleri bu tarz yollarla halletme yoluna
gitmemiş ve sosyal patlamaların baskısı altında kalmıştır. Bunu aşmak için,
tarımsal alanda uzmanlaşmaya gidilmiş ve ihracat için mamul mallar üretmenin
çareleri bulunmuştur.60 Bunun yanında, şarap yapımı ve zeytin üreticiliği
köleler vasıtasıyla daha avantajlı bir hale gelmişti. Tarım alanlarında köle
emeğinin kullanılması ve nüfus artışı sebebiyle fakir düşen köylülerin
daha elverişli bölgelere göç etmesi, geride kalanlar için daha rahat bir
ortam meydana getirmişti.61 Yunanlılar, ürünlerini satmak ve hammadde bulmak
gayesiyle -deniz yoluyla- geniş bir alanda faaliyetlerini sürdürebiliyorlardı.
Zaten denizcilikte ileri bir seviyede olan Yunanlılar, daha sekizinci yüzyılda
geliştirdikleri gemileri sayesinde bu başarıyı elde etmişler ve bu sayede
denizcilik alanındaki bilgilerini sürekli artırmışlardır.62

Sonuç olarak, Yunanistan’ın klasik çağında paranın daha fazla kullanılmasıyla,
bankacılıkta ve ticarette gelişme sağlanmıştır. Fiyat sistemi sayesinde,
mallarla, kullanılan madenler arasında böylece bir ilgi kurulmuş oldu. Ayrıca,
ticaretin yanında endüstrinin de önemi arttı. Yunanlıların bu sayede,
ihtiyaç duydukları yiyecek ve hammaddelerin karşılığında verecek bir şeyleri
olmuş ve nüfuslarını beslemişlerdir. Örneğin, yünün hammadde halinden
mamul hale getirilinceye kadar birçok safhasında uzmanlaşmışlardı. Diğer
taraftan madencilikte de bu görülmekte idi ve madenin çıkarılmasında ve işletilmesinde
binlerce köle (V. yüzyılın sonlarına doğru Atina’da yaşayan 300.000 kişinin
üçte birini köleler teşkil etmekteydi) çalıştırılmakta idi.63

6) Ekonomik gelişmelerin sosyokültürel ve siyasî yapıya etkileri: Klasik
Yunan toplumunda iktisadî ve sosyal yöndeki gelişmeler siyasî gelişmelere
yol açmıştır. Kölelerin dışında kalan ve vatandaş konumunda bulunan
bireylerin, yönetime katılmaları temin edilmiş ve bunun sürekliliği
konusunda titizlik gösterilmiştir. Bu sayede siyasî irade mecliste temsil
edilmekteydi.

Şehir devleti açısından tutarlı görünen bu siyasî rejimin altyapısı,
ticaretin gelişmesiyle ve paranın etkin bir şekilde kullanılmasıyla oluşmuştu.
Köle emeğine dayalı üretim şekliyle piyasa için üretim yapılabilmekte
idi (köleliğe dayalı bir üretimin önplana çıktığı bir devrenin ilkçağa
ve Akdeniz bölgesine özgü olduğu bilinmektedir). Bu ekonomik sistemi meydana
getiren sınıf, yani dış dünya ile irtibatlı kesimler, topraklı
aristokrasi karşısında güçlü duruma gelmişti.64 Bu gelişmelerin itici gücüyle
Eski Yunan toplumları için ileri bir adım olarak oluşan siyasî rejim kalıcı
hale gelmişti. Bu da daha sonraki toplumlar için önemli bir siyasî birikim
ve miras teşkil etmekteydi.65

Antik Yunan şehirlerinde kurulan organizasyonlar sayesinde zenginleşen vatandaş
statüsündeki zümreler, kendilerine sanat, edebiyat gibi alanlarda meşguliyetler
bulmaktaydı. Böylece bireyselleşen ve hatta bir mânâda egoistleşen
kesimlerin meydana geldiği şüphesizdir. Zira kölecilik en had safhasına ulaştığından
dolayı, üzerinde tahakküm kurulan belli zümrelerin emeği sömürülerek
elde edilen zenginlikler, üst sınıflara mensup olanlara peşkeş çekilmekteydi.
Bu sınıfsal yapı insanları tevazu içinde yaşamaktan ziyade gurur ve
azamet, yani kibir ve riya içinde yaşayan insanlar haline getirmiştir. Eski
Yunan’ın bilge insanlarının toplumu bu tür vartalardan kurtarmak için gösterdiği
gayretler kayıtlara geçmiştir.

