Medeniyet ve deniyet. Birbirlerine ne kadar yakın ve birbirlerinden ne kadar
uzak. Yazılışlarında küçücük bir fark var – bir "mim" veya
"me" harfi. Ama mahiyetleri ne kadar zıt. Beyaz ile siyah, gündüz
ile gece gibi farklı olan bu iki kavramın birbiriyle bu kadar karıştırılması
da belki şeklen bu kadar yakın olmalarından. Beyaza boyanmış siyah bir taş,
bazen çamura düşmüş beyaz bir taştan çok daha beyaz görülür – bilhassa
basiretten yoksun yüzeysel nazarlara.
Lügatte medeniyet ‘insanca iyi ve ferah yaşayış, adaletseverlik, şehirlilik,
yaşayış ve sosyal ilişkilerde, ilim, fen ve san’atta tekâmül etme’ olarak
verilir. Medeni insanlar da ‘faziletli, terbiyeli, kibâr, şehirli’ olarak
tarif edilir. Medeniyetin zıddı olan deniyet ‘aşağılık, alçaklık, vahşet
ve ahlaksızlık’ olarak tanımlanır. İngilizcede medeni’nin karşılığı
olan ‘civilized’ ise ‘kibar, nazik, ince’ anlamına gelir ve medeni’nin zıddı
olan ‘savage’ ise ‘vahşi, yabani, medeniyet görmemiş, barbar, canavar ruhlu’
anlamlarında kullanılır. Yani medenilik zati bir hasiyet değil, kişilerin
başkalarıyla ve çevresiyle olan ilişkilerinde ortaya çıkan bir hasletttir.
Medeniyet tamirdir, imardır, terakkidir. Vahşet ise bozmaktır, tahriptir,
tedennidir. On kişinin yüz günde büyük masraflarla yaptığı bir evi bir
kişinin bir saatte bir kibrit ile yakabilmesi gösteriyor ki tahrip kolay,
tamir zordur. Vahşi olmak kolay, medeni olmak zordur. İnsan karakterinde
ihsan, sevgi, dostluk, yardımseverlik gibi imar edici vasıflar medeni, kıskançlık,
bencillik, kin, hased, düşmanlık gibi tahrip edici vasıflar ise vahşidir.
Tevazu gibi kucaklayıcı ve insanı büyüten vasıflar medeni, kibir gibi
itici ve insanı kendi vücuduna hasreden vasıflar ise vahşidir. Şefkat ve
muhabbetle dolu bir kalp medeni, kin ve düşmanlıkla dolu bir kalp ise vahşidir,
ilkeldir. Bir insanın özdeki medeniliği, sahip olduğu medeni vasıfların
miktarı ile orantılıdır.
Medenilik görünüşte veya kabukta da olabilir. Temizlik gibi, bakımlı ve
taranmış saçlar gibi göze hoş gelen çekici vasıflar medeni, kirlilik veya
pejmürde görünüş gibi itici vasıflar ise vahşidir. Bilgi ile donanmış
bir akıl medeni, eğitilmemiş bir akıl ise işlenmemiş bir elmas gibi vahşidir,
ilkeldir. Doğruyu eğriden ayırdeden bir mantık medeni, saplantılara takılmış
ve muhakeme kabiliyetini kaybetmiş bir mantık ise vahşidir. Haksızlığa
itiraz eden ve zulme razı olmayan bir vicdan medeni, haksızlık ve zulümden
ızdırap duymayan ve nefsin arzularının avukatlığını yapan bir vicdan ise
vahşidir. Güzel ve doğru konuşan bir dil medeni, kaba ve çirkin konuşan,
yalan söyleyen ve gıybetle iştigal eden bir dil ise vahşidir. Bakınca güzel
gören ve güzelliklerin ve mükemmelliklerin inceliklerini farkeden bir göz
medeni, güzellik ve incelikleri farkedemeyen bir göz ise vahşidir.
Öyle görülüyor ki medenilik izafi bir kavramdır ve bir kişinin her haliyle
medeni olması mümkün değildir. Dikkate alınan kriterlere bağlı olarak
medenilik değişik şekillerde tanımlanabilir. Dış görünüşe büyük önem
verenlerin medeniyet anlayışı ile kişilerin iç alemine ehemmiyet verenlerin
medeniyet anlayışı herhalde birbirinden farklı olacaktır ve birinin medeni
dediğine diğeri belki vahşi diyecektir.
Hakiki medeniyet kabukta değil, özdedir. Özde ne varsa dışarıya o sızar,
o da davranışlarla ‘ahlak’ olarak tezahür eder. O yüzden, ‘medeniyet güzel
ahlaktır’ denebilir. Temizliğe ve görünüşe itina eden ve gözü hoş
gelecek şekilde giyinenlere ‘medeni giyimli’ veya ‘medeni görünüşlü’
denir. Bu görünüm insanlığa layık medeni davranışlarla tamamlanırsa
ancak kişiye ‘medeni insan’ denir. Yoksa kişi ‘medeni görünüşlü bir vahşi’
olur.
