Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı kelimetullahı ilân
ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf;
medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin
iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâm’ın şahs-ı mânevîsi,
o kat’î emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.

Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyet’in terakkisi, düşmanın taassubunu
parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def etmek, silâhla, kılıçla
olmuş. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki
ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.

Biliniz ki, bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan
iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar o
seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip malımızı harap
ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları
iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i
umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip
öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki
İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü
pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.

Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden,
belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye
kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerle
kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle, Asya medeniyetinin
galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe
edecektir.

Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevî
terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi
istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz
ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle
zannediyorsunuz ki, "Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır.
Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu" diye
pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz.

Mâdem meylülistikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten
derc edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet
kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatîatına
kefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşaallah.

Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı
birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor.
Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış
ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden
sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı
olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde
hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz.


Hutbe-i Şamiye, s. 41-43.

İkinci Sual: Sen eskide şarktaki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit
onları medeniyet ve terakkiyâta çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır
medeniyet-i hâzıradan "mimsiz" diyerek hayât-ı içtimâiyeden çekildin,
inzivâya sokuldun? Elcevap: Medeniyet-i hâzıra-i Garbiye, semâvî kànun-u
esâsîlere muhâlif olarak hareket ettiği için séyyiâtı hasenâtına; hatâları,
zararlari fâidelerine râcih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakikî olan
istirahat-i umumiye ve saadet-i hayât-ı dünyevîye bozuldu. İktisat, kanaat
yerine, israf ve sefâhet; ve sa’y ve hizmet yerine, tembellik ve istirahat
meyli galebe çaldığından bîçâre beşeri hem gàyet fakir, hem gàyet
tembel eyledi. Semâvî Kur’ân’ın kànun-u esâsîsi;


1

fermân-ı esâsîsi ile beşerin saadet-i hayâtiyesi iktisat ve sâ’ye
gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avâm tabakası birbiriyle barışabilir
diye Risâle-i Nur bu esâsı izâhına binâen kısa bir iki nükte söyleyeceğim.

Birincisi: Bedevîlikte beşer, üç-dört şeye muhtaç oluyordu. O üç-dört
hâcâtını tedârik etmeyen, on adette ancak ikisi idi. Şimdiki Garp
medeniyet-i zâlime-i hâzırası, sû-i istimâlât ve isrâfât ve hevesâtı
tehyic ve havâyic-i gayr-ı zarûriyeyi, zarûrî hâcatlar hükmüne getirip;
görenek ve tiryâkilik cihetiyle şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu
dört hâcâtı yerine yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcâtı
tam helâl bir tarzda. tedârik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. On sekizi
muhtaç hükmünde kalır.

Demek, bu medéniyet-i hâzıra, insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde
beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçâre avâm ve havas
tabakasını dâimâ mübârezeye teşvik etmiş.

Kur’ân’ın kànun-u esâsîsi olan vücûb-u zekât ve hurnet-i ribâ vâsıtasıyla
avâmın havasa karşı itaatını ve havasın avâma karşı şefkatini temin
eden o kudsî kànunu bırakıp burjuvaları zulme, fukarâları isyâna sevk
etmeye mecbur etmiş. İstiráhat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber etti.

İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hâzıranın hârikaları beşere birer nîmet-i
Rabbâniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat beşerde istimâli iktizâ
ettiği halde, şimdi görüyoruz ki, ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe
ve sefâhete sevk ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesâtı
dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsızlık ve
iktisatsızlık yolu ile sefâhete, israfa, zulme, harama sevk ediyor. Meselâ:
Risâle-i Nurdaki Nur Anahtarının dediği gibi, radyo büyük bir nîmet iken,
masláhat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir mânevî şükür iktizâ ettiği
halde; beşte dördü hevesâta, lüzumsuz malâyanì şeylere sarf edildiğinden
tembelliği radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini kırıyor.
Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ, çok menfaatli olan bir kısım hârika
vesâit, sa’y ve amel ve hakikî maslahat, ihtiyâcât-ı beşeriyeye istimâl lâzım
gelirken-ben kendim gördüm-ondan biri ikisi zarûrî ihtiyâcâta sarf
edilmeye mukàbil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur
ediyor. Bu iki cüz’i misâle binler misaller var.

Elhâsıl: Medeniyet-i Garbiye-i hâzıra, semâvî dinleri tam, dinlemediği için,
beşeri hem fakir edip ihtiyâcâtı ziyâdeleştirmiş; iktisat ve kanaat esâsını
bozup israf ve hırs ve tama’ı ziyâdeştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.
Hem beşeri vesâit-i sefâhete teşvik etmekle; o bîçâre beşeri tam
tembelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesâta, sefâhete
sevk edip ömrünü fâidesiz zâyi ediyor. Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri,
hasta etmiş. Sû-i istimâl ve isrâfat ile yüz nevi hastalığın sirâyetine,
intişârına vesîle olmuş. Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefâhet ve
ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hûstalıklar ve dinsizlik
cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılması ile intibâha gelip uyanmış
beşerin gözü önünde ölümü idâm-ı ebedî sûretinde gösterip, her
vakit beşeri tehdit ediyor. Bir nevi Cehennem azâbı veriyor. İşte bu dehşetli
musîbet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin dört yüz milyon talebesinin
intibâhıyla ve içinde semâvî, kudsî kànun-u esâsîleriyle, bin üç yüz
sene evvel gösterdiği gibi yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esâsî kànunlarıyla
beşerin bu üç dehşetli yarasını tedâvi etmesini; ve eğer yakında kıyâmet
kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayât-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayât-ı
uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü idâm-ı ebediden çıkarıp âlem-i
nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehâsini
seyyiâtına tam galebe edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu gibi, dinin bir kısmını,
medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki
medeniyeti ona, o semâvî kànunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini,
Kurân-ı Mu’cizü’l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi,
Rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.