Ancak bu yapıdan kurtulmak hayli zor bir işti. Zira, Atina’da magistralar
(hakimler), jüriler ve meclis üyelerinin gelirleri iki kaynaktan elde
ediliyordu: Köleler vasıtasıyla işletilen maden gelirleri ve emperyalist bir
anlayışla kendilerine hizmetkar edilen toplumlardan alınan haraçlar… Kölelik
o kadar yaygın bir hale gelmişti ki, hemen hemen her işte köle istihdam
edilmekteydi. Ayrıca, vatandaşlık hiçbir şekilde elde edilemeyen kalıtımsal
bir hak durumuna gelmişti.66

Tarihte buna benzer bir örneğe XV. yüzyıldan sonra Avrupa’da rastlanmaktadır.
Rönesans ve Reform hareketlerinden sonra Avrupa’nın dışına açılan
toplumların yürüttüğü koloni hareketleri ve sömürge politikaları, Eski
Yunan yayılmacılığıyla ve iktisat politikalarıyla benzerlik arz
etmektedir. Burada ilgi çekici tarihî tekerrür, kolonileştirme faaliyetleri
ve emeğin sömürülmesidir. Bu politikaları yürüten Batılılar, günümüze
kadar gelen yayılmacı ve sömürgecilik anlayışının da temellerini atmış
oldular. Yayılmacılıklarını meşrulaştırmak için sömürdükleri
toplumları aşağılamışlar, onları çağdışı, barbar olarak nitelendirmişlerdir.
Bu, Antik Yunan’a kadar inen bir karakteristik yapıdır ve bir ahlakî zaafın
eseri olmaktan ziyade, bir sistem sorunudur.67

Eski Yunan toplumunda, vatandaşlık statüsünde olanların, kendi aralarında
sağladıkları dayanışma sayesinde, devleti diğer zümreler aleyhinde
kullandıkları bilinmektedir. Buna benzer bir anlayışın günümüz toplumlarında
da neşvünema bulduğu görülmektedir. Demokrasi kisvesi altında kendini gösteren
bazı oligarşik siyasî sistemler, yirminci yüzyılın, yirmi birinci yüzyıla
en önemli siyasî miraslarındandır. Bir tarafta ezici çoğunluğun
talepleri, diğer tarafta servet sahibi ve elit bir zümrenin doymak bilmeyen
menfaatleri… Bu nefsânî anlayışa dayanan sosyal yapının temellerinin çok
eskilere dayandığı görülmektedir. Yunan medeniyeti ondan önceki veya çağdaşı
durumunda olan medeniyetlerden birçok olumlu hususları aldığı gibi insanın
fıtratını ezen anlayışları da beraberinde bulundurmuş, hatta ötekiler
(barbarlar) anlayışını günümüze kadar miras bırakmıştır. Yani,
Sokrates misali bir halk adamı ve bilge insanın öğretileri ve mirası yanında,
firavun misali birçok tiranın bıraktığı miras da günümüze kadar varlığını
sürdürebilmiştir.

7) Siyasî yapı: Siyasal açıdan hemen hemen bütün Eski Çağ toplumlarında
devletleşme süreci monarşilerin etkisiyle meydana gelir. Ortaya çıkan bir
ailenin etrafında kenetlenen toplum, zamanla diğer zayıf toplulukları bünyesine
katarak bir çekim ve sindirme alanı oluşturur. Bu şekilde kabilelerin
temsili ve yarı temsili kurumları ortadan kaldırılır.

Yunan toplumlarının yaşadığı toprakların dağlık olmasının devlet yapılarını
ve siyasî rejimlerini etkilediği bilinmektedir. Burada kurulan yönetimlerde
vatandaşlık hakları sınırlandırılmıştır. Ege’nin her iki yakasında
meydana gelen bu şehir devletleri, birer müstahkem mevki durumuna sokulduğundan,
bu bölgelerin tek bir elden yönetilmesi adeta imkansız hale gelmişti. Bu şekilde
meydana gelen siyasî yapılar sayesinde, -doğunun monarşilerinde olduğu
gibi- bir kişinin kendine kutsal haklar tanıması engellenmiştir.68

Arkaik dönemde Yunan siyasî teşkilatlanmasının başat iki zıt örneği
Sparta oligarşisi ve Kleisthenes reformlarıyla kurulduğu kabul edilen Atina
demokrasisidir. Diğer taraftan, VII. yüzyılda kıyı şehirlerinde görülen
ve kral soyundan gelmeyen güçlü bir şahsın yönetimi ele geçirmesiyle
meydana gelen tiranlık rejimi, "kamu yönetiminin güçlendiği bir ara aşama
olarak görülebilir." Solon’un reform çalışmalarına rağmen Atina’da
da tiranlık dönemi yaşanmış, ancak, klasik dönemin başlangıcında (MÖ.
V. yüzyıl) demokrasi yönetimine geçilmiştir.