İnsanlar ve Diğer Canlılar
İnsan bedenen hayvanlardan pek farklı değildir. Ama dikkat edilirse hayvanlar
için, ister münferid olarak ister toplu halde yaşasınlar, medeni tabiri
kullanılmaz. Demek medenilik insanların maddî vasıfları ile değil, insanı
insan yapan manevî vasıfları ile alakalı bir kavramdır. O yüzden,
kendilerini gelişmiş bir hayvan türü olarak gören ve müferrah bir hayvan
gibi yaşamayı kendilerine gaye edinen insanların medeniliğinden söz
edilemez. Batı ülkelerindeki genel medeniyet anlayışı gerçek medenilikten
uzaktır, çünkü merkezinde ‘menfaat’ vardır, gayesi ‘nefsi arzularını
tatmin’ dir ve hayatı bir ‘menfaatler çatışması’ olarak görür. Himmeti şahsi
menfaati olan bir insanın medeniyet anlayışı ise, medeniyetin nimetlerinden
istifade etmekten ileriye geçemez.
Her hayvan bütün dünyayı kendi mülkü gibi görebilir ve diğer hayvanlara
da kendi mülkünün süsleri gibi bakabilir. Mesela bir balık koca bir
okyanusu özel akvaryumu olarak görebilir. Hayvanlar, istedikleri şeyleri
yapar, istedikleri yerlerde yuva kurar ve istedikleri yerlere göçebilirler.
Yiyecek paylaşımı dışında, aralarında bir müzahemet yaşanmaz. Böyle
bir hayat, belki bir çok kişinin özlem duyduğu bir hayattır. Ama bu medeni
bir hayat tarzı değildir.
Kâinatın en kıymetli meyvesi ve neticesi hayat nimetidir. Işık, renk ve
cisimlerin görünmesine sebeb olduğu gibi, hayat da, mevcudatın varlığının
bilinmesine ve görünmesine sebeptir. Evet hayat, bir zerreyi bir küre gibi
yapar. Her bir hayat sahibi, âlem benimdir diyebilir. Hayatı olmayan bir
cisim, en büyük bir dağ da olsa yalnızdır ve yerinden başka bir şeyle münasebeti
yoktur. Lâkin bal arısı gibi küçük bir cisim, hayata mazhar olduğu zaman,
bütün kâinatla münasebetdar olur ve her şeyle alış-veriş yapar; hattâ
diyebilir ki, "Kâinat benim mülkümdür, benim yerimdir." Kâinatın
her tarafına gider, duygularıyla ilişki ve iletişim kurar ve bütün eşya
ile ahbab olur.
Hayatın en kıymetli özü ruhtur ve ruh sahiplerinin en üstünü şuurlu varlıklardır
ve onların da en kapsamlısı insandır. Bütün kâinat hayata yöneliktir ve
onun için çalışıyor. Hayat seviyelerinin alt kademesinde olan bitkiler
hayvanlara, hayvanlar da insanlara yöneliktir ve onlara destek oluyorlar. Canlılar
merdivenin en üst basamağında olan insan, ilmi nisbetinde, geniş akıl
alemlerinde seyahat eder. Maddi alemde dolaştığı gibi, manevi kalb ve ruh
alemlerinde, hayal aleminde ve rüya vasıtası ile misal alemlerinde gezer. Böylelikle
maddeten küçüklüğüne rağmen, muazzam bir büyüklük ve genişlik
arzeder. İnsanı basit bir hayvan türü olarak görenlerin derin yanılgıları
ve mahrumiyetleri ortadadır.
Teknolojideki gelişmeler, her evin oturma odasına bir yerküreyi sığdırdı
ve bir yerdeki bir olay artık herkesi ve her yeri etkileyebiliyor. Görüntüleri
TV ekranlarımıza ulaşan insanların ızdırapları ile hüzünlenip
saadetleri ile mesud oluyoruz. Hatta olimpiyat gibi genel ilgiyi çeken bir
olay, tüm insanları bir aileye ve yerküreyi bir oturma odasına çevirebiliyor.
İnsana verilen bütün bu zenginlikler eğer yerinde kullanılmazsa nimet
yerine nikmet olur, zevk ve lezzet yerine elem ve hüzün verir. Mesela, insanda
akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş
ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem,
hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, geçmişten gelen hüzünler
ve gelecekten gelen korkular hazır lezzetini bozmuyor. Demek insan hayattan
zevk alma noktasında hayvandan yüz derece aşağı düşer. Ancak ruh ve kalb,
zamanla mukayyed olmadıkları için, insan, insanlığa layık medeni tavır ve
niyetleriyle geçmiş ve gelecek zamanlardan da ulvî ve manevî zevkler
alabilir.