Hutbe-i Şamiye, s. 155-159

Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbâr-ı hevâkâr-ı dehâdâr / De’b-i
edeb-i ebed-müddet-i Kur’ân-ı ziyâbâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr

Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnut eden bir hâlet, çocukça
bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, Onları eğlendirmez. Bu
hikmete binâen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam
beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır
edebiyat, romanvâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-i haşmeti
göremez, hem tadamaz. Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır
üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz. Ya aşkla hüsündür,
ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabânî edebse, hamâset
noktasında hakperestliği etmez. Belki zâlim nev-i beşerin gaddarlıklarını
alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında
aşk-ı hakiki bilmez. Şehvetengiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i
hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî sûretinde bakmaz, Bir sıbga-i
Rahmânî sûretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor,
hem ondan da çıkamaz. Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik
hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz. Yine ondan gelen,
dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâtına, o edebsizlenmiş edeb müsekkin,
hem münevvim, hakiki fayda vermez. Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış.
Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvât. Meyyit hayat
veremez. Hem tiyatro gibi tenâsuhvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları
gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz
takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi kàrie ihtar eder. Zâhiren
der: "Sefâhet fenadır, insanlara yakışmaz." Netice-i muzırrayı gösterir.
Halbuki sefâhete öyle müşevvikàne bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır,
akıl hâkim kalamaz. İştihâyı kabartır, hevesi tehyic eder; his daha söz
dinlemez. Kur’ân’daki edebse, hevâyı karıştırmaz. Hakperestlik hissi, hüsn-ü
mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de
aldatmaz. Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir san’at-ı İlâhî, bir
sıbga-i Rahmânî noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz. Mârifet-i Sâniin
nurunu telkin eder, her şeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün
de veriyor; fakat birbirine benzemez. Avrupazâde edebse, fakdü’l-ahbabdan,
sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez. Zîrâ
sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemâne aldığı bir hiss-i hüzn-ü
gamdâr. Âlemi bir vahşetzâr tanır; başka çeşit göstermez. O sûrette gösterir,
hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabânîler içinde koyar, hiçbir ümit
bırakmaz. Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhâda kadar gider,
ta’tîle kadar yol verir. Dönmesi müşkül olur; belki daha dönemez. Kur’ân’ın
edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkàne hüzündür, yetimâne değildir.
Firâku’l-ahbabdan gelir; fakdü’l-ahbabdan gelmez. Kâinatta nazarı, kör
tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli bir san’at-ı İlâhî onun medâr-ı
bahsi. Tabiattan bahsetmez. Kör kuvvetin yerine, inâyetli, hikmetli bir
kudret-i İlâhî ona medâr-ı beyân. Onun için, kâinat vahşetzâr sûret
giymez. Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbab. Her
tarafta tecâvüb, her cânibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez. Her köşede
istînâs, o cemiyet içinde mahzunu vaz’ ediyor bir hüzn-ü müştakàne; bir
hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez. İkisi birer şevki de verir. O
yabânî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt;
ruha ferah veremez. Kur’ân’ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî
verir. İşte bu sırra binâen, şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) lehviyâtı
istemez. Bâzı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip;
demek hüzn-ü Kur’ânî veya şevk-i tenzilî veren âlet zarar vermez. Eğer hüzn-ü
yetimî veya şevk-i nefsânî verse, âlet haramdır. Değişir eşhâsa göre;
herkes birbirine benzemez.


Sözler, s. 675-677.

"Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i
mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.
Galip olsaydık, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye,
belki daha şedîdâne kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimâne, hem
tabiat-ı âlem-i İslâm’a münâfi, hem ehl-i imânın ekseriyet-i mutlakasının
menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsaydık,
âlem-i İslâm’ı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecektik.
Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta
merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvasıyla
mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, mânen
vahşî bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecektik."

Meclisten biri dedi: "Neden şeriat şu medeniyeti2 reddeder?"

Dedim: "Çünkü, beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i
istinadı kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür. Hedef-i kastı menfaattır. O
ise, şe’ni tezahumdur. Hayatta düsturu, cidaldir. O ise, şe’ni tenazudur.
Kitleler mabeynindeki rabıtası, âhari yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî
milliyettir. O ise, şe’ni böyle müthiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, hevâ
ve hevesi teşcî ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise, şe’ni
insaniyeti derece-i melekiyeden, dereke-i kelbiyete indirmektir. İnsanın
mesh-i mânevîsine sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına
çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale
gelir.

"İşte, onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate,
şekavete atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne
beyne bırakmış. Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i
kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal
ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.

"Hem serbest hevânın tahakkümüyle, havâic-i gayr-ı zaruriye havâic-i
zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken,
medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y, masrafa kâfi gelmediğinden,
hileye, harama sevk etmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir.
Cemaate, nev’e verdiği servet, haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir ahlâksız
etmiştir. Kurun-u ûlânın mecmu vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!

"Âlem-i İslâmın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk
davranması ve kabulde ıztırabı câ-yı dikkattir. Zira istiğna ve istiklâliyet
hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehâsıyla
aşılanmaz, imtizaç etmez, bel’ olunmaz, tâbi olmaz.

"Bir asıldan tev’em olarak neşet eden eski Roma ve Yunan iki dehâları,
su ve yağ gibi mürur-u a’sâr ve medeniyet ve Hıristiyanlığın temzicine çalıştığı
halde, yine istiklâllerini muhafaza, âdetâ tenasuhla o iki ruh şimdi de başka
şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac
olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan
Roma dehâsıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’ olunmaz."

Dediler: "Şeriat-ı garrâdaki medeniyet nasıldır?"

Dedim: "Şeriat-ı Ahmediye’nin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği
medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişâından inkişaf edecektir.
Onun menfi esasları yerine, müspet esaslar vaz’ eder.

"İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adalet ve tevazündür.
Hedef de, menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecazüptür. Cihetü’l-vahdet
de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe’ni
samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür.
Hayatta düsturu, cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe’ni ittihad ve tesanüttür.
Hevâ yerine hüdâdır ki, şe’ni insaniyeten terakkî ve ruhen tekâmüldür.
Hevâyı tahdit eder; nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun
hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.

"Demek, biz mağlûbiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve
cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa, İslâm’dan
doksan, belki doksan beştir.

"Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayt veya muarız kalmakla
hem istinatsız, hem bütün emeğini heder, hem onun istilâsıyla istihaleye mâruz
kalmaktan ise, âkılâne davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip, kendine hâdim
kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl
ki, düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

"Şu iki cereyan birbirine zıt, hedefleri zıt, menfaatleri zıt olduğundan;
birincisi dese "Öl," diğeri diyecek "Diril." Birinin
menfaati zarar, ihtilâf, tedennî, zaaf, uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin
menfaati dahi kuvvetimizi, ittihadımızı bizzarure iktiza eder.

"Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı.
Garp husumeti, İslâm’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir
sebeptir; bâki kalmalı."

Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.

Dediler: "Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek
gür sada İslâm’ın sadası olacaktır!"

Tekrar biri sordu: "Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın
mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti?
Musibet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız
nedir?"

Dedim: "Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât,
savm, zekât. "Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için
Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat
talim, meşakkat, tahrikle bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay
oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç
tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl
ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı.

"Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu
olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek
hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi."

Yine biri dedi: "Bir âmir, hatayla felâkete atmışsa?" Dedim:
"Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdarın hasenatı
verilecektir; o ise hiç hükmünde. Veya hazine-i gayp verecektir. Hazine-i
gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir."