Yunan toplumunda gelişen ve halk idaresi anlamına gelen bu yapı, siyasî yönetim
açısından ilk örneklerden biri olarak kabul edilmektedir. Ancak bu yönetim
biçiminin, günümüzdeki demokrasi teorisine uygun olmadığı da açıktır.
Zira, toplumun ezici çoğunluğunun insanî bir özgürlüğü olmadığı
gibi, toplumun büyük bir kesimini oluşturan kadınların da kamu hayatında
yer almadığı bilinmektedir. Toplumdaki etkinlikleri hayli zayıf olan kadınların
kanun önünde dahi Asurlu ve Babilli hemcinslerinden daha kötü durumda
oldukları bilinmektedir.69

Sonuç olarak, siyasî hayatta aristokratik, oligarşik ve en parlak çağında
demokratik (Perikles dönemi) rejimler Helenistik döneme kadar kendini göstermiştir.
Diğer Eski Çağ toplumlarında bu derece farklı siyasî sistemlerin olmadığı
bilinmektedir. Ayrıca, Atina demokrasisinin günümüzdeki demokrasi anlayışı
ve teorisiyle fazla bir ilgisinin olmadığının altını çizmekte yarar vardır.
Ancak, "devlet kuramının, hem de karşılaştırmalı bir çerçevede
Eski Yunan’da ortaya çıktığı söylenebilir."70


Sonuç

Özetleyecek olursak, Ege medeniyetinin kökleri MÖ. 1200’lere kadar uzanır.
Ancak bu bölgede, MÖ. 3000-1000 yılları arasında meydana gelen kültür
birikimi de bu medeniyetin halefi olarak kabul edilir. MÖ. IX. yüzyılda
kendini hissettirmeye başlayan bu medeniyetin, V. yüzyılda klasik çağına
ulaştığı görülür. Büyük İskender’in fetihleri sayesinde Anadolu, İran,
Mezopotamya ve Mısır gibi Eski Çağ kültürleriyle de kaynaşan Klasik Yunan
medeniyeti, geniş coğrafyalara yayılmıştır. Bununla beraber, Roma
Devleti’nin genişlemesiyle, Yunan kültürünün etkili olduğu bölgeler bu
devletin çatısı altında birleşince yeni bir sentez ortaya çıkmıştır.
Ancak Yunan kültürü her zaman ağırlığını ve farklılığını
hissettirmiştir. Hıristiyanlığın yayılmasından sonra ve bütün Orta Çağ
boyunca bu kültürün zayıfladığı görülmüştür. Antik Yunan kültürü,
Rönesans ve Reform hareketleriyle -yeni bir yorumla- neşvünema bulmuş ve Batı
medeniyetinin tanziminde önemli katkılar sağlamıştır.

Tarihî süreç içinde etkili olan bu medeniyetin kurucuları ve gelişmesine
katkıda bulunanlar, toplumları müspet ve menfi açılardan değişik
mecralara sürüklemişlerdir. Ancak, genellikle müspet yönleri üzerinde
durulduğu, hatta bir takım gayrı insanî tarafların görmezden gelindiği
bilinmektedir. Ayrıca, başka kültürlerin esasları açısından menfi olarak
bilinen hususların dahi müspet olarak lanse edildiği görülmüştür. Peki
bu medeniyet ikliminin insanları nasıl bir halet-i ruhiye içinde
bulunuyorlardı?

Dışardan meseleye yaklaşabilen Mısırlı bir rahibin gözlemleri hayli ilginçtir.
O, Atina’nın yetiştirdiği en büyük devlet adamlarından biri olan Solon’a,
"siz Yunanlılar her zaman çocuksunuz" demiş. Bu tespitin ne derece
doğru olduğu tartışılabilir; ancak anlaşılan odur ki, Yunanlıların inanç
tasavvurunda ve hayat tarzında gençliğe ait hevesler ve ilgiler daha çok
revaçta idi. Gençlik, üretkenliği, savaşçılığı gibi birçok açıdan
dinamizmi simgelemesi sebebiyle üstün tutulmakta idi. İnsanlar yaşlandıkça
bu özelliklerini kaybettiklerinden dolayı "yaşlılık sıkıntı ve
bunaltıcı görünürdü." Sophokles bu durumu şu şekilde dile
getirmektedir: "İnsanın en son nasibi, içinde kötülüğün bütün kötülüğü
barınan, nefret edilecek bir şey olan, mecalsiz, dostluğa yanaşmayan, arkadaşsız
ihtiyarlıktır."71

