The Panels of “Civilian Constitution”

“Sivil Anayasa” Panelleri
Ankara’da düzenlenen “Sivil Anayasa Paneli” (15 Eylül 2007) ve “Yeni Anayasa Paneli”ndeki (20 Ekim 2007) konuşma metinleri

Bu organizasyonu gerçekleştiren sivil toplum kuruluşlarını
tebrik ediyorum. Önümüzdeki dönemde bu tür, birçok panel gerçekleştirilecek.
Beni davet ettikleri için de teşekkür ederim. Tartıştığımız konu önemsiz bir
konu değil. Türkiye’nin gerçekten bir anayasal problemi var. “1982 Anayasası
gerçek bir anayasa mıdır?” şeklinde soru ortaya koysak ve bunun cevabını arasak;
Bu anayasanın hem yapılış şartları, hem referanduma sunuluş bakımından hem de
muhtevası bakımında gerçek bir anayasa olmadığını söylemek yanlış olmaz. Sami
Selçuk’un meşhur ifadesiyle, “bugünkü anayasanın meşruluk debisi son derece
düşüktür.” Çünkü olağanüstü bir dönemde hazırlanmıştır. Askeri cuntanın gözetim
ve denetiminde kaleme alınmış ve sonra çok da demokratik olduğu söylenemeyecek
bir seçimle tasdik edilmiştir. Bazı gazetelerde okudum. Anayasaya yüzde 92 oy
çıkmasının anayasanın meşruiyetini çok kuvvetlendirdiği söyleniyor; ama bu çok
tartışılacak bir şey. Çünkü o referandumun nasıl yapıldığını biliyoruz.
Anayasaya karşı propaganda yapma imkanı yoktu ve bir çeşit açık seçim
gerçekleştirdik. Ayrıca askeri yönetimden normalleşmeye geçiş üzerinde çalışan
uzmanlar askeri yönetimin ve askeri yönetimin draft ettiği anayasalara yüksek oy
çıkmasını, askerlerin hazırladığı anayasaların tasdik edilmesi anlamını doğrudan
doğruya taşımadığını söylüyorlar.

Bunun en son örneğiyle Tayland’da karşılaşıyoruz. Tayland’da da
katılım düşük olmakla birlikte askerin hazırladığı anayasa “evet” oyu aldı. The
Ecomomist’in yorumuna göre “evet” oyunu alma sebebi askeri yönetimden bir an
önce kurtulma arzusudur. Türkiye’de de zannediyorum ki 82 Anayasası’nın bu kadar
yüksek bir kabul görmesinde vatandaşın “bir an önce askeri yönetimden kurtulma”
ve “askeri kışlasına gönderme” endişesi etkili olmuştur. O yüzden emsal olarak
vereceğimiz bir durumla karşı karşıya değiliz.

Hiç şüphe yok ki bir şeyi bir şeyle adlandırmak o şeyin o şey
olduğu anlamına gelmeyebilir. Bir anayasa adı verilen metnin anayasa olup
olmadığını ayrıca tartışmamız gerekir. Çünkü anayasa deyince, anayasa adı
verilen; ama anayasal geleneği içinde yer alan metinlerden bahsediyoruz. Eğer
böyle olmasaydı anayasası olan her ülkeye hukukun hakimiyetine sahip bir ülke
olarak bakmamız gerekirdi. Durum bu değildir. Bugün Küba’nın da bir anayasası
vardır. Suriye’nin de vardır. Ama bu ülkeler anayasal yönetim geleneği
içerisinde anayasa ile yönetilen ülkeler değildir. Diktatörlüktür.