İnsanlar, arzu ve ihtiyaçları sınırsız, zaman, imkan ve kabiliyetleri sınırlı
olduğundan, toplum halinde yaşamaya ve işbirliği yapmaya mecburdurlar. Aksi
taktirde, karnını doyurmayı güçlükle becerebilen zayıf bir hayvan
seviyesinde kalmaktan kurtulamazlar. İnsaniyetin ulviyetine layık bir izzet
ile yaşamak, medeniyette terakki etmek ve yerkürenin ve tüm diğer canlıların
sultanı olmak ancak toplu halde yaşamak ve işbirliği yapmakla mümkün olur.
Topluluk ne kadar büyük ve uyumlu olursa, meyveleri de o kadar büyük ve tatlı
olacaktır. Bediüzzaman’ın ifadesi ile:
"İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acib ve latif
bir mizac ile yaratılmıştır. O mizac yüzünden, insanda çeşit çeşit
meyiller, arzular meydana gelmiştir. Meselâ: İnsan en müntehab şeyleri
ister, en güzel şeylere meyleder, zînetli şeyleri arzu eder, insaniyete lâyık
bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.
Şu meyillerin iktizası üzerine yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini, istediği
gibi güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır. O
san’atlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesaî etmeye
mecbur olur ki; her birisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle
yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler." (İşaratü’l
Îcaz, s. 140-141)
İnsanın diğer canlılar üzerindeki hakimiyeti, ona bitkiler ve hayvanlar üzerinde
keyfi tasarruf yetkisi vermez. İnsan dünyadan ve içindeki tüm varlıklardan
sorumludur ve onlardan istifade ederken bu sorumluluğun şuuru içinde hareket
etmelidir. Keyfi olarak bitkilere ve hayvanlara zarar veremez. Mesela insan
ihtiyacı kadar avlanmalıdır. Yoksa sadece öldürme zevki için avlanmak
medeniyet değil, vahşettir.
İnsan madde itibarıyla belki aciz bir hayvandır, fakat hisleri, arzuları ve
sair manevî cihazlarınca tüm yerküre elinde bir top gibidir. Beka arzusu
gibi, tüm dünya verilse doymayacak hisleri vardır. Bir hastayı ve hastalığını
tam olarak tanımadan ona çare bulmak mümkün olmadığı gibi, insanın
mahiyetini bilmeden de ona mutluluk reçeteleri yazmak mümkün değildir.
Medeniyetin nimetlerinden azami istifade etmek ve mahzurlarından sakınmak için,
insanın mahiyetini anlamak şarttır. Çünkü neticede, medeniyet de medenileşme
de insan içindir.
Medineleşme ve onun tabii bir neticesi olan küreselleşme ile alakalı
tedirginliğin menşei Batı felsefesinin insana materyalizme dayalı bakış açısıdır.
Bu felsefede insan "konuşan hayvan," "ekonomik hayvan" veya
"düşünen hayvan" olarak vasıflandırılmıştır. İnsanın
gayesi, hayvan gibi arzularını tatmin ve rahatça yaşamak olarak ifade edilmiş,
hak kuvvette görülmüş ve hayat bir menfaatler çatışması olarak takdim
edilmiştir. Bu da insanlar ve toplumlar arasındaki emniyet ve itimadı sarsmış
ve rekabet, düşmanlık ve korku hislerini ön plana çıkarmıştır. Medeni dünya
bu yaklaşımın bedelini iki dünya savaşı ile ağır bir şekilde ödemiştir.
İnsanın zulüm, hırs, korku ve menfaatperestlik gibi hisleri ve hayır ve şer
işleme kabiliyetleri sınırsızdır. Küreselleşmiş bir medeniyetin geniş
çapta kabul görmesi, insanın gerçek menfaatinin, emniyetinin ve terakkisinin
bu medeniyet çatısı altında olduğunun gösterilmesine bağlıdır, bu da
medeniyetin faziletlerinin görülmesiyle olur.
Bediüzzaman, insanı madde ve manasıyla beraber analiz etmiş ve insanlığın
hakiki ve daimi saadetinin maddede değil, insanın ulviyetine layık bir
fazilette olduğuna işaret etmiştir. Ve fazilette de sınır ve rekabet olmadığından,
insanlara kavga etmeden sınırsız bir terakki ve ebedî bir saadetin yolunu göstermiştir.
İnsanlar birbiri içine girmiş daireler içinde yaşarlar. Şahsî daireden
sonra en küçük daire ailedir, sonra kişinin beldesi, sonra şehri, daha
sonra ülkesi ve en nihayet yerküre gelir. Bireylerin her dairede değişik
konumları, vazifeleri ve lezzetleri vardır. Bu iç içe girmiş dairelerde
hukukun muhafazası, vazifelerin ifası ve israfın önlenmesi adil bir düzenlemeyi
gerektirir. Bu da medeni ölçülerin esas alınmasıyla olur. Belde
sakinlerinin genel menfaat ve emniyetini temin için konulmuş belde kurallarını
hürriyeti tahdit olarak görüp onlara uymamak için belde sınırları dışına
çıkan yarı-medeniler az kazanır, çok kaybeder.
