Medeniyet Süreci İlk İnsanla Başlar

"Medeniyet" kavramı insanla doğrudan ilgili ve insanlık düzeyini gösteren
en tutarlı bir belgedir. Bunu çok değişik ama aşağı yukarı aynı anlamı
vurgulayan medeniyetin yalnızca şu iki tanımından anlayabiliriz:
"Medeniyet, insan, hayvan ve evren karşısındaki etkileşimin ürünüdür."
(Pazarbaşı, 1996:18) "Medeniyet, hayatın maddi ve manevi boyutlarını içine
alan bir hayat tarzı demektir; insanın, hayatın her kesiminde gerçekleştirdiği
akli, ahlaki, ruhi, dini ve dünyevi değerler bütününün adıdır"
(Pazarbaşı, 1996:18). Dikkat edilirse, her iki tanımdan da medeniyete mutlak
bir anlam yüklendiği görülmektedir. İnsanda var olan değerler, bütünüyle
kuracağı medeniyete de yansır. Medeniyetin niteliği aynı zamanda onu kuran
insanların da niteliğini gösterir. Bu anlamda Erich Fromm da şunu söyler:
"Herhangi bir bireyin analizinden, içerisinde yaşamakta olduğu sosyal
yapının tümüyle ilgili çıkarsamalar yapabiliriz." (Fromm, 1994:100)
İnsan toplumunun ve kurduğu medeniyetin minyon tipidir.

Dünya ve içindeki canlı-cansız yaratıklarla kurulmuş bir düzeni, bu düzen
içinde Yaratıcının tasarrufu ve ince hesaplarıyla oluşan ve unsurlarını
da camid varlıklar, bitkiler ve hayvanların oluşturduğu varlık dediğimiz
değerler bütününü saymazsak, medenilik sürecinin Hz. Adem’le başladığını
söyleyebiliriz. Çünkü insan, kendine üstünlük sağlayan zeka ve düşüncesiyle
hayvan ve bitkilerden apayrı bir hayat sürdürmek zorundadır. Birey olarak da
aciz ve zayıf olduğundan, türüyle dayanışmaya muhtaçtır. İnsanın yalnız
yaşayamayacağını ve bir başkası ile olma gereksinimi içinde olduğunu,
Erich Fromm, şu şekilde özetler: " İnsan yalnız başına ve başkaları
ile ilişki kurmaksızın yaşayamaz." (Fromm, 1994:79). Octa Vio Paz da şu
özlü cümleyle yaklaşımını ifade eder: "Yalnız olduğunu bilen ve
bir başkasını arayan tek varlık insandır." Bu dayanışması, birlikte
yaşama kültürünün sağladığı ortamın dışında olamaz. Bir ekmek ve
bir lokma yemek için yüzlerce ele ihtiyacı vardır. Yeme, içme, barınma,
giyinme gibi temel gereksinimler yanında, eğitim, kültür, sanat, savunma ve
korunmada da "ene/ego" sayesinde ciddi bir misyon yüklenmiştir. Yüklendiği
bu misyonla kendi tarihinden, insanlığın ve dünyanın geleceğinden
sorumludur. Doğduğunda, yaşamaya ilişkin her şeyi hazır bulan hayvanın
aksine, insan tarih boyunca kendi ihtiyaçlarını yine kendi çabasıyla karşılamış
ve karşılamaya devam edecektir. İşte, insan türünün her türlü maddi ve
manevi gereksinimlerini karşılama sürecine "medeniyet" denmiştir.
Ama çoğu zaman, yine yaratılışı gereği egosuna yenik düşerek bu süreci
bozmuş; kendi kurduğu medeniyetleri, yine kendisi yıkmayı başarmıştır!


Medeniyetin Yararlısı-Zararlısı

Başlangıçtan günümüze kadar, dönem dönem bir çok gelişme ve değişimler
yaşanmıştır. Bunların bütününün insanlığın yararına olduğunu iddia
edebilir miyiz? Başka bir deyişle, yararlı ya da zararlı, hakiki ya da
hakiki olmayan anlamda medeniyetleri bir ayırıma tabi tutabilir miyiz? Evet;
medeniyetleri de insanlar gibi görmemiz ve onlar gibi değerlendirmemizde hiç
bir sakınca yok. Çünkü, yararlı ve zararlı insan olduğu gibi,
medeniyetlerin insan yararına ya da zararına olanı da vardır. İşte
"zararlı" diye nitelenen medeniyetlerin temelinde "ego ve çıkar"
varsa, "yararlı" medeniyetlerin de özünde "hak ve
fazilet" vardır.

Asrın düşünürü Bediüzzaman, "İhtiyaç medeniyetin üstadıdır."
(Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, 2000:126) derken, insan yapısına kazınmış
olan merak ve ihtiyacın ve ona paralel pek çok şeyin yoksulu olmanın, susmaz
ve önlenmez bir kuvvet oluşturduğunu, bunun da sanat ve medeniyetlerin oluşumunda
en önemli bir unsur olarak öne çıktığını vurgulamaktadır. (Nursi,
Hutbe-i Şamiye, 2000:32) Bu bakımdan diyebiliriz ki, medeniyetin çıkış
kaynağı "ihtiyaç ve merak"tır. Bu nedenle, özellikle yeme-içme-barınma
gibi fizyolojik ihtiyaçlar, tarihin ilk dönemlerinde insanı sulak ve verimli
yerlere yerleşmeye ve oralarda çoğalmaya yöneltmiştir. Dicle, Fırat ve Nil
deltalarında, İndus ve Huarg-ha havzalarında ilk büyük tarih
medeniyetlerinin kurulduğunu görüyoruz. (Garaudy, 1995:11) Toplulukların, özellikle
medeniyetlerin kurulduğu yörelerde bilgi birikimlerinden, kültür ve sanatlarından
söz etmemek mümkün değildir.