Sivil anayasadan bahsediyoruz. "Sivil" kelimesi büyülü bir
kelime haline geldi. Çok da anlam yüklüyoruz kendisine. Ama burada kastettiğimiz
şey ille de sivillerin yaptığı anayasa değildir. Yeni anayasa taslağı üzerinde
çalışan bir heyete mukabil bir heyet kurarak daha iyi bir anayasa yapmak
mümkündür. Üniforma taşımayan bazı hocalardan eğer bir heyet oluşturursak
-bunların isimlerini tahmin ediyorsunuz- sivil bir anayasa ortaya çıkabilir.
Anayasayı yapanların üniformayı giyip giymediği değil mesele. Mesele bir
zihniyet meselesidir. Anayasa yönetim geleneğine uygun bir anayasa yapılıyorsa o
sivil bir anayasadır. Bazı durumlarda askeri yönetimin gözetim ve denetiminde
yapılan anayasa yapılması mümkündür. Mesela Alman ve Japon anayasaları Amerikan
işgal kuvvetlerinin gözetim ve denetiminde yapılmıştır; ama pekala o ülkelerde
demokrasiyi yaşatan anayasalar olmayı başarmıştır. Dolayısıyla mesele sadece
informel veya formel bir mesele değil, bir zihniyet meselesidir.

Hükümetin bu konuda inisiyatif alması gayet yerinde bir
tutumdur. Hükümeti tebrik de etmek gerekir bu bakımdan. Hükümetin buna hakkı da
vardır yetkisi de vardır. Bugünkü parlamentonun da böyle bir teşebbüse girişme
hakkı vardır. Çünkü son derece yakın bir zamanda seçimler yapılmıştır.
Türkiye’nin önemli konuları üzerinde görüşler belirtilmiştir. Temsil kabiliyeti
hayli yüksek bir parlamentoyla karşı karşıyayızdır. Türkiye’deki bütün ana
eğilimler aşağı yukarı parlamentoda temsil edilmektedir. Muhafazakârlar,
milliyetçiler, ulusalcılar, Kemalistler, CHP çizgisi… Bazı partilere dağılmış
liberaller… Aşağı yukarı bütün ana çizgiler Meclis’te mevcuttur.

Bazıları “ancak bir kurucu meclisin anayasa yapabileceğini”
söylüyor olabilir o da bir yoldur. Ama o yol bu yolun olamayacağı anlamına
gelmez. Şimdiki yol da meşru, makul bir yoldur. Bu heyete katılan öğretim
üyelerinin hepsini tanıyorum. Türkiye’nin birinci sınıf akademisyenleridir.
Kendi alanlarında gayet dirayetli insanlardır. Her türlü bağnazlıktan uzak
insanlardır. Olabilecek en iyi heyetlerden birisidir. O bakımdan bazılarının
yazdığı gibi heyet üyelerinin kişilikleri üzerinden anayasa çalışmalarını
şimdiden engellemeye çalışmak doğru değil.

Aslında ortada tam bir taslak da yok. Henüz hükümet bir taslağı
benimsemiş değil. Belki önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak. Ve tartışmalar
gerçek bir zemine oturacak. Taslak ortaya çıkmış olmamakla beraber birkaç
noktanın altını çizmemiz mümkün. Bunlardan birisi anayasanın ideolojisi
meselesi. Renksiz olmak çok mu caizdir bilmiyorum; Ama anayasa renksiz olmalıdır
diye bir söylem tutturulmuş vaziyette. Mutlak söylenen şey genel olarak doğru
olmakla beraber anayasa renksiz olmamalıdır, liberal demokrat olmalıdır. Başka
türlü anayasal yönetim geleneği içerisinde bir anayasa yapmanın da imkanı
yoktur.

Tersinden okursak anayasa sert, otoriteryen, çeşitli toplum
kesimlerini dışlayıcı, bireylere ve topluma bir hayat tarzı biçici bir
ideolojiye dayanmamalıdır. Türkiye’de böyle bir problem var. Türkiye’de bazı
kesimlere yetki ve inisiyatif verseniz başka otoriteryen ideolojiler
istikametinde bu tür anayasa çalışmalarının da ortaya çıkacağı kesindir. Bir de
anayasa liberal olmak zorundadır. Ama bugün liberalizmin anayasal açısından
ortaya koyduğu ilkeler ve değerler öylesine etkili olmuş ve öylesine genel kabul
görmüştür ki biz bunlara meta değerler, meta ilkeler adını veriyoruz. Yani bu
ilkelere uymayı kabul etmek insanların bir ideoloji olarak liberalizmin mensubu
olmalarını yahut da liberalizmin tahakkümü altına girdiklerini düşünmeyi
gerektirmemektedir. Çünkü anayasal yönetim geleneği liberalizmle aşağı yukarı
aynı şeydir. Bu konudaki en önemli eserleri de liberal yazar ve filozoflar
ortaya koymuşlardır. Liberal demokrasi deyince zaten iki kelimenin birleşiminden
bahsediyoruz, liberalizm ve demokrasi. Liberalizmin önemsediği şey özgürlüktür,
bireyin özgürlüğüdür. Demokrasinin önemsediği şey eşitlik ve katılımdır. Liberal
demokrasi dediğimiz şey de bu ikisinin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir şeydir.
Dolayısıyla anayasa liberal olmak mecburiyetindedir.