Gençliğe verilen önem her toplum için geçerli olsa da, bu anlayışın başat
olarak öne çıkarılması insanın bütünlük içinde değerlendirilmesi açısından
yanlışları da beraberinde getirir. Zira, gençlik aynı zamanda toyluğun ve
nefsanî heveslerin insanı kapladığı bir dönemdir. Buna revaç
verilmesiyle, belli değer yargılarının toplumu kuşatması kaçınılmaz
hale gelir. Nefsanî arzuların ön plana geçmesi72 ve ben merkezliliğin
(egoizmin) güçlenmesi, baskı ve zulmü olağan hale getirir. Bununla beraber,
güçlü olanların aralarındaki dayanışma, toplumdaki önemli kesimleri
desteksiz bırakarak yalnızlığa itebilmektedir. Ayrıca, alt sınıflara
mensup olanlar ve hakimiyet kurulan yabancı toplumlar için de hayatın azaba dönüşeceği
açıktır.

Diğer taraftan, Eski Yunan toplumunda gelişen din anlayışına göre, güçlülerin
hakimiyeti vurgulanmaktadır. Ancak güçlüler kendi aralarında meydana
getirecekleri dayanışma sayesinde yapay bir barış oluşabilmektedir. Tanrı
tasavvurlarında da beşeri ilişkilere benzer mücadele biçimleri görülmekte;
tanrılar güçlü ve zayıf olarak tasnif edilmektedir. Örneğin, Zeus, gücü
sayesinde hakimiyetini elde ettiğine inanılmakta idi. Ayrıca, hukukun böyle
bir sosyal yapı üzerinde şekillenmesi, teorik ve pratik olarak, insanları eşit
gören bir düzenin meydana gelmesine engel olmaktadır. İşte, bazı bilge
insanlar bu çarpık yapıyla mücadele etmişler ve neticede ilkeleri uğruna
kendilerini feda etmişlerdi.

Hasılı, hayatın esası, yardımlaşma ve dayanışmadan ziyade bir mücadele
alanı olarak düşünülmüştür Eski Yunan’da. Hatta bu mücadele (savaş)
"bütün iyilik ve kötülüklerin anası" olarak kabul edilmiştir.
Halbuki, İslam’ın tasavvur ettiği toplum yapısında insanlar hayatları
boyunca içiyle barışıktır; ayrıca, toplumda yardımlaşma, dayanışma ve
sorumluluk esas alınmaktadır. Fertler ise gerçek anlamda Allah’a karşı
sorumludurlar ve hareketlerinde İslâm’ın vazettiği kurallar çerçevesinde
kendilerini serbest hissetmekte ve bu sayede ferdî şuura ermektedirler. Ayrıca,
bütün mevcudatın Allah’ın nihayetsiz kudretiyle bir anda yaratılıp inşa
edildiği ve bunun tevhid anlayışı içinde düşünüldüğü bilinmektedir.
Bu bakımdan Eski Yunan medeniyetinin ortaya koyduğu inanç ve toplum
tasavvuruyla, İslâm’ın ortaya koyduğu inanç ve toplum tasavvuru birbirine
tamamen aykırı durmaktadır.

Fârûkî, İslâm’ın inanç sisteminin esasını incelerken bütün eski çağ
toplumlarında mevcut olan çok tanrılı anlayışı ve buna bağlı olarak
gelişen inanç biçimlerini tevhid anlayışıyla mukayese etmektedir. Ona göre,
tevhid, Sufizm ve Hinduizm’in inançlarıyla ve bunun tam tersi görüşler
ileriye süren Mısır, Yunan ve Taoist görüşlerle çelişir. Bunlara göre,
"Yaratıcı’nın varlığı dünyanın varlığı içinden eritilmiştir. Mısır,
Tanrı’nın aslında Firavun, ve baharda yetişen uzun çimen yaprakları ve
suyu ve yatağı ile Nil nehri ve sıcaklığı ve ışığıyla güneş olduğunu
öne sürerken, antik Greko-Romen medeniyeti Tanrı’nın bir anlamda onu tabiatın
üstünde yücelten fakat bir anlamda da tabiatta her yerde mevcut olarak görülen
insan tabiatı veya kişiliği olduğunu söyler." Her iki durumda da yaratıcı,
yarattıklarıyla karıştırıldığından bu görüşler tevhid inancına aykırıdır.73