Baktım, meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, elpençe yatakta
oturmuş, kendimi buldum. O gece böyle geçti.

Aynı gün, pür-ümit, başka ve dünyevî bir meclise gittim. Dünyevîler
dediler:

"Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?"

Dedim:

"Evet, İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır.
Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz.
Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz
kendimizden hayal edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz.

"Madem ki menba Avrupa’dadır. Gelen cereyan ya menfî veya müspettir.
Menfîye kapılan harf gibi:
3 yahut
4 tarif edilir. Demek bütün harekâtı,
bizzat hariç hesabına geçer. Çünkü iradesi hükümsüzdür. Hulûs-u
niyeti fayda vermez. Bahusus, menfî iki cihet-i zaafla hariç cereyanın
kuvvetine bir âlet-i laya’kıl olur.

"Diğer müspet cereyan ise ki, dahilden muvafık şeklini giyer. İsim
gibi
5’dir. Hareketi kendinedir. Tebai haricedir. Lâzım-ı mezhep, mezhep
olmadığından, belki muahez değil. Bahusus iki cihetle kuvveti, hariç
cereyanın müspet ve zaafına inzimam etse, harici kendine âlet-i lâyeş’ur
edebilir."


Sünuhat, s. 57-65.

İhtiyaç medeniyetin üstadıdır.


Sünuhat, s. 74.

Şu zamanın medenî engizisyonu müthiş bir vesileyle, bazı ezhanı telkih
ile, bir kısım nâmeşru evlâdını vücuda getirip, İslâmiyet’e karşı
kinini ve hiss-i intikamını icra eder. Diyanetsizliğe veya laubaliliğe veya
Hıristiyanlığa temayüle veya İslâmiyet’ten şüpheyle soğutmaya bir kapı
açmak ister.

İşte o desise şudur: "Ey Müslüman, bak nerede bir müslim varsa
binnisbe fakir, gafil, bedevîdir. Nerede Hıristiyan varsa, bir derece medenî,
mütenebbih ehl-i servettir, demek…" İlâ âhir.

Ben de derim ki:

Ey Müslüman! Biri maddî, biri mânevî, Avrupa rüçhanının iki sebebinin
şu netice-i müthişiyle, o neticenin tesir-i muharribanesine karşı,
mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyet’ten elini gevşetme, dört elle sarıl.
Yoksa mahvolursun!

Evet, biz aşağıya iniyoruz, onlar yukarıya çıkıyor. Bunun iki sebebi vardır.
Biri maddî, biri mânevîdir.

Birinci Sebep: Umum Hıristiyanın kilisesi ve mâden-i hayatı olan Avrupa’nın
vaziyet-i fıtriyesidir. Zira dardır, güzeldir, demir madenidir, girintili çıkıntılıdır.
Deniz ve enharı bağırsaklarıdır, bâriddir.

Evet, Avrupa küre-i zeminin hums-u öşrü iken, nev-i beşerin bir rub’unu
letafet-i fıtriyesiyle kendine çekmiş. Hikmeten sabittir ki, efrad-ı
kesirenin içtimâı, ihtiyacatı intaç eder. Görenek gibi çok esbabla tekessür
eden hâcât, zeminin kuvve-i nâbitesine sığışmaz. İşte şu noktadan
ihtiyaç, san’ata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefahete hocalık edip tâlime
başlarlar.

Evet, fikr-i san’at, meyl-i mârifet, kesretten çıkar. Avrupa’nın darlığı
ve deniz ve enharı olan vesait-i tabiiye-i münakale içinde dolaşması
sebebiyle, tearüf ticareti, teavün iştirak-i mesaiyi intaç ettikleri gibi,
temas dahi telâhuk-u efkârı, rekabet de müsâbakatı tevlit ederler. Ve bütün
sanayiinin mâderi olan demir madeni, kesretle içinde bulunduğundan, o demir,
medeniyetlerine öyle bir silâh-ı kuvvet vermiştir ki, dünyanın bütün
enkaz-ı medeniyetlerini gasp ve garat edip gayet ağır bastı, mizan-ı
zeminin muvazenetini bozdu.

Hem de her şeyi geç almak, geç bırakmak şanından olan burudet-i mutedilâne,
sa’ylerine sebat ve metanet verip, medeniyetlerini idame etmiştir. Hem de ilme
istinatla devletlerinin teşekkülü, mütekabil kuvvetlerinin tesadümü,
gaddarane istibdatlarının iz’âcâtı, engizisyonane taassuplarının aksülâmel
yapan tazyikatı, mütevazi unsurlarının rekabetle müsabakatı, Avrupalıların
istidatlarını inkişaf ettirip, mezâyâ ve fikr-i milliyeti uyandırdı.

İkinci Sebep: Nokta-i istinattır. Evet herbir Hıristiyan başını kaldırıp,
müteselsil ve mütedahil maksatların birine el atsa, arkasına bakar ki,
istinat edecek, kuvve-i mâneviyesine daima imdat edip hayat verecek, gayet kavî
bir nokta-i istinat görür. Hattâ en ağır ve büyük işlere karşı mübarezeye
kendinde kuvvet bulur.

İşte, o nokta-i istinat, her taraftan ellerini uzatan dindaşlarının uruk-u
hayatına kuvvet vermeye ve İslâmların en can alacak damarlarını kesmeye
her vakit âmade ve dessas, medenî engizisyon taassubuyla, maddiyunun dinsizliğiyle
yoğrulmuş ve medeniyetlerinin galebesiyle mest-i gurur olmuş bir müsellâh
kitlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa’nın medeniyetidir.

Görülmüyor mu ki, en hürriyetperver maskesini takan, (İ.G.) elini uzatıp
arıyor. Nerede Hıristiyan bulsa hayat veriyor. İşte Habeş, Sudan. İşte
Tayyar, Artuşî. İşte Lübnan, Huran. İşte Malsor ve Arnavut. İşte Kürt
ve Ermeni, Türk ve Rum, ilâ âhir… Elhasıl: Onları canlandıran emeldir ve
bizi öldüren yeistir. Meşhurdur ki, biri demiş: "Eğer bir nokta-i
istinat bulsam, küre-i zemini yerinden oynatırım." Bu faraziyede acip
bir nokta vardır. Demek, bu küçücük insan, nokta-i istinat bulsa, küre
gibi büyük işleri çevirebilir.

Ey ehl-i İslâm! İşte, küre-i zemin gibi ağır ve âlem-i İslâmiyete çökmüş
olan mesâib ve devâhiye karşı nokta-i istinadınız, muhabbetle ittihadı, mârifetle
imtizac-ı efkârı, uhuvvetle teavünü emreden nokta-i İslâmiyet’tir.