İnsan ihtiyacının psikolojik boyutu medeniyetlerin kurulmasında en büyük
faktördür. İnsan ve insan topluluklarının bulunduğu yerlerde kültür ve
medeniyet kalıntılarının varlığı bu tezi doğrulamaktadır. Dünyada,
insan hayatını ama olumlu ama olumsuz etkileyecek, belki de insanı etki alanının
içine alabilecek ne varsa, hepsinin hareket noktası insan olmuştur. Biran,
insan denen yaratığın bu dünyada olmadığını düşünsek, insanlık
hizmetinde bulunan medeniyetlerden söz etmemiz mümkün olur muydu? İnsansız
bir dünyanın ne özelliği olur? Harika bir sanat ve Sanatkarı da var, ama
onu hayretle seyredecek ve alkışlayacak seyirciler yoksa, varoluş zincirinin
bir halkasının eksik olduğu anlaşılmaz mı? Aynı zamanda insan iyi bir
seyirci olmanın ötesinde iyi bir gözlemcidir. İnsan hem kendisi ve hem de
gelecek için bir şeyler yapma sorumluluğunu taşır. Dünyayı imar etme, yaşanır
hale getirme, her şeyinden yararlanabilme misyonuna sahiptir. Bu demektir ki,
insan yoksa medeniyetler ve ona bağlı olarak kültürler de yok demektir. İnsan
yaratılıştan medenidir. (Nursi, Münazarat, 1999:86) Topluluk halinde yaşamak
istemesi, kendisiyle birlikte türünün de yaşamaya ilişkin haklarını
savunma güdüsüne sahip olması, yalnız kendini düşünen bir hayat sürdürmesine
engeldir. Başkaları için bir şeyler yapmak, bir şeyler üretmek ve kazandırmak
onu mutlu eden faktörlerin başında gelir. Bütün bu katkılar iyi bir bilgi
ve kültür birikiminin sonunda gerçekleşir. Bilgi ve kültürler karşılıklı
etkileşim sonucunda oluştuğuna göre, "medeniyetler" için
"insanlığın ortak değerlerini yansıtan zengin ortamlardır" önermesinde
bulunabiliriz.

İnsanlar ve topluluklar, hangi bilgi ve kültür birikimine sahipse, onların
kuracağı medeniyet dediğimiz gelişmelerin de aynı ruhu yansıtmaları doğaldır.
Bu demektir ki, insanı merkeze almayan bilgi ve teknikle kurulan medeniyet
ortamında insan, kendisiyle birlikte toplumunun ve sayısız varlıkların da
yok olmasına neden olabilir. Nursi, (2000:44) medeniyete olumlu ve olumsuz
anlam yüklemekle insanı merkeze alan bir anlayışın üzerinde ısrarla
durur. Zararlı, yani hakiki olmayan bir medeniyetten istifa ettiğini söyler.
İnsanın fıtri yapısını geliştirmeye yönelik olmayan ve teknolojiyi
insanlığın hizmetine sunmasını beceremeyen, aksine insanı teknolojinin kölesi
haline getiren bir medeniyetin kirlerine bulaşmak istemez. Her türlü baskıdan
yararlanarak ahlaksızlığı ve sinsi istekleri, insanın önüne yaldızlayarak
sunan bir medeniyete bedeviliği tercih ettiğini ilan eder. Hakiki medeniyetin,
İnsan türünün ilerlemesi, gelişmesi ve türün mahiyetinin kuvveden fiile/gün
ışığına çıkmasına yardım etmesi gerektiğini söyleyerek (Nursi, Divan-ı
Harb-i Örfi, 2000:44), medeniyetlerin asıl amacının, insanlığın özünde
sakladığı değerleri ortaya çıkarmak olması gerektiğini, aksine zarardan
başka bir anlam ifade etmeyeceğini vurgular. Medeniyet insanın hem ürünüdür;
hem kendisinin yararlanacağı, rahatça nefes alacağı, yeteneklerinin gelişeceği,
olumlu özgürlüklerin yaşanacağı, özgürce bilginin üretileceği ve bilgi
iletişimin sağlanacağı bir ortamlar bütünüdür. İnsan merkezli
medeniyetler, önce insana, sonra diğer bütün varlıklara hayat bahşeder;
her varlığın rahatça nefes almasını sağlar. Bütün insanları dost yapan
bir ortamın hazırlayıcısı olur. Medeniyetler bilgi ve kültürün de özgürce
gelişip yaygınlaşacağı evrensel bilgilenmenin temelini atmada yardımcı
olur. Bunda da eğitimin etkin rolünü düşünürsek, medeniyetin eğitim ile
ilişkisini anlamak daha da kolaylaşacaktır. Çünkü, eğitim, medeniyetlerin
kurulmasında ve kuşaktan kuşağa aktarılmasında vazgeçilemeyen bir
fenomendir. Gerek bilgi, sanat, kültür, örf, adet, gelenek ve göreneklerin
kuşaktan kuşağa aktarılması ve gerekse insan türünün düzenli gelişimi
için "eğitim" kaçınılmaz bir tarihi olgudur.