Aynı şekilde, İslâm tefekkürü çerçevesinde önemli eserlerin altında
imzası bulunan Nursi, Kadim Yunan medeniyetinin beslediği bir kültürün İslam
kültürüyle temel meselelerde uzlaşmasına imkan olmadığı hususunun altını
çizmektedir. Ona göre; aslı, madeni, ortaya çıkışı; yani özü başka çeşit
olan bir medeniyetin, Kur’an’ın hakikatleriyle birleşmesine imkan yoktur.74 Hıristiyanlığın
dahi Yunan ve Roma medeniyetiyle imtizacı mümkün olmadığı halde, "şeriatın
ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir
vakit mezc olmaz, bel’ olunmaz… Alem-i İslam’ın şu medeniyete karşı
istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ızdırabı cây-ı dikkattir
[dikkat edilecek noktadır]. Zira istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz
olan şeriattaki İlahi hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz,
imtizaç etmez, bel’ olunmaz, tâbi olunmaz."75

Yine Nursi’ye göre, İslâm’ın ortaya koyduğu dinî düşüncenin hayata geçirildiği
dönemlerde medenî açıdan birçok gelişmeler kaydedilmiş ve sair
medeniyetlere üstadlık edecek derecede değerler yetişmiştir. Bu realite başka
dinler açısından bilakistir. Bu tespitlerde, ağırlıklı olarak zihniyet dünyası
akla gelmektedir. Buna göre, "kader-i ezeliyenin bir remzi" olarak
peygamberlerin Doğu toplumlarında ortaya çıkması, farklı bir zihniyet dünyasının
oluşumuna delalet etmektedir. Dolayısıyla birçok açıdan geri kaldığı düşünülen
İslâm dünyasını ayağa kaldıracak sağlam dayanak, İslâmiyet’ten başka
bir şey olmayacaktır. Bu noktadan bakıldığında, Batı’nın oluşumu ve
hareket noktasıyla ayrı düşünce iklimleri söz konusudur. Doğu’daki bu
zeminin bozulması halinde gerçek anlamda bir dönüşümün olması zordur.
Batı’dan yararlanmak için işin özünü kaybetmeden bir yol tutturulması
gerekmektedir.76

Nitekim Meriç’te bu gerçeğe işaret etmektedir: "Doğu bütün
vahiylerin kaynağı, … peygamberler Asya’nın çocuğu, yorumcular Avrupa’nın."
Ve bu farklı dünyalar "aynı söz’ün yankısı" olarak, hakikati bu
farklı kanallardan ararlar…77 Diğer taraftan, maddi başarıları uygarlık
olarak görüp bütünüyle buna bağlı hareket etmek yanlıştır. Ancak medenî
toplumların zihnî alışkanlıkları fert ve toplumu mükemmelleştirmeye yöneltecek
bir yeteneğe eriştiğinde medeniyetten söz edilebilir.78

Yunan Medeniyetinin varisi olan çağdaş Batı medeniyetinin sadece bir unsuru
durumunda olan Hıristiyanlık, kendi başına bir medeniyetin kurucusu olma
imkanını bulamamıştır. Yayıldığı alanlardaki eski medeniyetlerin, özellikle
çok tanrılı bir anlayışa mensup olan Grek ve Roma medeniyetinin
"sonradan katılma unsuru" olmuştur. Başlangıcında bu inançlar ve
mevcut toplumsal sistemlerle çatışmış, ancak daha sonra uzlaşarak bu
medeniyetlerin bir unsuru haline gelip safiyetini yitirmiştir. Ayrıca bu yeni
anlayış da eskiyi zayıflatmış, hatta yıkılışını hazırlamıştır.
Orta Çağ’ın sonlarına doğru, yani Rönesans’la beraber yeniden Grek ve Roma
kültürüne dönülmüştür. Böylece, bu eski medeniyetler dünyevileşmenin
dinamosu olarak Hıristiyanlığın önüne geçmiştir.79

Bununla beraber bugünün Batı dünyasında Hıristiyanlığı Helenistik
etkiden arındırmanın çareleri aranmaktadır. Bu arzunun sebebinin, Hıristiyanlar
açısından en önemli sorunların başında gelen "Tanrı problemi"
olduğu bilinmektedir. Zira, çağdaş ateizmi doğuracak derecede bir zeminin
varlığı, ilk gelişim yıllarında Hıristiyanlığın Helenistik kalıba dökülmesine
kadar dayandırılmaktadır.80