Yerküre bir olmasına rağmen, insanlar adedince hususî küreler birbiri içine
girmiştir. Bediüzzaman’ın dediği gibi, herkesin bu dünyada koca bir dünyası
var; âdeta insanlar adedince dünyalar birbiri içine girmiş. Hatta denebilir
ki medineleşme, bu hususî küreler arasında bir uyum, bir dayanışma, bir
birlik sağlanmasıdır ve muhtemel zıtlaşma ve tahribatın önlenmesidir.
Genel alem de bu hususi küre veya alemlerin bir bileşkesidir denebilir.
Hayatı karmaşık hale getiren bu dairelerin ve kürelerin varlığı ve yaygınlığı
medeni bir hayatın tesisi için şarttır. Mesela, belde olmadan bir eve medeni
hayatın gerekleri olan elektrik, su, kanalizasyon, telefon, yol gibi altyapıların
gelmesi ve onların bakımı insanların büyük çoğunluğu için imkansızdır.
Sözde ve Özde Medeniyet
İnsan yemek yemeyi sever. Hele itina ile hazırlanmış leziz yemekleri yemeyi
daha çok sever. Bu yemekleri nezih bir ortamda ahbablarıyla beraber yemeyi ise
en çok sever. Çünkü böyle bir ortamda insanın sadece dili ve midesi değil,
aynı zamanda gözü, kulağı, kalbi, ruhu ve daha nice hisleri telezzüz eder
ve kişi aslında bir ziyafette iken sanki aynı anda binler ziyafettedir. Kişinin
böyle bir ziyafette aldığı toplam zevk, hislerinin gelişmişlik derecesine
ve dostlarıyla arasındaki muhabbetin seviyesine göre değişir. Dostların
birbirlerine ikramlarda bulunduğu bu tür ziyafetler verme ve davetlere katılma
insanların gelişmişliğinin ve medeniliğinin bir ölçüsüdür. Yemeğini
tek başına bir köşede yemeyi böyle ziyafetlere tercih eden kimselere
nezaket icabı ‘az medenileşmiş’ veya ‘medenileşmekte olan’ dense herhalde
yeridir. Çünkü yemeği dil ve mide ile sınırlı bir olay olarak görmek,
mahrumiyettir.
Bir de işin sadece özde veya sadece kabukta olan yarı-medenilik hali vardır.
Farzedelim ki böyle bir ziyafete dışarıdan bir kaç kişi geldi ve ziyafet
sahibine aç olduklarını söyleyip kendilerinden ikramda bulunmasını istedi.
Ziyafet sahibi de hayhay deyip yabancıları buyur etti ve onlara mükemmel bir
sofra açtı ve onların memnun hallerini temaşa etti. Bu cömert ev sahibi
yabancıların saadetiyle mesud oldu, onların dil ve midelerinde hissettiği
lezzetin bin katını ihsan ve ikram ve lütuf pencereleri vasıtasıyla
kalbinde hissetti ve kalbi sürur ile doldu. O kadar ki, bu yemekleri kendisi
yese idi, bu kadar zevk almayacak idi. Kaldı ki dil ve midede hissedilen lezzet
geçici ve sathîdir ve yemeğin yendiği ana münhasır kalır. Yemekten sonra,
bu lezzet gider, çünkü yemek maddîdir ve ancak madde ile kaimdir. Ziyafet
hatırlandıkça dil ve mide arzuların hilafına tekrar telezzüz etmez, belki
hüzünlenir. Çünkü o lezzetler artık yoktur, yerini yokluğa bırakmıştır.
Amma samimî dostlara ve hatta müştak yabancılara yapılan ikramlar hatıra
geldikçe o memnun çehrelerden akan sürur, kalb ve hissiyatı ilk seferki gibi
tekrar ihtizaza getirir ve tekrar saadet lambalarını yakar, kalbini tenvir
edip şenlendirir. Hazlar tekrar canlanır. Çünkü lütuf ve ihsan ve memnun
etmek manevîdir ve zamanla mukayyed değildir. Kabuk değil, özdür.
Mazi toprağına gömülen kabuk çürür, ama Hayy ve Muhyî isimlerine mazhar
olan öz neşv ü nema bulur, hayatdar kalır ve ölmemiş kalblere hayat damlatır.
Bu bahtiyar ziyafet sahibi açtığı ihsan, ikram ve lütuf penceleri ile kalp
odasını geçici mumlara bedel daimî güneşlerle aydınlattı ve ‘hatırlama’
düğmesini basarak o nurlara ve sürurlara her istediği an mazhar oldu. Böylelikle
o kişi inbisat etti, genişledi, çok boyutlar kazandı ve cüz’î bedenine rağmen
külliyet kesbetti. Sonunda insan-ı kâmil oldu, mükemmelliğe ve medenîliğe
ulaştı.