İnsanî Medeniyet Cehaletle Kurulamaz

İlk insanın ilkel olmadığı, dünyayı yönetme donanımları yanında bilgi
ile de desteklendiği, tarih süreci içinde geçirdiği evrelerden anlaşılması
zor değildir. Her şeyden önce Hz. Adem bir peygamberdi. Gerek kendi ve
gerekse çevresiyle diyalog kurabileceği mesajlar yüklü vahye de mazhar olmuştu.
İlk etapta oluşturduğu ilk toplum olan kendi aile örgütüyle kültür ve
medeniyetlerin temelini atmıştır. Hiç şüphesiz fizyolojik ihtiyaçları ve
çevreyi araştırma merakının vahyin de desteğinde ona çok şeyler kazandırdığı
göz ardı edilemez. Bu açıdan, Hz. Adem insanlığın atası olurken, aynı
zamanda ilk medeniyetin de kurucusu olmuştur. Hz. Adem’den ta günümüze
kadar, tarihte gelip geçmiş tüm medeniyetlerde İlahi ruh ve dokusunun sindiğini
iddia etmek yanlış olmaz. Çünkü her peygamber geldiği toplumda sosyal ve kültürel
birer önder olduğu gibi, sanat ve marifet/bilgide de birer öncüdürler. Başta
Hz. Adem’e öğretilen ve her biri sanata ve teknolojiye kaynaklık yapan
"esmâ" olmak üzere, Hz. Nuh’un gemisi, Hz. Yusuf’un saati, Hz. İdris’in
terzilik sanatının ürünü olan giysisi, Hz. Davut’un şekil verdiği demiri
ve Hz. Peygamberin Kur’an ile sosyal hayatı düzenlemesi, insani yeteneklerin açılımına
birer örnektirler. Kısaca diyebiliriz ki, tarihin dönüm noktalarında
medeniyetlerin öncüleri, vahye mazhar olan peygamberler olmuşlardır. (Nursi,
Sözler, 1994:229-242).

Hiçbir medeniyet yoktur ki, kendi mirasını kuşaktan kuşağa aktarmış
olmasın. Gelişen, geliştikçe değişme zorunluluğu yaşayan kuşakların
oryantasyonunu sağlamak ise eğitimin işidir. Denilebilir ki, eğitim
medeniyet için vardır. İnsan, doğası gereği daima hakka ve doğruya karşı
bir eğilim taşıdığı gibi, yine doğası gereği doğru kültürü, doğru
medeniyeti ve doğru eğitimi yaşatmaya eğilimlidir. Tarihten günümüze
kadar, eğitimde, iyi insanlar her zaman iyi, kötüler ise ibret olsun diye,
yine her zaman kötü olarak anılırlar. Bu bilgi birikimini aktaran araç, sözlü
ve yazılı kültürdür. Medeniyetlerin kültür boyutunu oluşturan ve yaşatan
ise eğitimdir.

İnsanoğlu, Antik Çağdan günümüze kadar, Doğuda, Batıda, Kuzeyde ve Güneyde
kurulan yüzlerce medeniyete tanık olmuştur. Bu medeniyetler kuruldukları dönemden
yerle bir oldukları döneme kadar geçen süre içinde kendilerini ayakta
tutacak bir "kimlik" oluşturmuşlardır. Medeniyetler, bu kimliklerin
adıdır.

Medeniyet kurmak zor olduğu kadar, onu yaşatmak ve kuşaklar boyu sürdürmek
ciddi bir eğitim işidir. Eğitim, insan doğasına ve yeteneğine, toplumsal
değerlere, hatta evrensel düzene uyumu ölçüsünde başarılı olur. M.Ö.
6. yüzyılda Atinalıları Spartalılara üstün kılan, insan merkezli eğitimdi.
Miladi 7. yüzyıldan Ortaçağın sonuna kadar Doğuyu Batıya üstün kılan,
insani değerlerle bütünleşmiş eğitimdi. Aydınlanma çağından günümüze
kadar Batıyı Doğuya üstün kılan da özgür düşünceyi doğuran özgür eğitimdi.

Medeniyet tarihi bize göstermektedir ki, insanlığa hizmet eden ve insanlık için
yararlı sonuçlar üreten medeniyetler "insan" merkezli olmuştur. İnsana
değer veren, onu hukukta üstünleştiren ve sosyal düzen için hukuk eşitliğini
ideal haline getiren medeniyetlerdir. Böyle medeniyetlerin alt yapısını oluşturan
bölümleri de bu özellikleri taşır. Tabii ki, eğitim sistemleri de özgür,
açık, katılımcı ve yaygındır. Cehalet/bilgisizlikle arzu edilen ve insanlığın
yararına bir medeniyet kurulamaz.