Bak, âlem-i İslâm’ın şu büyük dairenin nokta-i uzmâsından tut, tâ en küçük
dairenin-meselâ medrese talebelerinin-birer ukde-i hayatiyesi vardır. Heyet-i
içtimaiyenin efrad ve revabıtı birbirine istinadı gibi, o ukdeler dahi
birbirine merbut, müteselsilen o nokta-i uzmâya müstenittir. Demek, bütün o
ukde-i hayatiyelerini boğmak değil, belki tenebbüh ve neşvünema vermekle İslâm
tenebbüh edip, terakkiye başlayabilir.

Yoksa, biri Avrupa’nın mehasinini mesâvimizle ve telâhuk-u efkârın semeratını
bizim bir şahsın semere-i sa’yi ile, insafsızca, aldatıcı cerbezeyle
muvazene etmekle, Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, İslâmiyetin
düşmanı olan tedennîyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine
delildir.

Avrupa’ya şedit bir meftuniyet ve milletine karşı amik bir nefret hissiyle,
kendini Avrupa’nın veled-i nâmeşruu gösterdiği gibi, fikr-i ihtilâl ve
meyl-i tahrip ve aldatıcı cerbezenin neticesi olan hicv-i âsiyane, müfteriyane,
namus-şikenane ile, kendi firavniyetini ve zımnen medih ve gururiyetini ve
bilmediği halde İslâma düşmanlığını göstermekle beraber, fir’avniyet,
enaniyet, gurur hükmüyle, milletine karşı şer’an, aklen, hikmeten mükellef
olduğu hiss-i şefkat yerine hiss-i tahkir, meyl-i incizab yerine meyl-i
nefret, meyelân-ı muhabbet yerine irade-i istihfaf, temayül-ü ihtiram yerine
meyelân-ı teçhil, arzu-yu merhamet yerine arzu-yu taazzum, seciye-i fedakâri
yerine temayül-ü infiradı ikame edip, hamiyetsizliğini, asılsızlığını
gösterdiğinden, nazar-ı hakikatte öyle bir câni ve menfur olur ki, meselâ,
birisi Paris’te, sefahet âleminde bir âlüfte madamın kametinde istihsan ettiği
bir libası, camide muhterem bir hocaya giydirmeye çalışmak gibi bir
hareket-i ahmakane ve câniyanede bulunur. Zira hamiyet ise, muhabbet, hürmet,
merhametin netice-i zaruriyesidir. Onsuz olmaz ve illâ yalandır, sahtekârlıktır.
Nefret, hamiyetin zıddıdır.

Mutaassıplara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri, herbiri yüz mutaassıp
kadar meslek-i sakîminde mütaassıptır. Bunlardan birisi Shakespeare medhinde
ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylânî medhinde etseydi,
tekfir olunacaktı.

Heyhat! Bunların neresinde millete muhabbet ve millet için hamiyet?

Esefâ! Heyet-i içtimaiyeyi faaliyet ve harekete götüren çok ukde-i
hayatiyelerden, bizde inkişafa başlayan yalnız fikr-i edebiyat, bahusus şâirâne,
müfritâne, edepşikenâne, hodpesendâne olan fikr-i hiciv ve arzu-yu
tahkirdir.


6 Tedib-i hakikîye karşı edepsizliktir ki, birbirine saldırıyor. Fakat
millete ve İslâmiyete karşı olan târizat-ı zımniyelerini o kâselislerin
yüzlerine çarpmakla beraber, onlar birbirine karşı dinsizcesine hiciv ve
terzilleri ise, kimbilir belki müstehaktırlar düşünüp, deyip geçmekle
iktifa ederiz.

Ben zannederim ki, bu milletin perişaniyetine, fazla cehaletten ziyade, nur-u
kalb ile müterafık olmayan fazla zekâvet-i betrâ tesir etmiştir. Bence en müthiş
maraz asabîliktir. Zira Her şeyi haddinden geçirmekle aksülâmel yaptırır.


Sünuhat, s. 75-82.


Beşinci Nota

Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği
için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve
medeniyeti o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta
medar olduğundan, bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf
felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde
şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı mânevîsi
ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden
aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet
ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa’ya hitap
etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin
zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya
hitap ediyorum. Şöyle ki:

O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka
olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan
Avrupa’nın şahs-ı mânevîsine karşı demiştim:

Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol
elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, "Beşerin
saadeti bu ikisiyledir." Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis
hediyen senin başını yesin ve yiyecek!

Ey küfür ve küfrânı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba, hem ruhunda,
hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede
olmuş ve azâba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı
bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona
mesut denilebilir mi? Âyâ, görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î bir
emirden meyus olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir
işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle, tatlı hayaller ona acılaşıyor,
şirin vaziyetler onu tazip ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor.
Halbuki, senin şeâmetinle kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında
dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan
ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir biçare insana hangi saadeti temin
ediyorsun? Acaba, zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu
cehennemde azap çeken bir insana mesut denilebilir mi? İşte, sen biçare beşeri
böyle baştan çıkardın; yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azap çektiriyorsun.

Ey beşerin nefs-i emmâresi! Bu temsile bak, beşeri nereye sevk ettiğini bil.
Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her
adım başında biçare, âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını,
eşyasını gasp ederek kulübeciğini harap ediyorlar. Bazen da yaralıyorlar.
Öyle bir tarzda ki, acınacak haline semâ ağlıyor. Nereye bakılsa, hal bu
minval üzere gidiyor. O yolda işitilen sesler zalimlerin gürültüleri,
mazlumların ağlayışları olduğundan, umumî bir matem o yolu kaplıyor. İnsan,
insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme
giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme tahammül edemediğinden, o
yolda giden iki şeyden birisine mecbur olur: Ya insaniyetten tecerrüt edip ve
nihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle
beraber umumun helâketi onu müteessir etmesin; veyahut kalb ve aklın muktezasını
iptal etsin.

Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa!
Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehân ile ruh-u beşere bu cehennemî
hâleti hediye ettin. Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki,
insanı âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne atar, hayvânâtın en bedbaht
derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his
hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir.
Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek! İşte, beşere açtığın
yol ve verdiğin saadet bu misale benzer.

İkinci yol ki, Kur’ân-ı Hakîm hidayetiyle beşere hediye etmiştir, şöyledir:

Görüyoruz ki, o yolun her menzilinde, her mekânında, her şehrinde bir
sultan-ı âdilin müstakim askerleri her tarafta bulunuyorlar, geziyorlar. Ara
sıra o sultanın emriyle o askerlerin bir kısmını terhis ediyorlar. Silâhlarını,
atlarını ve mîrî levazımatlarını alıyorlar, onlara izin tezkeresini
veriyorlar. O terhis olunan neferler, çendan ünsiyet ettikleri at ve silâhların
teslim alınmasından zâhiren mahzun oluyorlar; fakat hakikat noktasında,
terhisle müferrah olup, sultanın ziyaretine ve padişahın pâyitahtına dönmesi
ve padişahı ziyaret etmesi cihetinde gayet memnun oluyorlar.