Böyle müstesna bir ziyafet veren diğer bir ev sahibi de dostlarını en iyi
şekilde ağırladı ve onların takdir ve teşekkürlerine mazhar oldu. Hatta böyle
güzel bir ziyafeti çok kimsenin veremeyeceğini düşünüp, ondan da ayrı
bir haz aldı. Ancak sonradan kapısını çalıp kendisinden yemek isteyen aç
yabancıları taltif yerine hakaretlerle tardetti ve böylelikle hemcinslerine
karşı kalbinde hiç şefkat ve muhabbet taşımadığını izhar etti. Onların
hüzünleri ile hiç mahzun olmadı, hatta onların arkasından güldü, çünkü
kalbi başka kalplere karşı körelmiş, hisleri ölmüştü. Ayrıca kendisini
defalarca takdir edip enaniyetini şişiren dostlarını daha büyük
ziyafetlere davet etti, ancak yeterince iltifat etmeyen veya ziyafetine mukabele
etmeyen veya kıymetli hediyeler getirmeyen dostlarını bir daha davet etmedi.
Hatta bu kişilerle en küçük sebepler yüzünden kavga etti ve onlara düşman
oldu. Çünkü bu kişi, dostlarını değil, dostlarındaki menfaatini
seviyordu. Yani kendisini seviyordu. Belki de aslında kendisi zannettiği
benlik ve enaniyetine hizmetçilik eden ve nefsin bazı kalın his ipleriyle bağlanıp
beden kafesine hapsedilmiş bir köle idi, ama kendisini efendi zannediyordu.
Batı mahreçli birçok filmlerin bu tür ‘işgal edilmiş beden’ temasını işlemesi,
yoksa bu hakikatin ekrana bir yansıması mı idi?
Sadece kendi maddî menfaatini düşünen bir insan, insan değildir; medeni ise
hiç değildir, olsa olsa insan kılığına girmiş zavallı bir hayvandır.
Parlak bir kabuk içinde çürümüş bir özdür ve kabuk kadar değeri vardır.
Böyle bir insan başkaları tarafından samimi olarak sevilmez, hatta
kendisinden nefret edilir, kendisine maddesi ve maddi varlığı ve sağladığı
maddî menfaat kadar değer verilir.
İşte bir olay ve iki insan. Biri kainat kadar büyük, diğeri ise cismi kadar
küçük. Biri muhtelif alemlerde geziyor, diğeri ise beden kafesinde mahsur.
Biri hayatdar kalblerde inikas eden bir nuranî, diğeri ise karanlık ve
kesafetli alemlere mahkum olmuş bir fani. Acaba, bunların hangisi daha medeni?
Mahallede Medeniyet
Bir mahalle düşünün ki kimse şahsi menfaatından başka bir şey düşünmüyor,
herkes birbirini rakip ve hatta düşman olarak görüyor, kimse küçük bir şahsî
menfaatini toplumun büyük bir menfaati için feda etmiyor. Gerçek sevgi yok,
komşu komşunun umurunda değil ve hatta kimse komşusundan emin değil.
Kuvvetli zayıfı sömürüyor ve malını yok pahasına elinden alıyor, zayıf
çaresizlik içinde kıvranıyor. Zengin malına mal katarken fakirler çöplerden
zenginlerin artıklarını topluyor. Zengin ve kuvvetliler, fakir ve zayıflara
tepeden bakarken, fakir ve zayıfların kalpleri kin ve hasetle doluyor. Asayişi
muhafaza ve isyan ve taşkınlıkları önlemek için çok sayıda polis devriye
geziyor ve hapishanedeki mahkum sayısı gittikçe artıyor. Böyle bir
mahalleye ve onun sakinlerine medeni denebilir mi? Bu mahallede çok sayıda
zengin olması ve kişi başına düşen ortalama gelirin yüksek olması durumu
değiştirir mi? Böyle bir mahallede yaşamak arzu edilir mi? Böyle
mahallelerden oluşan bir ülke ve böyle ülkelerden oluşan bir dünya, acaba
ne kadar medeni sayılır?
Şimdi de bir mahalle düşünün ki herkes komşusunun ve toplumun menfaatini
kendi şahsi menfaatinin önüne koymuş. Komşuları rahatsız edebilecek
hareketlerden kaçınıyor ve bir ihtiyaç anında onların yardımına koşuyor.
Yere çöp atmak şöyle dursun, yerde bir çöp görürse onu derhal alıp çöp
sepetine atıyor. Komşunun başına gelen bir felaketi, kendi başına gelmiş
gibi kabul edip, tüm imkanlarını seferber ediyor. Yemek pişirince bir tabak
da komşuya göndermezse içi rahat etmiyor ve çocuğuna bir oyuncak alınca
‘arkadaşlarınızla paylaşın’ diye tembihliyor. Zengin, fakire karşı gayet
mütevazi ve mahcup, fakir ise zengine karşı derin bir hürmet ve saygı içinde
duacı. Yüzler asık değil mütebessim, kalpler kin, haset ve kibirle değil
muhabbetle dolu. Fakir, zenginin malında gözü olmak şöyle dursun, gerekirse
onun muhafızlığını yapıyor. Suç oranı gayet düşük ve mahkeme ve
hapishaneler en yalnız yerler. Herkes sanki manevi bir Cennet içinde yaşıyor.
İşte bu manevi Cennet, bir mânâ medeniyetidir.