Sonuç olarak şu suali sormakta yarar vardır: Eski Yunan mirasının üzerinde
şekillenen Batı medeniyeti, insanlığın (milyarlarca insanın) huzur ve güvenini
temin edebildi mi? Buna olumlu cevap vermek mümkün değildir. Sezai Karakoç’un
şu ifadelerine katılmamak mümkün değildir: "Tarlanın ortasında acı
sular çıkmış, kuvvete, gerçeğe değil, propagandaya, kalbe ve ruha değil,
beyin yıkamaya, hakikat inancına değil, şahıs kültüne dayanan ve adeta kıyametten
haber veren bu cehennemi ideolojiler ve şurada burada insan öldürmeyi, kitle
kırmayı marifet sayan irili ufaklı benzerleri, Batı medeniyetinin temelde içine
düştüğü moralsizlik, maneviyatsızlık ve yıkımın zakkum tipi yemişlerinden
başka bir şey değildir."81

Dipnotlar

1. Cemil Meriç, Bu Ülke, İstanbul: İletişim Yayınları, 1985, s. 111.

2. Meriç, 116.

3. Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve Modern İnsanın Çıkmazı, Çeviren: Ali
Ünal, İstanbul: İnsan Yayınları, tarihsiz (Londra, 1975), s. 225.

4. Oswald Spengler, Batının Çöküşü, İstanbul: Dergah Yayınları, 1978,
s. 28-29.

5. Said Nursi, "Sünuhat", Risale-i Nur Külliyatı, c. II, İstanbul:
Yeni Asya Yayınları, 1996, s. 2048, 2049.

6. Nasr, 219.

7. Oktay Sinanoğlu, Bir Nev-York Rüyası "Bye-Bye" Türkçe, İstanbul:
Otopsi, 2002 s. 150.

8. Vatanî görevimi yaptığım tarihte (1991), yazma fırsatı elde edebildiğim
notlarımdan şu bölümü nakletmek isterim: "Uzaktan … Tepesi görülüyor.
Tepenin eteklerinden yukarıya doğru uzanan beton sütunlar: Ruhsuz bir şehitler
abidesi… Bu abideyi geçen Pazar günü ziyaret etme imkânı buldum. Doruk
noktasına dört yüzün üzerinde basamakla çıkılıyor. Sağda ve solda
beton sütunlar yer alıyor; yol gittikçe daralıyor ve sütunlar da ters orantılı
olarak uzuyor. Heyecansız tırmandım bu yapmacık tepeyi. Tepenin üzerinde
yer alan müzeyi gezdim. İsmi müze ama müze için gerekli olan antika eşyalar
az. Ancak bunun yine de önemi olmazdı İstiklâl Harbi’nin ruhu ortaya
konulabilseydi. Sanki İon harabelerindeki duvarların kabartmaları taklit
edilmiş. Şehitlerimizin hatıralarını yaşatmak için, antik bir kültür
baz alınabilir mi? Bunu taktir edebilmek için o kadar uzun boylu düşünmeye
gerek yok sanırım… Hasılı, aziz şehitlerin hatırasına hürmeten orada
bulunan deftere hislerimi yazmaya çalıştım. Ancak, anıttan döndükten
sonra şehitliğe gidip fatiha okumayı unutmadım. Herhalde en doğru hareket
de bu idi" (Nazmi Eroğlu, Notlar, yayınlanmamış).

9. Shepard B. Clough, Uygarlık Tarihi, Çeviren: Nihal Önol, İstanbul: Varlık
Yayınevi, 1965, 76, 78; J. Gabriel Leroux, İlk Akdeniz Medeniyetleri, Çevirenler:
Cevdet Perin, Mithat Perin, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1944, s. 44-47.

10. Leroux, 12-43.

11. A. W. F. Blunt, Batı Uygarlığının Temelleri, Çeviren: Prof. Dr. Phil.
Müzehher Erim, İstanbul Üniversitesi Yayınları, 4-6; Clough, s. 66.