Anayasalar ne işe yarar? Öncelikle bir noktanın altını çizmekte
yarar var. Anayasa derken yanlış bir kavram kullanıyoruz. Lügat anlamına
bakarsak yasaların anasından söz ettiğimizi düşünmemiz gerekir. Böyle bir şey
kesinlikle söz konusu değil. Yasaların birçoğunun ondan türemesi de söz konusu
değildir. Anayasa dediğimiz şey hukuk metni de değildir. Bunu şurdan anlıyoruz.
Ne zaman bir darbe olsa darbeciler topluma istedikleri şekli vermek için
öncelikle anayasayı kaldırıyorlar. Peki niye diğer kanunları kaldırmıyorlar.
Şunlardan dolayı; öncelikle diğer kanunları kaldıramazlar. Güçleri yetmez çünkü
o kanunu kaldırdığınız anda yerine başka bir kanun koymanız gerekir. İki temel
hukuk kodlarında bugünden yarına düzenlemeler yapılamaz. Mesela Ahmet’le ben
sabaha kadar iyi bir anayasa taslağı çıkarabiliriz. Ama aynı şeyi Ticaret
Kanunu, Borçlar Kanunu için yapamayız. On yıllar, yüz yıllar içinden süzülerek
bunlar oluşur. O yüzden darbecilerin mesela bir generalin televizyon karşısına
çıkıp “ticaret kanunu, ceza kanununu iptal ediyoruz” dediği olmamıştır. Ama
anayasayı iptal edersiniz ve memlekette işler pek de problem olmadan yürür.
İnsanlar alışveriş yapar, evlenir, boşanır, ticari ilişkilere girer. Dolayısıyla
hayatın temeli anayasa yapmak değildir ve anayasa yasaların anası değildir. O
bakımdan fazla abartılmaması da gereklidir.

Ve anayasanın hukuki bir metin olarak görülmemesi de gereklidir.
Anayasalar özü itibariyle siyasi metinlerdir. Hukuki yansımaları olabilir ama
siyasi içerik taşırlar. Biz anayasada şu soruya cevap veririz. “Devlet nasıl bir
devlet olacak? Sınırlı bir devlet mi sınırsız bir devlet mi olacak? Hangi
organlara sahip olacak ve onların yetkileri ve ilişkileri ne olacak? Bu devlet
vatandaşa hesap verecek mi vermeyecek mi? Devlet iktidarını kullananların o
mevkiye gelmesinde vatandaşların katılım hakkı ve imkanı olacak mı olmayacak
mı?” gibi sorulara anayasada cevap vermeye çalışırız. Bir başka deyişle bir
anayasa yapmak demek bir devlet felsefesini o ülkede egemen kılmaya yönelmek
demektir. Dolayısıyla yaptığınız anayasa sizin siyasi, felsefi tercihinizi
yansıtacaktır.

Burada da işaret edildi. Anayasa devletle toplum arasında bir
sözleşmedir, denildi. Bu kısmen doğru büyük ölçüde de yanıltıcı bir görüştür.
Zaman zaman bunu keşfedenler oluyor. Mesela Radikal’den İsmet Berkan iki gündür
bu konuyu işliyor. Aferin kendisine. Bu bakış biraz devletçi ve bizi yanıltacak
bir bakış. Sanki bir tarafta toplum, bir tarafta devlet var. Oturup sözleşme
yapıyoruz, karşılıklı konumumuzu belirliyoruz gibi bir şey ortaya çıkıyor. Daha
negatif bir yaklaşım olarak baktığımızda Tomas Fogs’un felsefesine benziyor.
Çünkü böyle bir sözleşme yaparsanız, devleti sınırlandırmanız hemen hemen
imkansızdır.