Eğer bu mahalle sakinleri bir de ilim tahsil edip fen ve sanatta da terakki
ediyor ve hayatını en gelişmiş teknoloji ürünleri ile zenginleştirip
refah içinde yaşıyorsa, bu toplum aynı zamanda bir madde Cennetindedir, ve
madde ve mânâsıyla tam bir medeniyet içindedir. Özü ve kabuğuyla beraber
medenidir. Böyle mahallelerden oluşan bir ülke de tam medenidir, böyle ülkelerden
oluşan bir dünya da.
Uluslararası İlişkilerde Medeniyet
Ülkeler de insanlar gibi medeni veya vahşi olabilirler. Sadece kendi
menfaatini düşünen ve kendi menfaati için başkalarına zarar vermekten kaçınmayan
ülkeler, ne kadar zengin ve güçlü ve hatta yüksek tahsilli olurlarsa
olsunlar, medeni değil, vahşidirler, barbardırlar. Medeni bir ülke bir şey
yaparken sadece kendi menfaatini değil, bunun başta komşuları olmak üzere
diğer ülkelere olabilecek etkilerini de düşünür ve başkalarına zarar
verebilecek davranışlardan uzak durur. İhtiyaç anında komşu ülkenin yanında
olur, onun derdiyle dertlenir, sıkıntısını paylaşır, ızdırabını
dindirmeye çalışır. Komşu ülkenin ihtiyaç anını, bugünkü sözde
medeni ülkelerin yaptığı gibi, tefecilik yapıp vurgun vurmak veya onun malını
kelepir fiyatına almak için fırsat olarak görmek yerine -ki bu apaçık bir
vahşettir- böyle anları ona millî izzetini rencide etmeden şefkat elini
uzatma ve hiçbir menfaat gözetmeden ve karşılık da beklemeden gereken yardımı
yapma zamanı olarak görmelidir. İşte insanlar böyle yücelir, ülkeler böyle
yücelir ve dünya böyle yücelir ve bu şekilde dünya yaşanacak daha iyi bir
yer olur.
Peki, komşu ülkelere bu tür maddî yardımlar pahalıya mal olmaz mı? Ülkelerin
komşularından gelmesi muhtemel tecavüzleri önlemek için ayırdıkları
savunma bütçelerindeki astronomik rakamlara bakıldığında, cevap yüksek
sesli bir ‘katiyen hayır’dır. Bunun da garantisi, insanın fıtratıdır ve şefkatin
nuraniyetidir. İnsan -fıtratları tam bozulan ve yılan gibi zehirlemekten
zevk alan çok küçük bir azınlık hariç- fıraten aziz ve muhteremdir ve
kendisine şefkat edene şükran borçlu hissetmek ve şefkatle karşılık
vermek fıtratının gereğidir. İhsan, insanı köle eder ve ihsan edeni ihsanı
alanın nazarında efendi seviyesine çıkarır. İnsan kendisine ihsan eden eli
öpüp hürmetle başına koyar. İhsan eden eli kimse ısırmaz ve ihsan düşmanlık
ve vahşeti yok eden etkin bir iksirdir.
Dış politikada sık sık duyduğumuz ‘milli menfaatlerimizi gözeteceğiz’
veya ‘milli menfaatlerimiz neyi gerektiriyorsa onu yapacağız’ ifadeleri
medeniyetin değil, vahşetin ifadesidir ve komşu ülkelere sevgi ve saygı
olmadığının bir göstergesidir. Batı felsefesinde temeli ‘menfaat’ olan kişisel
ilişkilerin uluslararası arenaya yansımasıdır. Gönül arzu eder ki bu
ifadeler yerine ‘komşularımıza zarar verebilecek bu tür davranışlardan
uzak duracağız’ veya ‘bu konuyu komşularımızla istişare edip bir karara
varacağız’ gibi ifadeler kullanılsın. Bir mahallede sadece kendi hanesinin
menfaatini düşünen ve komşuları umurunda olmayan bir insan ne kadar medeni
ise sadece kendi ülkesinin menfaatini düşünen ve diğer ülkelere olabilecek
menfi etkileri umursamayan bir ülke de o kadar medenidir. Hele hele bir veya
bir kaç ülkenin başka bir ülkeye tecavüz edip onun mallarını gasbetmesi
vahşetten başka bir şey değildir.
Medeni bir ülke, bir sınır şehrinde havayı kirleten bir fabrika kurup komşusunun
havasını bozmaz. İçinden geçip komşu ülkelere akan bir nehri artık
maddelerle kirletmez -aynen çöpünü komşusunun bahçesine dökmediği gibi.
Hatta nehrin suyunu kullanırken aşağıdaki komşusuna ne kadar kalacağını
bile düşünür. Eğer batan bir tankeri komşu ülke sahillerini kirletirse
veya bir fabrikasından kazayla salınan zehirli maddeler komşu ülke
sakinlerine zarar verirse, bu zararları gönüllü olarak fazlasıyla tazmin
eder. Bu tür medeni davranışlar ülkeler arasında güven ve sevgiyi tesis
eder ve zamanla sınırlardaki karakolların, cephaneliklerin ve karargahların
gül bahçelerine, otellere ve alış-veriş merkezlerine dönüşmesini netice
verir. Ancak o zaman dünya çapında bir medeniyetten bahsedilebilir ve
bahsedilecektir.