12. Bertrant Russell, Batı Felsefesi Tarihi, Çeviren: Muammer Sencer, İstanbul;
Say Kitap Pazarlama, 1983, s, 15.

13. Arif Müfit Mansel, Ege ve Yunan Tarihi, TTK. 1984, s. 29-58; Blunt, 1-2.

14. Russell, 14.

15. Clough, 65-69; Mansel, 123-127; AnaBritannicca, c.XXXII., İstanbul: Ana Yayıncılık,
1994, s. 283-284.

16. Arnold Toynbee, Tarih Bilinci, İtanbul: Bateş Yayınları, 1978, s. 42.

17. Mansel, 155-171.

18. Mansel, 158-160.

19. 15. Yüzyıldan itibaren Avrupa’dan, başta Amerika olmak üzere, birçok ülkeye
yapılan göçlerin ve buna bağlı geliştirilen yayılmacı politikaların
Eski Yunan kolonileştirme hareketleriyle benzerlik arz ettiği görülmektedir.

20. Mansel, 161-171.

21. Mansel, 297-310.

22. Mansel, 314-327; AnaBritannica, 284.

23. Blunt, 8-9, 38-46; Z. F. Fındıkoğlu, Ahlâk Tarihi, İkinci Kitap, İstanbul:
Gençlik Kitabevi, Tarihsiz, s. 6; AnaBritannica, 284.

24. Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu, Çevirenler: Mete Tunçay, Alaaddin Şenel,
İstanbul: Alan Yayıncılık, 1982, s., 155, 156.

25. Christopher Dawson, Batının Oluşumu, Türkçesi: Dinç Tayanç, İstanbul:
Dergah Yayınları, 1976, s., 25.

26. Gilbert Muray, Yunan Medeniyeti Niçin Ebedidir?.., Çeviren: Osman Derinsu,
İstanbul: Güzel Sanatlar Akademisi Neşriyatından, 1940, s. 3-6.

27. Teoman Duralı, Felsefe-Bilime Giriş, İstanbul: Cantay Kitabevi, tarihsiz,
s. 72-76.

28. Yazar, üç unsurun ana hatlarıyla çağdaş Avrupa medeniyetine olan katkılarını
şu şekilde ortaya koymaktadır: "Avrupa Yunanistan’a neler borçludur?
Belirli bir insan ve toplum kavramının biçimi ve ana çizgilerini. Ya Roma
ile İmparatorluğuna? Siyasal ve hukuksal bir kavram, bir çerçeve; ve her ne
kadar imperium Avrupa’yı yaratmamışsa da, onu hazırlamıştır. Hıristiyanlığa
ne borçludur peki? Bir uygarlığın ruhunu ve özünü." (Claude Delmas,
Avrupa Uygarlık Tarihi, Çeviren: Nihat Önal, İstanbul: Varlık Yayınevi,
1973, s. 5, 7).

29. Russell, 11.

30. Childe, 146.

31. Russell, 12.

32. Dawson, 23, 24.

33. Toynbee, 11.

34. Toynbee, 44.

35. George Orstrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, Türkçeye çeviren: Fikret Işıltan,
TTK., 1986, s. 29-30.

36. Toynbee, 55.

37. Toynbee, 58.

38. Toynbee, 59-61.

39. AnaBritannica, 278.

40. Edgar Morin, Avrupa’yı Düşünmek, İstanbul: AFA Yayıncılık, 1988, s.
29.

41. Said Nursi, "Sünuhat", 2049; "Lemaat", Risale-i Nur Külliyatı,
c. I, İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1996,

s. 327.

42. AnaBritannica, 278-284.

43. Alfred Weber, Felsefe Tarihi, Çeviren: Vehbi Eralp, İstanbul: Sosyal Yayınları,
1991, s. 38-45.

44. Görev kavramının öne çıkarıldığı ve insan hayatında düzene ve sükûnete
ulaşılabileceğini savunan felsefi akım. Atina’da Kıbrıslı Zenon tarafından
kurulan (MÖ. 300) bu akıma göre iyi ve kötü; erdem ve erdemsizlikle
ilgilidir.

45. AnaBritannica, 278-284.

46. Fındıkoğlu, 19.

47. Weber, 10.

48. Russell, 20, 21.

49. Mansel, 222-223.

50. Russell, 22.

51. Russell, 24.

52. Kaynağını buradan alan ve Batı Medeniyeti’nin bütün dünyaya kabul
ettirdiği Olimpiyat oyunlarının günümüzün en önemli etkinliklerinden
olduğu bilinmektedir.

53. Mansel, 139, 215-217, 339-340; AnaBritannicca, 374-375; Avliyao Ferraro,
Medeniyet-i Kadîmenin Zevâli, Tercüme eden: Ziya Gevher, İstanbul: Matbaa-i
Amire, 1339, s. 7.