Her Medeniyet Kendi Eğitim Anlayışını Geliştirir

Avrupa son iki asrı çalkantılarla geçirmiş, düşünce ve eylemde çapraşık
ve karmaşık sistemler sarmalında çalkalanmıştır. Eğitimde Özgürlük
Hareketi Öncülerinden biri olan Kathleen Melankos, "Medeniyetimizin
temeli büyük ölçüde Romalılar ve Yunanlılar tarafından atılmış. Acaba
köklerimizi daha iyi anlamaya çalışırsak, bugünkü problemlerimizi aydınlatabilir
miyiz?" (Melankos, 2001:13) diye soruyor ve bugünkü Batı medeniyetinin
dayandığı ilkelerin Sparta’da da yaşandığını ileri sürüyor: "M.Ö.
6. yüzyılda Sparta, oligarşik bir tarım ve kara devletiydi. Yönetim asker
vatandaşlara yiyecek temin eden köylü kölelere dayanıyordu. Çünkü Sparta
bir asker milletti. Sparta’da eğitimin amacı, nesilleri Sparta kalıplarına göre
yetiştirmekti." Oysa Atina, kendi sistemini kendi gerçeklerine göre yapılandırarak,
başarılı bir model oluşturmuştu. Yazar, ayrıca Atina’da, anne ve babaların,
yasal bir zorlama olmadan, çocuklarını yetiştirmesi için nasıl değişik yöntemler
bulduklarına işaret etmektedir.

Sparta kapalı bir toplum ve kapalı rejimle, sadece savunma merkezli bir yönetim
anlayışına sahipken, Atina açık toplum ve açık eğitim modelini benimsemişti.
Sparta’ya göre, Spartalılar her zaman düşmanlarla baş başadır ve Sparta’nın
Spartalıdan başka dostu yoktur. Eğitim de Eflatun’un öğütlediği üzere,
devlet kontrolündedir. Çünkü vatandaş eğitimden anlamazdı.

Oysa Atina’da açık toplum modeli vardı. Katılımcı eğitimde esas yük
ailelerdeydi. Çünkü aile en iyisini yapabilirdi. Yönetim anlayışında
kanun önünde eşitlik vardı. Ama insanların bireysel farklılıklarından
dolayı eğitilmiş insanların eşit olamayacağı anlayışı da yaygındı.
İnsanların yetenek, his ve zeka bakımından değişkenlikleri göz önüne alındığında,
eşitlikleri mümkün olamazdı. Çünkü, tek tip insan yetiştirmeyi
hedeflemek, ancak kapalı toplumların politikasıydı.

Marksizmi, Naturalizmi, Nihilizmi doğuran 20. yüzyıl Avrupa’sı ve üzerinde
yükseldiği medeniyetinin ilkeleri, ekonomik, sosyal, siyaset, hukuk
sistemlerine sindiği gibi, eğitim sistemine de yansımıştır.

Serbest piyasa ekonomisi ve piyasanın acımasız rekabeti, eğitimde de
rekabeti doğurmuş, her tür test ve sınavlarla öğrenciler, yarışacakları
geleceğin rakiplerini daha okul sıralarında tanımış oluyorlardı. Güçlü
olanın ayakta kalacağı, zayıfın yok olacağını telkin eden "mücadele"
felsefesi, eğitimde özellikle fen ve tabiat bilimleri derslerinde değişik
canlı örnekler verilerek, genç beyinlere hayatta kalabilmek için güçlü
olmaları gerektiği telkini yapılıyordu. Tabii ki, insan topluluklarında
daha belirgin olan yardımlaşma, dayanışma, birbirinin ihtiyacına koşma
gibi psikolojik gerçekler de görmezden geliniyordu. Irkçılık ise, yani
kendi ırkının üstün olduğu, dolayısıyla başkasını yutmakla beslenmek
felsefesi sürekli körükleniyor, kitaplara ve müfredatlara yansıtılarak gençlerin
zihinlerine yerleştirilmeye çalışılıyordu.

Bu yaklaşımlar, Pozitivizmin Avrupa’ya, oradan da tüm dünyaya zehir kustuğu
dönemin bir ürünüdür. Tabiat bilimlerinde Charles Darwin, düşüncede
Auguste Comte, eğitim felsefesinde Stuart Mill, felsefede Herbert Spencer gibi
filozoflar da vahiy kaynağından uzak yetişmişti. Bu filozofların başını
çektiği tüm aşırı fikirler, Ortaçağ Hıristiyanlığına, engizisyonuna
ve kilise egemenliğine, hatta bu fenomenlerin bir eseri olan kendi tarihine bir
baş kaldırmaktan başka bir şeyle ifade etmek zordur. Batıya vahşeti yaşatan
bozulmuş Hıristiyanlık din motifinin ağır bastığı skolastik düşünceye
ve hayata yansımalarına karşı bu baş kaldırışın belki haklı bir nedeni
olabilirdi; ancak buna karşılık geliştirdikleri materyalist düşünce gerçek
hayatı yansıtmaktan tamamen uzaktı. Bunun sunucu olarak Batı, 20. asırda büyük
bir felaketin eşiğine gelmişti.