Dünya Medeniyeti
Bir ülke, ruhu bireylerinin ortak değer ve karakterlerinden oluşan bir şahs-ı
manevi olan bir şahıs olarak tahayyül edilebilir. Bu şahs-ı manevi, komşu
ülkelerle olan ilişkisine göre medeni veya vahşî vasfını alır. Komşusunun
malında ve mülkünde gözü olan bir kişi ne kadar barbar ise, komşu ülkenin
toprağında veya zenginliklerinde gözü olan bir ülke de o kadar barbardır.
Başka insanlarla iyi iletişim ve ilişki kuramayan ve çok kimselerle kavgalı
veya mahkemelik olan insanlar ne kadar medeniyetten uzak ise, komşu ülkelerle
iyi ilişki kuramayan ve onlarla kavgalı olan bir ülke de o kadar medeniyetten
yoksundur ve medenilikten uzaktır. Kavgalı insanlardan oluşan bir toplumun
enerjisi nasıl kısır döngülerle mahvolur ve o toplum tekamül edemezse,
kavgalı ülkelerden oluşan bir yerküre de terakki edemez ve galaksimizde saygın
bir yer alamaz.
Acaba dünya galaksimiz içinde medeni bir gezegen midir? Bu soruyu ‘Evet’ diye
cevaplamak pek mümkün değil. Dünya, hala medenileşememiş olmanın faturasını
pek ağır bir şekilde ödüyor. Sadece ABD’nin savunma bütçesinin 300 milyar
doların üzerinde olduğu düşünülürse, dünyada her yıl savunmaya
harcanan paranın trilyon dolarlarla ifade edildiğini tahmin etmek zor değil.
Bu miktar, dünya ülkelerinin birbirlerine olan itimatsızlığının somut bir
ölçüsü ve yine de birbirlerinden emin olmayışları. Korku ve telaştan mütevellid
psikolojik maliyetleri ise ölçmek mümkün değildir. Ülkeler ‘silahlanma yarışı’
yerine ‘yardımlaşma yarışı’na girselerdi, acaba dünya çok daha az bir
maliyetle çok daha emniyetli bir yer olmayacak mıydı? Ve korku ve telaşın
yerini emniyet ve huzur almayacak mıydı? Dünya bahçesinde düşmanlık
dikenleri yerine muhabbet çiçekleri büyümeyecek miydi? Neticede insanlık ve
insanlar yücelmeyecekler miydi?
Asayişi Muhafaza ve Terörle Mücadele
İnsan fıtraten güzelliğe, mükemmelliğe, inayete ve adalete meyyaldir ve
onları sever. Bunların zıddı olan çirkinliğe, noksanlığa, bencilliğe ve
zulme karşıdır ve bunlara tepki gösterir. Medeniyet, ancak güzel vasıflara
haiz ise hakiki bir medeniyet olur ve insanlar için bir terakki vesilesi
olabilir. Bunun da ölçüsü itici değil çekici olmak ve vicdanlarda kabul gören
güzel şeyleri netice vermektir. Aksi taktirde o yalancı bir medeniyettir ve
insanlığı saadete değil felakete sürükler. Yirminci asrın ilk yarısındaki
teknolojik gelişmeler ve hızlı sanayileşme iki dünya savaşını ve
milyonlarca insanın ölümünü netice verdi ve dünyayı bir harabeye çevirdi.
Bu, medeniyet değil vahşettir. Azınlığa menfaat sağlayıp insanların büyük
çoğunluğunu yoksulluğa ve sefalete iten bir olgu yine medeniyet olamaz, olsa
olsa bir zulüm makinası olabilir.
Bugünkü Batı medeniyetinin de neticesi hiç iç açıcı değil; mutlu bir azınlık
refah ve israf içinde yaşarken, insanların büyük bir kısmı açlık ve
sefalet içinde. Bu durum, insanlardaki kıskançlık, kin, hased, düşmanlık
ve adaletsizliğe karşı intikam duygularını besliyor ve eğer kontrol altına
alınamazsa, kabaran bu hislerin insana hakim olmasına sebebiyet verebiliyor.
Bu hislerin kontrolüne giren bir insan ise hırsızlık, sabotaj, cinayet,
isyan ve terör olaylarına yönelebiliyor ve bu tür tahripkar davranışlarla
asayiş ve huzuru bozabiliyor. Bu sebeple, ileriyi görmeyen kısır bir
‘menfaat’ esasına dayanan bu günkü Batı medeniyeti, aslında toplumların ve
hatta dünyanın huzurunu bozacak etkenleri besleyen bir mekanizma vazifesini görüyor.
Ondan sonra da bu tehditlerle mücadele için polisiye tedbirlere ve savunmaya büyük
maddi kaynaklar ayırmak zorunda kalıyor.