54. Weber, 3.

55. Russell, 18.

56. Bu konuda belli tarihlerde kaleme alınan eserlerde büyük bir hayranlık
ve indirgeme söz konusudur. Hatta bu görüşlerde o kadar ileri gidilmiştir
ki, bu medeniyetin neredeyse kendi kendine bir mucize eseri olarak zuhur ettiğine
kanaat getirilmiştir. Muray’ın küçük hacimli eseri bu hayranlığa çarpıcı
bir örnektir (Gilbert Muray, Yunan Medeniyeti Niçin Ebedidir?.., Çeviren:
Osman Derinsu, İstanbul: Güzel Sanatlar Akademisi Neşriyatından, 1940, s.
3-6.).

57. AnaBritannicca, 282.

58. Clough, 73.

59. Clough, 74; Bazı Batılı mütefekkirler gibi Nursi de, Avrupa medeniyetini
meydana getiren şartları ortaya koyarken benzer noktalara temas etmektedir. Bu
değerlendirmelerinde Klasik Yunan medeniyetini meydana getiren ortamın
izlerini görmek mümkündür. Ona göre, nüfusun yoğun ve hareket halinde
olduğu bir ortamda insanların sanata ve ilime meyletme arzuları güçlenir ve
neşvünema bulur. Dünyanın diğer kıtalarına oranla daha küçük bir
araziye sahip olan Avrupa’nın coğrafî konumu sebebiyle, işbölümü ve
ticaret gelişmiş, böylece karşılıklı münasebetler sonucunda birçok
alanda birikim meydana gelmiştir. Bunun yanında rekabetin oluşması sayesinde
sosyoekonomik alanda bir nevi yarış meydana gelmiştir… Ayrıca, demir
madeninin yoğunluğu ve bunun işletilmesiyle dünyanın diğer bölgelerine
nazaran dengesiz bir güç meydana gelmiştir (Said Nursi, "Sünuhat",
2053).

60. Toynbee, 42.

61. Clough, 79-80.

62. Clough, 83.

63. Clough, 85-88.

64. Mansel, 173-214; Blunt, 4-6, 9.

65. Toynbee, 42.

66. Childe, 141.

67. Mansel, 173-214; Blunt, 4-6, 9.

68. Clough, 78.

69. Childe, 141; AnaBritannica, 284.

70. AnaBritannicca, 282.

71. Blunt, 58.

72. Örneğin Hedonistler, nefse hakim olmanın yolunu, nefsi emmareyi yaşamakla
mümkün olacağını düşünmüşlerdir. Vahiy dinlerine göre nefsin esiri
olmak anlamına gelen bu hayat tarzının, onların nazarında, güçlülüğü
ve cesareti simgelemesi dikkat çekicidir. Diğer taraftan, Epikür’ün hayvanla
insan arasında sık sık ayniyet kurması, insanı "eşref-i
mahlukat" olarak göremeyen bir düşünce yapısının Eski Yunan’da kökleşmiş
olduğunu ortaya koymaktadır (Fındıkoğlu, 20, 24).

73. İsmail el-Fârûkî, Luis Lamia el-Fârûkî, İslâm Kültür Atlası, Çeviri:
Mustafa Okan Kibaroğlu, Zerrin Kibaroğlu, İstanbul: İnkılâp Yayınları,
1999, s. 106; Fındıkoğlu, 37.

74. Nursi, "Lemaat", 327.

75. Said Nursi, "Sünuhat", 2049.

76. Nursi, "Sünuhat" , 2047.

77. Cemil Meriç, Bir Dünyanın Eşiğinde, İstanbul: Ötüken Neşriyat,
1979, s. 277.

78. Albert Schweitzer, Uygarlık ve İnsanlık, Türkçesi: Tüten Anğ, Haluk
Coşkunkan, İstanbul: Yankı Yayınları, 1969, s. 11.

79. Sezai Karakoç, Çağ ve İlham IV, İstanbul: Diriliş Yayınları, 1986,
25; Toynbee, 59-61; Ostrogorsky, 29-30; Edward Gibbon, Roma İmparatorluğu’nun
Gerileyiş ve Çöküşü Tarihi, c. I, Çeviren: Asım Baltacıgil, İstanbul:
Bilim/Felsefe/Sanat Yayınları, 1987, s. 526-528.

80. S. Nakib Attas, İslâm, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, Türkçesi:
Mahmut Erol Kılıç, İstanbul: İnsan Yayınları, 1995, s. 30-32.

81. Karakoç, 26.