Bazen terhis memurları acemî bir nefere rast geliyorlar. Nefer onları tanımıyor.
"Silâhını teslim et" diyorlar. Nefer diyor: "Ben padişahın
askeriyim, onun hizmetindeyim. Sonra onun yanına gideceğim. Siz neci
oluyorsunuz? Eğer onun izin ve rızasıyla gelmişseniz, göz ve baş üstüne
geldiniz. Emrinizi gösteriniz. Yoksaçekiliniz, benden uzak olunuz. Ben tek başımla
kalsam, sizler binler dahi olsanız, yine sizinle dövüşeceğim. Kendi nefsim
için değil, çünkü nefsim benim değil, benim sultanımındır. Belki
bendeki nefsim ve silâhım, mâlikimin emanetidir. Emaneti muhafaza ve sultanımın
haysiyetini himaye ve izzetini vikaye için size baş eğmeyeceğim!"

İşte, o ikinci yoldaki medar-ı sürur ve saadet olan binler ahvalden bu hal
bir numunedir. Sair ahvâli sen kıyas et. Bütün o ikinci yolun seferinde,
tevellüdat namında, sevinç ve şenlikle bir tahşidat ve sevkiyat-ı askeriye
vardır ve vefiyat namında sürur ve mızıka ile terhisat-ı askeriye görünüyorlar.
İşte, Kur’ân-ı Hakîm beşere bu yolu hediye etmiştir. Bu hediyeyi kim tam
kabul etse, böyle iki cihanın saadetine giden bu ikinci yoldan gider. Ne geçmiş
şeyden mahzun ve ne de gelecek şeyden havf eder.

Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır
ki: "En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi
nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar.
Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve
bekasını temin etmektir" diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından
ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat
hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür
eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip,
"Hayat bir cidaldir" diye, ahmakane hükmetmişsin.

Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i
şevkle beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl
cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir
Rabbin emriyle bir teavündür.

Hem çürük bir esasın, "Her şey kendi nefsine mâliktir" diyorsun.
Hiçbir şey kendi nefsine mâlik olmadığına katî bir delil şudur ki:

Esbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır.
Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef’âl-i
ihtiyariyesinden yüz cüz’ünden onun dest-i ihtiyarına verilen ve daire-i
iktidarına giren, yalnız meşkûk tek bir cüzdür. Böyle en zâhir fiilin yüz
cüz’ünden bir cüz’üne mâlik olmayan, nasıl kendine mâliktir denilir?

Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî tasarruftan ve temellükten
eli bağlanmış bulunsa, "Sair hayvânat ve cemâdat kendi kendine mâliktir"
diyen, hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade câmid ve şuursuz
olduğunu ispat eder.

Seni bu hataya atıp bu vartaya düşüren, bir gözlü dehândır. Yani,
harika, menhus zekândır. O kör dehân ile, Her şeyin hâlıkı olan Rabbini
unuttun, mevhum bir tabiata isnad ettin, âsârını esbaba verdin, o Hâlıkın
malını bâtıl mâbud olan tâğutlara taksim ettin. Şu noktada ve o dehân
nazarında, her zîhayat, herbir insan, tek başıyla hadsiz a’dâya karşı
mukavemet etmek ve nihayetsiz hâcâtın tahsiline çabalamak lâzım geliyor.
Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem’a gibi bir şuur,
çabuk söner şule gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömürle, o
hadsiz a’dâya ve hâcâta karşı dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki, o biçare zîhayatın
sermayesi, binler matluplarından birisine kâfi gelmiyor. Musibete giriftar
olduğu zaman, sağır, kör esbabdan başka derdine derman beklemiyor.
7 sırrına
mazhar oluyor.

Senin karanlıklı dehân, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalb etmiş. Yalnız
o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için, yalancı,
muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar sürurla beşerin yüzüne tebessüm
etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehâne gülmesine, o
ışıklar müstehziyâne gülüp eğleniyor.

Herbir zîhayat, senin şakirtlerin nazarında, zalimlerin hücumuna mâruz,
miskin birer musibetzededirler. Dünya bir matemhane-i umumiyedir. Dünyadaki
sadâlar ölümlerden, elemlerden gelen vâveylâlardır. Senden tam ders alan
şakirdin, bir firavun olur. Fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü
Her şeyi kendine rab telâkki eden bir firavun-u zelildir.

Hem senin şakirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti
kabul eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını
öper derecede alçaklık gösterir.

Hem cebbardır. Fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadığı için, zâtında
gayet âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur.

O şakirdin gaye-i himmeti hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlık
perdesi altında kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin
etmeye çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi
sevmiyor, Her şeyi nefsine feda ediyor.

Amma Kur’ân’ın hâlis ve tam şakirdi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata
karşı da ubudiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzam bir
menfaati gaye-i ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir.

Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden başkasına, izni ve emri
olmadan tezellüle tenezzül etmez bir halîm-i âlihimmettir.

Hem fakirdir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona ileride iddihar ettiği mükâfatla
bir fakir-i müstağnîdir.

Hem zayıftır. Fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden
bir zaif-i kavîdir ki, Kur’ân hakikî bir şakirdine Cennet-i ebediyeyi dahi
gaye-i maksat yaptırmadığı halde, bu zâil, fâni dünyayı ona gaye-i
maksat hiç yapar mı?

İşte iki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla.

Hem felsefe-i sakîmenin şakirtleriyle Kur’ân-ı Hakîmin tilmizlerinin
hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını bununla muvazene edebilirsiniz. Şöyle
ki:

Felsefenin şakirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dâvâ
açar. Kur’ân’ın şakirdi ise, semâvat ve arzdaki umum salih ibâdı kendine
kardeş telâkki ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder. Ve
saadetleriyle mesut oluyor. Ve ruhunda şedit bir alâkayı onlara karşı
hisseder ki, duasında
8 der. Hem en büyük şey olan Arş ve şemsi musahhar
birer memur ve kendi gibi bir abd, bir mahlûk telâkki eder.

Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur’ân,
kendi şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz
taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren
doksan dokuz âlemlerin zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin
ellerine verir, "Evradlarınızı bununla okuyunuz" der. İşte, Kur’ân’ın
tilmizlerinden Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî (r.a.) gibi şakirtleri,
virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerrâtı, katarat
adetlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını
okuyorlar, Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın mucizâne terbiyesine bak ki, nasıl ednâ
bir kederle ve küçük bir gamla başı dönüp sersemleşen ve küçük bir
mikroba mağlûp olan bu küçük insan, terbiye-i Kur’ân ile ne kadar teâli
ediyor. Ve ne derece letâifi inbisat eder ki, koca dünya mevcudatını,
virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve Cenneti zikir ve virdine gaye olmakta
az gördüğü halde, kendi nefsini Cenâb-ı Hakkın ednâ bir mahlûkunun üstünde
büyük tutmuyor. Nihayet izzet içinde nihayet tevazuu cem ediyor. Felsefe şakirtlerinin
buna nispeten ne derece pest ve aşağı olduğunu kıyas edebilirsin.

İşte, felsefe-i sakîme-i Avrupaiyeden yek-çeşm olan dehâsının yanlış gördüğü
hakikatleri, iki cihana bakan, gayb-âşinâ parlak iki gözüyle iki âleme
nazar eden, beşer için iki saadete iki eliyle işaret eden hüdâ-yı Kur’ânî
der ki:

Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana
emanettir. O emanetin mâliki Her şeye kadîr, Her şeyi bilir bir Rahîm-i Kerîmdir.
O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor-tâ senin için
muhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sana verecek. Sen
muvazzaf ve memur bir askersin. Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et.
Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senin
takatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. Senin şu hayatının gayesi,
neticesi, o Mâlikin esmâsına ve şuûnâtına bir mazhariyettir. Sana bir
musibet geldiği vakit, de:


9 Yani, "Ben Mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla
geldinse, merhaba, safâ geldin. Çünkü, elbette bir vakit Ona döneceğiz ve
Onun huzuruna gideceğiz ve Ona müştâkız. Madem herhalde bir zaman bizi
hayatın tekâlifinden âzâd edecektir. Haydi, ey musibet, o terhis ve o âzâd
etmek senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında ve
vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana
teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa, benim takatim yettikçe, emin
olmayana, Mâlikimin emanetini teslim etmem" der.

İşte, binden bir numune olarak, dehâ-yı felsefînin ve hüdâ-yı Kur’ânînin
verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sabıkan
beyan edilen tarzla gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanların dereceleri
mütefavittir, gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu
hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu
zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını
ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve
her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor.
Ecnebîlerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve
onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin ve teessüfler!

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın
size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet
ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne
taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak
edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz
ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık
ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir
istihfaftır ve millete bir istihzâdır.


10


Lem’alar, s. 119-124.


Sekizinci Mukaddeme (Temhid)

Şu gelen uzun mukaddemeden usanma. Zira nihayeti, nihayet derecede mühimdir.
Hem de şu gelen mukaddeme her kemâli mahveden ye’si öldürür. Ve herbir saâdetin
mayası olan ümidi hayatlandırır. Ve mazi başkalara ve istikbal bize olacağına
beşaret verir. Taksime razıyız. İşte mevzuu, ebnâ-yı mâzi ile ebnâ-yı
müstakbeli muvazene etmektir. Hem de mekâtib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor.
Mahiyet-i ilim bir dahi olsa, suret-i tedrisi başkadır. Evet, mazi denilen
mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen medrese-i efkâr bir tarzda değildir.

Evvelâ: "Ebnâ-yı mazi"den muradım, İslâmların gayrısından
onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır. Amma millet-i İslâm,
üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle
mazhar-ı kemaldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben "mazi"
ile tabir ederim, ondan sonra "müstakbel" derim.

Bundan sonra, mâlumdur ki, insanda müdebbir-i galip, ya akıl veya basardır.
Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya
kuvvettir. Veyahut ya hikmet veya hükûmettir. Veyahut ya müyûlât-ı
kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır. Buna
binaen görüyoruz ki: Ebnâ-yı mazinin bir derece safî olan ahlâk ve halis
olan hissiyatları galebe çalarak gayr-ı münevver olan efkârlarını
istihdam ederek şahsiyat ve ihtilâfat meydanı aldı. Fakat ebnâ-yı müstakbelin
bir derece münevver olan efkârları, heves ve şehvetle muzlim olan
hissiyatlarına galebe ederek emrine musahhar eylediğinden, hukuk-u umumiyenin
hükümferma olacağı muhakkak oldu. İnsaniyet bir derece tecellî etti. Beşaret
veriyor ki: Asıl insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet, sema-i müstakbelde ve
Asya’nın cinanı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır.

Vakta ki mazi derelerinde hükümferma olan garaz ve husumet ve meylü’t-tefevvuku
tevlid eden hissiyat ve müyûlât ve kuvvet idi. O zamanın ehlini irşad için
iknaiyat-i hitabiye kâfi idi. Zira hissiyatı okşayan ve müyûlâta tesir
ettiren, müddeâyı müzeyyene ve şâşaalandırmak veyahut hâile veya
kuvve-i belâgatle hayale me’nus kılmak, bürhanın yerini tutardı. Fakat bizi
onlara kıyas etmek, hareket-i ric’iye ile o zamanın köşelerine sokmak
demektir. Herbir zamanın bir hükmü var. Biz delil isteriz; tasvir-i müddeâ
ile aldanmayız.

Vakta ki, hâl sahrasında istikbal dağlarına daima yağmur veren hakaik-i
hikmetin maden-i tebahhuratı efkâr ve akıl ve hak ve hikmet olduklarından ve
yeni tevellüde başlayan meyl-i taharrî-i hakikat ve aşk-ı hak ve menfaat-i
umumiyeyi menfaat-i şahsiyeye tercih ve meyl-i insaniyetkârâneyi intaç
eyleyen berahin-i katıadan başka isbat-ı müddea birşeyle olmaz. Biz ehl-i
haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir ve tezyin-i müddeâ, zihnimizi işbâ’
etmiyor. Burhan isteriz.

Biraz da iki sultan hükmünde olan mazi ve istikbalin hasenat ve seyyiatlarını
zikredelim. Mazi ülkesinde ekseriyetle hükümfermâ kuvvet ve hevâ ve tabiat
ve müyûlât ve hissiyat olduğundan; seyyiatından biri, herbir emirde-velev
filcümle olsun-istibdad ve tahakküm vardı. Hem de meslek-i gayra husumete,
kendi mesleğine iltizam ve muhabbetten daha ziyade ihtimam olunurdu. Hem de bir
şahsa husumetin, başkasının muhabbeti suretinde tezahürü idi. Hem de keşf-i
hakikate mani olan iltizam ve taassup ve taraftarlığın müdahaleleri idi.

Hasıl-ı kelâm: Müyûlât muhtelife olduklarından, taraftarlık hissi, Her
şeye parmak vurmakla ihtilâfatla ihtilâl çıkarıldığından, hakikat ise
kaçıp gizlenirdi.