Aslında anayasa özü itibariyle şudur. Toplumdaki bireyler ve
birey grupları beraber yaşamak için bir çerçeve çizmeye çalışıyorlar. Toplum
doğal olarak çoğulcu bir yapıya sahiptir. Dil, felesefi görüş, menfaat, kültür
bakımından muazzam bir çeşitlilikle karşı karşıyadır. O zaman nasıl beraber
yaşayacağız? Bir de siyasi yönetime ihtiyacımız var. Hepimizi ilgilendirecek
bazı ortak kararların alınması lazım. Cezalandıracak bir organizasyonun
kurulması lazım. Bundan dolayı anayasa özü itibariyle toplumsal bir sözleşmedir.
Bu sözleşme ile devleti oluştururuz ama anayasa devletle toplum arasında bir
sözleşme yapma anlamına gelmez.

Keza bir anayasa insanlara hak ve hürriyet de bahşedemez, böyle
bir yanlış anlama da var. 1982 anayasası birçok hak ve hürriyeti gasp etmiştir.
Bizim doğuştan sahip olduğumuz hak ve hürriyetleri gasp etmiştir. Siyasi
metinler, devletler, insanlara hak ve hürriyet bahşedemezler. Ancak ve ancak
bireylerin sahip olduğu hak ve hürriyetleri hukuki olarak tanır ve kayıt altına
alırlar. Yoksa biz, anayasa yapanlar veya devlet kurumları bize bahşettikleri
için hak ve hürriyetler sahip değilizdir. Anayasa ile ortaya çıkardığımız siyasi
organizasyona hak ve hürriyetlerimizi korunması görevini veririz. Bu görev de
iki güce karşı ifa edilecektir. Birincisi bizim hak ve hürriyetlerimizi ihlal
edebilecek diğer bireyler ve birey gruplarıdır. İkincisi kamu otoritesinin
kendisidir. Birisi ile ilgili bir tartışma zaten yok. Hepimiz biliyoruz ki bir
bireye haksızlık ediyorsa, temel haklarına zarar veriyorsa, bir grup çoğunluk
olmasına dayanarak azınlığı tahakküm altına alıyorsa bunun önlenmesi özgürlükçü,
demokratik devletin görevidir. Asıl problem kamu otoritesinin hak ihlalcisi bir
özne haline gelmesi ortamında ortaya çıkmaktadır.

Platon’dan beri siyaset felsefesinde sorulan bir soru var:
Koruyuculara karşı bizi kim koruyacak? Toplumu koruyacak birileri lazım. Bundan
dolayı da bir gruba biz koruyucu sınıfı adını veriyoruz. Onları silah, para ve
insan gücü ile donatıyoruz. İyi ama bu koruyucu sınıf kendi sınırları içerisinde
kalmazsa onlara karşı kim bizi koruyacak? Tekrar bir koruyucu… Bu sonsuza kadar
gidebilir. O yüzden anayasa üretim geleneğine uygun bir anayasanın temel görevi
kamu otoritesini birey hak ve özgürlüklerine karşı sınırlandırmaktır. Önce gelen
benim; Sonra gelen devlettir. Devlet benden güçlüdür. Mahkemeleri, vergi
daireleri, silah altında insanları var; Ama bu benden güçlü olduğu için devletin
bana her şeyi yapabileceği anlamına gelmez.

Bu önemli noktayı anlamazsak eğer kamu düzeni gibi, milli
menfaatler gibi, milli güvenlik gibi ne olduğu belli olmayan ve anlamları
egemenlerin yorumlarına bağlı kavramlara dayanarak her türlü hak ve özgürlük
gasp edilebilir. Mesela bir kamu düzenine ihtiyacımız var. Kamu düzeni benim
vatandaş olarak hak ve hürriyetlerimi kullanabildiğim ortamdır. Yoksa devlet
otoritesini kullananların uygun gördüğü ilişkiler bütünü değildir. Türkiye’de bu
bir türlü anlaşılamıyor. Kamu düzeni bize hizmet etmek için vardır. Biz kamu
düzeninin hizmetkarı olmak için yokuz. Kamu düzenin hizmetkarı haline getiren
bir düzen varsa niye o düzende yaşamayı kabul edeyim ki. Ancak bana hizmet
ediyorsa kamu düzeninin bir anlamı vardır. Milli güvenlik de, milli menfaat de
öyledir.