Son asrın en büyük düşünürlerinden olan Bediüzzaman, Batı medeniyetini
oluşturan vahyin özünden uzaklaşmış felsefe ile İslam medeniyetini oluşturan
Kur’ani yaklaşımın "insan modeli"ni karşılaştırdığı 12. Söz’de,
bu iki medeniyetin kendi insanını yetiştirdiği eğitim modeli hakkında da
çarpıcı ip uçları vermektedir (Nursi, Sözler, 1994:122). Batıyı, dünü
ve bugünü ile çok iyi yorumlayan geniş bir kültür birikimine sahip olan
Bediüzzaman’ın, Batı medeniyetinin insan modeline ilişkin sunduğu özellikleri
şu şekilde özetlenebilir:

· Menfaat odaklı düşünür. Kendi çıkarı için ötekinin ayağını öpecek
kadar alçalabilir. Bunu yaparken oldukça esnektir ve omurgasızdır. Üstelik
bu özelliğini gurur maskesi altında vitrinine koymayı iyi becerir.

· Vitrine koyduğu diğer bir özelliği de inatçılığı ve ısrarcılığıdır.
Oysa bu da, isteğini elde edinceye kadardır; en küçük bir çıkarını görünce
bu sihir de bozulur.

· Kendi dünyasında, bireysel olarak kendini düşündüğünde zayıf, aciz
ve güçsüz olduğunun farkındadır. Ancak bunu toplumsal düzeye taşıdığında
mağrur olduğu kadar, kendisi gibi olanlarla birlikte olduğunda ise güçlü görünmeye
çalışır.

· En önemli özeliklerinden biri de dünyadaki varoluş felsefesinde yatar. İnsan
için en önemli amacın hayvani ve nefsi isteklerin yerine getirilmesi olduğunu
savunur.

Batı medeniyetinin köklerinden biri olan "Roma Dehası"nın (Nursi,
Sözler, 1994:651-656) insan modelindeki bu özellikler, şüphesiz toplumsal düzeyde
de kendisini göstermektedir. Bediüzzaman Said Nursi, böyle bir insan modelini
esas alan felsefenin oluşturduğu toplumun özelliklerini şöyle sıralamaktadır
(Nursi, Sözler, 1994:122):

· Toplumsal hayattaki dayanağı kuvvettir. Oysa kuvveti esas alan bir
toplumda hak ve hukuk kavramı ortadan kalkar; kuvvetli olan her zaman haklıdır.
Bu, saldırganlığı da doğurur. Güçlüleri haklı, haklıları da güçsüz
duruma düşürür.

· Toplumsal hedefler çıkar zembereği üzerine döner. Menfaat herkesin önceliğidir.
Böyle bir toplumda mutlu insan bulmak zordur. Çünkü adil paylaşılmayan dünya
nimetleri hiç kimseyi memnun etmez. Bunun sonunda "boğuşma" başlar
ve savaşlar çıkar. Güçlü olanlar bir takım sebepler bulur ve gerçek amacı
olan o nimeti ele geçirmek için harekete geçer.

· Hayat bir mücadele olarak algılanır. Tabiattaki varlıklardan insan
toplumlarına kadar, her varlık kendi menfaatini ele geçirinceye kadar mücadele
eder. Bu bakış açısına göre, insan sürekli bir kavga içindedir. Güçlüyse
ayakta kalır, zayıfsa yok olup gider.

· İnsanlar arasındaki iletişimde "ırkçılık ve menfi milliyet"
esastır. Kendi ırkını üstün gördüğünden diğer ırklar sefil birer
yaratık ya da kendi hizmetinde olması gereken kölelerdir. Bu anlayış diğer
ırkları ortadan kaldırmayı ve yok etmeyi hedefler. Başkasını yutarak
beslenir.

· Batı medeniyetinin toplumsal sonuçlarına baktığımızda, insanların
heveslerini kamçılamak ve ihtiyaç listelerini kabartmaktan başka bir şey göremeyiz.

· Sonuç ise, Batı medeniyetinin üyesi olan insanların mutsuzluğudur.

Kimlikleri, ırkları, dinleri ve dilleri ne olursa olsun, felsefenin etkisi altında,
Batı medeniyetini kendi dünyasına taşıyan toplumların mutluluk genleri
deforme olmuştur. Batı dünyasındaki eğitim modelleri de felsefelerine
paralel olarak yukarıdaki özellikleri hedef davranışlar olarak belirlemiştir.
Bu tamamen "Roma Dehası"nın bir ürünüdür.

Oysa Kur’an medeniyetinin insanlığa bahşettiği insan ve toplum modeli ise çok
nettir. Bunlar:

· Kur’an’dan dersini alan model bir insan, her şeyden önce Allah’ın kuludur.
Allah’tan başkasına asla kul olmaz. Cennet gibi büyük bir menfaati elde
etmek bile onun asıl amacı değildir. Bu yönüyle izzet sahibidir.

· Mütevazi, halim ve selim bir yapısı vardır. Ama bu tutumu Yaratıcısına,
masumlara ve doğrulara karşıdır. Yaratıcısı dışında asla kimseye alçalmaz,
buna tenezzül etmeyecek kadar şereflidir.