Karasineklerle en etkin ve medeni mücadele, temizliktir. Çünkü sinekleri
mezbeleler üretir, pislikler celbeder. Sineklerle kimyasal madde kullanarak mücadele
etmek hem pahalı ve kısa ömürlüdür, hem de o maddeleri teneffüs eden
insanların sağlığına zararlıdır. Kaldı ki mezbelelikler, var oldukları
sürece karasinek üretim merkezleri olmaya devam edecekler ve bu işten sadece
sinek öldürücüsü satanlar kârlı çıkacaktır. Benzer şekilde
sivrisineklerle en etkin mücadele bataklıkları kurutarak veya su
birikintilerini sivrisineklerin yumurtlama dönemlerinde ilaçlayarak yapılır.
Aynen bunun gibi, bugünkü medeniyeti tehdit eden anarşi, gasp, cinayet ve terör
gibi haşerelerle en etkin mücadele bunları üreten ve besleyen bencillik, sömürü
ve zulüm bataklıklarını yardımlaşma, ihsan ve adalet iksirleri ile
kurutmaktır. Yani bugünkü medeniyeti İslam’ın şefkati ve hakkı emreden
prensipleriyle terbiye etmektir. Yoksa, şefkat yerine şiddet kullanarak ve hak
yerine kuvveti esas alarak yapılan mücadele bu haşerelerin kökünü
kurutmaz, aksine onların daha hızlı üremesini netice verir ve sonunda dünyayı
daha büyük dertlere maruz bırakır.
Bugün terörle mücadele için milyarlarca dolar bütçe ayıran ve kalpleri
gittikçe katılaşanlara seslenmek gerekir: Bu derdi çok daha ucuza ve kalıcı
olarak, hem de düşmanlıkları dostluklara çevirerek çözmek mümkündür.
Bunun yolu, kabuk ile beraber özde de medeni olmaktan, yani, faziletten geçer.
Yoksa tüm paranız ve gayretleriniz heba olacaktır. Terör azalacağına
azacak, sizin de huzurunuz daha çok kaçacaktır.
Netice
Acaba ‘Çanakkale harbinde İngilizler mi yoksa Osmanlılar mı daha medeni
idi?’ diye bir soruya nasıl bir cevap verilebilir? Eğer teknolojik gelişmeler,
savaş araç ve gereçlerinin modernliği, zenginlik ve maddi kuvvet esas alınsa,
his şüphesiz cevap İngilizler olurdu. Ancak harpte esir düşen bir İngiliz
subayının hatıratında yer alan şu olay bu kanaatı değiştirebilecek
mahiyettedir:
"Yaralı idim ve yüzerek karaya ulaştığımda bir Osmanlı askerinin
bana yaklaşmakta olduğunu görünce hayatımın son anlarını yaşamakta olduğumu
zannettim. Ancak asker yaralı olduğumu anlayınca bana yardımcı oldu, yaramı
sardı. Sonra da az miktardaki erzağını benimle paylaştı. İyileşinceye
kadar da bana esir değil, bir misafir muamelesi yapıldı." Bu bir tek
olay bile bu savaşın gerçek galibinin kim olduğunu belirtmeye yeterli değil
mi?
Dünya yüz yıldır hızla kabuk değiştiriyor. Kişilere özgü cehalet ve
taassup, yerini insanların ortak malı olan ilim ve akla bırakıyor. Neticede
ortak değerlerle bağlanmaktan doğan bir birlik oluşuyor ve insanlar daha
medeni oluyor. İnsanlık, vahşet ve cehalet devrinden medeniyet ve ilim
devrine geçiyor. Medenileşme sürecini tamamlamış dünyada savaşlar
silahlarla değil, ancak kelimelerle olur. Belagat ve delil ile akılları
fetheden, insanları ve dünyayı fetheder.
Medeniyetin insanlığa sunduğu faydalar apaçık görüldüğü halde,
insanların çoğu medeniyete, ve onun son merhalesi olan küreselleşmeye şüphe
ve tedirginlikle yaklaşmaktadır. Bunun sebebi, geçmişte kuvvet bir elde
toplandığı zaman, bunun nasıl zayıfları yutmakla beslenen bir zulüm
makinası olarak kullanıldığı ve mutlu bir azınlığa menfaat sağlarken büyük
insan kitlelerini nasıl köleleştirdiği ve nasıl büyük menfaat çatışmalarına
sebep olduğunun hafızalarda hala taze olmasıdır. Tüm insanlığa menfaat ve
mutluluk getirecek ve yerküreyi yüceltecek olan hakiki medeniyet, ancak bugünkü
medeniyetin adalet, muhabbet ve fazilete dayanan İslam ile terbiyesi ile mümkündür.
Medeniyet ve deniyet. Birbirlerine ne kadar yakın ve birbirlerinden ne kadar
uzak. Tarifler ne kadar muhtelif olursa olsun, hakiki medeniyet insaniyettir,
insaniyet ise hangi isim altında olursa olsun İslamiyet’tir.