Bir anayasanın yapabileceği şey sadece şu olabilir; İnsanların
doğuştan sahip olduğu hakları pozitif hukukun bir parçası haline getirmekte bir
katkıda bulunabilir. Anayasa bize ne diyor; hayat hakkı var. İfade özgürlüğü var
vs vs. Kaldırdık anayasayı, birden bire buharlaştı; Anayasa veya uygulama
imkanı, hayat hakkımız ortadan kalkar mı? İfade özgürlüğümüz ortadan kalkar mı?
Bunlar devletin varlığına veya yokluğuna bağlı değildir. Devletin varlığı veya
yokluğu, meşruluğu veya gayri meşruluğu bunlara saygı göstermesine bağlıdır. Bu
felsefe Türkiye’de bir türlü sistemleştirilemiyor ve meselelerin birçoğu da
buradan doğuyor.

Mademki bir anayasanın liberal olması gerektiğinden bahsettik. O
zaman Kemalizm’i nereye yerleştireceğiz? Zafer Üskül “anayasa Kemalizm’den
arındırılmalı" dedi, o da bir çeşit linçe tabi tutulmak istendi. Aslında mutlaka
tartışılması gereken bir meseleyi ortaya koydu. Bu meselenin de soğukkanlılıkla
ve her şeyden öte ifade özgürlüğüne saygı göstererek tartışılması lazım. Bir
şeyi tartışmamak, o şeyin doğru olduğunu göstermez. Onun güçlü olduğunu da
göstermez. Tam tersi bir şeyin tartışılmasını engellemek, engellemeyi yapanların
korktuğunu, kendilerine ve fikirlerine inanmadığını gösterir. O yüzden ancak
özgüveni olan, fikri olan insanlar tartışmayı tercih ederler.

Bana göre yeni anayasada Kemalizm esas alınmamalıdır. Çünkü
anayasanın liberal eksende hareket etmesi gerekir. Kemalizm’in ne olup ne
olmadığı çok tartışmalı. İdeoloji diyenler de var demeyenler de. Ben değildir
çizgisine daha yakınım. Öyle diyenler de var. Mesela Eser Karakaş ısrarla bir
ideolojidir, ideoloji olmadığını söylemek bir hakarettir gibi şeyler söylüyor.
Eğer bir ideoloji ise bunun evrensel anlamda bir ideoloji olmadığını o zaman
söylememiz gerekir. Mahalli ve konjonktürel olduğunu söylememiz gerekir.
Ortadoğu’daki başka ideolojiler gibi. Ama kesin olan bir şey var; bir demokratik
ülkenin anayasası sert, otoriteryen, bireylere ve topluma standart bir hayat
biçimi öngören bir ideolojiye dayanamayacağı için yeni anayasanın Kemalizm’den
çok liberalizme dayanması gereklidir.

Peki, Kemalizm’in yeri ne olacak? Hiç şüphesiz Kemalizm diye bir
fikir sistemine inanan insanlar, siyasi aksiyonlar var. Hatta zaman zaman
hayatlarının çeşitli kısımlarının temeli olarak görenler var. Böyle yapmaya
hakları vardır. Buna hiç kuşku yok. Bir insanın Kemalist olmaya da, Kemalizm’i
savunmaya da hakkı var. Ama yanlış olan şey şudur; Hiç kimse kamu otoritesi
zoruyla belli bir ideolojiyi benimsemeye zorlanmamalıdır. Dolayısıyla isteyen
Kemalist olsun, istemeyen olmasın. Hiçbir şekilde kamu otoriteleri insanlara
“Kemalist olmak zorundasınız şeklindeki açık veya örtülü bir dayatmada
bulunmasın” dememiz lazım. Eğer gerçekten demokratik bir anayasa istiyorsak.