· Bireysel anlamda kendi zaaflarını, ihtiyaçlarının da bitmeyecek kadar çok
olduğunu bilir. Fakat buna karşılık, mülk sahibinin onun için depoladığı
uhrevi servetlerine ulaşacağını da çok iyi bilir. Dayanağı O olduğu için
de güçlüdür.

· Hayattaki tek amacı Allah rızasını elde etmek olduğundan faziletli bir
insan olmak için çalışır.

Kur’an’ın oluşturduğu insan modelinin toplumsal yansıması ise şu şekildedir:

· Toplumsal hayatta dayanak noktası kuvvet değil, haktır. Haklı olan
kuvvetlidir. Kuvvet haktadır. İnsanlar ancak hakta birleşebilir. Her vicdan
hakkın ne olduğunu bilir ve hakka inanır.

· Toplumsal hedef menfaat değil, faziletli bir toplum olmak ve Allah’ın rızasını
elde etmektir. Bunun sonunda toplum dayanışma içine girer. Böylesi bir
toplumda insanlar birbirinin yardımına koşar.

· Milletler arasındaki ilişkilerde ırkçılık yerine din, sınıf ve vatan
esaslarını ortak payda olarak iletişim aracı kabul eder. Bunun amacı kardeşlik
bağlarını güçlendirmektir. Bunun sonucunda da, kardeşlik bağlarının güçlendiği
insanlar arasında bir çekim kuvveti oluşarak dünya barışı kurulur .

· Toplumsal amaç, nefsani arzulara set çekmek ve ruhu yüceltmektir. Bu ancak
nefsi gemlemek ve ruhu da kemalata kamçılamakla olabilir ki, dünya ve
ahirette mutluluk elde edebilmenin tek yoludur.

Görüldüğü gibi, Kur’an’ın sunduğu insan ve toplum modeli ile Batı
medeniyetinin kaynağını oluşturan felsefenin ve "Roma Dehası"nın
sunduğu model arasında ciddi farklar vardır. Batı dünyasında, bu farklar
ifrat denilen boyutuyla Ortaçağda, tefrit denilen diğer boyutuyla da 20. asrın
başında zirveye taşınmıştır.

Her iki medeniyet de kendi eğitim sistemlerini bu özelliklere göre kurmuştur.
Hayata, insana, topluma ve evrene bakış açılarını da kültürleri aracılığıyla
gelecekteki kuşaklarına aktarmaya çalışmıştır.


"Serbestiyet ve Malikiyet" Devrinde Özgürlükçü Eğitim

İnsanlık tarihi de insan ömrü gibi dönemler geçirmiştir. Sosyolojik
devreler dediğimiz insanlığın dönüm noktaları beştir: Vahşet ve
Bedeviyet, Kölelik, Esirlik, Ecirlik, Serbestiyet ve Malikiyet devirleri
(Nursi, Sözler, 1994, 649). Bu beş dönem insanların yetenek, anlayış ve
beyinsel fonksiyonlarına paralel olarak gelişmiştir. Tarihin bu sosyolojik dönemlerinde
eğitim ve öğretim de kendi düzeylerinden farklı olmadığı gibi, kurulan
medeniyetler de o dönemlerdeki insani değerlerin bir yansımasıdır. Ama,
bilim, teknoloji ve insanın yeniden keşfedildiği iki bin yıl sonrasının
"özgürlükler ve mülkiyetler" dönemi olacağı ise açıktır.

İnsanlığın özgürlükler dönemi, içinde bulunduğumuz çağdır. Özgürlüklerin
gelişmesinde en büyük etken insanın anlaşılmasıdır. Bilimin gelişmesi,
teknolojinin gelişmesine paralel olarak iletişimin artması, dünyanın bir
ucundaki hastalık habercisi bir öksürüğün diğer ucundaki insanı anında
rahatsız etmesi, insanların birbirlerinden kopuk yaşayamadığını ve bir
birinin özgürlük sınırlarına saygı duymak zorunda olduğunu göstermektedir.
Bu zorunluluk, birbirini anlamak ve avantajların eşit paylaşımını sağlamaktır.
Gerçek özgürlük, bireye başkasının hukukuna karşı saygılı olma ve
kendi özgürlük sınırı ile başkasının özgürlük sınırına ilişkin
bilinci elde etme görevini yüklemektir. Özgürlükler çağı, bu özelliğindendir
ki diğer çağlardan daha anlamlı ve insanına daha çok mutluluk verecektir.

Böyle bir dönemin en büyük aracı eğitimdir. Müfredatlar, ders kitapları
ve özellikle bunlara ruhunu üfleyen eğitim felsefeleri, "Malikiyet ve Özgürlükler
çağı"nın özelliklerini dikkate almak durumundadır. Yetenekleri öldüren
himayeciliği, her fırsatta zulüm ve saygısızlığı empoze eden baskıcılığı
hatırlatan ve çoktan gerilerde kalmış eğitim modelleri artık geçerliliğini
yitirmiştir. Açık toplum ve açık eğitim modeli bu dönemin en büyük özelliğidir.
Açık eğitim modelinde en önemli unsur insandır. İnsan merkezli düşünce,
insanın özgürlüğüyle başlamaktadır. Gerçek özgürlüğün temelini de,
ruh ve vicdanın bağımsızlığı oluşturur. Ruh ve vicdan ne kadar bağımsızsa,
insani değerlerin topluma yansıması o kadar güçlü ve etkili olur. İşte
bunu sağlayan olgu özgür eğitimdir. Birey olarak herkes özgürlükten hoşlanır.
Hiç kimse, kendi özgürlük sınırının bir başkası tarafından aşılmasını
istemez. Özgürlükler, küreselleşme olgusunun sağladığı imkanlar
sayesinde, gittikçe kapalı tüm toplumları da açık olmaya zorlayacak; tüm
insanlar özgürlüğün haklar sınırında olumlu bir şekilde birbirlerini
etkileyecektir.