Hem de istibdad-ı hissiyatın seyyielerindendir ki: Mesalik ve mezahibi ikame
edecek, galiben taassup veya tadlil-i gayr veya safsata idi. Halbuki üçü de
nazar-ı şeriatta mezmum ve uhuvvet-i İslâmiyeye ve nisbet-i hemcinsiyeye ve
teâvün-ü fıtrîye münafidir. Hattâ o derece oluyor, bunlardan biri taassup
ve safsatasını terk ederek nâsın icmâ ve tevatürünü tasdik ettiği gibi,
birden mezhep ve mesleğini tebdil etmeye muztar kalıyor. Halbuki, taassup
yerinde hak; ve safsata yerinde bürhan; ve tadlil-i gayr yerinde tevfik ve
tatbik ve istişare ederse, dünya birleşse, hak olan mezhep ve mesleğini bir
parça tebdil edemez. Nasıl ki, zaman-ı saâdette ve Selef-i Salihîn zamanlarında
hükümfermâ hak ve bürhan ve akıl ve meşveret olduklarından, şükûk ve
şübehatın hükümleri olmazdı.

Kezalik görüyoruz ki: Fennin himmetiyle, zaman-ı halde filcümle, inşaallah
istikbalde bitamamihî hükümfermâ, kuvvete bedel hak; ve safsataya bedel bürhan;
ve tab’a bedel akıl; ve hevâya bedel hüdâ; ve taassuba bedel metanet; ve
garaza bedel hamiyet; ve müyûlât-ı nefsaniyeye bedel temayülât-ı ukul; ve
hissiyata bedel efkâr olacaklardır-karn-ı evvel ve sanî ve salisteki gibi ve
beşinci karna kadar filcümle olduğu gibi. Beşinci asırdan şimdiye kadar
kuvvet hakkı mağlup eylemişti

Saltanat-ı efkârın icrâ-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi,
evham ve hayalât bulutlarından kurtulmuş, her yeri tenvire başlamıştır.
Hattâ dinsizlik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o ziyayla istifadeye
başlamıştırlar.

Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bürhan-ı
kàtı’ üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan hakk-ı sabitle hakaikı
rapteylemesidir. Bunun neticesi: Batıl, hak suretini giymekle efkârı
aldatmaz.

Ey ihvan-ı Müslimîn!.. Hal, lisan-ı halle bize beşaret veriyor ki: Sırr-ı

11 boynunu kaldırmış, elle istikbale işaret edip, yüksek sesle ilân ediyor
ki: Dehre ve tabâyi-i beşere, dâmen-i kıyamete kadar hâkim olacak, yalnız
âlem-i kevnde adalet-i ezeliyenin tecellî ve timsali olan hakikat-i İslâmiyettir
ki, asıl insaniyet-i kübrâ denilen şey odur. İnsaniyet-i suğrâ denilen
mehâsin-i medeniyet, onun mukaddemesidir. Görülmüyor mu ki: Telâhuktan neşet
eden tenevvür-ü efkârla toprağa benzeyen evham ve hayalâtı, hakaik-i İslâmiyenin
omuzu üzerinden hafifleştirmiştir. Bu hal gösteriyor ki, nücûm-u semâ-yı
hidayet olan o hakaik tamamen inkişaf ve tele’lü’ ve lem’a-nisar olacaktır.


12 Eğer istersen, istikbal içine gir, bak: Hakikatlerin meydanında hikmetin
taht-ı nezaret ve murakabesinde, teslis içinde tevhidi arayanlar, safsata
ederek asıl tevhid-i mahz ve itikad-ı kâmil ve akl-ı selim kabul ettiği
akide-i hakla mücehhez ve seyf-i bürhanla mütekallid olanlarla mübareze ve
muharebe ederse, nasıl birden mağlûp ve münhezim oluyor! Kur’ân’ın üslûb-u
hakîmânesine yemin ederim ki: Nasârâyı ve emsalini havalandırarak dalâlet
derelerine atan, yalnız aklı azil ve bürhanı tard ve ruhbanı taklit
etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecellî ve inbisat-ı efkâr nisbetinde
hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs
ve bürhanla takallüdü ve akılla meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde
bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desâtirine mutabakat ve
muhakâtıdır. Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevatih ve havâtiminden
nev-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor. Diyor:
13 ve
14 ve
15 ve
16 ve
17 ve
18 ve
19 ve
20 ve
21 ve
22

Ben dahi derim:
23

Hâtime


Zahirden ubûr ediniz. Hakikat sizi bekliyor. Fakat gördüğünüz vakit
incitmeyiniz. Esah ve lâzım…


Muhakemat, s. 30-34.

Eğer desen: "Biz görüyoruz ki: Dinsizlerin veya sahih bir dini
olmayanların ahvalleri muaddele ve munazzemedirler."

Elcevap: O adalet ve intizam, ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır. Ve o
adalet ve faziletin esasları, enbiyanın tesisleriyledir. Demek enbiya, esas ve
maddeyi vaz etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işlediklerini
işlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri, muvakkattır. Bir cihetten kaime
ve müstakime ise, çok cihattan mâile ve münhaniyedir. Yani, ne kadar sureten
ve maddeten ve lâfzan ve maâşen muntazamadır; fakat sîreten ve mâneviyaten
ve mânen faside ve muhtelledir.

Ey birader! İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyi tefekkür et. Şöyle:

Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise, istidadatı ifsad ediyor. Ve şu ifsad ise,
abesiyeti intaç eder. Ve şu abesiyet ise, kâinatın en küçük ve en
ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle âlemde hükümfermalığı
bedihî olan hikmet-i İlâhiyeye münakızdır.


Vehim ve tenbih

"Meleke-i mârifet-i hukuk" dedikleri her fenalığın maddeten zararını
ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hâsıl olan "meleke-i
riayet-i hukuk" dedikleri emri, şeriat-ı İlâhiyeye bedel olarak
dinsizlerin tasavvuru ve şeriatten istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıldır.
Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle birşeyin mukaddematı da zahir olmadı. Bilâkis,
mehasinin terakkisiyle beraber mesâvî dahi terakki edip daha dehşetli ve
aldatıcı bir şekle giriyor.

Evet, nasıl ki nevâmis-i hikmet, desâtir-i hükûmetten müstağni değildir.
Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve fazilete eşedd-i ihtiyaçla
muhtaçtır. İşte, şöyle mevhume olan meleke-i tâdil-i ahlâk, kuvâ-yı
selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir.
Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nâfiz olan mizan-ı
adalet-i İlâhiyeyi tutacak bir nebîye muhtaçtır.


Muhakemat, s. 125-126.

Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve
millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar
ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka "cumhuriyet" nâmı vermekle,
irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka
"medeniyet" ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye "kanun"
ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan
ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler
vuruyorlar.


Şualar, s. 256.

Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet, böyle istibdat ve sefahete
ve zilletle memzûc medeniyete bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet, eşhası
fakir ve sefih ve ahlaksız eder. Fakat, hakîki medeniyet, nev-i insanın
terakkî ve tekemmülüne ve mahiyet-i neviyesinin kuvveden fiile çıkmasına
hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan, medeniyeti istemek insaniyeti
istemektir.

Hem de, mana-i meşrûtiyete iptila ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asya’nın
ve alem-i İslamın istikbalde terakkîsinin birinci kapısı meşrûtiyet-i meşrua
ve Şeriat dairesindeki hürriyettiı. Ve tali’ ve taht ve baht-ı Ìslamın
anahtarı da meşnîtiyetteki şûradır. Zîra, şimdiye kadar üç yüz yetmiş
milyon İslam, ecanibin istibdad-ı manevîsi altında eziliyordu. Şimdi
hakimiyet-i İslamiye, alemde, bahusus bundan sonra Asya’da hükümferma olduğu
halde herbir ferd-i Müslüman, hakimiyetin bir cüz-ü hakikisine malik olur.
Ve hürriyet, üç yüz yetmiş milyon İslam’ı esaretten halas etmeye bir çare-i
yeganedir. Farz-ı muhal olarak, burada yirmi milyon nüfus tesis-i hürriyette
çok zarardîde olsalar da, feda olsunlar. Yirmiyi verir, üç yüzü alırız.

Yazık, eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar, hava gibi muhtelittir; su
gibi memzûc olmamışlar. İnşaallah, elektrik-i hakaik-ı İslamiyetle imtizaç
ederek, ziya-i maarif-i İslamiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mîzac-ı
mûtedile-i adalet vücuda gelecektir.

Yaşasın meşrûtiyet-i meşrua, sağ olsun hakîkat-i Şeriat terbiyesinden
tam ders alan neyyir-i hürriyet!


Tarihçe-i Hayat, s. 68.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kâfirlerin medeniyetiyle mü’minlerin medeniyeti arasındaki
fark:

Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor,
bâtını da yakıyor. Dışı süs, içi pis; sureti me’nus, sîreti mâkûs
bir şeytandır.

İkincisi, bâtını nur, zahiri rahmet; içi muhabbet, dışı uhuvvet; sureti
muâvenet, sîreti şefkat, câzibedar bir melektir.

Evet, mü’min olan kimse, iman ve tevhid iktizâsıyla, kâinata bir mehd-i
uhuvvet nazarıyla baktığı gibi; bütün mahlûkatı, bilhassa insanları,
bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir. Çünkü, imân
bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler
gibi kardeş addediyor.

Küfür ise, öyle bir burudettir ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır.
Ve bütün eşyada bir nevi ecnebîlik tohumunu ekiyor. Ve Her şeyi Her şeye düşman
yapıyor.

Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da, muvakkattir. Ve ezelî,
ebedî iftirak ve firakla muttasıl ve mahduttur. Ama kâfirlerin medeniyetinde
görülen mehâsin ve yüksek terakkiyât-ı sanayi-bunlar tamamen medeniyet-i
İslâmiyeden, Kur’ân’ın irşâdâtından, edyân-ı semâviyeden in’ikâs ve
iktibas edildiği, Lemaat ile Sünuhat eserlerimde istenildiği gibi izah ve
ispat edilmiştir.


24


Mesnevi-i Nuriye, s. 77.

Dipnotlar

1. Yiyin, için, ancak israf etmeyin! (A’raf Sûresi, 31.) İnsan
için çalıştığından başkası yoktur. (Necm Sûresi, 39.)

2. Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati
bulunan iyiliklerdir. Yoksa, medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki,
ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip taklit edip, malımızı
harap ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip, seyyiatı
hasenatına racih gelmekle, beşer iki Harb-i Umumi ile iki dehşetli tokat
yeyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü
kanla bulaştırdı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle,
medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek,
sulh-u umumîyi de temin edecek. (Müellif-i muhteremi sonradan ilâve etmiştir.)

3. Başkasındaki bir manaya delalet eder.

4. Kendi kendine bir manaya delalet etmez.

5. Kendisinde bulunan bir manaya delalet eder.

6. Birbirinizi gıybet etmeyin (Hucurât Sûresi, 49:12.)

7. Kâfirlerin duası boşa gider. (Ra’d Sûresi, 13:14.)

8. Allah’ım, mü’min erkekleri ve mü’min kadınları bağışla.

9. Biz Allah’ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır.
(Bakara Sûresi, 2:156.)

10. Allah bizi de, sizi de sırat-ı müstakime eriştirsin.

11. De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. (İsrâ Sûresi,
17:81.)

12. Düşmanların engellemelerine rağmen.

13. Bakmazlar mı? (Gàşiye Sûresi, 88:17.)

14. Bakınız (Âl-i İmrân Sûresi, 3:137; Nahl Sûresi,
16:36; Neml Sûresi, 26:69; Ankebut Sûresi; 29:20; Rûm Sûresi, 30:42.)

15. Onlar hiç düşünmezler mi? (Nisâ Sûresi, 4:82;
Muhammed Sûresi:, 47:24.)

16. Hâlâ düşünmez misiniz? (En’âm Sûresi, 6:80; Secde Sûresi,
32:4.)

17. Düşünün. (Sebe’ Sûresi, 34:46.)

18. Farkında değiller. (Bakara Sûresi, 2:9; Âl-i İmrân Sûresi,
3:69; En’âm Sûresi, 6:26, 123; Nahl Sûresi, 16:2.)

19. Aklını kullanıyorlar. (Bakara Sûresi, 2:164; Ra’d Sûresi,
13:4; Nahl Sûresi, 16:12, 67; Hac Sûresi, 22:46; Furkân Sûresi, 25:44; Ankebût
Sûresi, 29:35; Rum Sûresi, 30:24, 28; Câsiye Sûresi, 45:5.)

20. Aklını kullanıp anlamazlar. (Bakara Sûresi, 2:170,
171; Mâide Sûresi, 5:87, 103; Enfâl Sûresi, 8:22; Yûnus Sûresi, 10:42,
100; Ankebût Sûresi, 29:63; Zümer Sûresi, 39:43.)

21. Biliyorlar. (Bakara Sûresi, 2:75. Kur’an’da 32 yerde geçmektedir.)

22. Bundan ibret alın, ey basiret sahipleri! (Haşir Sûresi,
59:2.)

23. Bundan ibret alın, ey akıl sahipleri!

24. Onlara müracaat et; orada insanların gaflet ettikleri büyük
bir hakikat bulacaksın.