Aslında Türkiye bu problemi bir ölçüde çözmüştür. Bugün "İkinci
Cumhuriyet" tartışmaları yapanlar var. “İkinci Cumhuriyetçiyim” diyen
arkadaşların tezlerinin bir kısmına sempati duymakla beraber hiçbir zaman
kendimi İkinci Cumhuriyetçi olarak da adlandırmadım. Liberal demokrat olarak
adlandırdım. Ama bu arkadaşların kastettiği değişikliği Türkiye zaten yapmıştır.
Türkiye 1950’de neredeyse bir mucizeyi gerçekleştirmiş ve bir otoriteryen tek
parti yönetiminden demokrasiye geçmiştir. Bu geçiş muazzam siyasi felsefe
değişikliği demektir. Lütfen 1945 Türkiye’siyle 1950 Türkiye’sini karşılaştırın.
Tek partiden çok partiye, açık oy gizli sayımdan demokratik usullere uygun
oylamaya, iktidarın devlet eliyle belirlenmesinden iktidarın halk eliyle
belirlenmesine, dini hak ve özgürlüklerin bastırıldığı bir durumdan genişlediği
bir duruma geçiş yapılmıştır. İlle de Cumhuriyete bir numara vermek gerekiyorsa
doğal olan adlandırma 1950’de İkinci Cumhuriyetin kurulmuş olduğudur.

İki Cumhuriyetin kavgası diye, Türkiye’de iki cumhuriyet
anlayışı kavga ediyor. Tek parti cumhuriyet anlayışı ile demokratik çok partili
Cumhuriyet anlayışının kavgası, ideolojik mücadelesi var. Bundan dolayı
Türkiye’nin rahatlaması için Kemalist düşüncenin bu gerçeği kabul etmesi lazım.
Başka bir deyişle Türkiye’de Kemalizm’in normalleşmesi lazım. Bunun da iki ayağı
vardır; Birincisi Kemalizm’in sadece sloganlara, sadece karşı tarafı tehdit
etmeye, “pataklarım ha, hapse atarım ha” demeye dayanmayan bir fikir akımı
haline gelmesidir.

Kemalist arkadaşlar kafa yormalı, çalışmalı, tarihin defterinin
kapandığını var saymak yerine yeni fikirler geliştirmeli ve fikirlerini yeni
şartlara uyarlamaya çalışmalı. O takdirde hem kendi kendilerine büyük bir iyilik
etmiş olacaklardır hem de Türkiye’ye. Kemalizm’in normalleşmesinin ikinci ayağı
ise Kemalizm’in resmi ideoloji olmaktan çıkartılmasıdır. Kesinlikle inanıyorum
ki Kemalizm ve Kemalistler Türkiye’nin kültür ve toplumsal yapısının zenginlik
oluşturan parçalarından birisidir. Ama bunun gerçekten böyle olması Kemalizm’in
herkese devlet zoruyla dayatılan bir ideoloji olmak yerine yarışan
ideolojilerden biri olmayı kabul etmesine bağlıdır. Nasıl ki diğer ideolojiler
siyaset alanında bir çeşit piyasa ortamında yarışıyorsa Kemalizm de böyle bir
yarışa girmeyi kabul etmelidir. Ve bu iki ayaklı normalleşme Türkiye’yi birçok
bakımdan rahatlatacaktır.

Yeni anayasa çalışmalarının tamamına henüz vakıf değiliz. Ortada
bir taslak da yok. Medyaya yansıdığı kadarıyla dikkat çeken bazı noktalar var.
İtiraf etmem gerekir ki öğretim üyelerinin hazırladığı taslak mevcut anayasaya
göre daha özgürlükçü görünüyor. Dolayısıyla tasvibime açık. Ama benim açımdan
kesinlikle yetersiz. İyileştirilebilecek birçok noktası var. Özelikle işaret
etmek istediğim nokta anayasa tartışmalarında ekonomik boyutun ihmal edilmesi.