Küreselleşme olgusunun gün geçtikçe öneminin arttığı çağımızda, dünya
çoktan bir köy haline gelmiştir. Bunca iletişim araçlarının bulunduğu günümüzde
bilginin ulaşamadığı bir toplum ve bir bölge yoktur. Uydular aracılığıyla
anında dünyamızın kontrolü pek ala mümkündür. Günümüzde, "Ben
bilmiyorum!" ya da "Dünyada bu da mı vardı?" demek, akıl ve
muhakeme yoksunluğu anlamındadır. Bediüzzaman, medeniyetin dört koldan
insanlığı sardığı bir zamanda, alemin hükümranının "ilim ve
marifet" (Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, 2000:65) olduğunu söylemektedir.
Medeniyeti insanlığın yararına çalıştırmanın tek şartı olarak gördüğü
"eğitim"i ise her şeyin üstünde tutar. Günümüz Avrupa
medeniyetinin hazırlayıcısı olan Asya ve Rumeli köşelerinde gömülü olan
İslam medeniyetinin uyanmakta olduğunu ve bundan yalnızca çıkarını insanlığı
rahatsız etmekte ve baskıyı tatmin aracı olarak görenlerin korkup
panikleyeceğini söyleyen Bediüzzaman, eskiden olduğu gibi çağımızda da
cennetimsi yükselişin ve hakiki medeniyetin kapılarının açık olduğunu
ifade eder. Hakiki medeniyete beş ana kapıdan girilebileceğini söyler:

1- İnsanların kalplerini "hak" kavramında birleştirmek, 2- En büyük
motifi din olan milli muhabbet, 3- Eğitim (maarif), 4- Çalışma, 5-Ahlaksızlığı
terk (Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, 2000:60). Özgürlükler çağında, bu kapıların
er geç açılacağına olan inancına da, eskiden, Asya’yı aydınlatıp olgun
yeteneklerin tohumlarını yeşerten özgürlüğün bir mucize gibi doğduğunu
delil olarak gösterir (Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, 2000:60). Özgürlüklerin
nefes aldırdığı çağımızın medeniyetinde eğitimin yeri büyüktür.

Bediüzzaman, Münazarat adlı eserinde de, aklın ve bilginin ön planda
tutulmasının gerektiğini vurgular. Kendine özgü deyişiyle, demokrasi döneminin
zembereği, ruhu, kuvveti, hakim ve ağasının neler olduğunu ve olacağını
şöyle sıralar: Hak, akıl, marifet/bilgi, kanun ve kamuoyu ve kimin aklı
keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir diye akıl ve zekanın
yerinde kullanılmasının gerektiğini söyler (Nursi, Münazarat, 1999:21). Özgürlük
çağının aynı zamanda bilgi çağı da olacağını, evrensel mesajlarla
dolu olan Kur’an’ın bu asra bakan ayetlerini isabetli ve yerinde yaptığı
yorumlara ve geçmişe ait geniş kültür birikimine dayanarak haber verir. Bu
çağrı, Müslüman toplumlarına olduğu kadar diğer toplumlara da yönelik
olan bir uyarı anlamındadır. Bilgi çağında en büyük görev eğitim
sistemlerinin işleyişindedir. Sisler ve tozlar altında kalan İslam
medeniyeti geçmişte olduğu gibi, günümüzdeki teknoloji sarhoşu Batı
medeniyetinin hakim olduğu çağımızda da insan merkezli oluşumların başlatıcısı
olacağına inanmaktadır. Aklın yolu birdir. Gerçek medeniyetin yolu, insanı
asıl amacına yönlendiren bir eğitimden geçer. Bu da ancak insanı her zaman
merkeze alan bir anlayışı bütün insanlığa dikte ettiren, ürünlerini de
bolca insanlığın hizmetine sunan ve "hakiki medeniyet" kuran İslam’ın
insan, toplum ve evrene ilişkin olan bakış açısının eğitime yansıtılmasıyla
mümkündür. Bu gerçekleştiğinde, insanlık kendine gelecek, ufuklar açılacak
ve dünya, yeni bir anlayışın ve dönemin eşiğine gelecektir.


Medeniyetlerin Ömrü…

Aslında günümüz Batı medeniyeti bir test sürecinden de geçmiştir.
Topluma verdiği bir çok reçetelerin olumsuz etki ettiği anlaşılmıştır.
Batı, kurduğu medeniyetin, çok azı istisna edilirse, kendine pek yararlı
olmadığını yaşadığı iki büyük savaşta fark etmiştir. Batı, kurduğu
medeniyetin bedelini ağır ödemiş ve özgürlükler çağının başında da
yer yer ödemektedir.

Bediüzzaman, günümüz medeniyetinin, yani olumlu eğitimden yoksun Batı
medeniyetinin, Batılıların da itiraf ettiği gibi, insanlığa hiçbir şey
kazandırmadığını çarpıcı ve yürekli ifadelerle dile getirmektedir:
"… bu şimdiki medeniyet, beşerin yüzde seksenini darlığa ve sıkıntıya
atmış, onunu sahte saadete çıkarmış, diğer onunu da iki arada bırakmış.
Saadet odur ki, ya herkese, ya eksere saadet ola. Bu ise, azınlığındır ki,
insan türüne rahmet olan Kur’an, ancak umumun, azınlığın değil çoğunluğun
saadetini içine alan bir medeniyeti kabul eder." Bediüzzaman
istatistiksel verdiği bu bilgilerden sonra, böyle bir medeniyetin insanlığa
neler verdiğini ve sonunda bütün insanlığın anlayacak biçimde nasıl içini
dışa vurduğunu yine özlü ve anlamlı cümlelerle belirtir: "Hem
serbest havanın baskısıyla, gerekli olmadığı halde bir çok ihtiyaçlar
zaruri hale gelmişlerdir. Bedevilikte bir adam dört şeye muhtaç iken,
medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Çalışma masrafa yetmediğinden,
hileye, harama sevk etmekle, ahlakın esasını şu noktadan ifsat etmiştir.
Topluluğa, türe verdiği servet, haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir, ahlaksız
etmiştir. İlk çağların bütün vahşetini, bu medeniyet bir defada
kustu!" (Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, 2000:113) Bireyi ihmal eden her
medeniyetin sonu hüsrandan başkası olamaz.


Sonuç: Yararlı Medeniyeti Doğru Eğitimle Sunabiliriz

Doğu ve Batı şimdi eskisinden daha belirsiz ve daha iç içedir. Medeniyetin
kaynağı bir ulusa da dayansa, değişik milletlerin katkılarıyla evrensel
hale gelebilir. Gırnata’dan doğan İslam medeniyeti nasıl eğitimin ana
materyali olan "bilgi" ile Batıyı aydınlattıysa, Batıdan gelen
medeniyet de ayrışarak yine "eğitim" yoluyla Doğuya güç
verecektir. Batı medeniyeti "inkışa/açılma" (Nursi, Divan-ı
Harb-i Örfi, 2000:114) ile İslam medeniyetinin köklü ve oldukça taze
ilkeleriyle yeniden buluşacak ve insanlığa yeni bir mutluluk dönemi açacaktır.
Batı medeniyeti, yukarıda sayılan özelliklerini, bilgilenme ve araştırma
merakı sayesinde, İslam medeniyetinin ışınlarıyla tedavi etmiş ve insanlığa
uygun hale getirmiştir. Batı kendine adapte ettiği bu insani değerlerle
kendine gelmiş, etkin eğitim yoluyla da insanının ufkunu açmış, gün geçtikçe
Kur’an medeniyetine yaklaşmıştır. Günümüzde, Kur’an’ın öz ve
hedeflerinden uzak düşen Müslüman toplumların ise Batı toplumlarından
gerek eğitim ve gerekse sosyal açıdan çok geri bir düzeyde olduğu gerçektir.
Yirminci asrın başlarında onlardan aldıkları eski modelleri henüz terk
edememenin sancısını çekmektedir. Müslüman toplumların, insan merkezli açılımları
özünde taşıyan çok zengin bir kültüre sahip olduklarından ve şimdiki
medeniyet birikimini eğitim yoluyla akıllıca değerlendirme fırsatı
ellerinde olmasından, değişimi yakalaması zor olmayacaktır.

İletişim araçlarının hızla artması ve küreselleşme olgusu,
medeniyetlerin iyice karışmasına neden olmuştur. Bu değişim daha da hızlanacaktır.
Aklı güçlü, sözleri gerçek, sunuşu mükemmel olan fikirler her zaman
etkili olacaktır. İslam’ın insanlığa sunduğu eğitim ve medeniyetin, belki
de din ve uyruğu farklı kesimlerce, ama değişik bir biçimde sunumu yapılacak;
böylece tabular yıkılacak, insanlar Allah’ın himayesinde tek bir millet
olmaya doğru gidecektir. Bunu sağlayacak tek etken de eğitimdir.

Kaynakça

Nursi, Bediüzzaman Said (1994). Sözler, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul.

Nursi, Bediüzzaman Said (1999). Münazarat, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul.

Nursi, Bediüzzaman Said (2000). Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni
Asya Neşriyat, İstanbul.

Nursi, Bediüzzaman Said (2000). Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat,
İstanbul.

Fromm, E. (1994). Erdem ve Mutluluk, Çev: Dr. Ayda Yörükan,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.

Garaudy, R. (1995). İnsanlığın Medeniyet Destanı, Çev:
Cemal Aydın, Pınar Yayınları, İstanbul

Pazarbaşı, E. (1996). Kur’an ve Medeniyet, Pınar Yayınları,
Ankara.

Melenakos, K. (2001). Eski Yunan’dan Öğrenilecekler, Liberal
Düşünce, Kış-2001, Sayı: 21, s. 13-16.