Sadece siyasi bir metin üzerinde tartışıyoruz ama anayasanın bir
ekonomik boyutu da var. Anayasada özel mülkiyet ve teşebbüs hürriyeti mutlaka
garanti altına alınmalıdır. Türkiye bu bakımdan ne yazık ki sicili iyi değildir.
AİHM’de Türkiye’nin mahkumiyet aldığı davaların önemli bir bölümü özel mülkiyet
hakkının ihlalinden dolayıdır. Özel mülkiyet ve teşebbüs hürriyetinin mutlak
garanti altına alınması sadece refahımız bakımından değil, özgürlük bakımından
da önemlidir. Özel mülkiyetin ve özel mülkiyete dayalı rekabetçi serbest piyasa
ekonomisinin olmadığı bir yerde uzun vadede özgürlüğü muhafaza etmek
imkansızdır. Hepimizin devlet memuru olduğu, tek iş verenin devlet olduğu, özel
mülkiyet hakkının mahrum olduğu yerde özgürlüklere elveda demek
mecburiyetindeyiz.

Bir diğer önemli nokta vergileme problemidir. Türkiye’de
vergiler, vergileme bir zulmetliğe dönüşmektedir. Hem prosedür hem miktar
bakımından –iş yapan arkadaşlar daha iyi bilmelidir- herkesin en büyük ortağı,
vergi salmaktan hiç tereddüt etmeyen kamu otoritesidir. Bugün en özgürlükçü
ülkelerin bakanları bile “çok vergi tahsil ettik vatandaşı çaktırmadan
yoluyoruz” diyerek övünmektedir.

Maliye bakanı ne zaman “reform yapıyorum” dese tüylerimiz diken
diken oluyor. Çünkü reformun maliyedeki adı “kazı bağırttırmadan yolmaktır.” Ben
ne bu iktidar, ne de önceki iktidarlar döneminde vergi mükellefleri açısından
iyileştirme görmedim. Genel bir problem. Üzerinde durulması gerekir.
Vergilemenin kanunla yapılması gerekir. Vergilemenin kanunla yapılması demokrasi
mücadelesinin esasıdır. İktidar sahipleri “ben vatandaşımın malına mülküne
kazancına, ihtiyacıma, keyfime göre el koyacağım” diyemez. Mutlaka vatandaşların
temsilcilerinin olduğu mecliste tartışılmalıdır. Mutlaka kesin miktar
belirlenmelidir. İktidarlar işin kolayını buldu. Bu iktidar da yaptı. Bir vergi
kanunu geçirip yeni bir vergi koyuyorlar, vergi miktarını arttırma yetkisi
veriliyor. Bu hukuk devletine aykırıdır. Böyle bir şey olamaz. Oran bakımından
vergiler mutlaka sabitlenmeli, Meclis’ten geçip kanunlaşmalıdır. Hükümete bu
konuda geniş bir takdir alanı asla bırakılmamalıdır.

Diğer tartışılması gereken mesele anayasal iktisat
tartışmalarının mevcut anayasa tartışmalarıyla yönetilmesidir. Demokrasi bir
cennet oluşturma rejimi değildir. Kendi yozlaşma usulleri vardır. Ben Hüsrev
Bey’den çaktırmadan 100 milyar isteyip cebime koysam, topluma ait olan bir şeyi
soymuş olurum. Peki Hüsrev Bey’e “benim oğluma devlet dairesinde iş bulun” desem
ne olur? Bu ikincisine herkes alkış tutar. Bu da bir yolsuzluk türüdür. O yüzden
devlet daireleri bir sürü işe yaramaz adamla dolmuştur. Bunu yapmayı mümkün
kılan şey de hükümetlerin bir taraftan vergilendirmelerden istediği gibi
oynamasıdır, diğer taraftan açıklaşma yoluna gitmeleridir. O yüzden bütçe
açığının mutlaka sabitleştirilmesi gerekir.

Sonuç olarak anayasa tartışmalarını olumlu karşılıyorum. Ama
benim gibi özgürlüğü hayatının temel değeri olarak, özgürlükten daha önemli bir
şey olduğunu düşünmeyen birisi için mevcut taslak son derece yetersizdir.
Mutlaka geliştirilmesi, daha özgürlükçü hâle getirilmesi gereklidir. Hükümete
görev düştüğü kadar topluma da görev düşmektedir. O bakımdan bireyler ve
bireyler topluluğu olarak inisiyatif alır, ağırlığımızı koyarsak daha iyi bir
metnin ortaya çıkmasını sağlayabiliriz.